İstanbul ansiklopediSİ istanbul Hanımı Resim : Sabiha Bozcalı



Yüklə 5,85 Mb.
səhifə5/91
tarix11.09.2018
ölçüsü5,85 Mb.
#80346
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   91

«Aksarayda Vatan Caddesinde çimen trotuvarda gece uyumuş ve soğukdaıı donmak, üzere 10 yaşında bir çocuk bulunmuş, Emniyet Müdürlüğüne baygın, bir halde kaldırümışdır. Orada üstündeki sırılsıklam esvab ve çamaşırları çıkarılarak bir soba başında kendine geldikten sonra adı Bü-lend Musa olan çocuk, annesini bulmak için Afyonkarahisardan İstanbula 19 günde yürüyerek geldiğini söylemiş ve hayat hikâyesini şöyle anlatmışdır:

— «Babam bir yıl önce öldü. O zama-

Bülend Musa (Resim: Sabiha Bozcalı)

na kadar okula gidiyordum. Afyonluyum. Okumak benim en büyük isteğimdi. Fakat Allah babama fazla ömür vermemiş. Babam öldükten sinra her "şey bitti. Annem birdenbire ortadan kayboldu. Başka birisine kaçmış olacak. Belki bulurum diye yola çıkdım. Köyden de îstanbulda oturan teyzemin adresini verdiler. Hep tren yolunu takip ediyordum, îki defa trene bindim. Fakat biletsiz olduğumdan beni trenden indirdiler. Tam 19 günde îstanbula geldim. Köyden verdikleri adresle Aksarayda teyzeme gittim. Fakat o da hayırsızmış, beni ancak bir gün evinde barındırdı. Şimdi buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Okumak istiyorum. Artık anamdan nefret ediyorum. Eeni bir yurda yerleştirin.» (Salâhattin Güler, Cumhuriyet Gazetesi, 1963).



ÇOCUK, BABALARIN KÖTÜ KALEN-

DEE^ TSEBÎYESİ KUSBANI ÇOCUKLAR

— Büyük şehir îstanbulda evlâdının tahsil ve terbiyesini hiç düşünmemiş babalar da pek çoktur. Esnaf tabakasından veya ayak takımından bazı babalar 13-15 yaşlarında oğulları ile kendi boylarından kimselerin gittiği içkili lokantalarda otururlar, hattâ bir marifet imiş gibi, oğluna da içki içirip kadeh, bardak dokuştururlar. «Her şeyi benim yanımda görsün, öğrensin!...» diye de bayağı kalender hikmeti konuşurlar, fotoğraflarla tesbit edilmiş bu sahnelerin küçük akşamcıları elbet ki heder olacak bîçârelerdir.

Dünyanın her tarafında her büyük şehirde olduğu gibi îstanbulda da cinsî sapık haytaların mürâhik gençleri kötü yola sevketmek için kullandıkları vâsıtalardan biri alkollü içkiler; babalarının içki sofrasına kadeh arkadaşı olarak oturan çocukları uygunsuzluk yoluna saptırmak çok kolaylaşmış olur; aşağıdaki kıt'alar 1943 - 1945 arasında Eminönü Balıkpaza-rında böyle bir sahnenin, şahidi olmuş Ali Çamiç Ağanındır: .

Vallahi hilaf değil yok yalan dolan. Balıkpazarında bir mieyhanede Hayta bir herifle bir körpe oğlan Rûberû oturmuş ellerde bade

Ne mânadır dedim zahir sol sabi Ayvaz olacakdır herif Köroğln Goyreti namusla gaayet asabî Sordııkda dediler anın öz oğlu.

Oğlunu meyhanede kadeh arkadaşı yapan baba (Fotoğrafdan Sabiha, Bozcalı eli ile)

İstanbulun günlük hayat cilveleri arasında bayram günlerinin bu rozetçi çocukları üzerine toplanmış notlarımız şunlardır:

Hâli vakti yerinde ailelerin çocukları türlü eğlence yerlerinde bayram günlerinin tadını çıkaracakları için, bir hayır hizmeti de olsa, rozet dağıtmaya istekli olmazlar. Rozetçi 'çocukların büyük ekseriyeti dar gelirli, hattâ çok fakir öğrencilerdir; onların bu heveslerinin başında da, trenlere, vapurlara, otobüslere parasız binip dolaşmak fırsatı gelir.

Çoğu dar gelirli, hattâ çok fakir ailelerin evlâdı olan bu çocukların bayramlık kıyafetleri lâyıkı ile düzgün değildir; hattâ perişandır; duyabilenlere hüzün vericidir; öylesine ki, bâzılarının takdığı rozetlerden sonra iane kumbarasına gönülden kopan 5-10-25-100 kuruş arasında bir para atılırken, insanın, rozetçi çocuklarına cebine de bir iki lira bayram harçlığı koyası gelir.

Büyük şehir halkının içinde çeşidli ruh hastaları vardır, türlü sebeplerle yakalarına iane rozeti takdırmak istemezler, kadın veya erkek, bu kimseler rozetçi ço-



.ÇOCUK

— 4062 —


İSTANBUI

ANSİKLOPEDİSÎ

— 4063 —

GÖÇÜK



cukları istiskal ile uzaklaşdınrlar; o bayram gününde aslında mahrumiyet içinde bulunan çocuğun izzeti nefsi rencide olur. Çoğunlukla bulundukları yerler nakil vasıtalarının içi, durak yerleri, köprü üstü, vapur iskeleleri, garlar, liman vapurları ile şehir ara trenlerinin içidir; bayram günü kalabalık yerlerdir, bir de rozetçi çocukların sepetleri ile kumbaraları ile o kalabalığa dalıp bir yakaya veya göğüse rozet iliştirmesi, o sıkıntılı yerde insanı para çıkartmaya mecbur kılması hoş durum olmasa gerekdir.

istanbul büyük şehirdir, elbette ki azameti ölçüsünde uygunsuzu, cinsî sapıkları da pek çokdur; bu adamlar, bir bayram gününün heyecanı içinde yoksul rozetçi çocuklara koliaylıjkla yaklaşabilirler, ağabeylik taslayarak, şefkat kisvesine bürünerek gezdirme, eğlendirme vaidleri ile 13-15 yaş arasında bir çocuğu kandırmak ve kötü bir maceraya sürüklemek o adamlar için zor bir iş değildir. Aşağıdaki satırları, aslı Bulgaristanlı olup Göztepede oturan sivil polis merhum Servet Efendinin bize tevdi ettiği notdan alıyoruz: «1943 senesinde bir temmuz gününe rastlayan şeker bayramının birinci günü vapur ile Boğaziçi'ne giden on beşer yaşında iki rozetçi çocuk vapurun içinde bir müddet dolaşdıkdan sonra üst kattaki ikinci mevki güvertede oturmuşlar, muhakkak ki hiç tanımadıkları hamam natırı kılıklı iki adamla laubali konuşuyorlardı; çocuklardan biri gaayet dilber olup heriflerin alâkası da ondan yana idi; Sarıyer iskelesinde indiler, ben de orada bir şüpheli şahıs aramaya memur edilmişdirn; tahkikatımı yapdım, şehre gelmek üzere iskeleye geldiğimde rozetçi çocuklardan birini orada yalnız ve telâşlı buldum; boynunda hem kumbara, hem de rozetlerin bulunduğu sepet vardı; arkadaşını sordum: — Sepeti bana verdi, şunu azıcık tut, ben şimdi gelirim, dedi, bir saattir burada bekliyorum, gelmedi!... dedi

«Çocuğu karakola yolladım, ben de bir arabaya atlayıp sulara gittim, ve rozetçi çocuğu, vapurdaki natır kılıklı iki adamla bir masa başında oturmuş bira içerken yakaladım; bardağındaki birasından tattığımda içine votka da katılmış olduğunu anladım. O bayram gününde bu içki âleminin sonunun nereye varacağı aşikârdır. Kanaatimce bayram günlerinde çocuklar eliyle rozet dağıtmaya son vermelidir.»

ÇOCUK, EVÎNBEN KAÇAN ÇOCUK-LAS. — Azgın öz anaların ve sadist üvey anaların, sarhoş, ayyaş," kumarbaz, sevgi ve şefkat yoksulu babaların ihmallerine, çevir ve cefâlarına, türlü zulümlerine, dayaklarına, işkencelerine dayanamayarak evlerinden kaçan çocuklardan gayri, naz ve nimet içinde şefkat ve muhabbetle büyütüldükleri halde çocuk yayın adı altında okudukları kötü kitablarının veya yaşlarına hi-tab etmeyen filimlerüı tesiri altında, yâ-hud aslında ruhen hasta, maceraperest, ih-tibas edilmiş cinsî arzuların ve ekseriya kendisi de hâlinin farkında olmayan makûs mütevellid bâzı çocuklar herhangi bir sebep yaratarak evlerinden kaçmışlar ve büyük İstanbulun dârülnedvei haşerât olan -köşelerinde acı maceralara atılmışlardır.

Çocuğu evinden ayıran hâdiselerden biri de, okulların yaz tatiline yaklaşdığı sıralarda babalan tarafından sınıfda kaldıkları takdirde eve gelmemesi şeklinde yersiz ve mânâsız tehditler, yahud işkence şeklini alan ve çocuğu dehşet içinde bırakan dayaklardır Böyle bir durunı karşısında çocuk, okulda karnesini alıp da sınıfta kaldığını öğrendiği anda ne yapacağını şaşırmış, o günün akşamı ayakları evinin yolunu tutmayarak kendini ya bir sabahçı kahvehanesinde, yâhud cüretkâr bir serserinin, cinsî sapığın ininde, odasında bulmuştur.

Evinden kaçan çocuklar, hemen değişmez âkibet olarak kısa zaman içinde ya • lın ayak, yarı çıplak hâneberduş kılığına girivermişler, iffetlerini, ismetlerini pek çabuk yitirerek zelîl ve sefîl oldukdan başka genç ve körpe vücutları da haytalar pençesinde hırpalanmışdır. Dar gelirli bir emele-nin orta okulda okuyan oğlu Ali Pazvand ile hâli vakti yerinde bir dul kadının yine orta okulda okuyan oğlu Orhan Oflazın, ruhî birer boşalma üe kendilerini belki de cinnete kadar götürecek bir girdabtaoa kurtaran itirafnâmeleri (B.: Pazvand, Ali; Oflaz, Orhan), İstanbulun, içine girilmedikçe görülemeyen bir âlemini bütün çıplaklığı ile yaşatan ve ancak bir ruh hekiminin tahlileri ile neşri gerekir çok acı, fakat ye?: yer çok pitoresk tarafları ve sahneleri olan büyük otobiyografik romanlardır.

Günlük gazetelerde, ekseriya yanında bir resimle beraber yayınlanan kayıp çocuk ilânlarından çoğu Pazvandın ve Ofla-

zıh itirafnâmeleri gibi eserlerin ük satır-ian olabilir.

Evlerini terk eden çocuklar arasında, bâzı suçları ebeveyni tarafından, bilhassa ceza ölçüsü ayarsız babalar tarafından aşırı şiddetle tedîb edilmiş, ve hattâ evden ko-ğulmuş çocuklar da vardır, ki bâzı kayıb ilânlarında ((Kusuru af edilmişdir» yollu bir kayıd bunun açık delili olur.

Herhangi bir sebeble evinden kaçmış çocukların bir kısmı da, müdhiş tesâdif ferin karşılarına çıkardığı canilerin kurbânı olmuşlar ve vahşiyâne öldürülmüşlerdir; böyle bir'dramın örneğini R. E. Koçu «îl-basan Cinayeti» isimli bir yazısında şöyle anlatıyor:

«Vak'a hayli eskidir, 1935 de işlenmiş bir cinayettir. Fakat hafızama öyle yerleşmiş ki unutamadım. Çatalcada birinci fırka ambarında yedek subay olarak askerlik vazifemi yapıyordum. İki odalı, bir evceğizim vardı. Mevsim yaz sonu tatlı, akşamları kafa dengi iki üç arkadaş o evin bahçesinde toplanır, nevalesi meçi üe düzülmüş bir sofranın başında sohbet ederdik. 1936 kışında Itsranca ormanında bir kar fntınası na tutulup vazifesi başında donarak ölen müddeiumumi Hayri Bey merhum da akranımız olduğundan meclisimizde sık sık bulunurdu.

«Bir gece saatin on suları bir jandarma, müddeiumumiye Çatalca'nın îlbasan köyünde cinayet işlendiği haberini getirdi. Ertesi gün izinli olarak Istanbula gidecektim. Bir cinayetin ilk tahkikatının nasıl yapıldığım görebilmek için bu fırsatı kaçırmadım ve müddeiumumiye refakati iznime tercih ettim. Posta otomobili ile gece yarısına yakın îlbasan köyüne vardık. Vak'a köye oldukça uzak bir yerde seçtiğinden ve muhbir çoban da dağdaki ağılda kaldığından geceyi muhtarın evinde geçirdik, ertesi sabah da erkenden yola çıktık.

«Cinayet yeri ıssız bir vadi idi. Öylesine ki hayvan pisliği yok, sürü uğrağı değil. Öldürülen 14-15 yaşlarında bir erkek çocuk. Başına kalınca bir sopa ile vurulmuş, beyin kanamasından ölmüş; kumral saçlı harikulade dilber bir oğlan. Kaatilin öldürücü darbesinden sonra üç dört adım ancak atabilmiş, bir fundalık dibine yığılmış, yaralı başını kolunun üstüne koyup teslimi ruh etmiş. Üzerinde et üstüne giyilmiş bir basma mintan ve beyaz yelken bezin den kir ve lekeyle kararmış bir pantalon

vardı, beline kemer yerine bir kıravat bağlamış. Ayakları çıplak ve pantaloniyle tam tezad halinde, tertemiz. Kuşak, kemer yerine kullanılmış kravat da nazarı dikkati çekiyordu; hayli örselenmiş, yıpranmış olmasına rağmen bir diplomatın bağlayabileceği ağır bir fransız kravatı idi. Çıplak •ayaklarının dibinde, kendisinin olmadığı belli büyük ve partal bir yemeni var, yemeninin öbür teki, cesedin sekiz on adım ötesinde idi; çocuğun başına vurulduğu yer olacak; oğlan sendelemiş, zaten ayağına büyük geldiğinden pabuç fırlamış.. Cinayet âleti sopa meydanda yok.

«İlk tahkikatta maktulün İlbasan ve civar halkından olmadığı anlaşıldı. Çatal-caya kaldırılan ve soğuk bir mahzende üç gün kadar muhafaza edilebilen cesedi, E-dirneden, diğer Trakya kasabalarından ve îstanbuldan oğulları kaybolmuş sekiz on aile gelip gördü. Ne ölünün sahibi çıktı, ne de kaatü bulundu.

«Cesedi görme sahneleri arasında sâdece tavır, hareket farkları vardı, bir de eşhas değişiyordu:

«Erkekli kadınlı bir küçük kaafile gelir, onlara evelâ basma mintan, yelken bezinden pantalon, kemer işini gören .kıravat ve partal yemeniler gösterilirdi. Hepsi dehşet ve heyecan içinde, ekseriya gözler nemli, sesler titrek, feryad ve figan nerede ise başlıyacak; içlerinden biri ölüyü benimser:

— Kaybolduğu gün üstünde bir şey


ler yoktu...» derdi. Ve sonra kaybolan ço
cuklarının kılık kıyafetini tarif ederdi, me
selâ: ((Mavi f renk gömleği vardı, ayakkap-
ları yeniydi...» derdi. Sonra mahzene ini
lir, çıplak cesedin üzerindeki örtü kaldırı
lır ve ölünün yüzüne bir fener tutulurdu.

((Keskin bir çığlık, sonra ürkek bir dikkat... Sonra... tşte burasını tasvir etmek güçtür: Yaşlı gözlerde bir sevinç şimşeği çakar ve dudaklarda birden hafif bir tebessüm belirir, kendicilik ve lâkaydi ifâde eden bir tebessüm; ve göğüsler derin bir nefes alırdı:

— Oh... Bizimki değil... derlerdi.
«Evet... îlbasan cinayetinin kurbanı

onların çocukları değildir. Amma bu çocuğun elbet ki bir sahibi, ölümüne yanıp fer-yâd edecek, cesedine gözyaşlariyle sarılacak bir yakını vardır...

«Ya kendilerininki, türlü sebeplerle evlerinden kaçan öbür çocuklar ne olmuştur? Onları bir bıçak, bir kurşun, bir sopa, yâ-


— 4064 —

— 4065
ÇOCUK

hud kuvvetli bir pençe veya bir ırmak veya deniz kesip, vurup, boğup öldürmemiş ise nerededirler ve ne yapıyorlar? Sapık zevklerin bâzîçesi olarak bir girdabı mezellette midirler? Ruhlarını saran serserilik "hava-siyle sefalete ve ölüme koşarlarken bu hareketlerinden yalnz kendileri mi mes'ul-dürler?... Onları evlerinden soğutan ve ka-jırtan yalnıkat analar ve babalar, üvey analar ve üvey babalar İlbasan cinayetinin ve türlü hırsızlık ve katil vak'alarının suç ortaklan değil midirler?...» (Hergün Gazetesi, 1956).

Evinden kaçan erkek çocuklar en küçük 13-14 yaşlarındadır. Kız çocukları da kaçarlar, fakat evinden kaçan kız çocuklar daha büyük yaşlarda, 16-17 yaşlarında olur; eğer evinden dışarda geçirdiği ilk gecelerde bir civanmerd kimseye rastlayıp da baba ocağına teslim edilmez ise, kızların da hemen düşecekleri yer fuhuş girdabıdır; hattâ onları da ölüm bekleyebilir; İstanbul basınında Sarıyer Cinayeti diye isimlendirilen Sevim adında kızm akıbeti gibi (B.: Sarıyer Cinayeti).

çocuk, istanbul çocuğu — Birinci Cihan Harbi sonuna kadar büyük şehir İstanbulun öyle bir atmosferi var idi ki, mahalle çocukları bile kadına, yaşlıya, garibe, hastaya istisnasız hürmet-, göstermiş, yardıma koşmuşdur. Ayak takımından mahalle çocukları kendi mahalle ve semtlerini adım adım, karış karış tanıdıktan başka, koca şehri de tanırlar, yol soranlara, semt soranlara en doğru cevâbı verirler, en güzel tarifi yaparlar, hattâ bâzan öne düşüb kılavuzluk bile yaparlardı; bir komşu bakkala, kasaba gönderse, eline bir desti, güğüm vererek çeşmeye yollamak istese, ve buna benzer hizmetlere seve seve koşarlardı; karşılığında bahşiş düşünmek, almazlardı; bu çocuk digergâmlığı îstanbula has bir güzellikdi; bu gibi ahvalde çocuk ağzında «Babanın uşağı mı var?» gibi haşin red tepkisi duyulmazdı.

Burada şerîr olarak doğmuş çocukların da bulunduğunu hatırlamak lâzımdır; onlar da büyük şehrin hezele güruhuna karışıp mahalle muhitinin dışında Tahtaka-le, Unkapanı, Galata gibi, Tophane eclâf yataklarında yaşarlardı.



ÇOCUK, İSTANBUL ÇOCUKLARININ ÎLK TAHSlLl — Hayır sahihleri İstanbul ve civarında asırlar boyunca binden fazla

İSTANfîUL

sibyan mektebi yapdırmışlardır (B.: Sib-yan Mektebleri), fakat «Mahalle Mektebi» denilen bu okulların ayarında müesseseler zan etmemelidir, gaayeleri çocuğa Kur'an okutabilmektir; bunun için de «elif be» (Alfabe) öğretilmez, ezberletilirdi; elif be ezberletmek içiıı de hocaların ayrı ayrı garip tekerlemeleri vardı.

Zamanımızın anlamında ilk okul muallimi Tanzimattan sonra yetişdirilmişdir; Tanzimata kadar. sibyan mektebi muallimleri bu işi basit bir geçim yolu kabul etmiş, ne tedris usûlü ne de pedagoji bilir kimselerdi; aslında o eski devirlerde çocuk terbiye ve tedrisi bir ilim olarak vücud foul-mamışdi; hattâ toplum, çocuğu söz le terbiye yerine dayak, amansız dayak ile yıldırmayı tatbik ederdi, çocuk mektebe: verilir iken hocasına: «Eti senin,- kemiği benim!.» denilirdi (B.: Falaka). Esnaf ve ayak takımından bir sibyan mektebine giden, verilen çocuklar çok az olmuşdur, mahalle mek-teblerine giden çocuklar umumiyetle orta tabakaya mensub olmuş, bu da ailenin bir mürüvveti büindiği için çocuğun mektebe başlaması «Âmin Alayı», denilen an'aneleş-miş bir törenle yapılmıştır (B.: Âmin Alayı). Müstesna bir sibyan mektebini bitirmiş, yâni Kur'an okumasını başarmış esnaf tabakasından veya ayak takımından bir çocuk için başkaca tahsil düşünülmemiş-dir, içinde okuma aşkı olan çocuklar, fırsat bulurlarsa cami derslerinden faydalanmışlardır (B.: Cami Dersleri); bu fırsatı bulamıyanlar da ne iş tutarlarsa tutsunlar çocukluk çağlarında takılan «Mektebi!» unvanını, lâkabını iftiharla taşımışlardır.

Memleketimizde çocukların ilk tahsil mecburiyeti evvelâ İstanbul çocukları için hicrî 1240, milâdi 1284 tarihinde İkinci Sultan Mahmud'un bir fermanı ile konul-muşdur (B.: Çocuk, İstanbul çocuklarının ilk tahsil mecburiyeti fermanı). Buna rağmen esnaf tabakası ile ayak takımı çocukları mektebe gönderilmemekde ısrar edilmiş, Tanzimat ricalinden âli himmetli bir kaç kişi kendi hususî teşebbüsleri ile bir çırak mektebi kurmuşlar, bu mektebden de yetimlik, yoksulluk yüzünden tahsil yolları kapanmış fakat okuma aşkı olan çocukları şefkatla kucaklayacak büyük bir müessese, Darüşşefaka doğmuşdur (B.: Çırak Mektebi, Darüşşefaka).

On yedinci asır ortalarında yaşamış Mehmed Efendi isminde bir sibyan mektebi muallimi «Nevhatül Uşşak» ismindeki

ANSİKLOPEDİK!

manzum eserinde (B.: Nevhatül Uşşak» başından geçen hazin bir aşk vak'asını .anlatırken bir sibyan mektebinin havasını da şu mısralar da vermeğe çalışmışdır:

Dolardı mektebimin içi sibyan İderdim anlara talîmi Kur'an

Olub beş vakit de mihraba mülâzim Bu mânâlardı ancak bana lâzım

Değildim halkın âğu kaaresinde Oturmazdım avamın âresinde

Oturdular çün tertîb üzre sibyan Kimi hîce (hece) okurdu kimi Kur'an

Önümde her biri tekrar iderdi Alub dersini yerine giderdi.

Orta tabakanın çocukları Kur'an okumasını öğrenince sibyan mektebini bitirmiş olurdu; sonra ya bir medreseye girer (B.: Medrese), yahud memur olmak için henüz 13-15 yaşlarında iken bir resmî dâireye kâ-tib yamağı olarak girerdi ve asıl tahsilini orada görürdü, bu yönden «Kalem» denilen resmî dâireler 13 yaşından 18 yaşına kadar çocuğa hakikî bir mekteb olurdu (B.: Kalem; Aşçı Dedenin Hâtıraları maddesinde ((Kalem Hayatı», cild 2, sayfa 1140).



ÇOCUK, İSTANBUL ÇOCUKLARININ

İLK TAHSİL MECBUBÎYETt FERMANI — Türkiyede ilk tahsil mecburiyeti hicrî 1240, milâdî 1824 yılında evvelâ yalnız İstanbul çocukları için konmuşdur. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından iki yıl evvel, İstanbul halkının çocuklarını sibyan. mekteblerine göndermeyen esnaf tabakası ile ayak, takımının büyük ekseriyeti yeniçeri ocağında kayıdlı bulunduğu bir devirde İkinci Sultan Mahmud'un bu fermanı yeni bir devrin müjdecisi, ve muhakkak ki büyük bir cesaret işidir. İstanbul, Eyyub, Üsküdar ve Galata kadılarına hitaben yazılmış olan bu fermanm bugünkü dile kısaltılarak çevrilmiş sureti şudur:

((Cümleye malûmdur ki ümmeti Mu-hammedim diyen bütün müslümanlar, evvelâ islâmiyet şartlarını ve dininin akaidini öğrenir, sonra da. hangi meslek ve sanata girecekse girer. Bir zamandan beri, Salkın büyük bir ekseriyeti, analarının ve babalarının kendilerine yaptığı bir kötülük olarak câhil kaldıkları gibi kendileri de evlâtlarının câhil kalacağını düşünmiyerek ve b emen akça kazanmak kaygusuna düşerek çocukları beş altı yaşma vardığı gibi mektepten alıp bir usta yanına çıraklığa

ÇOCUK


veriyorlar. Bu çocuklar küçükten cehaletle büyüyüp sonradan da okuyup yazmrya heves etmiyorlar. Bundan böyle herkes, evlâtlarını bulûğ çağma varmadıkça mektepten alıp ustaya vermiyecektir. Çocuk bulûğ olunca babası, babası yoksa velisi, oturduğu yere göre İstanbul, Eyüp, Üsküdar yahud Galata kadıları efendilerden birine gidecekler, mektep hocasiyle çocuğu da beraber götürüp gösterecekler, ve kadı efendiden mühürlü bir izin , tezkeresi aldıktan sonra çocuğu usta yanma çırak verebileceklerdir. Şâyed esnaftan biri tezkeresiz bir çocuğu yanına çırak olarak alırsa, yahud analar babalar çocuklarını tezkeresiz çıraklığa verirlerse, çocuğun okuduğu mektebin hocası ve mahallenin imamı bunu derhal kadılığa haber vereceklerdir. Tezkeresiz çocuklar bulunursa, çıraklığa, alıp verenler ve vak'ayı haber vermiyen mektep hocaları ile mahalle imamları cezalandırılacaklardır.

«Anasız babasız yetim çocuklar kimsesizliği yüzünden bir usta yanında çalışmak mecburiyetinde iseler, yahud herhangi bir kimseye sığınmış bulunuyorlarsa, gerek ustası ve, gerekse çocuğu yanına almış olan kimseler, çocuk bulûğ çağına varıncaya kadar kendisini günde iki defa mektebe göndermeye mecburdurlar. Mektep hocaları da kendilerine gönderilen çocukları, istidatlarına göre güzelce okutmaya gayret edeceklerdir, îstanbuldaki bütün mahalle imamları ve mektep hocaları ve esnaf kethüdaları Babıâliye çağırılarak bu husus kendilerine gereği gibi anlatılıp tenbih edilecektir. Ayrıca bu fermanımın mühürlü birer suretide kendilerine verilecektir. Bu nizamın ve tembihlerin devamlı olarak tatbikine bu tahsil mecburiyetinin, memleketimizde yerleşmesine dikkat edilecektir.);

ÇOCUK, KİMSESÎZ ÇOCUKLAR YURDU — (B.: Kimsesiz Çocuklar Yurdu).

ÇOCUK, KtMSEStZ ÇOCUKLARI YE-TİŞTlEME YURDLARİ. — (B.: Kimsesiz Çocukları Yetiştirme Yurtları).

ÇOCUK, MAHALLE ÇOCUĞU, MAHALLESİ ÇOCUĞU — Ayak takımından ailelerin evde olduğu kadar sokakda büyümüş, hemen sabilik çağından iş hayatında tavlanmış, yırtık, pervasız, küfür bilir, terbiyeden yana yoksul çocuklara «Mahalle Çocuğu»; sokağa nâdir olarak lala kana-



ÇOCUK

— 4066


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 4067 —

ÇOCUK



di altında çıkarılmış, hattâ ilk tahsilini bile hususî hocalardan evde görmüş, dolayısı ile çekingen, ürkek, gaayetle nâzik ve nazlı çocuklara da «Mahallebi Çocuğu» denilmiş-dir.

ÇOCUK, SOKAKLARDA YALIN AYAKLI ÇOCUKLAR — Dünyanın her yerinde, her büyük şehirde olduğu gibi, îstanbul-da da kadimden beri yaz aylarında binlerce çocuk sokaklarda yalın ayak dolaşmışlardır ; fakat 1908 meş -rutiyetine kadar hayat seviyesi ne kadar süflî olursa olsun, beş namaz vaktinde 13 .yaşından itibaren müslüman çocukları muhakkak camie, mescide, namaza gitmişlerdir, dolayısîle abdest almışlar, ayaklarını yıkamışlardır; çocuğun sokakda yalın ayak dolaşması değil, kirli a-yakla dolaşması yadırganmışdır.

Sokakda yalın ayaklı çocuk, 1963

(Fotoğrafdaa S. Bozcah eli ile)

Yalnız küçük hâneberduş l a r, külhanbeyleri bu ayak temizliği kaygusundan u-zak kalmışlardır. (B.: Külhanbeyi; Çocuk, âilesiz, kimsesiz).

Gazete satıcısı çocuklar büyük çoğunlukla

yalın ayak dolaşmışlardır. Boğaziçi'nin balıkçı köylerinde, îstanbulun Kum-kapu, Samatya gibi balıkçı muhitlerinde, Tahtakale, Yemiş İskelesi, Cibâli,. Kasımpaşa, Galata, Tophane, Üsküdar gibi ayak takımı kesafeti olan semtlerde keza çocukların çoğunluğu yalın ayaklı olmuşdur. Esnaf çırağı çocuklar sokakda çıplak ayaklarına bir çift papuç geçirseler bile dükkân-

da çıkarırlar, eğer iş icâbı dükkânın zemini taş ise çıplak ayaklarına bir takunya, nalın geçirirlerdi (B.:~Çırak; Berber; Hallaç; Yorgancı; Esnaf Civanları).




İkİHei Abdülhamid devrinde üniformalı bir Özel okul, «Menbaül İrfan» taîefresi.

Bir törem içik takılmış göğüs kordelâsmda . «Pâdişâhım

çok yaşa» yazılıdır.

f Resim:' S. Bozcalı)

zamanlar Avrupa'da da moda di, hakikaten çocuğa yakışan üniforma olarak, yazın beyaz ve kışın lâciverd kumaşlardan yapılan bahriye neferi kıyafeti idi. Osmanlı donanmasın,! Avrupa denip ^kuvvetleri arasında devletin sânına lâyık mevkie çıkarması için çok çalışmış olan Sultan Abdül-


Yüklə 5,85 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   91




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin