ALİ KAİM- Sayın Bakanımıza çok teşekkür ediyoruz.
Saygıdeğer konuklar; programımız 1 saat kadar sarktı, elinizdeki programlardan 1 saat sarkarak devam ettireceğiz. Sayın Bakanımıza tekrar teşekkür ediyoruz, kendileri ayrılacak zannedersem.
Bundan sonraki panelimizde genç, çok yetkin panelistlerimiz var. 5 dakika aradan sonra panelimizde buluşmak üzere açılış bölümünü kapatıyoruz teşekkür ediyoruz kendisine.
---&---
BİRİNCİ OTURUM
PANEL
“HACI BEKTAŞ’IN DOĞUMUNUN 800. YILINDA HACI BEKTAŞ VELİ VE DÜŞÜNCESİ, HACI BEKTAŞ’TAN GÜNÜMÜZE
ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK”
Oturum Başkanı: Mustafa ÖZCİVAN (Hacıbektaş Önceki Belediye Başkanı)
---&---
ALİ KAİM- Görevli arkadaşlar, dışarıdaki konuklarımızı içeri davet edelim lütfen.
Sayın konuklarımız, “Hacı Bektaş’ın Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli ve Düşüncesi, Hacı Bektaş’tan Günümüze Alevilik-Bektaşilik” konulu panelimizi başlatıyoruz. Panelimizi önceki Belediye Başkanımız Sayın Mustafa Özcivan yönetecekler.
Katılımcı dostlarımız, akademisyenlerimiz, konuşmacılarımız: Doç. Dr. Sayın Ayhan Yalçınkaya Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi, Sayın Erdoğan Aydın araştırmacı-yazar, Sayın Dr. Ali Murat İrat Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve ABF eski Genel Başkanı önceki Genel Başkanı Sayın Selahattin Özel.
Konuklarımızı, konuşmacılarımızı sahneye davet ediyorum.
OTURUM BAŞKANI (Mustafa Özcivan)- Dışarıdaki arkadaşlara bir haber verin.
Değerli Hacı Bektaş dostları, gerçekten bu kültüre, bu inanca gönül verip yüzlerce kilometre uzaktan buralara kadar gelen sevgili dostlar; hepiniz hoş geldiniz.
Hacı Bektaş Veli’nin 800. doğum yılı dolayısıyla Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği olarak organize etmiş olduğumuz bu etkinlik, gönlümüz daha erken bir dönemde yapmak isterdi, ama Sayın Başkanımız açılış konuşmasında gerekli bilgileri verdi çok zor şartlarda yine de çok fazla kara kışa kalmadan gerçekleştirdik.
Hünkâr 800 yıl önce Horasan, Nişabur’da doğdu tarihler 1209 olarak kabul ediyor. Gençlik dönemini Yesevi öğretisiyle, Lokman Perende’nin yanında geçirdikten sonra uzunca bir yol izleyerek Anadolu’ya, o zamanki Rum Diyarı’na geldi. Anadolu karışık, gerçekten o dönemlerde Babai isyanlarının Hünkâr tam ortasına gelmişti. Geldiği zaman 25-30 yaşlarında, ama Baba İlyas’ın sıkı bir müridi, sıkı bir halifesi olarak burada bulundu. Kardeşi Menteş o dönemlerde Sivas yöresinde şehit oldu ve kendisi birkaç arkadaşıyla beraber Sulucakarahüyük’e o dönemki Sulucakarahüyük’e şimdiki Hacıbektaş ilçesine bir biçimiyle gizlendi, bir biçimiyle inancını yaydı, bir biçimiyle burada burayı yurt edinerek dergâhını kurdu.
Çok kısa notlar almıştım işte Hacı Bektaş-ı Veli Yesevilikten başka Melamilik, Batıni, İsmailik, Ahilik, Babailik gibi öğretileri de geldiği süreç içerisinde öğrenerek ve Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebali ile birlikte Baba İlyas’ın 60 müridinden biri olduğu söylendi. Hatta çok önemli bir tarihi bilgi, Eflaki Tarihi’nde ki Eflaki 1318-1353 yılları arasında yazmış olduğu Menakıb-ül Arifin adlı kitapta Hacı Bektaş Veli’nin Baba Resul’ün yani Baba İlyas’ın halifesi, has halifesi olduğunu ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin Arifeyi Yakin yani ermiş olduğunu ancak İslam’ın kurallarına da çok fazla uymadığını söyler.
Bu konuyla ilgili buraya davet edeceğim sevgili dostlarımız, arkadaşlarımız, akademisyenlerimiz size daha geniş, daha ayrıntılı bilgi verecek.
Kendisi Alevi örgütlenmesinin gerçekten ilk mihenk taşlarından Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Dernekleri, Kültür ve Tanıtma Dernekleri Genel Başkanı, 1994’lü yıllarda, 1995’li yıllarda Alevi-Bektaşi Temsilciler Meclisi’nin kurucusu, halen İzmir’de yaşıyor. Bu kültüre, bu inanca uzun yıllar hizmet etmiş, gönül vermiş sevgili dostumuz Selahattin Özel.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi, siyasal düşünceler konusunda doçent, uzman bir arkadaşımız. Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar, Küf, Mazerete Mahal Yok gibi kitaplarıyla aynı zamanda Alevi Enstitüsü’nün yöneticisi sevgili dostumuz Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya.
Alevilik ve İslam tarihinin araştırmacısı, Alevi toplumunun sorunlarına farklı bir pencereden bakan bir dostumuz ki, kült olmuş bir eseri var Nasıl Müslüman Olduk. Türklerin Müslümanlığı kabul edişlerinin ya da zorla kabul edişlerinin resmi olmayan tarihinin yazarı, Milliyetçilik, Osmanlı Gerçeği, Aleviliği Ne Yapmalı, Kimlik Mücadelesinde Alevilik, İslamiyet’in Ekonomi Politiği gibi eserlere imza atmış araştırmacı-yazar sevgili dostumuz Erdoğan Aydın. Kendisi Eczacılık Fakültesi Öğretim Üyesi aynı zamanda Ankara Üniversitesi doktora öğrencisi, Alevi-Bektaşi inancı üzerine geniş çalışmaları olan, Devletin Bektaşi Hırkası ve Modernizmin Erittikleri konulu iki kitabıyla yine Alevi-Bektaşi Enstitüsü’nde görev yapan sevgili dostumuzu Dr. Ali Murat İrat.
Tekrar hoş geldiniz. Panelimizi açıyoruz ve panelist arkadaşlarımıza 15’er dakikalık süre veriyoruz. Daha sonra 2. dönüşümde eğer soru sormak isteyen arkadaşlarımız varsa lütfen görevli arkadaşlarla buraya kime soru soracağını ulaştırırlarsa soru-cevap konusuna da geçeceğiz.
İlk konuşmayı en genç arkadaşımız Ali Murat İrat’a vermek istiyorum. Buyurun.
ALİ KAİM- Sayın Başkanım başlamadan bir anons, duyuru yapayım.
Değerli konuklar, panelin bitiminde aşağıda yemeğimiz olacak, bütün katılımcılara yemek vereceğiz lütfen ayrılmayın. Bunu da bir bilgi olarak sunmuş oluyorum, teşekkür ederim.
ALİ MURAT İRAT- Evet, merhabalar.
Öncelikle böyle bir kutsiyet ortamının böyle derinlere kadar işlediği bir toprakta konuşma yapmak gerçekten benim için önemli. Çünkü çok yerlerde yurtdışında, yurtiçinde konuşma yapıyoruz, ama hani burası farklı bir mekân. Gerçekten bu açıdan çok teşekkür ediyorum beni davet ettikleri için.
Ben Sayın Bakan’ın konuşmasında biraz hareket etmek istiyorum oradan çıkmak istiyorum yola. Sayın Bakan oldukça iyi bir hatip, oldukça iyi bir insan yakından tanıyoruz kendisini. Oldukça yardımsever ve oldukça da iyi bir siyasetçi ve eğer bu sözleri 10 ya da 15 sene önce söylüyor olsaydı belki hakkında davalar bile açılabilirdi. Çünkü Alevi örgüt yöneticilerinin hakkında davalar açıldı.
Alevi örgüt yöneticileri, Aleviler, yazarları, aydınları bu sözleri söyledikleri için yıllarca zulüm gördü. Kelimenin tam anlamıyla zulüm gördüler, dışlandılar, iş bulamadılar, işlerinden atıldılar. Her bir Alevi birey bu sözleri dillendirdiği için işlerinden atıldı ve Alevilik sorunu Alevilerin sorunu aynı zamanda Türkiye’de hep bir güvenlik algısı olarak tanımlandı.
Eğer, Sayın Bakan bu konuşmayı 15-20 sene önce yapsaydı densizin bir çıkıp onun için Alevistan devleti kurmak istiyorlar, birlik ve bütünlüğümüzü bozmak istiyorlar, bu yüzden bu laflar ediliyor diyebilirdi. Bunlar da denildi çünkü Alevilere hem de devletin en resmi, en anayasal kurumları tarafından, onların temsilcileri tarafından. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın elemanları ve yöneticileri tarafından denildi: Alevistan kurmak istediğiniz için sizler bu ülkede hep sorun çıkardınız zaten.
Dolayısıyla, bugün gelinen noktada Sayın Bakanın konuşmaları elbette içimize su serpti bir yanıyla. Şunu anladık en azından Türkiye’de Alevi sorunu bir tehdit algısı olmaktan çıktı devletin gözünde. Fakat sorunun hâlâ tanımlanamadığını düşünüyorum. Bütün iyi niyetlere rağmen, bütün söylenen bu sözlere, yapılan bu çalışmalara rağmen Alevi sorununun var olan Alevi sorununun iyi algılanamadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, sorun iyi algılanamadığı ve çözümlenemediği için getirilen çözüm önerileri de yalnızca yine Orhan Veli’nin söylediği gibi nutuk olarak kalmakta.
Şimdi Türkiye’de bir Alevi Sorunu vardır, Türkiye’de bir Alevilik Sorunu da vardır inanç olarak. Fakat o Alevilik sorunu hiç kimsenin dokunmaya cesaret etmemesi gereken, hiç kimsenin haddi olmayan bir sorun. O Alevilik sorunu yani cemlerin nasıl yürütüleceği, dedelerin hakhullahı, cemlerin hangi mekânlarda yürütüleceği yalnız ve yalnız Alevilerin bileceği bir iştir. Başka hiç kimsenin, devletin hiçbir yöneticisinin, devletin hiçbir kurumunun ve devletin kendisinin bileceği bir iş değildir. Devletin bilmesi gereken şudur: Türkiye’de bir Alevilik sorunu vardır ve bu Alevilerin vatandaşlar olarak, eşit yurttaşlar olarak yaşama ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır, başka bir şeyden değil.
Türkiye’de şu örnekler çok verilir: İşte Alevi işadamları var, Alevi generaller var, Alevi milletvekilleri var, Alevi Bakanlar var. Peki, bana bir tane Aleviliğini yaşayan general örneği verebilirler mi? Bir tane Aleviliğini yaşayan milletvekili örneği verebilirler mi? Bürokrat örneği verebilirler mi? Bürokratlar yok mu? Var, birçok Alevi bürokrat var, Aleviliğini yaşayan bürokrat var. Çok örnek var, ben çok uzatmamak için bunlara hiç değinmek istemiyorum. Ama şunu görmemiz lazım: Artık Alevi sorunu iyi niyetli insanların bu konuya dahil olmasıyla, iyi niyetli insanların bu konuyu çözmesiyle çözümlenebilecek bir sorunun ötesinde bir sorundur. Alevi sorunu, devletin bütün kurumlarını yatay olarak kesen, hepsini ilgilendiren ve devletin yeniden örgütlenmesi gerekliliğini ortaya koyan bir sorundur. Dolayısıyla, Sayın Bakanın eksik bıraktığı noktanın ben bu olduğunu düşünüyorum, devletin kendisi.
Bu sorun AK Parti Hükümeti tarafından ortaya çıkarılmadı, AK Partili bürokratlar tarafından da bu sorun tetiklenmedi. Bu sorun, Cumhuriyetin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin neyin üzerinde kurulduğunun iyi bilinmesiyle çözümlenebilecek bir sorundur, başka bir sorun değildir. Dolayısıyla, bugün devletin sorunu kavradığı yere baktığımızda şunu görüyoruz: Devlet bir inanç olarak Alevliği ele almakta ve Aleviliğe haddi olmaksızın “Cemlerinizi şurada yaparsanız bu ibadet olur, şurada yaparsanız cümbüşevi haline gelirsiniz, şurada yaparsanız iyi Alevi olursunuz. Aman Ali’yi sevmek Alevilikse biz de Aleviyiz, aman ne kardeşiz bilmem neyiz, şuyuz, buyuz.” Bunlar artık güneşi sıvamayan balçıktan başka bir şey değildir, bu sözleri artık bırakmaları gerekiyor. Alevi sorununu inanç eksenli çözmeye çalışmak, onu yeniden inşa etmek ve sorunu daha büyük hale getirmekten başka bir işe yaramayacaktır, yaramıyor da. Hiç kimse, hiçbir güç ve hiçbir iktidar, hiçbir beşer Kerbela sorununu çözemez. Çünkü o Kerbela, insanların cemlerinde hâlâ yaşadıkları bir Kerbela’dır, onu kimse açıklamaya çalışamaz; Ali’de sır olan 30 bin ayetin, 30 bin kelamın yanlışlığını, doğruluğunu tartışamaz, Hz. Muhammed’in Kırklar Meydanı’nda döndüğü semahı anlatamaz, açıklayamaz ve bunları Alevilere de öğretemez. Bu had kimsenin haddi değildir. Eğer bu haddi birileri kendinde buluyorsa, o zaman Aleviler de kalkar o Sünniliği başlar didiklemeye; işte o zaman bölücülük, o zaman ayrım, o zaman ayrışma meydana gelir bu ülkede. Dolayısıyla, devletin öncelikle bu sorunu çözmek istiyorsa bu inanç eksenli çözüm önerilerinden şiddetle vazgeçmesi gerekiyor.
Peki, sorun ne? Sorunun nasıl çözümlenmesi gerektiğini kurmamız gerekiyor. Biraz önce şunu söyledim: Sorun, devletin yeniden örgütlenmesi ile ilgili bir sorundur. İyi niyetli bakanların, iyi niyetli bürokratların, iyi niyetli örgüt yöneticilerinin, iyi niyetli bilmem kimlerin bu soruna iyi niyetle yaklaşmaları ile çözümleyebilecekleri bir sorun değildir. Bu sorunun ötesindedir.
Hâlâ askerde şehit olmuş bir Alevi gencinin cenazesini ailesi cemevinden kaldırmak istiyorsa ve asker buna izin vermiyorsa yine Ana Muhalefet Partisi’nin milletvekillerinden Genel Başkan Yardımcısı olan birisi kalkıp, bu var olan işte kargaşayı, kaosu ve şiddet ortamını terörle hem de devlet terörüyle çözmek gibi bir öneri şiddetle, ölümle, kanla çözmek gibi bir öneri veriyorsa, hâlâ büyük firmalar işlere alırken insanları oturdukları, doğdukları yeri soruyor ve oradan Alevi olup olmadıklarını anlamaya çalışıyor ve onlara iş verip vermeme kararını öyle veriyorlarsa, hâlâ Ramazan ayında oruç tutmayan insanlar tartaklanıyorsa ve Alevi mahallelerinde gayrimüslim mahallelerinde davullara Ramazan ayı gecelerinde büyük bir hınçla vurup o insanları uyandırmak gibi bir gaflet içerisinde insanlar varsa, bunların örnekleri çoğaltılabilir.
Hiçbirini vermeyeceğim çoğaltmayacağım, benim bilmek istediğim şu, o davulun tokmağını tutan el kimin elidir? Şehit askerin cenazesinin cemevinden kalkmasını engelleyen zihniyet kimin zihniyetidir? Alevi olduğu için insanları işe almayan büyük firmalardaki dil, kimin dilidir? Bunlar kendini bilmez birkaç siyaset bilimcisinin ortaya koyduğu gibi mahalle baskısı falan değildir. Bunlar siyasi iktidarın, devletin elidir, dilidir, devletin zihniyetidir ve bunun değişmesi söz konusu olmadıkça Alevi sorununun çözülmesi mümkün değildir. Devlet bunlara izin verdikçe o davulun tokmağını tutan ele izin verdikçe bunun sorumlusu devlettir, başka hiç kimse değil. Kimse mahalle baskısıyla bu halkı uyutmaya çalışmasın.
Dolayısıyla, öncelikle şunu bilmemiz gerekiyor: Alevilik, -Alevilerden bahsetmiyorum dikkat ediyorsanız Alevilik- bir inanç olarak Alevilik tartışmaya açılacak bir konu değil. Onu tartışıyoruz biz zaten Aleviler olarak kendi cemlerimizde, kendi sohbetlerimizde, muhabbetlerimizde, kendi örgütlerimizin organizasyonlarında bunu tartışıyoruz. Bunun gayrısı kimseyi ilgilendirmez.
Fakat bu yetmez; devletin bütün inançlardan da elini çekmesi gerekiyor ve inançsızlardan da elini çekmesi gerekiyor. Bugün 3 kişi herhangi 3 kişi bu ülkede kalkıp herhangi bir eve herhangi bir odasına girip burası bizim tapınağımızdır, burası bizim ibadethanemizdir ve biz burada en uç örneği vereyim şeytana tapacağız bundan sonra dediği zaman devletin yapması gereken tek bir şey vardır. Devlet o evin kapısına durur, o evin kapısından içeriye girip o insanlara zarar vermek isteyenleri engeller. Devletin yapması gereken tek şey güvenliklerini sağlamak, bu insanların ibadet ederken güvenliklerini sağlamaktır.
Dolayısıyla, hal böyleyken bir çalıştaylar süreci de geçiriyoruz. Ben dedim, iyi niyetli insanlar var gerçekten de bu süreci yönlendirmeye yürütmeye çalışan. İyi niyetli birtakım jestler görüyoruz, ama asıl görülmesi gereken sevgili Ali Balkız’ın söylediği jestlerin hiçbirisi gerçekleştirilmedi. Dolayısıyla, burada uygulandığı söylenilen demokratik yöntemin de bir problem taşıdığını görüyoruz yani çalıştaylar sürecinde.
Şimdi İsmet Paşa’ya sormuşlar: Paşam demişler bu Kemalizm, Kemalizm diyoruz ama bu Kemalizm nedir? Yani bunu bize bir doktrine et, bir öğret, bir anlat ki biz de halka götürelim bunu halka anlatalım. İsmet Paşa’nın yanıtı kısa olmuş: Kemalizm ne yaptıysak odur demiş.
Şimdi demokrasi süreci ve demokratik açılım da ne yaptıysak odur noktasına gelmiş durumda. Dolayısıyla, Alevi örgütlerinin bugün birbirlerinden sözde işte ayrı düştüğü bu kimi ilgilendiriyorsa? İşte Alevilerin birbirlerini işte belirli ortamlarda görmek istemediği için şuraya buraya katılmadığı ve benzeri mazeretlerle ortaya çıkmak ve süreci bu şekilde sekteye uğratmak bence bu süreçte devlet ciddiyetine yakışmamaktadır.
Cemevleri konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Çünkü cemevleri sorunu, aslında Türkiye’deki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üstünde kurulduğu Türklük ve Sünnilik ekseninin tam da ortasından yaran bir konu ve çalıştaylar süreci de dahil olmak üzere Alevi sorununun ve Alevi örgütlerinin soruna bakışının bence problem olarak düğümlendiği nokta da bu.
Ben siyasetçi değilim, sırtımda yumurta küfesi yok, dilimin de fazla kemiği yoktur, onun için söylemek istediklerimi de herhangi bir oy kaygısı, bir makam mevki kaygısı olmaksızın söyleyebilirim.
Ben cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi isteğinin, örgütler tarafından ibadethane olarak kabul edilme isteğinin elbette meşru temelleri olmasına karşın, bunun kişi olarak karşısındayım. Çünkü hâlihazırda bir ibadethanedir orası. Bunun adını devlet koyunca ibadethane mi olacak? Diyecekler ki, “Efendim, camilerden elektrik, su ve benzeri olanak Sünnilere sağlanıyor, işte cemevlerine de bu şekilde bir yardım bir şey sağlansın.” Hayır, söylenmesi gereken şudur: “Devlet, camilerden elini çek. Devlet, bütün ibadethanelerden elini, ayağını, eteğini çek, ibadethaneleri cemaatlerine bırak, rahat etsinler.” Bunu söylediğiniz zaman şey diyorlar, “Vay efendim radikal İslam, vay efendim şöyle böyle.” Radikal İslam’ın mekânını ben size söyleyeyim, Diyanet İşlerine gidin bakın. Diyanet İşleri Başkanlığının yazdığı çizdiği yazılara, çizgilere, gidin İlahiyat Fakültesinde öğrencilere ders olarak okutulan, Aleviler hakkında, diğer etnik ve dinsel gruplar hakkında sapkınlığa varacak kadar, küfür içerecek kadar birçok şey söylenen kitapları, makaleleri orada görmeniz mümkün.
Dolayısıyla, bu bir aldatmacadan ibarettir. Cemevi kutsiyet içermez, cemevi kutsal bir yer değildir, kutsal olan cemin kendisidir, cemdir. Cem bir Kerbela’ysa, oraya devletin suyunu taşımaya çalışmayınız. Devletin suyu devlete kalsın, vatandaşına versin, kuraklık olan yerlere göndersin. Bizler eğer cemaat olarak bunu karşılayamıyorsak, o zaman zaten cemevine değil, kültür evlerine ihtiyacımız var, biraz daha öğrenmek için diye düşünüyorum.
Dolayısıyla, hâlihazırda ibadethane olan ve zaten içerisinde ibadet yapılan bir yere insanların bunu ibadethane olarak kabul edilmesini tartışması, bana kişi olarak çok doğru gelmiyor ve burada bir şeyi de hatırlatma babında söylemek istiyorum: Cemevleri ve cem yapılan yer, cemin kutsallığı göz önünde olduğu zaman, bir şeyi birilerine hatırlatmak istiyorum ya da tarihe kayıt düşmek adına söylüyorum burada; cemevlerine ayakkabıyla ve galoşla girilmez. Bu terbiyesizliktir, başka hiçbir şey değildir. Cumhurbaşkanı eğer ayakkabısını çıkarıyorsa, sen zaten o kutsiyete saygı göstermesen bile ayakkabını orada çıkarır, öyle girersin. Aksi terbiyesizliğe girer, başka bir şeye girmez. Dolayısıyla, sen, bu inancın temsilcilerinden birisi olduğunu iddia ediyorsan, o cemevine ayakkabını, paşa ayakkabılarını çıkaracaksın, dışarıda bırakacaksın ve öyle gireceksin. Aksi başka bir anlama gelir ki onu hiç burada zikretmek istemiyorum.
Dolayısıyla, burada devletin yeniden bir örgütlenmesine tanık olmak, kurumsal değişikliklere imza attığını görmek durumundayız. Bu kurumsal değişikliklerin başında da en başta ufak jestler, eli yani örneğin siyasi iktidarın elinin güçlü olduğu şeyler var. İşte Uluslararası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bizim Anayasa Mahkemesi ve benzeri kurumların aldığı kararlar var zorunlu din dersleri hakkında. Onların kaldırılması bir hamlede çok rahat da söz konusu olabilir.
Sayın Bakan şöyle bir örnek verdi: “Anayasada yazıyor.” Benim derdim, Anayasada yazması değil. Benim derdim, Alevi çocukları “Aranızda kimler Alevi; onlar da yanlış yolda.” Bunları hepimiz yaşadık, Alevi her çocuk kendi okulundaki din öğretmenlerinden bunları yaşadı; onların sapık olduğu, sapkın olduğu yüzlerine küfür gibi söylendi. Benim derdim, Anayasada yazan değil, öğretmenin söylediğinde, onu söyleten dilde, o öğretmenin nerden yetiştiğinde. Anayasada yazan beni ilgilendirmiyor. Anayasada yazan hangi şey uygulanıyor da bu ülkede, Anayasada din derslerine gelince “Anayasada yazıyor” diye bir feyk atılmaya çalışılıyor burada? Bu hiç inandırıcı değil.
Evet, Anayasa bu ülkenin hukuksal düzeninin ortak metnidir. Her gün değiştirdiğiniz, değişmesini öngördüğünüz bu metin, sadece din derslerinde nedense değişikliğe uğramıyor. Dolayısıyla, bu çalıştay sürecine, ben de 2. Çalıştaya katıldım katılımcı olarak. Bir umudumuz vardı, sanırım örgüt yöneticilerinin de ilk çalıştaylar başladığı zaman bir umutları vardı, en azından iyi düşünmek istiyorlardı diye düşünüyorum. Ama artık benim kişisel olarak böyle bir umudum kalmadı. Örgüt yöneticisi de değilim, devletle herhangi bir hesabım da yok, yani bir irtibatım da yok. Dolayısıyla benim böyle bir umudum kalmadığını söyleyebilirim. Çünkü çok açık Kürt sorununun çözümündeki atılan adımların onda biri Alevi sorununun çözümünde atılmamaktadır. Bu orada atılmasın anlamına gelmez, lütfen yanlış anlamayın, orada da atılsın, ama burada da atılmasını isterim.
Bu kadar konuştuk, ama son Hünkâr hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye’de nüfusu makul olarak 12-13-15, işte o civarlarda olan bir Alevi-Bektaşi topluluğu var. Bu 20’ye de çıkarılabilir, çünkü işte Sünnileşen çok büyük bir kesim var. Bu işte bazılarının söylediği gibi işte 10 milyona da inebilir, ama oldukça ciddi bir rakam. Fakat, biraz biz enstitü olarak zaten bunun üzerinde bu sene çok çalıştık ve bizim de bilmediğimiz bir şeyleri görme imkânımız oldu. Bugün Azerbaycan’dan aşağıya doğru inin İran’a gelin, İran’dan şu andaki işte Kürdistan Özerk Bölgesi, Kuzey Irak’a gelin, Kuzey Irak’tan Suriye’ye doğru gelin. Yukardan yani batıya gidip Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan, o bölgelerde, hatta biraz daha ilerilerde yaklaşık sayısı 15-20 milyona varan Bektaşi-Kızılbaş yaşamakta, Alevi yaşamakta. Biz bunlardan temsilcileri Türkiye’de ağırladık ve bunlar hâlâ kutup olarak Hacıbektaş’ı biliyorlar. Türkçe konuşuyorlar, cemlerini görüyorlar, ikrar veriyorlar ve merkez olarak burayı gösteriyorlar. Bunun imkânını her bir Alevi bireyin biraz daha düşünmesi, bunun dışında da devletin biraz daha gözünü açması gerekmektedir diye düşünüyorum.
Saygılar sunuyorum, teşekkür ediyorum hepinize.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyorum Sevgili Ali Murat’a.
Çok önemli iki noktasının altını ben çizdim panel yöneticisi olarak: Birincisi, “Devlet cemevlerini kabul etmeden önce, camilerden elini çekmeli.” İkincisi, “Cemevleri zaten ibadethanedir, devlet kabul etse de etmese de.” Çok önemli bir sözdü.
Şimdi sol tarafımdaki Sevgili Erdoğan Aydın Hocamıza sözü vermek istiyorum. Erdoğan Aydın’ı hepiniz tanırsınız.
Buyurun.
ERDOĞAN AYDIN- Değerli arkadaşlar; merhaba.
Şimdi ben de başta öyle düşünmemiştim, ama Bakanın birkaç cümlesini konuşmama yedirmeye çalışacağım.
Not aldım, “Osmanlı Ordusunun resmi inancı Bektaşiliktir” dedi. İşte Yahya Kemal’den “Vur pençe-i Ali’deki şemşir aşkına” vurgusunu, militarist vurgusunu, hak ve özgürlük ihlal eden vurgusunu da Alevi-Bektaşi kültürünün bir parçası olarak aktardı. Kuşkusuz bu yaklaşım salt Bakana özgü bir durum değil, ne yazık ki resmi tarih, resmi eğitim, resmi ideoloji bize böyle bir bilinç vermeye çalışıyor.
Hacı Bektaş üzerine konuşurken, bilgi paylaşırken, bizim için önemli olan bir diğer vurgu da “Aslında Osmanlı Devletinin Alevilerle, Bektaşilerle sorunu yoktu, ama bir başka Türkmen devletiyle siyasi rekabet gündeme gelince, mecburen o başka Türkmen devleti denilen Safevilere meyleden Anadolu halkına karşı tavır aldı ve giderek Sünnileşti” demeye getirdi.
Aslında bunları tabii hepiniz günlük eğitimden, radyo-televizyon konuşmalarından, tartışmalarınızdan çok iyi biliyorsunuz. Fakat bütün bunlar, aslında ciddi anlamda sorgulanması ve bu tip düşüncelerin zaman zaman Alevilik-Bektaşilik adına veya bu kültürün içinden konuşan yazan bazı arkadaşların cümlelerinde de tanıklık ettiğimiz çok ciddi bir sorunu da karşımıza çıkartmış olmaktadır.
Hacı Bektaş’a ve Bektaşi geleneğinin tarihine dair aslında bildiğimiz pek çok şeyi ciddi anlamda sorgulamak zorundayız. Bu açıdan bugüne kadar bu kültür adına yapılan yayınların çok ciddi anlamda eksiklik ve çok ciddi anlamda yanlışlık taşıdığı vurgusunu özellikle sizlerle paylaşmak istiyorum.
Özellikle ve özellikle devletin belli bir noktaya kadar yok etmeye çalıştığı, yok edemediği noktada da kendi resmi ideolojisinin bir uzantısı haline getirmeye çalıştığı, bu doğrultuda tarih yazımları geliştirdiği bir noktada, Bektaşilik ve Hacı Bektaş üzerine çok ciddi bir bilgi kirlenmesi ile karşı karşıyayız. Bunu zaman zaman iyi niyetle yapıyoruz, zaman zaman yeterince kaynaklara ulaşma şansı bulamadığımızdan yapıyoruz, ama bu sorun mutlaka ve mutlaka ciddi anlamda ele alınmak ve bu konudaki hem bilgi kirliliği, hem bilgi eksikliğini gidermek konusunda daha fazla çaba göstermek zorundayız. Enstitü, aslında böyle bir çabanın, böyle bir ihtiyacın karşılanması olarak kuruldu. Umuyor ve diliyorum ki önümüzdeki yıllarda bu konudaki ihtiyaçlarımızı gidermek konusunda önümüze epey bir ürün koyacaktır.
Değerli arkadaşlar; Bektaşi geleneğin gerçekten yüzleşmesi gereken sorunlardan bir tanesi, Bakanın yanlış bir şekilde vurgu yaptığı, ama Alevi kültürüyle Yeniçeri Ocağı ve dolayısıyla Osmanlı Devleti arasında var olan ilişki tarzı. Kabul etmek zorundayız ki, gerçekten gerek Anadolu’da başta Türkmenler olmak üzere, başta Türkler, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler olmak üzere, Balkanlar’da gayrimüslimlere, Arap topraklarında, Acem topraklarında diğer kültürlere yönelik sürekli kılıç sallamış olan Yeniçeri teşkilatı, ordusu, “Bektaşi gülbankı” denilen bir gülbank okuyarak savaşa, kılıç sallamaya, kan dökmeye çıkıyordu. Bu genel olarak Bektaşi yazınının yeterince yüzleşmediği sorunlardan bir tanesi. O halde bu sorunun başına, evveliyatına giderek bu tarih içinde Bektaşi geleneği ve Hacı Bektaş’a dair bazı bilgileri birbirimizle paylaşmaya ihtiyaç bulunmaktadır diye düşünüyorum.
Osmanlı Devletinin kuruluşu, tıpkı Hacı Bektaş’ın şahsında da gördüğümüz gibi, Edebali ismindeki Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki önemli dinsel önderin şahsında da gördüğümüz gibi, aslında Baba İshak ayaklanmasının kılıç artıkları, Anadolu’nun dört tarafına yayılmış olan kılıç artıklarıyla karşı karşıya bizi bırakıyor. Bu süreç, işte kardeşi Menteş’i, diğer canlarını, diğer yoldaşlarını Babai ayaklanmasında Selçuklu Devletinin kılıcı karşısında kaybetmiş olan Hacı Bektaş’ın sığındığı Sulucakarahöyük’te Edebali’nin işte Anadolu’nun daha batısına doğru Ertuğrul’un boyuyla, daha sonra oğlu Otman ve onun oğlu Osman üzerinden giderek Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna dönüşecek olan sürecin başlatıcısı Edebali daha batıya, diğerleri başka yerlere savrulmuş bir dizi Babai, Vefai şeyhi ve inanç önderiyle karşı karşıyayız.
Esasen Hacı Bektaş’ın vefat ettiği dönemde, yani 1271 olduğunu tahmin ettiğimiz, üzerinde mutabakat sağladığımız tarihte henüz daha gerçek anlamda bir Bektaşi dergâhının olmadığını biliyoruz. Bektaşi dergâhının kurumsallaşması, Bektaşiliğin temsilcileri, sözcüleri, propagandistleri, mücadelecileri olarak başta Abdal Musa olmak üzere ve ağırlıkla da Osmanlı Devleti’nin kurumsallaşmaya çalıştığı topraklarda süren bir sürecin sonucundadır. Osmanlı Devleti, Baba İshak ayaklanmasının artıklarının hâkim olduğu, bu kültürün hâkim olduğu bir ortamda çıkmıştır, ama her devlet gibi -Safevi Devletinde de aynı sorunu yaşadık- devletleşmeye başladığı andan itibaren, yani ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, fetheden-fethedilen, sömüren-sömürülen ilişkisi ve çelişkisi kurumsallaşmaya başladığı andan itibaren içinden çıktığı kültüre yabancılaşması kaçınılmazdı. Çünkü içinden çıktığı kültür Bektaşi geleneğinin pek çok öğesinde de çok net olarak gördüğümüz ve bugünlere taşındığı gibi eşitlikçi bir kültürdü; başka inançları, başka milletleri kendisi ile aynı değerde gören bir kültürdü; ezen-ezilen, yöneten-yönetilen çelişkisini ve ilişkisini meşrulaştırmayan bir kültürdü ve böyle bir kültürle ister Safevilik olarak Şah İsmail gibi bir diğer Hz. Ali diye kabul edilen insanın öncülüğünde kurulan bir devlet olsun, ister Edebali gibi Babai ayaklanmasının kılıç artıklarından birinin, bir inanç önderinin yol göstericiliğiyle yola çıkmış olsun, bu devletin bir müddet sonra işte Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi Sünnileşmesi, Safevi Devletinde gördüğümüz gibi Şiileşmesi kaçınılmazdı. Bu kültürle adaletsizliği, eşitsizliği, fethi, gazayı, cihadı ve benzeri ve benzerini meşrulaştırma şansı olmadığını bilen bu devletin yöneticileri, giderek bu mevcut yeni durumlarına uygun yeni bir kültürü, yani medrese kültürünü, işte Acem topraklarında Şii ekolünü, Anadolu topraklarında ise Sünni ekolünü hâkim kılarak mevcut devleti, fethi meşrulaştıran bir sürece geçtiler. Bu süreç aynı zamanda Hacı Bektaş’tan ders almış, ondan etkilenmiş, onun öyküleriyle büyümüş, onun ahlakı ve felsefesini kendine düstur etmiş insanların önünde de ciddi bir parçalanma sorunu karşısına getirmiş vaziyettedir.
Örneğin bunlardan Abdal Musa, Orhan döneminde Yeniçeri Teşkilatının kurulduğu ve o dönemde toplum üstünde çok olağanüstü etkisi olan Bektaşi babalarının ideolojik anlamda boyun eğdirildiği, Pir Sultan şahsında konuşacak olursak Hızır Paşalaştırıldığı bir dönemde, Hızır Paşalaşmayı kabul etmeyerek, Osmanlının mevcut düzeninin bir parçası olmayarak bildiğiniz gibi Antalya’ya göç etmek durumunda bırakılmıştır. Ama herkes Abdal Musa olmamıştır, bazıları da Yeniçeri Teşkilatının örgütlenmesinde fiilen işbirlikçi ağalar olarak yeni kurulmakta olan devletin uzantıları, ideologları olarak tıpkı bugün, işte geçen yıl 9 Kasım, bu yılki 8 Kasım mitingine “Onlar bölücülerdir, provokatörlerdir” diye söz eden, ağzını açtığı her noktada sol düşmanlığı yapan kimi Ocakzade beylerin de yaptığı şeyi Osmanlı döneminde yaparak bir ayrışmanın yolunu açmışlardır.
Esasen Bektaşi dergâhı, Bektaşi geleneği Abdal Musa ve benzerlerinin üzerinden kurumlaşan bir dergâhtır. Ama bu dergâhın işte batıda ve doğuda bütün farklı olanlara karşı kılıç sallayan, onlara boyun eğdiren, onları kelle vergisine, onları Sünnileşmeye zorlayan Osmanlı devlet teşkilatı adına da bir parçası, bir uzantısı vardı ki bunlar aynı zamanda Yeniçeri teşkilatının da organizatörleri konumundaydılar. Yani 6’dan 16 yaşına kadar Sırp ve Rum çocuklarının alınıp aslında kökünden kopmuş, soysuz, dolayısıyla bir cinayet makinesi haline gelmiş olan Yeniçeri teşkilatının mayasında Bektaşiliğe yabancılaşmış olan, bu hümanist kültüre, bu hümanist öndere yabancılaşmış olan insanların da çok önemli bir payı olduğunun altını özellikle çizmek gerekiyor.
Buradan hareketle devam edecek olursak, bugün Bektaşi geleneği -az önce yukardan bağırarak Veliyeddin Ulusoy’a laf atmaya çalışan şahıs da belki o kültürün bir parçasıdır- içindeki Babagan kolu, yani Osmanlının uzantısı Yeniçeri eğitmeni ve Yeniçerilerin Anadolu’da yüzbinlerce Alevi başta olmak üzere, Batıda, Doğuda, her dilden, her inançtan insanın katledilmesine ideolojik payandalık yapmış olan insanların da Bektaşi geleneği içinde nasıl zehirleyici bir işlev gördüğünün de altını bu vesileyle birbirimize hatırlatmamız gerekiyor.
Bu hatırlatma iki öğeyi özellikle aydınlatmayı gerektiriyor: Birincisi, Babagan ekolden yazılan, başta Bedri Noyan’ın yazmış olduğu o Bektaşi resmi tarihinden öğrendiğimiz şekilde Hacı Bektaş’ı bir Yeniçeri ağası, Hacı Bektaş’ı Yeniçeri ordusunu Balkanları fethetmeye gönderen bir savaş ağası konumunda çizmeye çalışan zihniyetle hesaplaşmak zorundayız. Bu açıdan, ben size kısa bir alıntı aktarmak istiyorum; bu zihniyet, Hacı Bektaş’a dair şöyle bir portre çizebiliyor: “Hacı Bektaş Veli’nin muhabbeti, Orhan Bey’le evliyalar bağrı başı erenler başçeşmesi Hacı Bektaş Veli’nin muhabbetiyle dolanıyorlardı. Bursa tarihi bir an yaşıyordu, Orhan Gazi yeni bir ordu kurmak üzere Türklüğün ikinci Nuh’u Hacı Bektaş-ı Veli’yi davet etmişti.”
Sözü edilen tarih 1339. Hacı Bektaş’ın ölümünün üzerinden ne kadar zaman geçmiş? 1271’i kabul edersek 70 yıllık bir zaman geçmiş. Fakat dediğim gibi resmi tarih, tarihin istismar edilebilecek her öğesini gerekirse yürümüş olduğu hakkın yanından alıp çekip, kendisine bir araç haline getirmekte en küçük anlamda bir ikirciklenme yaşamaz.
“Orhan Gazi yeni bir ordu kurmak üzere Türklüğün ikinci Nuh’u Hacı Bektaş-ı Veli’yi davet etmişti. Büyük Türk evliyasının görklü bakışıyla bütün kalpler fetholunmuş, genç, ihtiyar, çoluk çocuk, in cin, dağ taş istiklale çıkmıştı. Hacı Bektaş Veli güzeşteleriyle beraber Bursa’yı şereflendirmişti. Gülbanklarla dalga dalga semalara yükseliyordu. Allah Allah şayialarıyla yer gök dolmuştu. Hacı Bektaş Veli alana ulu bir ateş yaktırmış, üstüne bir kazan oturtmuş aş pişiriyordu. Hacı Bektaş Veli, ağır ağır doğrulmuş, sağ elini Batı istikametine çevirmiş -‘yani Balkanlara’- çevirmiş manen İstanbul’un, Kosova’nın, Belgrat’ın, Varna’nın, Budapeşte’nin fethini işaret ediyordu.”
Değerli arkadaşlar; aslında Hacı Bektaş’ı gerçek anlamda anlayabilmek için aktardığım öğe, Turgut Kocababa’dan. Benzeri bir öğe Bedri Noyan’dan, aynı hemen hemen, zaman kısıtı nedeniyle şimdilik geçiyorum.
Bektaşi geleneğini Hayber Kalesi cengi üzerinden, az önce Bakan’ın konuşmasını renklendiren bir öğe olarak kullandığı şekilde Hayber Kalesi cengi üzerinden anlatmak, aslında Bektaşiliğin içeriğini boşaltmaktır. Hacı Bektaş’ı iki öğe üzerinden anlatmak mümkün: Birincisi, parçası olduğu Babai ayaklanmasının, yani hak için, savunma için, hak ve özgürlerini savunmak için bir direniş, gerekirse kılıcı kullanmaktan çekinmeyen bir direşkenlik, yani Pir Sultan’lar ve benzerlerinin şahsında gördüğümüz bir direşkenlik veyahut da Hacı Bektaş’ı Babai ayaklanmasının yenilgisi sonrasında bugün Hacı Bektaş’tan duyduğumuz veya ona atfedilen o hümanist, o insani, o farklılığa saygı duyan düşünce geleneği üzerinden.
Bunun dışında Hayber Kalesi veyahut da Balkanların fethi gibi aslında başka inançlara sahip olmak dışında hiçbir suçu olmayan insanlara yönelik bir cihat zihniyetiyle Hacı Bektaş’ı anlatmaya kalkmak, aslında bu inancın, bu kültürün ve bu kültürün çok önemli şahsiyeti olan Hacı Bektaş’ın içeriğini boşaltmak anlamına gelecektir. Nitekim bu boşaltma süreci, aynı zamanda Bektaşi geleneğinin iki kol üzerinden günümüze ulaşmasını, gerçi bir kol artık bugün önemli oranda ortadan kalkmış vaziyettedir, ama Osmanlı döneminde Osmanlının tüm merkezlerinde başta İstanbul olmak üzere, Edirne, Varna, Bursa ve benzeri Osmanlı otoritesinin ve ideolojisinin at koşturduğu tüm merkezlerde resmi bir kurum olarak yaşayan bir kurum olarak da aynı zamanda varlığını sürdürmüştür.
Bu süreç, aslında henüz daha Safevi Devleti’nin Osmanlı Devleti için hiçbir risk oluşturmadığı II. Beyazıt dönemi dahil olmak üzere, II. Murat dönemi dahil olmak üzere aslında Anadolu’da Alevi kültürünün ciddi anlamda tasfiye edildiği, Anadolu’da Kızılbaş olan insanların tıpkı hayvanlara bile yapılmaması gereken, ama işte bugün koyun tüccarlarının hâlâ itibar ettiği, omuzlarından damgalanarak sürgüne gönderildikleri bir sürecin de sonucudur. Aslında Anadolu Alevileri eğer Şah İsmail’in şahsında kendi kurtarıcılarını, kendi yeni Hacı Bektaş Veli’lerini, kendi yeni Hz. Ali’lerini bulup onun etrafında örgütlenmişse, Osmanlı Devleti’nin kendilerine uyguladığı ayrımcı, asimilasyoncu, baskıcı, sürgüncü, tenkilci politikanın sonucu olarak bir süreç ile karşı karşıyayız.
Dolayısıyla değerli arkadaşlar; aslında Osmanlının Safevi’nin üzerine gidişini ve Safevi’nin üzerine giderken daha önceden zaten katletme alışkanlığı edinmiş olduğu Alevilere yönelik katliamcılarını meşrulaştıracak bir düşünceyi Bektaşi düşüncenin gerçek temelleri içinde temellendirmek asla ve asla mümkün değildir. Ama yine aynı şekilde sadece Safevilere değil, sadece Sırplara, Macarlara değil, aynı zamanda Anadolu’nun Alevi inançlı Türklerine, Kürtlerine ve Araplarına yönelik olarak sürdürülmekte olan fethin de yine Bektaşi gülbankı okuyarak kılıç sallayan Yeniçeriler ve onların babaları bir kısım Bektaşi dergâhı babalarının da bu sürecin bir parçası olduğunu özellikle unutmamak gerekiyor.
Değerli arkadaşlar; Şah İsmail’in yenilmesi ve Şah İsmail’in Türkmen ağırlıklı Anadolu’dan geri çekilmek zorunda kalması sonraki süreci biliyoruz. Safevi Devleti hızla etnik kültür olarak Acemleşmeye, inançsal kültür olarak da aslında Alevilikten tıpkı Sünnilik kadar uzak olan, köklü şekilde uzak olan Şii kültürüne doğru geri çekildiği bir süreç yaşanmıştır. Bu sürecin içinde Kalender Çelebi ismiyle aslında bu toprakların yüz akı bir şahsiyetin Bektaşi Dergâhının başına geçtiğini biliyoruz ve Osmanlının aslında bütün Anadolu’da Tebriz’den işte Viyana kapılarına varana kadar çok geniş bir otorite kurduğu Anadolu’daki Alevi halkı ciddi anlamda sürgüne, pasifizme, yoksulluğa, dağ köylerine kaçmaya, yasadışı yaşamak zorunda bırakıldığı ve başta Şahkulu olmak üzere, II. Beyazıt zamanında kanla bastırılan Şahkulu ayaklanması olmak üzere Anadolu’daki Alevi ayaklanmalarının tek tek kırıldığı bir dönemde Bektaşi geleneğinin o diğer işbirlikçi koluna karşı da Bektaşi geleneğini yeniden temizleyen, ayağa kaldıran Kalender Çelebi’nin Osmanlı tarihinde yaşamış en büyük ayaklanmasıyla karşı karşıyayız.
Kalender Çelebi ve onun peşinde giden Pir Sultan’ın ezilmesi sonraki süreçte ise, bildiğiniz gibi Bektaşi dergâhı bizzat Osmanlı Devleti tarafından kapatılıyor. Kapatılıyor ama Bektaşi dergâhının kapatıldığı bir süreçte Osmanlı Devletinin Anadolu’yu kontrol etmekte zorlanması üzerine Sersem Ali Paşa denilen bir Osmanlı paşası, bir kapıkulu, Sersem Ali Baba ismiyle getirilip tekrar yeniden daha önce yasaklanmış olan dergâhın başına getiriliyor.
Bu getirişle birlikte ve Kalender Çelebi ayaklanmasının ezilmesi sonrasında Bektaşi geleneği artık her yerde ifade edilen iki kola bölünmüş vaziyettedir. Biri Veliyeddin Efendinin de bir parçası olduğu, Dedegan kolu olarak yüzünü Anadolu Alevilerine dönmüş, onlarla organik bağlarını sürdürmeye çalışan, onlardan etkilenen, onları etkileyen, yani Hacı Bektaş geleneğinin gerçek temsilcisi olarak devam eden bir akım ile yine Osmanlı hizmetinde varlığını sürdürmeye çalışan Babagan kol, Yeniçeri eğitmeye devam eden kol.
Daha sonraki süreçte biliyorsunuz bu gelenek II. Mahmut döneminde 1826 tarihinde önce artık Osmanlının işine yaramayan Yeniçeri teşkilatının tasfiyesi, arkasından da bu teşkilat sayesinde ayakta duran ister Babagan, ister Dedegan kolların tümünün tasfiyesine yönelik yeni bir saldırı akımının başlaması olarak karşımıza çıkıyor.
Değerli arkadaşlar; kısa kısa geçiyorum, zamanım da dolmuş veya dolmak üzereymiş, bu nedenle bugüne hemen bağlamak istiyorum. Bektaşilik ve Hacı Bektaş üzerine doğru bir bilgi aynı zamanda günümüzde Alevi geleneğinin başta Hacı Bektaş olmak üzere hümanizmasına, eşitlikçiliğine, demokrasiye ve laikliğe açık damarına ve dolayısıyla da tüm mazlumlarla kalbi birlikte atan, dünyayı barıştan yana algılayan ve algılatmaya çalışan kültürüyle barışık olmanın koşuludur diye düşünüyorum. Hacı Bektaş’ı öldükten sonra 60 yıl sonra yaşatan bunu sadece ve sadece Yeniçeriliği ve Osmanlıyı aklamak üzerine yapan bir Bektaşi içi resmi tarihe itibar ettiğimiz andan itibaren, Bektaşi geleneğinin kurulmasında çok önemli bir rolü olduğunu kabul etmemizle birlikte aslında Şah İsmaillere karşı, Kalender Çelebilere karşı, Pir Sultanlara karşı Bektaşi geleneğini II. Beyazıt’ın, Yavuz Sultan Selim’in bir aracı kılan Balım Sultanlara karşı belli bir yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleştiremediğimiz müddetçe Bektaşi geleneğinde doğru, sağlıklı bir algı gerçekleştirmemiz mümkün olamayacaktır.
Dolayısıyla değerli arkadaşlar, aslında Hacı Bektaş’ı bir savaşçı, bir Yeniçeri ağası olarak çizmeye çalışanları, Hacı Bektaş’ı Osmanlının bir aracı kılmaya çalışanlara karşı aslında onun başta Osmanlı olmak üzere her türlü eşitsizlikçi otoriteye karşı itirazın, hangi inançtan, hangi anadilden olursa olsun insanların hak ve özgürlüklerine saygının, kendimize ne istiyorsak başka farklı olanlara karşı da aynı şeyi istemenin nirengi noktası olarak algılamak ve içselleştirmek zorundayız.
Bu noktada sizlerle paylaşmak zorunda olduğum bir diğer öğe de Hacı Bektaş’ı Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olarak getirmeye çalışan ve aslında kökü Fuat Köprülü’de, kökü eski Bektaşi geleneğinde olan bir sorunla da yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeğidir.
Değerli arkadaşlar; bugün bir kısmımızın belki de Hacı Bektaş’ın elinden çıktığını zannettiğimiz Velâyetname aslında II. Beyazıt zamanında, yani Hacı Bektaş’ın ölümünün üzerinden 200 yıl sonra, yani Anadolu’da Alevilerin kırıldığı, sürüldüğü, katledildiği, hakkında fetva üretildiği bir dönemde Uzun Firdevs adında bir Bektaşi Babagan Bektaşi babası tarafından yazıldığının da anımsanması lazım.
Velâyetname’nin bize anlattığı Hacı Bektaş gerçek Hacı Bektaş değildir. Velâyetname’nin anlattığı Hacı Bektaş işte Ahmet Yesevi’den el almış, oysa Ahmet Yesevi’nin ölümü 1160’tır, Hacı Bektaş’ın ölümü 1271. arada 111 yıl bulunmaktadır. Yani fiilen mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılan, tıpkı fiilen mümkün olmayan 70 yıl sonrasında Yeniçeri kurucusu yaptıkları gibi, Velâyetname de böyle bir şey yapmaktadır. Ne yapmaktadır? Ahmet Yesevi’den el alıp Anadolu’yu Müslümanlaştırmaya gönderen bir Hacı Bektaş portresi çizilmektedir. Yani Selçuklunun, Osmanlının ve bugün Türkiye toplumunu Türk-İslam sentezi eksenine sokmaya çalışan zihniyete uygun bir Hacı Bektaş portresi. Bunun en son ideologlarından bir tanesi de bildiğiniz gibi Namık Kemal Zeybek, ayrıca tanıtmama gerek yok.
Dolayısıyla değerli arkadaşlar, Velâyetname’de anlatılan Hacı Bektaş, Hacı Bektaş gerçeğine uygun olmadığı gibi, işte Hacca gönderilen, Kudbeddin Haydar’ı kurtarmak için cihat açan, Anadolu’yu Müslümanlaştırmak için buralara gelen, işte daha sonradan da bu kültür üzerinden de Yeniçeri Ocağını teşkilatlandıran bir Hacı Bektaş, aslında gerçek Hacı Bektaş’ın amiyane tabirle kemiklerini sızlatan ve Alevi-Bektaşi geleneğini tasfiye ve asimile etmeye çalışan bir tarih yazımıdır ki, bizim bütün resmi tarihlere karşı rezerv koymak, araştırmak, doğruyu bulmak sorunumuzu bugün burada bir araya gelmiş arkadaşlar, canlar olarak özellikle ve özellikle Hacı Bektaş özgülünde ve Bektaşi tarihi özgülünde mutlaka yapmak zorundayız.
Yapmak zorundayız ki, başta bu toprakların ne yazık ki yine Bakanın az önce ifadesi nurlardan nur bu toprakların öğretmeni, bilgesi ama hâlâ yasaklı olan bu bilgesini her türlü maniplasyondan kurtarıp gerçekte olduğu kadar temiz, gerçekte olduğu kadar eşitlikçi, gerçekte olduğu kadar hümanist, özgürlükçü ve gerçekte olduğu kadar bilimi işaret eden bir bilge olarak gerçek anlamda bir ışık halinde yanımızda, önümüzde, ilerimizde tutup bayraklaştırma şansını elimizde tutabilelim diye.
Teşekkür ediyorum.
Dostları ilə paylaş: |