Istanbul Üniversitesi Matbaası


Bilim Dallarının yeniden organizasyonu



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə15/29
tarix29.10.2017
ölçüsü1,58 Mb.
#19741
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   29

1982 Bilim Dallarının yeniden organizasyonu


6 Kasım 1981 tarihinde yürürlüğe giren 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurumu Yasası doğrultusunda Cerrahpaşa Tıp Fakültesi kürsüleri “Anabilim Dalları” olarak yeniden düzenlenmişti. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 1982-1983 Eğitim yılına yeni organizasyonu ile başladı. Bu düzenlemeler sırasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin, İstanbul Üniversitesinden ayrılması gündeme gelmişti.

“İ.Ü. Rektörü Cemi Demiroğlu 1982 yılında kurulan Üniversiteler arası kurulda iken Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin İ.Ü. den ayrılarak başka yere bağlanması gündeme geldiğinde bir çok yeni görüş ortaya kondu, sıra karara geldiğinde Yükseköğretim Kurulu Başkanı Prof. İhsan Doğramacı İstanbul Üniversitesinden mezun olanlar elini kaldırsın dedi. Kuruldakilerin yüzde doksanı ellerini kaldırınca Doğramacı; İstanbul Üniversitesi Türkiye’nin Sorbon’udur oraya dokunmak yok diyerek tartışmayı kapatmış ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İstanbul Üniversitesi bünyesinde kalmıştı.

1982-83 Öğretim Yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üye, Öğretim Üye Yardımcısı ve Personel Dağılımı; Profesör 103, Doçent 87, Yardımcı Doçent 36, Araştırma Görevlisi 89, Uzman 18, Uzmanlık Öğrencisi 140, Personel 2634, İşçi 177 idi.

Nöroloji yeni binasına 1980’de taşındı. 1981-1982 Nöroşirurji 80 yataklı (onkoloji) binasında kaldı.1971’de Pnömo-Ftizyoloji olarak Cerrahpaşa’da kurulan Göğüs Hastalıkları 1981’de yeni binasına taşındı .1983’de Göğüs Hastalıkları Anabilim dalı oldu. 1981’de Radyoloji, Radyoterapi Anabilim dalının adı 1987 de Radyoloji Radyodiağnostik olarak değişti.

Fakülte idari yapısı 1985’de yeniden organize edildi. 1987’de fakülte 239 bin metrekare alana 2282 yatak sayısına sahipti. Yeni Cerrahi binasının 1980’de temeli atıldı ve Yeni Cerrahi blok 1987 yılında 400 yatak ve 20 ameliyathanesi ile hizmete girdi.

İngilizce Tıp 1987-1988 öğretim yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi içinde açıldı ve 50 kişilik kontenjan ile eğitime başladı.

1990 lı yıllarda Cerrahpaşa yeni binalara kavuştu. 1990 yılında 1000 kişilik konferans salonu “Oditoryum” hizmete açıldı. Yeni Dekanlık Binası 1995 tamamlanarak idari bölümler bu binada hizmete girdi. Öğrenci yemekhanesi 1997 yılında tüm çalışanlara ücret karşılığı yemek hizmetine başladı.

1967 yılında 62 öğretim üyesi ve 138 Öğretim yardımcısı ile çalışmaya başlayan Cerrahpaşa Tıp fakültesi 1997 de 478 Öğretim üyesi ve 609 öğretim üyesi yardımcısı ile devam ediyordu. 1997 de Türkçe eğitim veren Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden 8454 hekim, İngilizce tıp 302 hekim. Tıbbi Biyoloji 288 mezun verdi. 1997 yılında toplam 1052 öğretim üye ve yardımcısı, 2700 personel, eğitim gören 3000 öğrenci mezun ettiği 9000 hekim uzmanlık eğitimi tamamlayan 2000 uzman. 2000 yatak günlük tedavi gören 3000 hasta yatarak 1500 ve günde 10000 kişinin girip çıktığı eğitim ve sağlık kurumu idi.

2000 yılında 2500 öğrencisi ile tıp eğitimi hizmeti ve 2000yataklı hastanesi ile sağlık alanında hizmet vermektedir. 2007 deki durumu, yatak sayısı 3200 olup 1800 yatak hizmet vermekte Poliklinikte senede ortalama 40.000 hastaya hizmet verilmektedir.
Kaynaklar

- Gürkan Kİ. Cerrahpaşa Hastanesi Tarihçesi , İstanbul 1967.



- Cerrahpaşa Atatürk Haftası (18-28 Mayıs 1981) Kitapçığı. İstanbul 1981.

- İstanbul Üniversitesi Tarihçesi. Cilt 1 İstanbul 1983.



- Cerrahpaşa Günü Kitapçığı. İstanbul 1982.

14 MART TIP BAYRAMI

Prof. Dr. Ayten Altıntaş

Türkiye’de hekimlerin her yıl 14 Mart’ta kutladığı Tıp bayramı 14 Mart 1827 tarihinde "Tıbhâne-i Amire" adlı Tıp okulunun açılış tarihidir. Burada başlayan tıp eğitimi hiç ara vermeden ve devamlı kendini yenileyerek, geliştirerek bugünkü tıp eğitimine gelinmiştir. Bu sebepten 14 Mart tarihi bugünkü tıp eğitiminin başlangıç tarihi olarak kabul edilir ve kutlanır. Bu tarihin Tıp Bayramı olarak saptanması 1919 yılında İstanbul’un işgali sırasında gündeme gelmişti. Tıp tarihçilerinin bu konuda yaptıkları incelemelerden sonra 14 Mart 1827 tarihinin başlangıç tarihi olarak alınmasına karar verilmiş ve ilk defa 14 Mart 1919 da bu bayram kutlanmıştı. Beyazıt’ta Darülfünun Konferans salonundaki bu kutlamada ; o günkü Tıp Fakültesinin önde gelen hocalarından Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer, Dr. Akil Muhtar, İstanbul’daki hastanelerin hekimleri, tıp öğrencileri hatta İngiliz işgal ordusu hekimleri de Tıp Bayramına katılmıştı. Daha sonraki yıllarda da bu kutlamalar devam etmiştir.

Osmanlı Devleti’nde tıp eğitimi pek tabidir ki Tıbhâne-i Amire’den önce de vardı. Fakat bu eğitimlerin hiçbir kolu bugüne kadar sürekli olamamıştı. Osmanlılarda çok gelişmiş ve iyi uygulanan bir tıp geleneği vardı . Bu geleneğin başlangıcını kabul etmek için ara vermeden devam eden bir eğitim sistemi olması gerekiyordu. Fatih Darüşşifası’daki tıp eğitiminin sürekliliği veya Süleymaniye Tıp Medresesindeki tıp eğitiminin devamı bugünkü tıp eğitimine bağlanamamıştır.
Osmanlı’da Tıp Eğitimi

Osmanlı Devleti'nde tıp eğitimi, İslam geleneğine uyarak ve Anadolu Selçuklularından devraldığı miras ile devam ediyordu. Tıp ile uğraşmak isteyen aday iyi bir medrese eğitimi görmüş olmalıydı. Aday "usta ve hâzık" hekimlerden bir veya birkaçını hoca olarak seçiyor ve eğitimine giriyordu. Bu hocalar öğrencisini belli bir programla eğitiyorlar, adaya teorik bilgilerin yanı sıra pratik bilgiler de veriyorlardı. Tıbbın uygulaması, hocanın bağlı olduğu darüşşifalarda veya kendi hekim dükkanında (muayenehanesinde) oluyordu. Darüşşifalarda ayrıca tıp eğitimi alan kadrolu öğrenciler de bulunabiliyordu. Süleymaniye Tıp Medresesi gibi sadece tıp eğitimi veren medreseler de kurulmuştu. Ayrıca usta çırak usulüyle ve esnaf teşkilatı içinde yetişen tabipler de çoğunluktaydı.

Bilindiği gibi İslam Tıbbı 9. ve 10. yüzyıllarda en yüksek dönemini yaşamıştı. İslam tıp geleneği 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlılarda da devam etmişti. Osmanlının 17. yüzyıldan itibaren pek çok sahadaki gerileyişi ve bozulması tıp sahasında da görülmüştür. Daha önceki dönemlerde Batı Tıbbı ile kıyaslanamayacak ölçüde düzenli olan tıp eğitimi 17. yüzyıldan sonra gerilemişti. O zamanın hekimleri bozulma sebebini şöyle özetliyorlardı ; “Reca, minnet, iltimas” Hekim yetiştirenler rea,minnet, iltimas ile belli mevkilere geliyor, onlar da bilgisiz ve yetersiz olduklarından ve aynı sebeplerle daha kötülerini seçiyor ve iyi hekim yetişemiyordu.

Osmanlıda olduğu gibi Avrupa'da da tıp eğitimi uzun bir süre klasik tıp eğitimi ile yapılmıştır. Batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmıştı. Tıp alanında ise Paraselsus’un madensel ilaçları tedaviye sokuşu, A. Vesalius'un insan vücudunun yapısını gözlemlere dayandırarak yeniden tanıtması, W. Harvey'in kan dolaşımını matematiksel olarak ispat etmesi, Sanctorius'un vücut ısısını bazal metabolizmayı, nabzı ölçmesi, Leeuwenhoek'un mikroskobu keşfetmesiyle tıpta büyük ilerlemeler oluyordu. 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da görülen reform hareketleri tıp sahasını da etkilemişti. Madeni ilaçların tedaviye girmesi, anatominin tıptaki öneminin kavranması, fizik ve kimyanın tıbba yansıması ile tıp çehre değiştirmiş, tıp eğitimi de bu yeniliklerle değişmişti. Bütün bu buluşlar batıda bilim dili olan Latince ile yayınlanıyordu. Avrupa’da 1450’lerde başlayan kitap basma hızla ilerlemiş tıp kitapları da bu ilerlemeden nasibini almıştı. Osmanlıya gelince Batıda Latince yazılan yeni tıbbı hekimler takip edemiyorlardı. İstanbul’da kitap basma 1726’da başladığında Tıp kitapları hızla tercüme edilememişti.Tek tek bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabalarıyla bu yenilikleri takip ediyorlar yazdıkları kitaplara bunları da ilave ediyorlardı. Bu yenilikler Tıp eğitimine aktarılamıyordu . 17. yüzyıldan dan itibaren Tıp eğitimi veren merkezler (Tıp medresesi ve Darüşşifalar ) dinamikliğini ve parlaklığını kaybetmişlerdi.


Yeni Tıbbın Osmanlı’ya Girişi

19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlıda klasik tıp eğitimi eski kalitesini gittikçe bozarak devam ediyordu. Hekimlerin çoğu yeni tıbbı öğrenmemişti. Avrupa’daki Tıbbın gelişimini izlemek isteyen Osmanlının aydın hekimleri büyük çaba harcıyorlardı. Bu yüzyılda önemli ilerlemeleri İtalyanca ve Fransızca öğrenerek takip ediyorlardı. Yeni Tıbbın (Tıbbı Cedid) tıp eğitimine girmesini savunuyorlardı İstanbul halkı Avrupa'dan gelen ve yeni tıbbı bildiklerini iddia eden "mütetabbibler"in elinde perişan oluyordu. Bu durumu 19.yüzyılın önemli hekimlerinden Şanizade Ataullah (1771-1826) Tarih-i Şanizade'de şöyle özetliyor ; "..Müslümanlardan hiç kimse bu yüksek fenne hevesli olmayıp Süleymaniye Tıbhâne’sinde yalnız hocalık vazifesine ve Tımarhane tabibliğine kanaat eder bazı çehresiz ve battal adamlardan başka kimse kalmayıp , Osmanlı memleketinde değil yeni hekimliği hatta eski tababeti dahi okuyup öğretecek hiç kimse kalmamakta bir zamanlar hekimleri oldukça çok diye anılan ve sayılan şehirlerden İstanbul'da şimdiki halde hırvat gemici vesair ırgat bozuntusu bir alay cahil tabib ellerinde kalıp.." diyerek üzüntüsünü açıklıyordu.

19. yüzyılın önemli hekimlerinden Mustafa Behçet Efendi de bu durumun farkındadır ve düzeltilmesini arzulamaktadır. Kendisi bu konuda şanslıdır, çünkü genç yaşta Hekimbaşı olur ve her fırsatta tıp eğitimini yenilemeğe çalışır. Sultan III. Selim zamanında yeni tıbbı öğretecek iki tıbbıyenin açılışı gerçekleşmiştir. Biri 1805 yılında Kuruçeşme'deki Rum okullarının içinde açılan "Rum Tıb Mektebi" diğeri de 1806 yılında Kasımpaşa'da açılan "Tersane Tıbbiyesi" idi. Yeni tıbbı öğretecek bu her iki okul da uzun ömürlü olmamış, kısa süre sonra kapanmışlardı . Bu okullar Mustafa Behçet Efendi' nin birinci hekimbaşılığı sırasında, henüz 21 yaşında iken onun gayretleri ile açılmıştır. Kendisinin üçüncü hekimbaşılığı sırasında 53 yaşında iken açılışını gerçekleştirdiği "Tıbhâne-i Amire" ise çok başarılı olup bugüne kadar hiç ara vermeden sürekliliğini korumuştur.

Tıbhâne-i Amire’nin Kuruluşu

Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletti. Düzeni tamamen bozulmuş olan Yeniçeri ordusunu ortadan kaldırıp yeni bir ordu kurdu (Asakir-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya hekim ve cerrahlar yetiştirilmesi gerekiyordu. Sultan II. Mahmut ve Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi böylece hem orduya gereken hekim ve cerrah yetiştiren okul açacaklar hem de yeni tıp eğitimi veren bir tıp okulunu kurmuş olacaklardı. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826 da Padişaha ard arda üç takrir (dilekçe) vererek yeni tıp okulunun kurulmasının amacını , bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklif yapıyordu. Durum incelenmiş, istenen bütün konularda Padişahtan İrade çıkmıştı. Padişahın bu konudaki resmi yazısının altına da Sadrazam ; "gereken hususların gereken yerlere yazılması ve bahsedilen hususların cidden ve hakikaten ihtimamla yürürlüğe konması padişahın emridir " diyerek yürürlüğe girmesi emrini yazıyordu. Böylece kuruluşuna geçilen Tıp okulunun amacı belgelerde dikkatle vurgulanmıştı. Bu amacın ilki Orduya hekim ve cerrah yetiştirmekti. İkinci amaç Müslüman hekim yetiştirmekti. Bu öğrencilere hem eski tıp hem de yeni tıp öğretilecekti. Belgelerde bu durum şöyle özetleniyordu. "...Asitane-i Aliyede bu gaye ile bir müstakil Darül Tıbbı Amire inşa edilip burada yeralacak usta muallimler vasıtasıyla Eski Tıp ve Yeni Tıp fenleri talim olunsa Allahın yardımıyla birkaç sene sonra Ordu Müslüman olmayan hekimlerin istihdamından kurtulup İslam olan alim ve usta hayli tabib ve cerrah husule geleceği .." Bu okulun eğitimi için en önemli husus da Yeni Tıp eğitimi için ve o tıbbı iyice öğrenebilmek için o tıbbın kaynağı olan yabancı dili de öğrenmenin gereğinin vurgulanmasıdır. Bu konu ile ilgili belgelerde durum şöyle açıklanıyordu; "...Yeni usul tıp fenninin tahsili ve ustalığının kaynağı ise ecnebi lisanın tahsiline bağlı ve muhtaç olduğundan.." Gerçekten de açılan bu Tıbhane-i Amire de ilk sınıflarda Arapça Farsça ve Osmanlıca gramer dilbilgisi, kitabet, ilaçlar bilgisi veriliyor, daha sonra Fransızca ve İtalyanca öğretiliyor, bu dillerde tıp kitaplarını okuyup anlayacak hale getiriliyordu.



Resim 1: Sultan II. Mahmut ve Tıbhâne’nin ilk binası
Tıbhâne-i Amire

Bu şekilde kurulan Tıbhâne-i Amire 14 Mart 1827’de Şehzadebaşı’ ndaki Tulumbacıbaşı konağında açılır. Aynı bina içinde Tıbhâne ve Cerrahhane ayrı ayrı eğitim yapıyorlardı. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi 4 yıldı. Bu eğitim sık sık yeni düzenlemelerle geliştirilmiştir. 1836 yılında yapılan düzenlemede cerrahlık eğitimi ile Tıp eğitimi birleştirilmiş gene 4 sene olan eğitim son sınıfda (Ulûm-u tıbbıye) tahsil edenlerle (Ulûm-u fenni cerrahi ) tahsil eyleyenler diye ikiye ayrılmıştır. Son sınıfta hocalar tarafından usta ve istidatlı olanlar tespit edilerek, imtihan ediliyorlar ve başarılı olanlar Askeri hastanelere veya ordunun tabur ve alaylarına muavin tabib ünvanı ile tayin ediliyorlardı. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene hizmet ederek tecrübe sahibi olduktan sonra ,başka hekime bağlı olmadan hasta bakmağa ve ilaç yazıp vermeğe yetkili olarak "müstakil tabib" oluyorlardı.Bu öğrencilerin başarılı olanları Mirliva (albay), ikinci derecede başarılıları kaymakam rütbesiyle gereken yerlere tayin oluyorlardı. Tıbhâneye ilk sınıfa 40 öğrenci seçilerek alınıyor ve bu adet her sınıfta sabit kalıyordu. Bir üst sınıfa geçmeye layık olanlar ilerledikçe bir alt sınıftan başarılılar onun yerine geçiyordu. Bu öğrencilere ilk sınıftan itibaren gittikçe yükselen maaş ve tahsisat (belli miktar et ve ekmek) veriliyordu. Öğrenciler askeri kıyafet giyiyor ve zaman zaman Padişah tarafından verilen "nişan" larla mükafatlandırılıyorlardı. İlk defa 6 Mart 1834 tarihinde bir nişan takdimi merasimi düzenlenmişti; bu merasimde ilk gün Sultan II.Mahmut Tıbhâne-i Amire hocalarına , ikinci gün de Serasker Paşa ve Hekimbaşının huzurunda Tıp öğrencilerine nişanlar takılmıştı.Bu nişanlar ortasında "nabız bakmayı" resmediyordu. Küçük sınıflara gümüşten ,son sınıf öğrencilerine altından, bu sınıfların onbaşılarına daha büyük altından ve hocalara en yüksek (âlâ ) mertebesinden büyük parlak birkaç elmasla bezenmiş nişanlar takılmıştı.Bu merasimler daha sonraları da tekrarlanmıştı.


Daha Sonra

Tıbhane-i Amire 1827 den 1836 yılına kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitim yapıyordu. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri kışlaya (Otlukcu Kışlası) taşınıldı. Ayrı bir binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşti. Otlukçu kışlasında eğitim yatılı hale getirildi. Bu binada eğitim sürerken zamanın Hekimbaşısı Ahmet Necip Efendi bu binanın yetersiz olduğunu söyleyerek 1837 yılında yeni bir Tıbbıye inşa edilmesini Padişahtan ister. Durum görüşülür ve yeni bir bina yapılmaktansa Galatasaray’daki Enderun ağaları okulunun bu iş için ayrılmasına karar verilir. Galatasaray’daki bu binalar Hekimbaşının istediği şekilde düzenlenmiş ve Tıbbıye bu binaya taşınmıştı.Bu okula " Mekteb-i Tıbbıye-i Adliye-i Şahane" adı verilmişti. Bu binanın 17 şubat 1839 da açılışı yapılmış ve Padişah 14 Mayısta ziyaret etmişti. O yıl eğitimde yeni bir düzenleme yapılmış eğitim dili Fransızca’ya çevrilmiş, mektebe reayadan da öğrenciler alınmaya başlamıştı. Eğitim dilinin tamamen Fransızca olması mezun olan hekim sayısının çok düşmesine sebep oluyordu. Eğitimin düzeltilmesi için yapılan görüşmelerde tıp eğitiminin Türkçeleşmesi gereği ortaya çıkıyordu. Bu görüşte olanların çabalarıyla ve Mektebi Tıbbıye Nazırı Cemalettin Efendinin müsadesiyle 1857 yılında Tıbbıyede özel bir sınıf açıldı. "Mümtaz sınıf" okulun kabiliyetli çalışkan öğrencilerinden seçilmişti. Burada amaç Türkçe tıp eğitimine geçilmesi için tıp kitaplarını Türkçe’ye tercüme edecek bir ekip oluşturmaktı. Bu çalışmalar ve Osmanlı Devletinin hekime olan ihtiyacı göz önüne alınarak 2 Ocak 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan "Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye" (Sivil tıp mektebi) açıldı. 1870 yılında da Askeri Tıp okulunda dersler Türkçeleşti. 1878 yılında şimdiki Sirkeci tren istasyonu yakınındaki Demirkapı’daki askeri kışlaya taşınıldı. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamid’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbıye binası inşa edilmeğe başlandı. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903 de taşınıldı. 1909 yılında askeri ve sivil tıbbıye okulları birleştirilerek ismi "Darülfünün Tıp Fakültesi" oldu. 1933 yılında Darülfünün kaldırılarak "İstanbul Üniversitesi" olunca Tıp Fakültesi de bu üniversitede yerini aldı. 1945 de Ankara Tıp Fakültesi, 1954’de Eğe Tıp Fakültesi kuruldu. 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ikiye ayrıldı ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi kuruldu. 1970 de Bursa Tıp fakültesi, 1974 de Edirne Tıp Fakültesi kuruldu. Bu tıp eğitimine hiç ara verilmeden ve devamlı gelişerek Türkiye’nin pek çok şehrinde tıp fakülteleri açıldı.


Tıbbıyenin Zor Yılları ve İlk Tıp Bayramı

İlk Tıp Bayramı kutlaması 1921 yılında İstanbul işgal altında iken başlamıştı. Bu kutlamanın neden ve nasıl olduğunu anlamamız için o dönemlerde tıp eğitiminin durumuna bakmamız gerekiyor.

Tıp eğitimimizde önemli bir dönem de 1912-1922 yılları arasındaki on yıllık bir dönemdir. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin katıldığı savaşlar birbiri ardınca devam etmiş, büyük bir ıstırap her yerde baş göstermişti. Tıbbıyede tıp eğitimi verenler ve tıp eğitimi alanlar bu acı ve ıstırabı en yakından yaşamışlardı. Tıp eğitimi 1909 yılında Haydarpaşa’daki binada Darülfunün Tıp Fakültesi olarak eğitimine devam ediyordu. Bilindiği gibi 1909 yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra askeri ve sivil tıp eğitimi veren iki tıbbıye bütçenin birleştirilmesi ile resmen birleştirilmişlerdi. Eğitim Haydarpaşa’da II. Abdülhamid tarafından yaptırılan görkemli Tıbbıye binasında yapılıyordu. Binanın içinde ve karşısında yer alan klinik bölümleri hastane olarak tıp öğrencilerine pratik bilgi veren bölümlerdi.

Osmanlı Devleti 1853 yılında çıkan Kırım savaşı, 1876 yılında çıkan Osmanlı Rus Savaşıyla bir çok yönden yara almıştı. Bu durum Tıbbıyeyi de etkiliyordu. Özellikle Askeri Tıbbıyede her savaşta asker olan hocalar ve üst sınıflardaki hekim adayları askere alınıyor ve ölüm herkes gibi onları da vuruyordu.

1912 yılında başlayan Balkan Savaşı Osmanlıyı her yönden zor durumda bırakmıştı. Bütün olayları dikkatle izleyen Tıbbıyeliler büyük üzüntü içindeydiler. 1912 yılının Ekim ayında seferberlik ilan edildi. Bu tarihte Darülfünün Tıp Fakültesindeki derslere de ara verildi.Hocalar ve son sınıftaki hekim adayları askeri birliklere atandılar. Askeri öğrenciler talimlere alınıyorlardı. Tıbbıye binasının her yeri hastaneye çevrilmişti. Gemilerle getirilen yaralılar burada tedaviye alınmıştı. Klinik yatakları yaralılara kafi gelmeyince dershaneler, koğuşlar hatta koridorlar bile hastane görevi görmeye başladı. Ekim 1912 den Mart 1913 tarihine kadar 6 ay boyunca Tıbbıye resmen kapatıldı. Öğrenciler yaralılara yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Gülhane Tatbikat Mektebi de yaralılar için hastane görevi yapıyordu. 16 Mart 1913 de Tıbbıyenin açıldığı ve derslere başlanacağı ilan edildi. Savaştan dönen hocalardan sağ kalanlar eğitime tekrar başladılar, tabii sağ kalan öğrencilerle.

Balkan Savaşından hemen sonra başlayan I. Cihan Savaşı bu öğrencilere ikinci bir şok olmuştu. Savaş başlayınca askeri öğrenciler 6 ay talimgahlara gönderilmişlerdi. Avrupa tarafında Ayazağa’da ve Asya tarafında Bostancı’da silah talimleri başlamıştı. Savaşın büyüyerek devam etmesiyle Tıp Fakültesi 1 yıl fakültenin kapandığını ilan etti. Hocalar gereken cephelere gönderilmiş, Tıbbıye son sınıf öğrencileriyle 3. 4. 5. sınıf öğrencileri askeri birliklerde görevlendirilmişlerdi. Son sınıfın en çalışkan ve bilgili öğrencileri Kafkasya cephesine gönderildi. Orada çoğu tifüs hastalığından ölmüştür. Fakülte gene “Mecruhin” (yaralılar) hastanesi oldu. Cephedeki tıbbıyeliler ölümle burun buruna yaralılara yardım etmeğe çalışıyorlardı. Talimgahlardaki tıbbıyeliler ağır askeri eğitim ve açlıkla mücadele ediyorlardı. Açlık ve sefalet diğer öğrenciler için de yaşanan bir olaydı. Okulda çok zor şartlarda hazırlanan yemekler bile yetersiz kalıyordu. İdareciler süpürge tohumundan hazırlanan ekmekleri, kandil yağıyla pişen yemekleri bile zor tedarik edebiliyorlardı. Öğrenciler açlıklarını kapatmak için okulun yakınlarındaki bostanlardan sebze,meyve çalmak zorunda kalıyorlardı.Veremden 20 tıp öğrencisi ölmüştü. Hariçte durum daha da kötü idi. Çok kimse tıbbıyelilerin yediklerinin yarısını bile bulamıyorlardı, öğrencilerden bu ekmekleri tasarruf edenler ailelerine ulaştırdıkları zaman bir dilim ekmek kurabiye gibi sevilerek yeniyordu. Tıbbıye bir yıl sonra 1916 da eğitime tekrar başladı. Sağ kalanlar ve durumun acısını yaşayanlar büyük bir gayretle derslerine devam edip tıp eğitimini tamamlamaya çalıştılar.


İşgalde ve Kurtuluş Savaşında Tıbbıye

I. Cihan savaşından sonra imzalanan Mondros mütarekesi ile Osmanlı Devleti ayrı bir döneme girdi; Mütareke ve işgal dönemi. Mondros anlaşmasını ileri süren itilaf devletleri filosu 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgal etti. 21 Kasım 1918’de Meclis-i Mebusan feshedildi. Aralık 1918’de Tıbbıye binası da işgal edildi. Haydarpaşa’daki tıp eğitimi İngiliz askerleri tarafından 5 sene sürecek işgal dönemine girdi.

Binanın pek çok bölümünün boşaltılması emredildi. Derslerin etkilenmemesi için dershaneler bırakılmış diğer bölümler okulun ihtiyaçlarında kullanılmıştı. Kömür depoları, ambarlar bile boşalttırılmış, mutfak ikiye bölünmüş, yatakhanelerin büyük bölümü boşaltılmış, büyük çoğunluk çatı katına sürülmüştü. Askeri Tıbbıyelilerin yatakhanelerine İngilizler yerleşti, öğrenciler çatı katındaki bölümlere yerleştirildiler. Karyolalar alınmış öğrenciler yer şiltelerinde yatmışlardı. Tuvaletler gece İngiliz askerlerine ayrılmış, tıbbıyelilerin gitmesi yasaklanmıştı. Öğrencilerin yatakhanelerine idrar kovaları koymak zorunda kalınmıştı.

Hocalar ve öğrenciler şaşkınlık içindeydiler Hocalar Londra’ya durumu protesto eden telgraflar gönderdiler: “Medeni İngiliz milletinden gelir gelmez irfan kurumlarını yıkmak suretiyle mi uygarlık örneği göstereceklerini soran ve işe el konulmasını” isteyen telgraflardı. Bu şartlarda tıp eğitimi devam ediyordu. İdareci hocalar bu zor durumda en pratik çözümlerle derslere ara verilmemesini sağlıyorlardı.Özellikle okul müdürlüğüne atanan doktor Hulusi (Alataş) öğrencilerin bu zor durumda derslerinin aksamaması için gece gündüz okulda kalıyor ve öğrencilerle ilgileniyordu. İngiliz komutanların istekleri bitmiyordu. Pazar ayinleri için dershaneleri boşalttırıyor, sosyal faaliyetler kısıtlanıyordu.

Bir süre sonra askeri öğrencilerin resmi kıyafetleri için emirler gelmeye başladı. Askeri kıyafete tahammülsüzlük gösteriyorlardı, sonunda üniformayla dolaşmayı tamamen yasakladılar. Sivil kıyafeti olanlar o kıyafetlerini giydiler, Anadolu’dan gelen ve memleketin zor şartları dolayısıyla askeri kıyafetinden başka giyeceği olmayanlara pijama gibi basit kıyafetler dağıtıldı. Fes giyilmesine müsaade ediliyordu fakat o da en basitinden ve püskülsüz olacaktı. Askeri öğrenciler bu soytarı kılığı ile derslere devam ettiler. Biraz parası olanların yardımıyla ikinci el pantolon, ceket bulmaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra okula alınacak askeri öğrenci sayısına kısıtlama getirdiler. Yılda 20 öğrenci!.

10 Mart 1919 İttihatçılar savaş suçlusu ilan edildi tutuklanmaya başladı. 10 Nisan 1919 Kemal Beyin idamı tıbbıyelileri büyük acı içinde bıraktı. 15 Mayıs 1919 İzmir’in işgali şok etki yaptı. Hocalar ve öğrenciler fırsat bulduklarında bu acılarını birbirleriyle paylaşıyor, neler yapabileceklerini konuşuyorlardı. Sultanahmet’teki mitinglere ve toplantılara gizlice katılıyorlardı. Darülfünün öğrencileriyle beraber milli davayı destekleme mitingleri hazırladılar, bildirileri tıbbıyeliler dağıtmıştı. İstanbul’da İşgal kuvvetleri, onun işbirlikçileri, azınlıklar, yardımı işgalcilerden bekleyen Padişah ve hükümet, himayeciler, mandacılar, ümitsizler gibi guruplarla sancılı bir dönem yaşanırken Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’i yakından izleyenler ümit doluydu.

İstanbul’un işgali sırasında boğazda demir atan işgal kuvvetleri donanmasını gören Mustafa Kemal “Geldikleri gibi giderler” demişti. Aynı manzarayı Haydarpaşa’daki Tıbbıye binasının toplantı salonundaki pencereden seyreden hocalar gözyaşlarını tutamamışlardı. İşgal kuvvetlerinin donanmalarının saraya dönük toplarını 15 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal, Sultan Vahdettin’in Yıldız Sarayındaki Mabeyin Köşkünün penceresinden izlediğinde zor anlar yaşamıştı. Mustafa Kemal’in Sultan Vahdettin ile Anadolu’ya geçmeden önceki görüşmesinde Padişahın; “Paşa paşa asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim, devleti kurtarabilirsiniz” sözü Mustafa Kemal’in korkmasına sebep olmuştu. Düşüncelerinden Padişahın haberi var mıydı, olmadığını anladığında rahatlamış, görevini yapmak üzere Samsun’a çıkmıştı. Anadolu’da ulusal hareket başlamıştı. 22 Mayıs Havza genelgesi, 22 Haziran Amasya genelgesinden Sivas kongresi duyurulmuştu.

Tıbbıyeliler hocalarıyla bu hareketi dikkatle izliyor, Sivas kongresine katılmak, desteklerini bildirmek istiyorlardı. Okulun hamamında toplandılar, Sivas kongresine katılma kararı aldılar. Bu toplantıyı yapmayı teşvik eden Doktor Talat beydi, herkes gitmek istiyordu büyük sorun yol parasını bulmaktı, ancak üç kişiyi gönderebileceklerdi. Yapılan oylama ile şanslı üç kişi seçildi; Hülagu , Yusuf (Naci Ceylan) , Hikmet (Mehmet Boran) beyler. Fakat 15 lira toplanabilmişti ve bununla yalnız Hikmet bey gidebilecekti. Mustafa Kemal’i ve kongrede alınan kararları desteklediklerini bildiren mektup hazırlandı. Ayrıca çok önem verdikleri bir kitap hazırladılar “İzmir Faciaları”. İzmir’in işgali sırasında yapılan zalimlikleri anlatan bu kitap için belgeleri Jandarma genel komutanı Ali Kemal Paşa gizlice vermişti. Bunlar gizli resmi dökümanlar idi. Kitabı kimse basmak istemiyor veya yüksek ücret istiyorlardı. Tıbbıyeliler bu kitabın hem İstanbul’da hem de Anadolu’da dağıtılmasını istiyorlardı. 1000 nüshanın 1000liraya basılmasını matbaacı Ali Şükrü Bey kabul etmiş. Ali Sait Paşanın kız kardeşi Kadriye Melek hanım bu zor zamanda parayı vermişti. Nermi Karadeniz ve Hikmet Boran beyler geceli gündüzlü çalışarak İzmir Faciaları’nı kongreye yetiştirmişlerdi. Hikmet Bey trenle Haydarpaşa’dan Ankara’ya gitmiş, oradan İsmail Fazıl Paşa ile Sivas’a hareket etmişlerdi. Hikmet Bey büyük bir özveriyle her türlü tehlikeye rağmen görevini tamamlamış 15 gün sonra okula dönmüştü. Tıbbıyeliler sevinç içindeydiler. Sivas ve Erzurum kongresinde alınan kararlar ulusallaştı, Heyet-i Temsiliye oluşturuldu, Milli mücadele başladı.

Tıbbıyedeki öğrenciler okulu işgal eden İngiliz askerleriyle alışverişe başlamışlardı. Önce kurabiye marmelat daha sonra postal, fanila derken esas hedef seçilmişti. Bir liraya İngiliz mavzeri, 5 liraya makineli tüfek alıp bu silahları Anadolu’ya gönderiyorlardı. Çorumlu İbrahim kurdukları bir teşkilattan para bulup bu silahları satın alıyor, onların aracılığıyla gönderiyordu. Anadolu’ya silah ve cephane kaçıran “Ayın-Pe” teşkilatının Tıbbıyedeki 15 öğrencisi Bahariyedeki depodan el bombaları çalıp okula getirmişti. Yapılan ihbar üzerine okul basılmış, bu öğrenciler sınıf doktoru Bedri Bey’in yardımı ile okuldan uzaklaştırılmış arama olumlu sonuç vermemişti. Ertesi gün bombalar Anadolu’ya gitmek üzere yola çıktı. İngilizlerin öğrencilere karşı davranışları daha da sertleşmişti.

Tıbbıyelilerin çoğu savaşa katılmak üzere Anadolu’ya gitmek istiyorlardı. Kaçma için en uygun yol Kızılay aracılığıyla idi. Oraya gidip çalışan görevli hekimlere müracaat ettiklerinde; önce okulunuzu bitirin milletin hekime ihtiyacı çok, deniyordu. Kalanlar büyük bir gayretle derslerine çalışıyorlardı. Daha iyi öğrenebilmek için dershanelerde ön sırada oturma mücadelesi de veriliyordu. Sabahın erken saatlerinde dershanelerin önünde kuyruk oluşturuyorlar ön sıra kavgası yapıyorlardı. Milli mücadeleye katılma istekleri söndürülemiyordu. 1920 yılında on kadar öğrenci, büyük tehlikeye girerek Gebze üzerinden kendi imkanlarıyla Milli mücadeleye katıldılar. Milli kuvvetlerin sağlık işlerinde çalışan bu öğrenciler Ekim 1921 de okula iade edilmişlerdi.



Resim 2: 1919 yılındaki ilk Tıp Bayramı kutlanması

Tıp Bayramı Kutlamaları

İşgal ve savaş tıbbıyelilerin kendi değerlerine daha çok sarılmalarına sebep olmuştu. Tıp Bayramı kutlamaları da bu birliktelikten biri olarak yaşanmıştı. Çağdaş tıp eğitiminin başlangıç tarihinin saptanmasından sonra 14 Mart’ta kutlanmasına karar verildi. 1921 yılında Tıp Bayramının 94. yılı kutlanacaktı. Büyük hazırlıklar yapıldı. Tören Kadıköy Hale sinemasında oldu, İstanbul’daki bütün hekimler toplandı. Asker, sivil bütün hekimler, devletin ileri gelenleri, hatta işgal ordusu mensupları ve hekimleri ve pek çok tıbbıyeli oradaydılar. Büyük bir coşku ve heyecan vardı. Çok önemli mesajlar veren konuşmalar yapıldı.

Tıp Bayramından sonra tıp eğitiminin başlangıcı konusunda tartışmalar başladı. Türk hekimliği tarihinin 94 yıl değil 500 yıllık geçmişe sahip bulunduğunu ve kutlamanın 14 Mart değil 12 Mayısa alınmasının gerekli olduğunu ileri sürülüyordu. Basında ve tabipler arasında tartışmalar oldu. Fatih Darüşşifası ile başlayan tıp eğitimini kabul edenler ikinci bir tıp bayramı organize ettiler. 19 Mayıs 1921 de Fakülte konferans salonunda Prof. Refik (Güran), Ziya Nuri(Birgi) Paşa, Raşit Tahsin (Tuğsavul) Beyin katıldıkları bir toplantı yapılmış, Askeri Sıhhıye Dairesi Harp Tarihi Sıhhıye Şubesi’nde görevli Dr.Yzb. Osman Şevki (Uludağ) Bey bir konuşma yapmıştı. İkinci bir coşku yaşandı. Bu toplantılar birlik ve beraberliği arttırıyordu.

Zaferden Sonra Tıbbıye

Ankara’dan iyi haberler geliyordu. Tıbbıyeliler başarıları sevinçle izliyorlardı, 30 Ağustos 1922 Büyük zafer yurtta ve İstanbul’da heyecan yaratmıştı. 9 Eylül 1922 İzmir’in kurtuluşu

düşmanın hezimete uğratılması büyük sevinç yarattı. İki gün iki gece süren şenlikler, fener alayları yapıldı. Refet Paşa Trakya bölümünü devir almakla görevlendirildi. Milli hükümet temsilcisi Refet Paşanın 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelişi Tıbbıyeliler için çok önemli bir olaydı. Muazzam bir karşılama töreni hazırladılar. Tıbbıyeyi temsilen üç kişi seçildi. İşgal altındaki İstanbul’da bu çok tehlikeli katılım bir çok zorluklardan sonra başarılmış, Refet Paşa Tıbbıyeye davet edilmişti. Paşa ertesi gün konferans vermek için Haydarpaşa’daki binaya geldi. Paşanın arabasını tıbbıyeliler kormuş, öğrenciler tarafından rıhtımdaki evlerin bazıları boşalttırılmıştı. Okulun önünde bir “Zafer takı” yaptırılmış, büyük bir öğrenci kalabalığı hazır bulunmuş, çiçeklerle karşılanmıştı. Tıbbıyedeki konferans salonu hınca hınç doluydu, hocalar, önemli devlet adamları, Şehzade Ziyarettin Efendi’nin hazır bulunduğu salonda Refet Paşa “Tıbbıyelilerin Milli Mücadeledeki hizmetleri” ni anlatan bir konuşma yapmış, diğer konuşmalarla karşılıklı sevgi ve şükran ifadelerinde bulunulmuştu.

1 Kasım 1922 Ankara hükümeti hilafetle saltanatı ayırdı, Saltanat kaldırıldı. 17 Kasım 1922 günü Vahdettin İstanbul’dan ayrıldı. 22 kasım 1922 İstanbul komutanı Selahattin Adil paşa şehre girdi. 2 Ekim 1922’de son birlikler İstanbul’dan ayrıldı, İtilaf devletleri işgal ettikleri toprakları terk ettiler, İstanbul’u boşalttılar. Tıbbıyeliler yaşadıkları olayları unutmayarak büyük bir gayretle derslerine ağırlık verdiler. 6 Ekim 1923 Türk Birlikleri İstanbul’u resmen teslim aldı. 29 Ekim 1923 Cumhuriyeti ilan edildi. Tıbbıye öğrencileri bu sancılı dönemde ölen arkadaşlarının hatıralarını kalplerine gömdüler ve Türkiye Cumhuriyetinin sağlık mücadelesinde yerlerini aldılar.

14 Mart 1827 Çağdaş tıp eğitimimizin başlangıç tarihi. 2007 yılında bu kuruluşun 180. yılını kutlayacağız. Bu kutlamalarda bugün sahip olduğumuz çağdaş, gelişmiş bir tıp eğitimin önemini düşünmeliyiz. Bugün sahip olduğumuz pek çok şeyi o günkü çabalara borçluyuz. O günleri öğrenmek, bugüne gelinirken verilen emekleri, özgürlüğün, bağımsızlığın, kendi değerlerimizin kıymetini düşünmemize yardımcı olmalıdır.


Kaynaklar
- Altıntaş A. Osmanlılarda Modern Anlamda Tıp Eğitiminin Başlaması Tıbhâne-i Amire. Osmanlı,Yeni Türkiye

Yayınları, Ankara 1999; c.8; 528-542.

- Özbay K. Türk Asker Tarihi ve Asker Hastahaneleri, Cilt 2, İstanbul 1976.

- Ünver AS . Mektebi Tıbbıye Talebesi Arasında Hürriyet ve Serbest Düşünüş Cereyanları. İstanbul Klinik



dersleri Cilt VII, Sayı 40, İstanbul Mart 1953.

- Ünver AS. Birinci Cihan Harbinde Tıp fakültesi. Modern Tedavi Mecmuası, No.3, İstanbul 1952.

- Ünver AS . Mütareke Senelerinde Tıp Fakültesi. Modern Tedavi Mecmuası, Cilt 1, No.8, Nisan-Mayıs 1952

TIP ETİĞİNİN TANIMI VE GEREĞİ


Prof. Dr. Nil SARI

Etik, belirli durumlardaki ilişkilerimizde en doğru, en iyi tutumu belirleme ve buna göre davranma; yani çeşitli yararları, riskleri ve ödevleri dengeleyerek, vereceğimiz kararlarda doğrunun/iyinin, yanlışa/kötüye ağır basmasını sağlama olarak tanımlanabilir. Etik, doğru /iyi ile yanlış/kötü olarak nitelenen kavramların tanımlanması, sorgulanması ve tartışılmasını da içerir. Böylece etik, araştırma, eğitim ve yayın yoluyla edinilen ve geliştirilen bir bilgi alanıdır. Başlıca amacı, en doğru ahlak değerlerini ve eylemlerini belirleyebilmektir. Tıp etiği, tıp uygulamasında kesinlikle ve dikkatle gözetilmesi gereken bir konudur, çünkü söz konusu olan insan ve hayatıdır. Tıp bir uygulama alanı olarak sadece bir bilim dalı ve teknik beceri alanı değildir. Tıp eğitiminde salt bilgi ve teknik becerilerin öğretilmesi iyi hekim olmaya yetmemektedir. Tıbbın konusu olan insanın değerleri ele alınmalı ve hasta başındaki uygulamalarda insani değerler gözetilmelidir. Hekimin uğraşı olan insan ve ona ait dokular birer madde değildir. Her bir hasta ayrı ve özel bir kişi, dolayısıyla her bir hekimlik uygulaması özel bir durumdur.


Ahlak terimi bir toplumda çoğunluğun kabul ede geldiği değer yargıları, ya da hekimlik gibi bir meslek topluluğu üyeleri için oluşturulan kurallar anlamında kullanılabildiği gibi ahlak, etik karşılığında da kullanılır. Deontoloji ise, ödev ahlakı anlamına gelir. Ödev ahlakı, bir takım kurallar çerçevesinde belirlenir. Kişi, doğru ve yanlışın ölçüleri olarak kabul edilen bu kurallara uymakla yükümlüdür. Yani, kişinin eyleminin doğruluğunu sonuçlarının iyi ya da kötü olması değil, mevcut kurallara uymuş olması belirler. Bu gibi görüş sahipleri bir eylemi değerlendirirken kişiyi, yani eylemi yapanı da göz ardı ederler. Sağlık mensuplarının doğru yolu izlemelerini sağlamak üzere bir takım hukuk düzenlemeleri yapılmış; bildirgeler, genelgeler, yönergeler, yönetmelikler, tüzükler hazırlanmıştır. Örneği, Tıbbi Deontoloji Tüzüğü doktorların ahlak ödevlerini belirler. Doktorlar bu tüzüğe uymakla yükümlüdür. Ne var ki, bu tüzük pek çok ahlak konusunu içermez ve doktorun her an karşılaşabileceği etik ikilemlerin çözümüne yeterince kılavuzluk yapamaz. Deontoloji, sonuca bakılmaksızın kurallara uyulmasını gerektirir. Tıbbi deontoloji tüzüğü de bir yönetmelik olduğundan, maddelerine uyulması beklenir.

Tıp bilgisindeki ve teknolojideki ilerlemeler tıp deontolojisinin ve hukukunun zaman içinde değişmesini ve yeni bir takım kuralların getirilmesini zorunlu kılar. Ama etik deontolojiye bazen uyar, bazen de uymaz. Hukuk ile etiğin ilişkisi de böyledir. Bir örnek ile açıklayayım. Diyelim ki gebeliğin sonlandırılması yönetmeliğe ve yasaya uygun, ama etiğe uygun olup olmadığı tartışılıyor. Kimine göre ana karnındaki çocuk henüz doğmadığından bir birey değildir ve bu eylem bir cinayet sayılmaz, kimine göre ise bir canlıyı öldürmektir. Yine örneği, sonuç alınamayan bir tedavinin durdurulması ve dolayısıyla hastanın ölmesi etik ve yasa açısından farklı değerlendirilebilir. En doğruyu elde etmenin amaç edinildiği etik görüşte sabit, değişmez, mutlak kurallar yoktur. Her bir duruma göre, en iyiyi elde etmek için gereken etik ilke ve kurallar göz önünde tutularak, yapılmasına karar verilen eylemin yararının, olası zarara ağır basması ve külfetine değmesi sağlanmaya çalışılır.

Düşünürler, kişiyi doğru tutum ve davranışlara yöneltmek üzere yol gösterici bir takım ahlak ölçüleri (normlar) geliştirmekte ve bunları ahlak/etik ilke ve kuralları olarak tanımlamaktadır. Geliştirilen etik ölçülerin bir ahlak kuramı çerçevesinde değerlendirilip, uygulanması beklenir. Aslında, etik ilkeler ve kurallar birbiriyle çatışır durumdadır. Örneği, bir kişiye yararlı olabilmek için, ona ait bir bilgiyi ondan esirgeyerek, onun özgür iradesini kullanma hakkını çiğnemek durumunda kalabiliriz. Yani, kural olarak, “doğruyu söyleyiniz” derken, öyle bir durum olur ki, bazen bir hastaya “doğruyu söyleyip hastaya zarar vermeyin”, bu etiğe uymaz da diyebiliriz. “Doğru mu karar verdim?” sorusunun cevabı için etik ölçüleri bilmenin yanı sıra, etiğe uygun davranmaya niyetli olmak gerekir. Etik, ahlak değerlerini kapsadığından, daha iyiyi belirlememize rehberlik yapması beklenen bu ahlak ölçülerinin önemi ve önceliği toplumdan topluma, durumdan duruma, hatta kişiden kişiye de değişebilir. Günümüz düşünürleri yakın zamana kadar sadece fiilin kendisi, yani “yapılan” üzerinde yoğunlaşıp, eylemi “yapan” kişi üzerinde yeterince durmadığından, geliştirilen ahlak kuralları uygulama alanına gereği gibi yansıyamamıştır.

Davranış bilimi, toplum bilimi ve antropoloji alanında yapılan çalışmalarla belirli toplum ve yerlerde geçer olan belirli ahlak konuları araştırılıp, tespit edilmektedir. Örneği, gebelerin ve başvurdukları kurumun sağlık çalışanlarının gebeliğin sonlandırılmasını etik açıdan nasıl değerlendirdiklerini araştırıp, tespit edebiliriz. Bu konuda yapılan bir doktora çalışması, gebeliği sonlandırmanın ülkemizde nüfus planlaması yöntemi gibi kullanıldığını gösterdi.

Cerrahi kliniklerinde yapılan bir takım araştırmalar ise, girişim öncesinde hastaların gereğince bilgilendirilmediğini, kendilerinden alınan yazılı rıza formlarının amaca hizmet etmediğini ortaya koydu. Türkiye’de bu gibi araştırmalar henüz çok yetersiz. Yani, kendimizi yeterince tanıyabilmiş değiliz. Doğrularımızı ve yanlışlarımızı, bunların arkasında yatan değerlerimizi ve yargılarımızı bilim çerçevesi içinde tespit etmekte gecikiyoruz. Ahlak ölçüleri özellikle Batı ülkelerinin felsefecileri ve ilahiyatçılarınca geliştirilmektedir. Etik tutum ve davranışa temel teşkil eder nitelikte olduğu var sayılan bu ahlak ölçülerinin tüm insanlarca benimsenip uygulanması beklenmektedir. Ancak, bu bir tartışma konusudur. Ahlak değerleri toplumdan topluma, hatta kişiden kişiye öylesine birbiriyle çelişip çatışabilir ki, bir ailenin bireyleri bile aynı değerleri taşımayabilir. İnsanların doğruları yetiştikleri ortama göre biçimlendiği gibi, yaradılışlarına göre de değişebiliyor. Ahlak ölçülerinin insanların ahlak değerlerine dayandığını ve bu değerlerin önceliklerinin toplumdan topluma değişebildiğini göz önünde bulundurursak, tüm dünyada geçer, değişmez ölçüler ve kurallar geliştirmenin zorluğu anlaşılır. Bu bağlamda uluslararası bildirgeler, dünyada ortak ahlak ölçüleri oluşturma amacına hizmet etmektedir. Tabii ki tüm dünyada geçer olan doğruluk, adalet gibi temel ahlak kavramları var. Ve yine, tüm insanlarca kabul gören ahlak kuralları var. Aslında tıp etiği kuralları etik olgular göz önünde tutularak geliştiriliyor ve böylece geniş kitlelerce benimsenebiliyor. Sorun, karar verme aşamasında hangi etik ilke ve kurala öncelik tanınacağıdır. İlke ve kuralların önceliği bakımından toplumlar arasında önemli farklar olabiliyor. Bu farklar da insanların davranışlarını ayrı ayrı yönlendiriyor ve değişik sonuçlara varılıyor.

Ne var ki, tıp mesleğinin uygulanması bir düzen içinde olmalıdır, yani uygulamada bir takım kurallar bulunmalıdır. Yasa, mükemmel olmasa da, sağlık çalışanlarını denetleyen, toplumun yararının gözetilmesine imkân sağlayan bir araçtır. Ancak, hekimlerin tıbbi kararları ne ölçüde yasanın incelemesine ve denetimine konu olmalıdır? Hekimlerin hangi davranışlarının kabul edilebilir olduğunu yasalar mı, yoksa tıbbi durumlar mı belirler? Hekim-hasta ilişkisinde karşılaşılan pek hassas etik ikilemler yasalarla çözümlenebilir mi? Bu, oldukça güçtür, çünkü hiçbir hasta aynı olmadığı gibi, tanısı ve tedavisi de aynı olamaz. Ayrıca, doktorların hastalarıyla ilişkilerini yalnızca hukukçuların ve doktorların düzenlemesi de doğru görülemez. Hastaların da, yaşamı ve ölümü ilgilendiren sorunlar üzerinde karar verme hakkı vardır. Bu nedenledir ki etik eğitiminde belirli ve değişmez tutum ve davranış reçeteleri vermek güçtür.

Amacımız, öğrencinin tıp etiği konularında bilgilenmesi, bilinçlenerek duyarlık kazanması, etik sorunun farkına varması, etiğe uygun davranma bilinç ve kaygısını hissetmesini sağlamaya çalışmak olmalıdır. İleride karşılaşmaları söz konusu olan etik sorunlar ve çözümleri örnek vakalar ile tartışılmalı ve öğrenciler etik sorunları en doğru biçimde çözmeye hazırlıklı kılınmalıdır. Etik sorunların incelendiği vaka tartışmalarında en doğru kararın nasıl verilebileceği, etik ilke ve kurallarının ikilemlerin çözümünde birer ölçü olarak nasıl kullanılabileceği ele alınmalıdır. Doktor, hastasının değerlerini de kavrayabilmelidir ki ona gereğince yararlı olabilsin. Bu, aynı zamanda, hekim-hasta ilişkisinde dikkatle gözetilmesi gereken bir iletişim sorunudur. Bu nedenledir ki etik eğitimi öğrenci katılımlı ve sorun çözmeye yönelik olmalıdır. Ancak, etiğe uygun iletişim becerilerini kazandırmaya yönelik eğitim ve öğretime yeterince vakit yoktur.

Öğretim üyesinin derste anlattıkları, öğrettikleri tıp etiği eğitiminin ancak bir yönüdür. Öğrenciler hocalarını taklit ederek de, çok kere farkına varmadan öğrenir, yani etiğe uygun ya da uygun olmayan davranış kalıplarını edinir. Öğrenciler bir bakıma hekimlik rollerini izledikleri örnek kişilere bakarak edinir. Tıp fakülteleri zeki, çalışkan ve çoğu isteyerek gelen gençlerle dolu. Okula yazıldıktan sonra öğrenciler karşılarındaki örneklere bakmakta ve giderek onlara benzemektedirler. Özellikle klinikte görevli öğretim üyelerinin neyi nasıl yaptığı, ya da yapmadığı çok önemlidir, çünkü onlar örnek alınacaktır. Bilginin öğretilmesi ile öğrencinin eğitilmesi kesinlikle birlikte gözetilmelidir. Tıp eğitiminde öğretenle öğrenen dirsek-dirseğe olmalıdır. Tıp uygulamalı bir daldır. Sadece kitap bilgisiyle iyi hekim yetişmez. Usta iyi olmalıdır ki, çırağı da iyi yetişsin.

Değer verdiğimiz önceliklerimiz tutum ve davranışlarımızı yönlendirir. Örneği, tıp fakültelerimizde öğretim üyelerinin birden çok uğraş alanı vardır ve bunları gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Ne var ki, öğretim üyelerinin öncelikleri, tercihleri tutumlarını etkilemekte ve davranışlarını yönlendirmektedir. Örneği, bir öğretim üyesi tıp öğrencisinin eğitimine öncelik veriyorsa, çoğu zamanını ve emeğini eğitime ayırır ve bu uğraşıyla mutlu olur. Hasta bakımına en büyük değeri yükleyen öğretim üyesi, kendini hastaya hizmete adayacaktır. Araştırmaya daha çok önem veren bir öğretim üyesi ise, yeni bilgi üretmek için daha çok mesai sarf eder. Ya da bir öğretim üyesi para kazanmayı amaç edinmiş olabilir ve zamanını ve emeğini bu en çok değer verdiği maddi kazancını artırmaya yöneltebilir. Ne var ki hekimlik bir ticaret değil, hizmet işidir. Amaç, hastaya en büyük iyiliği sağlayabilmektir, yani amaç para kazanmak değildir. İyi hizmet verildiğinde para da gelecektir. Sağlık alanında maddi çıkarın diğer getirilerin önüne geçerek amaç edinildiği durumlara engel olmak için, etik ölçülerden kaynağını alan yönetmelikler geliştirilmeli ve işletilmelidir.

Klasik hekim-hasta ilişkisi karşılıklı güvene dayanırdı. Yasa karşısında doktorların ödevlerini olabildiğince serbest yapmalarını hoş görmek eskiden yaygın bir uygulamaydı. Örneği, bilgilendirilemeyecek ve rızası alınamayacak yetersiz bir hastanın tedavisinde ya da ameliyatında hastasının en büyük yararına göre davranan bir doktorun eylemi yasaya da uygun kabul edilirdi. Günümüz tıp hukukçuları ise, eskiden olduğu gibi hekimin sadece iyi niyetine değil, hekimin eyleminin kendisine bakma eğilimindedir. Örneği, hastasını bilgilendirip rızasını almadan girişimde bulunan hekim, niyeti ne kadar iyi olursa olsun, kusurlu bulunacaktır. Hastanın kendi yararı için de olsa, özgür iradesini bile bile sınırlandıran hekimin davranışı “babacı” olarak nitelenmektedir. İnsan hakları konusu yükselen bir kültür değeri olarak babacı davranışları giderek daha da kabul edilemez kılmaktadır. Özellikle son on yıldır doktorların yetki ve sorumluluklarının sınırları çizilmektedir. Hekim-hasta arasındaki ahlak/hukuk çatışmalarının çözümü değerlendirilirken de hekimin “niyeti” değil, “yaptığı” temel alınır.

Tıp yasaları büyük oranda etik kavramlara ve görüşlere dayanmakla birlikte, mahkeme kararları etik ilkelere değil, yasa maddelerine dayanır. Mahkemede, ele alınan durumla ilgili yasa maddeleri aranır, bulunur ve uygulanır. Tabii ki, tıp etiği ve tıp hukuku birbiriyle ilişkilidir. Temel sağlık sorunlarıyla ilgili olarak tıp hukuku ve tıp etiği birbirini karşılıklı uyarıcı, ama karmaşık bir ilişki içindedir. İkisi de çok kere benzer ilkeleri, yükümlülükleri ve ölçüleri kullanır. Ancak, yasaca değerlendirme ile ahlakça değerlendirme, kesişip buluştukları durumlarda bile birbirinden farklı olabilmektedir. Yasaca ve ahlakça beklentiler; sağlık çalışanının yükümlülükleri, hizmetin maliyeti, zararın tazmini gibi sorunlar karşısında değişebilmektedir. Bu nedenle, yasaya uyan kişinin her zaman ahlaklı, ya da erdemli olduğu ileri sürülemeyeceği gibi, bir durumun yasaca kabul edilir olması, ahlak bakımından da kabul edilir olduğu anlamına gelmez. Örneği, verilen bir sözün yerine getirilmemesi yasada sözleşmenin ihlali anlamına gelmeyebilir, ama ahlak kurallarının ciddi biçimde çiğnendiği anlamına gelebilir. Böylece, tıp hukukuna ters düşmeyen birçok davranışın ahlaka uygun olup olmadığı, yani ne ölçüde etiğe uyduğu sorgulanabilir. Sonuç olarak, doğrudan doğruya ahlaka dayalı bir yargıdan, yasaya dayalı bir yargıya varılamayabileceği gibi, bunun tersi de olmayabilir. Örneği, doktorun girişimiyle hamileliğin sonlandırılmasının (rahmin tahliyesinin) ahlakça yanlış olduğuna inanan bir kişi, bu uygulamanın kanunla yasaklanmasını desteklemeyebilir. Bir eylemin ahlakça kabul edilebilir olduğu yargısı da, yasanın buna izin vereceği anlamına gelmez.

Tıp etiğinin yasalaşmamış, ya da yasalaşamayacak yönleri vardır. Bu nedenle, tıp etiği ilkelerinin bilinmesi ve bunlara uyulması, sağlık çalışanı için kaçınılmazdır. Etik ilkeler, belirli durumlarda sağlık çalışanının en doğru eyleminin ne olabileceği konusunda yol gösterici ölçülerdir. Bu davranış örnekleri etik sorunların çözümlenmesinde yönlendiricidir. Örneği, belirli durumlarda hastayı tedaviye başlamamak, ya da başlanan tedaviyi durdurmak etiğe uygun görülebilir, ama kötüye kullanma olasılığının önlenmesi mümkün olamayacağından, bu gibi eylemlerin yasayla düzenlenmesine karşı çıkılır. Her ne kadar bazı sağlık çalışanları tıbbi bir eylemin ahlaklı olup olmamasını o eylemin kanunca yasak olup olmamasıyla ölçse de, böyle bir tutum gerçeğe uymaz. Çünkü etik kurallar bazen yol gösterici olmaktan öte zorlayıcı da olabilir. Bu, hukukun değil, insanlar arası ahlak ilişkilerinin zorlamasıdır. Bir insanın dışlanması, görmezlikten gelinmesi, teşhir edilmesi gibi tepkiler buna örnek verilebilir. Örneği, sözünde durmayan bir doktor, hastası zarar görmese de, onun güvenini yitirecektir.

Hukuk, etik değerlerin ve ölçülerin tümünü kapsayamaz. Yasa koyucular ve yürütücüler, haklı olarak, ahlakça yanlış sayılan her bir duruma karşı yasa çıkarılmasına yanaşmazlar. Bu nedenledir ki, son yıllarda, yargıyı destekleyen “yasa ötesi” düzenlemeler yapılmıştır. Bunlardan, hastane etik kurulları, araştırma etik kurulları, etik danışmanlık birimleri, hasta hakları birimleri, etik kursları ve çeşitli etik kılavuzları, etik kodlar, bildirgeler vb. örnek olarak verilebilir. Sağlık çalışanlarının bazen hukuk organları ile karşı karşıya gelebildiğini düşündüğümüzde, bu yeni çözümlerin değeri somut bir şekilde ortaya çıkar. Örneği, tedavisi için rızası alınamayacak durumda olan bilincini yitirmiş bir hastanın bilgilendirilme ve onam hakkını çiğnememenin yollarının aranmasında ve en uygun çözümlerin üretilmesinde etik ilkeler sağlık çalışanına yol gösterir.

Tıp etiği alanında karşılaşılan ve tıp hukuku alanına yansıyabilen sorunlar kişilerarası çelişkiler ve çatışmalardan oluşur. Çatışmaların pek çoğu, hasta ile sağlık çalışanının bir eylemi yapma ya da yapmama konusunda hak ya da yükümlülüğün var olup olmaması ile bunların sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiğine dair görüş farklılıklarından kaynaklanır. Sağlık çalışanlarının çeşitli görev yükümlülüklerinin getirdiği ödevlerin birbiriyle çekişmesi, sağlık çalışanının hastaya ve kuruma olan sözleşmelerinin çatışması, hekim ve hasta hakları arasındaki çekişmeler çeşitli sorunlar doğurur. Örneği, hasta kişi sağlıklı yaşam hakkı dolayısıyla sağlık hizmeti alma hakkının sağlık çalışanınca gözetilmesini bekler, ancak bu hakkın sağlık çalışanına ve sağlık kurumuna getirdiği yükümlülüklerin sayısı, türü ve önemi tartışmalıdır.

Sağlık çalışanı ile hasta arasındaki en büyük çatışmalardan bir kısmı da hastanın temel haklarından olan özerklik hakkını, yani kendisine yapılacaklar konusunda özgür iradesi ile karar verme hakkını ne ölçüde kullanıp kullanamayacağı sorunudur. Toplum hayatında sınırsız özerklik hakkını gerektirecek ölçüde güçlü bir hak yoktur. “Kabul edilebilir özgürlük” kavramı ile insanların özgürce yapabilecekleri eylemler kastedilir, ama özerkliğin doğru ya da yanlış uygulanışını belirleyen listeler hazırlamak güçtür. Hasta özerkliği üzerinde bazı kısıtlamalar olacaktır, ancak bunların ne kadarı geçerlidir? Özerkliğin sınırlanması için geçer gerekçelerin belirlenmesine girişildiğinde “özgürlüğü sınırlayıcı” ahlak kuralları ortaya çıkar. İşte bu kuralların, hasta ile sağlık çalışanı arasındaki çatışmalarda önemli bir payı vardır. Örneği, başkalarına zarar verme olasılığı bulunan hastanın vereceği zararı önleme, ya da hastanın kendisine zarar vermesini önleme amacıyla özgürlüğü sınırlanabilir ve bu sınırlama haklı görülebilir.

Tüm dünyada “zarar verme” eylemi özgürlüğü sınırlayıcı geçer bir sebep olarak kabul edilir. Ne var ki, hem etik hem de hukuk kuralları en önde gelen değerlerimizden olan “özgürlük” ile diğer değerlerimizi dengeleme girişimini temsil etmelidir. Katı bir hasta özerkliği hekim-hasta ilişkilerinde en iyi bir çözüm olmadığı gibi, geçmişten günümüze süregelen “babacı” bir ilişki de sağlıklı değildir; çünkü böyle bir durumda hekim yalnızca hastanın “tıbbi yararını” göz önünde bulundurmuştur. Örneği, tedavi edilmezse zarar görecek olan hastayı kendi isteği dışında bir sağlık kurumuna yatırmak, sağlığına zarar vereceği gerekçesiyle hastaya hastalığı hakkında bilgi vermemek, yeni bir tedavinin denenmesini isteyen hastanın isteğini kabul etmemek, yaşama döndürülmeyi istemeyen hastayı diriltme çabası, babacı davranış örnekleridir.

Haklara yönelik çatışmalar, “değerler” çatışmasını da beraberinde getirmekte ve bir sorunun çözümünde, o durumda söz konusu olan değerlerden birine öncelik tanınması, öteki değerlerin çiğnenme olasılığını ortaya çıkarmaktadır. Örneği, toplumun sağlığının korunması için bulaşıcı hastalığı olan bir kişinin kendisi için karar verme hakkı sınırlanabilir, yani halkın yararına öncelik tanınarak hastanın özgürlüğü kısıtlanabilir.

Özünde karmaşık olan hekim-hasta ilişkisi, iki kişi arasındaki basit bir sözleşme ilişkisi olarak işlenemez. Hekim-hasta ilişkisinden soyutlayamayacağımız diğer ilişkiler vardır. Örneği hekimin meslektaşları, hemşireler başta olmak üzere diğer sağlık çalışanları, sağlık kurumlarının yöneticileri ve hasta sahipleri ile ilişkileri olabilir. Bazı durumlarda da tedavi sözleşmesi hastanın kendisiyle yapılmayıp bir başka kişi ile olabilmektedir. Böyle bir durumda, sözleşmeyi yapan taraf tedaviden yararlanan taraf olmayacaktır. Örneği, hekim, çocuğunu tedavi için getiren anne-baba ile sözleşme yapmış sayılır, ama asıl sorumluluğu çocuğa karşıdır ve çocuğun çıkarları önde gelir. Örneği, hayatta kalabilmesi için cerrahi girişime ihtiyaç duyulan yeni doğan sakat çocuklarla ilgili kararlar pek çok tartışmaya neden olur. Çocuğunun tedavisine razı olmayan anne-babanın isteğini kabul ettiğinden çocuğun zarar görmesine neden olan hekim kusurlu da bulunabilir.

Hastanın yararı ile sözleşmeyi yapan tarafın yararının çatıştığı diğer bir durumda ise çatışma, hekimin hastaya “neyi” borçlu olduğunun pek açık olmamasından kaynaklanır. Örneği, iş için bir şirkete başvuran kişinin sağlık muayenesi; ya da sağlık sigortasına başvuran kişinin sağlık durumunun belirlenmesi veya sürücü ehliyeti için başvuran kişinin muayenesi ile görevli bir hekim, muayene ettiği kişiyi hastası olarak düşünmeyebilir. Hekim elde ettiği bulguları görev yaptığı kuruluşa vermekle yükümlüdür. Bu gibi durumlarda hekimin muayene ettiği kişiye muayene bulgularını açıklama ödevi de var mıdır? Etik bağlamında, hem hekimin, hem de ilgili kurumun elde edilen bulguları muayene edilen kişinin kendisine de açıklama ödevi vardır. Bu ödev yerine getirilmediğinde ilgili kişi zarar görebilir.

Hekim bir gurup insanın bakımı ve tedavisi için bir kurum ile sözleşme yapmış ve örneği, bir fabrikada, silahlı kuvvetlerde veya ceza evinde görevli olabilir. Hekimler buralardaki hastalara karşı da “gereken itina” yükümlülüğünü taşır. Ne var ki, bu gibi ortamlarda da hastanın tedavisi ile kurumun istekleri arasında çatışmalar olabilir.

Çok yönlü hizmet veren kurumlarda birden çok görevi yerine getirmekle yükümlü olan hekimler de kendilerini görev çatışmalarının içinde bulabilir. Örneği, üniversite hastanesinde çalışan bir hekim, hasta tedavisinin yanı sıra eğitim verme ve araştırma yapma görevlerini de yüklenmiştir. Geleceğin hastalarına yarar sağlama amacıyla yeni hekimler yetiştirmek için tıp öğrencisini eğitirken ya da araştırma yaparken, o sırada tedavi amacıyla bulunan hastaların bir araç olarak kullanılması çeşitli çatışmalara neden olabilmektedir.

“Çift sorumluluk” ya da “çok taraflı sözleşme” ikilemleri “hekim bir ödevini ötekine tercih ederken seçimini hangi esasa göre yapmalıdır?” sorusunu ortaya getirir. Hasta olan kişi ise, hekiminin kendisine sahip çıkacağı, hekimin ilk düşüncesinin hastasının ihtiyacı ve yararı olacağı, yani hekimin sadece hastasına sorumluluğu bulunduğu kanısındadır. Hasta, hekimi ile ilişkisini böyle değerlendirmekte ve hekimin de hastasına böyle bir taahhüdü olduğunu var saymaktadır. Bu değer yargısına ters düşen hekim görevlerinden bir diğeri de mahkeme bilirkişiliğidir. Mahkemede bilirkişi olarak görev yapan hekimin, “adli yapılanma içinde temsil edildiği şekliyle topluma karşı sorumlu olduğu” hastaya önceden bildirilmediğinde, hekim ile hasta arasında sorunlar yaşanabilir.

Doktorun hastasına olan sadakati ve hastasının isteklerine, özerkliğine saygı göstermesi tıbbın amaçları ve değerleriyle uyuşmayabilir ve böyle bir durum da hukuk sorunlarına yol açabilir. Tıbbi amaçlı olmayan bir tedavi veya girişim için başvuran bir hastanın isteğine uyulup uyulmaması tartışmalıdır. Örneği, kronikleşmesine neden olabilecek sakatlığına rağmen bir sporcunun yarışabilme isteğini karşılamak için doktor ilaç verdiğinde; ya da hastanın istediği bir plastik cerrahi girişimden doğabilecek istenmeyen sonuçların sorumlusu kimdir? Bu gibi sağlık uygulamaları yasalarla sınırlanmalı, ya da yasaklanmalı mıdır? Tedaviden istenmeyen sonuçlar ortaya çıktığında, yetersizlik ve ihmal ile suçlanan hekimin durumu değerlendirilirken hekim ile hastanın tutumu arasındaki fark kendini gösterecektir.

Hekimin hastasına sadakati ve mesleki sorumlulukları, üçüncü şahıslara, topluma ve bilime olan sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu nedenledir ki, cevap bekleyen pek çok soru karşımıza çıkar. Örneği, hekim hangi durumlarda hastasının bilgilendirilme ve rızasını alma hakkını ihlal edebilir? Başkalarını tehlikeye sokan planlarını veya eylemlerini açıklayan hastalar karşısında hekimin sır yükümlülüğü ortadan kalkar mı? Hekim hastasının mahremiyet hakkını ne zaman dikkate almayabilir? Tedavide veya araştırmada hastaya veya deneğe “doğruyu söyleme” yükümlülüğünün ihlali hangi durumlarda haklı gösterilebilir? Hangi durumlarda hastanın özerkliğine saygı gösterilmeden, zorla muayene yapılabilir veya test uygulanabilir? Hastanın istemediği, fakat tetkiklerde rastlantı sonucu ortaya çıkan anlamlı tıbbi bilgileri hekim açıklamakla yükümlü müdür? Bu gibi, ahlak ile hukukun kesiştiği, tartışmaya açık birçok sorun yasaların ve etik ilkelerin kılavuzluğunda çözümlenmeye çalışılmaktadır.

İyi hekimlik uygulamaları için, Türk hukuku ve ahlakı göz önünde bulundurularak, uluslar arası etik ilkeler ve kurallar çerçevesinde etik ikilemlerin, çelişki ve çatışmaların çözümlenmesine yol gösterecek düzenlemeler sürekli yapılmalıdır. Düzensiz uygulamaların yaratacağı belirsizlik ortamı içinde gerek hastalar, gerekse sağlık çalışanları zarar görecektir. Ne var ki, örnekleriyle gördüğümüz gibi, ahlak kararları çok karmaşıktır ve sağlık çalışanları buna hazırlıklı olmalıdır. Her bir hekim-hasta ilişkisi kendine özgüdür. Bu ilişkinin doğası gereği, her bir etik kararın da içinde bulunulan duruma göre değişebileceğinin farkında olunması gerekir. Tıp etiği konusu ne hukukçuların vereceği yasal reçetelerle, ne de felsefecilerin öğretileri ile çözümlenebilir. Ahlak sorunlarına verdiğimiz yanıtları hayatımız boyunca öğrenmişizdir. Sağlık çalışanları da doğru ve yanlış davranışların neler olduğunu öğrenebilir ve uygulayabilirler.

Tıp ve teknolojisi ilerledikçe yeni etik sorunlarla karşılaşıyoruz ve bazı etik görüşler değişiyor. Tıp biliminin ilerlemesine büyük katkı yapan Batı ülkelerinin insan üzerinde yaptığı deneylerdeki acımasız davranışları tıp etiğinin giderek önem kazanmasının başlıca nedenidir. 1970’li yıllardan sonra tıptaki hızlı gelişmeler sonucunda etik konusu daha da önem kazandı. Tıp hukukunun gelişmesinde yol gösteren en önemli etken, özellikle tıp teknolojisinin gelişmesine paralel olarak, yeni bir etik ikilem doğuran her bir klinik vakanın kendisidir. Bu gibi vakalarla ilgili yargıç kararları tıp hukukuna kaynak olmuştur. Batıdan aldığımız tıp yasa ve yönetmelikleri böylece gelişmiştir. Örneği, 1970’li yıllardan bu yana, hastanın bilgilendirilmesi ve rızasının alınması, hastanın yaşamını destekleyecek olan tedaviye başlanıp başlanmaması ya da yaşam desteğinin sonlandırılıp sonlandırılmaması ile ilgili birçok vakanın çözümlendiği bir dizi mahkeme kararı tıp etiğine ve tıp hukukuna birlikte yansımıştır. Yargıç kararlarının sağladığı vaka örnekleri daha sonraki tıp uygulamaları için yeni etik ölçüler sağlayarak tıp etiğinin gelişmesine de önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.

Tıp etiği durağan değildir. Nitekim tıp uygulamalarında karşılaşılan etik sorunların en doğru nasıl çözümlenebileceği üstünde durup düşünmekle görevli olanlar yalnızca var olan, alışılagelmiş tıp ahlakını ve siyasetini değerlendirip eleştirmekle kalmazlar; aynı zamanda yürürlükte olan tıp yasalarını da yorumlayıp eleştirerek hukuk siyasetini de etkiler ve neticede var olan bir takım yasa maddelerinin değişmesine ve yeni yasaların yapılmasına yol açarlar. Tıp etiği üzerinde uzmanlaşanlar sağlık siyasetinin yönlendirilmesine katkıda bulunmalıdır. Örneği, hangi bölgeye, ne büyüklükte ve hangi uygulama alanında hastaneye ihtiyaç var, nereye ambulans gerekiyor; nereye, ne kadar doktor, hemşire istihdam edilmeli; hangi konuda tıp araştırması yapılsın, ya da desteklensin veya desteklenmesin gibi kaynak ve hizmet aktarımı ile ilgili kararlar adalet çerçevesi içinde etik uzmanlarınca değerlendirilmelidir. Öyle ki, sağlık alanına yatırımlar ve istihdam, yararı, külfeti, riski dengelenerek, ahlak görüşleri doğrultusunda değerlendirilip karara bağlanmalıdır.

Tıp öğrencileri tıp etiği konusunda ne kadar çok bilgilenir, düşünür ve uygulamada en doğruyu yapmayı amaç edinirse, çabaları boşa gitmeyecek ve ileride o kadar iyi bir hekim olacaktır.




Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin