İstanbul ve seyyahlar
Seyyah tanıktır. Hayatın bizim yaşadığımız gibi daha önce yaşanmadığına tanıktır. Adına Küreselleşeme denen "Aynileşme” nin yokettiği kültürel zenginliklerimizi bize hatırlatan, yüzümüze tokat gibi vuran tanıklardır. Olabildiğince taraflı olsalar da alabildiğince sevimli kalanlardır. Bütün sevimlilikleriyle tarihe adını yazdıranlardır. Halâ da kendilerini okutturanlardır.
Seyyah normal biri değildir. Olsaydı eğer dünyanın bir ucunda, 35 yaşında, aile saadetinden epeyce uzakta, kimsesiz bir yol kenarında can vermeyi neden tercih etsindi ki? Yıllar süren yolculuğun zahmetine ve maliyetine neden katlansındıki?
Seyyah gökten zembille inmediğine göre bu dünyanın insanıdır. Ve her seyyah kendi yüzyılının adamıdır. Yaşadıkları çağın değerlerini sırtlanırlar.
Ortaçağ'da yolu İstanbul'a düşen bir seyyah İstanbul'a baktığında gördüğü şey, görmek istediği şey İsa'nın kutsal emanetleriydi. Kiliselerdi. Manastırlardı. Mozaiklerdi. Çünkü Ortaçağ dinin çağıydı. Skolastisizmin çağıydı. İki ilahi dinlediklerinde insanların hüngür hüngür ağladığı, galeyana geldiği bir çağdı. Yüzbinlerce insanın din ile motive olup Haçlı adı altında ordulaşarak çılgın projelerin peşinde koştuğu bir çağdı.
Yeniçağda gelenlerse İstanbul'un Roma ve Bizans anıtlarına merak saldılar. O anıtları adım adım aradılar. Anıtların uzunluklarını, birbirilerine olan mesafelerini adım adım sayarak notlarını aldılar. Hatta biri adımlarını yanlış atmışsa eğer bunun için okuyucularında özür bile diledi ve şöyle dedi: “ İnsanın sabah attığı adımla akşama doğru yorgun argın attığı adım aynı olabilir mi? ” Haklısın sevgili seyyah, haklısın. Olmasan da farketmez zaten. Senin yazdıkların yeter. Yerebatan Sarnıcı'nı o adımlarınla buldun ya sadece o bile yeter.
Yeniçağ'da gelen seyyahların Roma ve Bizans anıtlarına meraklı olması tesadüf değildi. Çünkü zaman Rönesans zamanıydı. Antikitenin keşfine merak duyan, kendini yeniden tanımlayan, sanatı yücelten bir zamandı Rönesans zamanı. Ve Rönesans'ın ayırtedici bir özelliği de aydınların bir çok alanda uzmanlaşmış olmasıydı. Komple insanlardı. Gelen seyyahlarda öyleydiler. Aynı anda hem balıkbilimci, hem bitkibilimci, hem filolog, hem antikite bilgini, hem de ressam olabiliyorlardı.
Aydınlanma Çağı ve sonrasında gelenlerse Osmanlının gelişmemiş olmasına ve çok milletli yapısına özellikle dikkat etmişlerdi.Çünkü zaman Osmanlının gerilediği, Avrupa'da pozitif bilimlerin geliştiği bir zamandı ve Fransız İhtilali sonrası milliyetçilik yükselmeye başlamıştı.
Kent hikaye demektir
İstanbul’un farkına varabilmek, keyfini çıkarabilmek için dergiler, gazeteler, kitaplar ve bilumum web siteleri sürekli önerilerde bulunurlar. Şu kafeye gidin, şurada şarap için, şuradan manzarayı seyredin şuranın sahili güzeldir, brunchunuzu şurada yapın gibi. Oysa hepsinin görmediği bir nokta vardır: Seyyahlar. Çünkü seyyahların tanıklığına başvurmadan İstanbul’un keyfine varılmaz. Seyyahlar sürükleyici hikayelerini bazen bir sokağın köşebaşına bazen bir caminin avlusuna bazen de bir çeşmenin yanıbaşına bırakıp öyle gitmişlerdir. Ve kent, hikaye demektir. Ruh edebi bir şeydir çünkü.
Seyyah hikayedir
Mesela, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli abideleri arasında gösterilen Ayasofya'ya birisi "...ben bu yapıyı hiç beğenmedim övüldüğü kadar değilmiş ama biraz ilerideki 2.Mahmut Türbesi daha güzel" dese ne dersiniz? Bre bu çılgında kimmiş der misiniz? Yoksa güler geçer misiniz?
Sırf Eyüp Sultan Cami ve türbesine girebilmek için çarşaf giyip peçe takan Hristiyan bir kadının yakalanmamak için verdiği uğraşlar merakınızı celbeder mi? Ağır adımlarla, meraklı bakışlarla ama alabildiğine korkarak Eyüp Sultan Cami ve türbesinin içinde gezerken yanındaki arkadaşının habire " sakın ses çıkarma, Hristiyan olduğunu anlamasınlar" diye dürtüklemesi neyin hikayesidir sizce. Korkunun mu? Ajanlığın mı? Merakın mı? Heyecanın mı?
Ya da çıksa biri " ben Rumelihisarı'nın şu burcunun şu katında kaldım. Hücrem daracıktı, ayağa bile kalkamıyordum. Ama yıllarca burada çanak yalayarak yaşadım" dese o soğuk burç artık ruh sahibi değil midir?
Peki bir başkası bir vaftizhanenin içine girse, duvarlara çizilmiş İsa'nın vaftizini gösteren sahneleri ballandıra ballandıra anlatsa ama şuan tam da o odanın içinde iki padişah yatsa ne dersiniz? Hatta o sahnelerden küçük bir kısmı hala görünüyor olsa...
Yıllarca kaldığı hana içinde gördüğü yaratıklardan dolayı Nuh'un Gemisi adını takan biri yeterince ilginizi çeker mi? Eğer çekmediyse bu kişi şu ya da bu kişi değilde bir devletin elçisi olsa... Gelincikler, yılanlar, kurbağalar, kertenkeleler ve akreplerle koyun koyuna yaşasa...
Hangisi ilgi çekicidir sizce? Ayasofya Camii’nde şarap içmek için kellesini ortaya koyan bir seyyahın hikayesi mi yoksa Hac sonrası Hz. Muhammed’in mezarını gördükten sonra artık bu dünyada görülecek bir şey kalmamıştır diyerek kendi gözlerini kör eden hacılar kafilesini gören seyyahın hikayesi mi? Dünyaca ünlü masal yazarı Andersen’in Karacaahmet Mezarlığı’nı gezmesi ama mezarlığı görmemesi bir masal kıvamında mıdır sizce? Açlık’ın yazarı , Knut Hamsun’un “adam yiyen Türk” lafına ciddi ciddi inanarak İstanbul’a girmesi ama “Türkler artık adam yemiyorlar” diyerek çıkması, trajik midir yoksa komik midir? Galata’dan Üsküdar’a yüzerek geçirilen öküzleri gören seyyahın hikayesi ile Boğaziçi’nde Yelkovan kuşu avlayan ama yiyemeyen bir başka seyyahın hikayesi birbirini tamamlayan hikayeler midir?
Söz konusu seyyahlarsa hikayeler bitmez. Bu haliyle seyyahlar hikayeden hikayeye kapı aralayan Binbirgece Masalları'ndaki cinlere benzerler. Hikayelerini tıpkı bir cin gibi İstanbul'un semtlerine, camilerine, kiliselerine, çarşılarına, yollarına, çiçeklerine, hanlarına, kuşlarına üflemişlerdir. Öyle ki seyyahların tanıklığına başvurmadan İstanbul'u anlamak, İstanbul’un ruhunu kavramak imkansızdır.
Bazen o kadar abartırlar ki her duyduklarını yazarlar. Canlı canlı kızartılmış bir cariyenin gümüş bir tepsi içinde sahibine ikram edilmesini inanması zordur ama inanarak anlatırlar. Yumurtayı bütün olarak yutup 15 dakika sonra bütün olarak çıkartan adamın hikayesi bağırsaklardan çıkan pis kokulu gazlarla bütünleşiktir ama anlatıcısı iştahla anlatır işte. Defalarca din değiştirip Müslüman mı yoksa Hristiyan mı olacağına bir türlü karar veremeyen bir adamcağızın sonuçta kazığa oturtulması sakin bir üslupla anlatılan sıradan bir hikayedir bazen.
İstanbul'u seyyahların notlarından okumak zor ve meşakkatli bir iştir. Sadece seyahatnamelerin adlarını toparlamak bile epey bir zaman alıyor. Adlarını bulsanız kitabın kendini bulamıyorsunuz. Çünkü bu kitapları kimse okumuyor. Dolayısıyla kitabevleri bu kitapları raflarına koymuyor. Sahaflarda aramakta ayrı bir dert. Ayrı bir zaman. Ayrı bir para.
Şu ana kadar seyyahların gözünden İstanbul temasını işleyen bir kaç tane kitap yazılmış. Söz konusu kitaplarda format aynı: Seyyahın kısaca hayat hikayesinden bahset, seyahatnameden seçilmiş bir pasajı da o hikayenin altına naklet. Bu formatın dışına çıkmanın elzem olduğuna inandığımdam sayfaları çevirdiğinizde seyyahların İstanbul'un anıtlarıyla içiçe geçmiş hikayeleriyle karşılaşacaksınız.
Açlık'ın yazarı Knut Hamsun İstanbul'a girerken
Knut Hamsun'un Açlık adlı romanını okuyanlar bilirler. Okumayanlarda şuradan bilsinler. Açlık'ı okuduktan sonra yemek yiyebilmek biraz meşakkatli bir meseledir. Çünkü bu romanını Knut Hamsun yaşayarak, her bir kelimesini kendi açlığına banarak yazmıştır.
Çağımız insanının Açlık'ı okuması farz kabilinden bir şeydir aslında. Çünkü, her insanın dibe vurduğu bir dönem bir hayat kesiti vardır muhakkak. Oturup hıçkıra hıçkıra ağladığı, antidepresanlar kullandığı, intiharın kıyısına yaklaştığı...İşte alıp o zaman okumalı bu romanı.
Çünkü Açlık, dibe vurmuş bir insana yazılan destandır. Ve 1000 antidepresan gücündedir. Yan etkisi de yoktur. Mide bulantısı yapmaz. Şişmanlatmaz. Kitabın sayfalarını karıştıracağınızdan mütevellit biraz uykusuzluk yapabilir. O kadarı kadı kızında da vardır zaten...
Açlık neden 1000 antidepresan gücündedir?
Çevirdiğiniz her sayfayla beraber hayata tüm yoksulluğu ve açlığıyla direnen Andreas'la kendinizi karşılaştırabileceğinizden mütevellit, ne kadar zengin olduğunuzu farkedersiniz. İmkanlarınızın ne kadar bol ve çeşitli olduğunun farkına varırsınız. Çünkü siz, köpeğiniz olmamasına rağmen kasaptan köpeğiniz için kemik isteyipte o kemiği dişlemek zorunda kalacak kadar aç kalmadınız hiç. Haftalarca süren açlık sonrası kendi etinizi kesip yemeyi de elbette düşünmediniz. Islak çoraplarınızı kurutmak için çoraplarınızın üzerinde yatmak zorunda da kalmadınız. Ama Andreas yaptı bunların hepsini hatta yeri geldi açlıktan ceketinin cebini koparıp çiğnedi ama ne kalemini ne gururunu ne de insanlık onurunu çiğnemedi hiç.
Alabildiğine yoksul alabildiğine aç, olabildiğine güçlüydü Andreas.
Açlık'ın açlık çeken kahramanı Andreas
Andreas, Norveç'in Kristiania kentinde müstakil bir evin tavanarasında yaşayan, geçimini gazetelere makaleler yazarak sağlayan bir yazardır. Son zamanlarda işleri tersine gitmektedir. Yazılarının akibetine dair ya cevap alamıyordur ya da yazıları reddediliyordur. Sonuçta günlerce beklemek zorunda kalır. Başka bir geliri olmadığı için de günlerce ağzına lokma girmez. Kirasını ödeyemez. Ev sahibi tavanarasındaki odasından kovunca da sokakta yaşamaya başlar. Bu arada makalelerine devam etmektedir ama makaleleri istediği etkiyi yaratmaz.İlk önce günleri bulan açlık nöbetleri sonrasında haftalara yayılır. Derken aylara... Açlığın neden olduğu başdönmesinden tutun da mide spazmlarına kadar türlü sağlık sorunlarıyla uğraşır ama Andreas idealist bir yazardır. Gururundan, insanlığından, kaleminden ve idealizminden kesinlikle ödün vermez. Ne hırsızlık yapar ne dilencilik ne de başkaca bir iş!
Yazar kendini yazar
İslam'ın ünlü düşünürlerinden ve seyyahlarından olan İbn-i Arabi Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Anadolu'yu dolaştıktan sonra "Seyahatim kendimden başka bir yerde vuku bulmadı" der. Gezen kendini gezerdi yani. Tıpkı yazarın kendini yazması gibi.
Knut Hamsun'un hayatı Açlık'la örülmüştü. Edebiyat dünyasına Açlık adlı bir romanla girmesi hiç de şaşırtıcı değildi bu yüzden. Andreas, kağıttan Hamsun'du aslında . Onun için bu kadar etkileyiciydi zaten. Düş gücü bir yere kadardı. Derinlikli bir şeyler yazmak için önce yaşamak gerekiyordu. Aslolan hayattı çünkü.
1859'da Norveç'te yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti Hamsun. Altı çocuklu aile Hamsun daha üç yaşındayken ailecek daha kuzeydeki bir kasabaya göç etmişti. Neden mi? Yoksulluk ve açlık canlarına tak etmişti çünkü. Yeni bir kasaba yeni bir hayattı belki. Yoksulluğun, açlığın olmadığı bir hayat...
Hamsun, sekiz yaşına kadar ayağında tahta çarıklarla kırda bayırda sürü güderek dolaşmıştı. Sekiz yaşında rahip eğitimine verdiler. Ama o rahip olmadı. İçine sinmemişti çünkü. Tezgahtarlık yapardı, tarlalarda ırgatlık yapardı, biletçilik yapardı, ayakkabıcılık yapardı hatta kum ocağında çalışırdı ama rahiplik yapmazdı. Sayılan mesleklerinin hepsini bir bir yapan Hamsun, işlerden arta kalan zamanlarında delicesine, yutarcasına kitap okudu. Sonuçta ne mi oldu? Gözlerini bozdu. Gözlükler ayrılmaz bir parçasıydı artık onun.
1879-80 yıllarında Oslo'da bulunan Hamsun tavanarasında bir odada yaşamaya başladı. Büyük bir sefalet çekti bu tavanarasında. Günlerce yemek yemeden dolaştı. Hep yürüdü, dolaştı, sokaklarda yattı ve eline birazcık para geçip de nihayet bir şeyler yiyebildiğinde ise bütün yediklerini çıkarttı. Tıpkı 10 yıl sonra yazacağı Açlık'ın kahramanı Andreas gibi.
Hamsun'un adına sinen hikaye
Bazı adların içine, tuğlaları tesadüfle döşemiş hikayeler siniverirler. Hamsun içinde bu durum fazlasıyla geçerlidir.
Knut Hamsun'un gerçek adı, Knut Peterson'du. Ama yazılarında müstear ad (takma ad) olarak Knut Hamsund adnını kullanıyordu. Açlık'ı yazmadan üç-beş yıl önce Mark Twain üzerine bir yazı yazdı. Yazının altına da imza olarak müstear adı olan Knut Hamsund'u atmıştı. Ama bir dizgi yanlışı yüzünden "d" harfi çıkmayınca, imza Knut Hamsun olarak çıkmıştı. O da düzeltmedi. Varsın böyle kalsındı. O yazıdan sonra Knut Hamsund, Knut Hamsun'du artık.
Ve seyahat başlar
Ömrü boyunca gezmişti Hamsun. Daha 5- 6 yaşlarındayken kırda bayırda sürü gütmüştü. Amerika'ya bir kaç kere gitmiş, Norveç'in bütün şehirlerini de dolaşmıştı.
Açlık'ın üzerine Pan ve Viktoria'yı adlı iki önemli roman daha çıkarınca Hamsun'un içindeki seyyah tekrar suyüzüne çıkıverdi. Ne de olsa artık ünlü bir yazardı. Gelir problemi de yoktu. Gezebilirdi. Rusya'yı, Kafkasya'yı, İstanbul'u ve Ortadoğu'yu içine alacak olan bir Doğu seyahatine çıkabilirdi.
Seyahatine 1899'da Rusya'dan başlayan Hamsun, Kafkasya'yı dolaştı. Karadeniz sahillerini kıyı boyu takip ederek İstanbul açıklarına kadar ulaştı.
İstanbul açıklarında
Ilık bir Sonbahar akşamıydı. Karadeniz ayna gibi dümdüzdü. Sahilde mintan giymiş erkekler evlerinin önüne oturmuş tütün içiyorlardı. Türk, tütünü severdi zaten. Bu memlekette tütün lüks bir madde olmayıp, göçebe çadırından hareme, sultanın sarayından divana kadar her yerde bir zaruretti. Peygamber keyif verici maddeleri yasaklamıştı ama, tütünü tanımadığından sadece şarabı haram etmişti. Daha sonraki devirlerde Kuran'ı tesfir edenler tütünü keyif verici maddeler arasına katmaya teşebbüs ettilerse de, Türkiye'de bu pek tutmamıştı. Sadece Buhara'da muvaffak olunmuştu. Zira Türkler için tütün, ekmek ve sudan sonra hayattaki en mühim şeylerin başında geliyordu.
Ortalık o kadar sakindi ki, Türk'ün ekmek ve sudan sonra en mühim şey olarak gördüğü tütünün, çubuklardan çıkan dumanı dahi görülebiliyordu.
Vapur o gece İstanbul'a varmayı düşünüyordu. Makinalar vapuru sarsıyordu. Bir Marsilya vapuru olan "Memphis" İstanbul'a bu gece varabilmek için bütün kuvvetini seferber etmiş vaziyetteydi. Dalgaları yara yara ilerliyordu. Anadolu Kavağı uzaktan görünüyordu ama kaptan yetişemeyeceklerini söylüyordu. Anadolukavağı'na gurup vaktine kadar yetişememek problemdi. Çünkü, Anadolukavağı uzaktan her ne kadar masum bir şehir gibi görünüyorsa da, tepelerinde yükselen Yoros Kalesi'nin duvarları ve harabeleri arasında gizlenmiş topçu bataryası sebebiyle Boğaz "gurup vaktinden sonra" geçişe kapanıyordu. Bu yüzden İstanbul'a giremiyordunuz. Bir gece boyunca Anadolukavağı'nda beklemek zorunda kalıyordunuz.
Vapurun ufak tefek, esmer, güneyli bir Fransız olan kaptanının sol gözü şehlaydı. Koskoca bir vapurun "kumandan"lığını yapacak olan adam bu muydu yani? Gurup vaktinden önce Anadolukavağı'na ulaşamayacağı için alayı hakediyordu aslında. Adamın sol gözü resmen kördü.
Nihayet Yoros Kalesi'nin birkaç yüz kulaç yakınına kadar vardılar. Saatlerini ellerine alıp hesap etmeye çalıştılar. Ama aralarında Türkiye saatinin kaç olduğunu bilen yoktu.
İngiltere'de burslu olarak ekonomi tahsili görmüş bir Japon'un yanında duran Hamsun, usulca saati sordu. Japon, parmağıyla kaleyi işaret ederek,
- Bayrak direğine doğru giden şu askeri görüyorsunuz değil mi? Gözünüz onun üzerinde olsun.
Aniden duyulan bir işaret atışıyla, direğin yanında hazır bekleyen asker bayrağı göndere çekmeye başlayınca, her şey anlaşılmıştı. Gülümsedi Japon,
- Saat altı, gurup vakti.
Olacak iş değildi hani. Tam da kalenin önlerine gelmişlerdi, kale burunlarının diplerindeydi ama İstanbul'a girememişlerdi. Tüm geceyi Anadolukavağı'nda geçireceklerdi şimdi.
Elbetteki kör bir kaptanla bu akşam İstanbul'a varamazlardı. Bu gidişle İstanbul'a varıp varamayacaklarını da Tanrı bilirdi artık! Ve Hamsun seyahatin ilk tövbesini içten içe etti.
-Bir daha Fransızla yola çıkmak mı, tövbe!
Vapurun demir atmaktan ve sabahı beklemekten başka çaresi kalmamıştı.
Adam yiyen Türk
Çok geçmeden demir atan vapura sandallarla resmi üniformalı Türkler yanaşmaya başlamıştı. Mürettebat ve yolcular, Türk'ün onlara ne yapacağını heyecanla bekliyorlardı. Merhamet ederler miydi acep? Yoksa sonları gelmiş miydi? Ama bu gümrük memuru olan ihtiyar Türkler Fransızca birkaç soru sormaktan başka bir şey yapmamışlardı. Anlaşılan, Türkler adam yemekten vazgeçeli beri birarada bulunmanın bir tehlikesi kalmamıştı artık. İlginçti ama bu Türklerin adam yeme mevzusu batılı birçok seyyah tarafından dillendirilmiş, bir bir seyahatnamelere kaydedilmişti. Hamsun'da böyle biliyordu. Türk adam yiyen bir vahşiydi. Koca koca seyyahların, edebiyatçıların böyle zırvalıklara inanması trajedi değil miydi?
Hamsun Türklerin adam yemediğini kabul eder ama...
İnsanın ayağını Türk toprağına basmış olması büyük bir muvafakiyet değil miydi zaten? Hamsun aynen böyle söylüyordu. Var mıydı herkeste bu cesaret? Tamam, Türkler adam yemiyorlardı artık ama hepten de dişsiz olduklarını kim iddaa edebilirdi. O diş kırıntılarıyla yiyebilirlerdi yani! Türk'te vardı bu potansiyel. Ondan başka Norveçli bir yazar bu memlekete gelme cesareti gösterebilmiş miydi? Goethe bir zamanlar Weimar'dan İtalya'ya kadar gitmişti, Türkiye'yi ziyaret etmiş miydi acep? Hasılı, iftihar edilebilecek bir şeydi bu Hamsun'un yaptığı. Gösterdiği bu ulu cesaretden dolayı Hamsun kocaman bir alkışı misli misli haketmişti!!!
Evet, Hamsun Avrupalı bir edebiyatçı, medeni, uygar bir beyefendi olarak vahşi Türklerin adam yiyip yemediği konusunu İstanbul'a girerken kendi içinde bolca tartışmıştı. Ama bir sonuca bağlayamamıştı. Türklerin adam yemediğini kabul ediyordu, ama bir taraftan da belki bazı dişleri kalmıştır diyerek yiyebileceğini ima ediyordu. O kendi içinde tartışıveredursun noktayı gümrükçü ihtiyar bir Türk koydu. Yoksa kapağı mı desem...
Hamsun, gümrük memurlarından birine rüşvet olarak bir sigara uzatmıştı, memur uzattığı sigarasını almıştı ama karşılığında kendi sigarasından bir dal uzatmıştı. Kapaktı o sigara. Vahşi Türk'ün medeni Avrupalı'ya kapağı!
Masal diyarında
Ertesi sabah gemi demir alırken uyandılar. Saat altıydı, hava bulutsuz.
Yoros Kalesi'nde zabitlerle askerlerin koşuştuklarını gördüler. Askerler talime çıkarken vapur Boğaziçi'nde yol almaya başlamıştı.
Boğazın iki yakasında arka arkaya sıralanmış küçük şehirlerin önünden birer ikişer dakikalık fasılalarla geçiyorlardı. Esasen hepsi tek ve aynı şehir demek daha doğru olacaktı. Sahile o kadar yakındılar ki, karada olup biten her şeyi görebiliyorlardı. Gördükleri düşündüklerinden çok farklıydı. Hamsun şaşırmıştı, günah çıkarmaya başlamıştı: Yoksa biz Türkiye'de değil miyiz diye kendine soruyordu? Otuz senedir, beceriksiz sultanlar tarafından iflasın eşiğine getirilmiş bir memlekete dair yazılar okumuştu. Halbuki vapur, bağlık bahçelik küçük şehirleri ve güllerin kıpkızıl parıltısıyla gözüleri alan bir masal diyarında yol alıyordu. Bir musibetin bin nasihatten daha iyi olması gibi okunmuş yüzlerce kitaptan, binlerce makaleden, onbinlerce muhabbetten bir seyahat daha iyiydi. Yeğdi yeğ! Hamsun öğrenmişti. Kazın ayağı başkaydı. Türkiye tekti ama Avrupa'daki Türkiye ile Türkiye'deki Türkiye arasında derin bir uçurum vardı.
Kaptan kör değildi anlaşılan. Bu güzellikleri bildiğinden, buralardan geçmek için gün ışığını beklemişti. Hamsun'un dün akşam kaptana karşı duyduğu derin hoşnutsuzluk bir anda geçivermişti. Her şey planlıydı demek. Kaptan bu güzellikleri gün doğumunda gösterebilmek için yavaş yavaş gelmişti.
Boğaziçi'nde
Mamur ve müreffeh görünen sahilde bir Türk kuyudan su çekiyor, bir başkası merdivenleri süpürüyor, üçüncüsü ise bahçesinde dolaşıp, çiçeklerini seyrederken sigara içiyordu. Bu küçük kasabalara sessizlik hakimdi; ne pazar kalabalığı, ne fabrika uğultusu...Zaman zaman geçen vapurların düdük sesleri işitiliyorsa da telaşa yer yoktu burada. Şehrin bu kadar çok yakınından geçip de hiçbir gürültü duymamış olmak ne tuhaftı.
Zaten Türk'ün hayattaki tek gailesi çalışıp, çabalamak değildi; kafi miktarda çalışırdı. Hamsun'un aklına Amerika'da geçirdiği günler geldi. Amerikadayken gün boyunca deliler gibi çalışır, kuvvet toplamak için karınlarını bir biftekle doyurur, sonra tekrar tarlalara koşarlardı. Bu hengame içinde Pazar günleriyle Pazartesi arasında hiç fark bulunmazdı. Lakin Türk, gelenekleri bozmadan, Cuma günlerini ibadet günleri olarak muhafaza etmeyi başarmıştı. Bir gün içinde pek çok kerre ibadet etmeye vakit bulurdu. Akşamları küçük evinin önünde oturur, gecenin ilerleyen saatlerine kadar huzur içinde hayal kurardı.
Hamsun Amerikalıların yaşamıyla Türklerin yaşamını istemeden de olsa karşılaştırmıştı. Ve şu can alıcı soruyu sormuştu. Bunlardan hangisi daha mutluydu? Her ikisi de birer hazineye sahip. Mesele, Türk'ün çelik sabanının yokluğunun acısını çekip, çekmediği...Sanki Türk, John Stuart Mill'in şu satırlarını okumuş gibiydi: " Mekanik icatların insanoğlunun hayatını kolaylaştırıp kolaylaştırmamış olduğu şüphe götürür."
Belki de John Stuart Mill bu konuda şüpheye düşmeyi Türk'ten öğrenmişti kimbilir...
Semaya yükselen beyaz minareler
Bunlar derin konulardı. Şimdi Boğaz'ın tam ortasında olduklarına göre aslolan İstanbul'a bakmaktı. Manzaranın keyfine varmaktı.
Büyük devletlerin sefaretleri, geniş arazilere kurulmuş kışla benzeri mimarileri ve kaba cüsseleri ile manzaraya tahakküm ediyorlardı. Sonra minareler görünüyordu.
Türkiye'nin payitahtı üç denizin, Marmara Denizi, Altın Boynuz (Haliç) ve Boğaz'ın birleştiği yerde kurulmuştu. İki kıtanın arasına yerleşmiş , iki yakasında tabiat harikası tepeler ve eteklerinde deniz olan bu şehrin dünyada bir benzeri yoktu. Konstantinopel, her ne kadar Moskova'nın rengarenkliğine, kırmızı, yeşil ve yaldızlı kubbelerine sahip değilse de, Moskova'da olmayan bir şey vardı burada: Semaya yükselen beyaz minareler...
♦
Hamsun ileride yapacağı politik tercihlerden dolayı çok tartışılacaktı. Çünkü sıkı bir Hitler hayranı olcaktı. Hitler, ülkesi Norveç'i işgal ettiğinde işgale şapka çıkaracak ve tüm samimiyetiyle Hitler'i ayakta alkışlayacakı. İşte bu geleceğin Nazi kafalısı İstanbul'u ve Osmanlı'yı öyle anlatmıştı ki, hayrete şayandı. Ağırdı, ölçülüydü, tutarlıydı. İstanbul'a dair seyahatnamesi Boğazdan geçiş, Kahvehane ve Cami, Kabristan ve Derviş, Sultanın Cami Ziyareti, Kapalıçarşı ve Türk adlı 6 ayrı başlıktan oluşuyordu. Bu başlıklarda yaklaşık 50 sayfa tutan izlenimler çağdaşlarının aksine Osmanlıyı yargılamıyor, hor görmüyordu. Osmanlı'yı anlamaya çalışıyor ve Osmanlı'da değişeni görmeye çabalıyordu. Mesela o dönemde Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit hakkında son derece olumsuz, kötücül yargılar dolaşırken o, 2. Abdülhamit'in eğitimdeki yaptığı yeniliklerden bahsediyordu. Hem de yaklaşık 2 sayfa. Bu açıdan Knut Hamsun'un İstanbul'a dair izlenimleri okunmalıdır.
Çirkin ördek yavrusu Karacaahmet Mezarlığı'nda
"Ölmedim, uyuyorum"
Kırların, çimenlerin arasında uzun zaman kuluçkaya yatan bir ördek varmış. Sıkıcıymış yumurtaların üzerinde günler süren bu kuluçkaya yatma meselesi ama ne yaparsın, analık işte. Ördek ana bir gün yumurtaların tek tek çatlayıp, yavruların doğumunu görünce seviçten ağzı kulaklarına varıyor vak vak diyormuş. Ama yumurtaların en iri olanı bir türlü çatlamak bilmiyormuş. Sonunda günler günleri kovalamış, yumurta çatlamış.
Anne yumurtadan kafasını çıkaran yavruyu daha ilk gördüğünde yavrunun farklı olduğunu anlamış. Çünkü hem diğer yavrulara nazaran daha iriymiş hem de gri renkteymiş. Neyse demiş anne ördek, zamanla değişir.
Zaman ilerliyormuş, günler günleri kovalıyormuş ama yavru ördek hala gri renkteymiş. Kardeşleri onunla "çirkin ördek yavrusu" diyerek dalga geçiyorlarmış. Biz böyle birini aramızda istemiyoruz diye söyleniyorlarmış. "Senin gibi çirkini kedi kapsa da kurtulsak" diyorlarmış. İtip kakıyor, ısırıyor, alay konusu yapıyorlarmış. Oyunlarına almıyorlar, dışlıyorlarmış. Ama gururluymuş çirkin ördek yavrusu. Yalvarmazmış. Ne olur beni de aranıza alın demezmiş.
Bir gün alıp başını gitmiş çirkin ördek yavrusu. Kendine yaşayabileceği yeni bir yer aramış.
Uça uça yaban ördeklerinin bulunduğu bir bataklığa gelmiş. Geceyi orada geçirmiş. Sabah olunca uyanan yaban ördekleri bir de bakmışlar ki yanlarında yabancı biri var. Sen de kimsin diye sormuşlar. İncelikle bütün ördekleri selamlamış çirkin ördek yavrusu. " Çok çirkinsin ama burada kalabilirsin" demişler sonra ama tek bir şartla " bizim kızlardan birine takılma."
Zaten çirkin ördek yavrusunun da evlenme gibi bir düşüncesi yokmuş. Kalacağı, ait olabileceği bir yer lazımmış ona. İki gün kalmış orada. Bataklığın suyundan içmiş, sazların arasında keyif yapmış. Üçüncü gün " Dan! Dun" sesleriyle uyanmış. Yaban ördekleri havaya uçuyor "Dan dun" diye sesler geliyor, sonra kanlar içinde bataklığa düşüyorlarmış. Korkusundan hiç hareket edememiş. Terketmeye karar vermiş. Burası kalabileceği bir yer değilmiş çünkü.
Akşam olurken yoksul bir köylünün kulübesine varmış. Rüzgar sert esiyormuş. Kulübenin sıcak olabileceğini düşünerek içeri girmiş. Sadece yaşlı bir kadın, kedisi ve tavuğuyla beraber kalıyormuş. Geceyi rahat mı rahat, sıcak mı sıcak bir ortamda mışıl mışıl uyuyarak geçirmiş. Sabah kalktıklarında yaşlı bir kadından, bir kediden ve bir tavuktan oluşan ev ahalisi bir de bakmışlar ki evde yabancı biri var. Yaşlı kadın sevinmiş, avuçlarını ovuşturarak tavuktan sonra artık ördek yumurtamız da olacak demiş. Ama çirkin ördek yavrusu yumurtlayamıyormuş. Zorluyormuş ama bir türlü başaramıyormuş. Tavuk sormuş " Ne zaman yumurtlayacaksın?" " Ben yumurtlayamam" demiş çirkin ördek yavrusu. Tavukta o zaman demiş ki, "sus ve otur oturduğun yerde."
Çirkin ördek yavrusu bakmış olacak gibi değil "Ben"" demiş "sanırım dünyayı dolaşsam iyi edeceğim."
Tıpkı bu masalın yazarı Hans Cristian Andersen gibi.
Bir çirkin ördek yavrusu olarak Andersen
Kocaman elleri ve ayakları olan, koskocaman bir burnu bulunan, upuzun boylu, biçimsiz görünümlü, üstelik çirkin bir sese sahip olan Andersen'de böyle biriydi. Çirkin ördek yavrusu gibiydi. Kaderi de çirkin ördek yavrusunun kaderiydi. Toplumdan farklı biriydi. Bu yüzden de sürekli dışlandı Andersen. Bir yer de tutunamadı. Dünyayı dolandı. Ne bir ailesi oldu ne de bir evi. Otellerde kaldı hep. Yurtlarda, malikanelerde...Hep gezdi. Hayatının dokuz yılını dünyayı gezerek geçirdi.
Hans Cristian Andersen, Danimarka'da yoksul bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldinde yıl 1805'ti. Baba ayakkabıcılık, annenin çamaşırcılık yapıyordu ama tek gözlü bir oda da yaşayayacak kadar yoksuldular.
Oyuncak olarak hayalgücünden başka pek de bir varlığa sahip olmayan Andersen kendi oyuncaklarını kendisi yaratıyordu. Bir oyuncak tiyatrosu yapmıştı mesela. Kuklalarını giydirmiş dekorlarını hazırlamış kendi uydurduğu oyunları oynatıyordu. Bazen de Şekspirin oyunlarını oynatıyordu. Öyleki şekspirin bir çok oyununu ezbere biliyordu. En büyük tutkusu tiyatro sanatçısı olmaktı. Bu amaçla 14 yaşında Kopenhag’a gitti ama başarılı olamayacağını anlayınca zamanının çoğunu çocuklarla geçirmeye başladı. Saatlerce yanlarında oturuyor, onlara peri masalları anlatıyordu. Zaman zaman da yanında taşıdığı makasını ve kağıtları çıkarıyor, ayaküstünde çocuklara elişi örnekleri hazırlıyordu. Kestiği kağıtlarla ip üzerinde dans edenleri canlandırıyor ya da kağıttan leylekler, kuğular yapıyor ırmağın üzerinde yüzdürüyordu. Masalları 150'den fazla dile çevrilecek olan masal üstadı böyle yetişiyordu.
70 yıllık hayatına 150'den fazla masal, 1000'den fazla şiir, 5 gezi kitabı, 6 roman, 30 yakın opera metni ve oyun sığdırdı.
Sayılardan da anlaşılabildiği gibi oldukça üretken ve verimli olan Andersen esas ününü masallarıyla sağlamıştı. İlk masalını yazdığında 17-18 yaşındaydı. "Don yayğından mum" adını taşıyan masal, 6 sayfadan oluşuyordu ve iç güzelliği farkedilene kadar ihmal edilen, kirlenen saygıdeğer bir mumun acıklı hikayesini anlatıyordu.
Andersen'in masalları
150'den fazla masalı olan ve masalları 150 den fazla dile çevrilen Andersen'in bi'çok masalı mutsuz sonla bitiyordu. Hatta mutsuz sonla bitmeyenlerin de bile bir çeşit mutsuzluk vardı.
Andersen çocukluğunda büyük acılar çekmis ve bunu masallarına yansıtmıştı. Onun masalları diğer masallara pek benzemiyordu. Bu masallar yaratılmış en özgün masallardı. Masal deyince akla ilk eğlence, mutlu son, hoşça vakit geçirme gelirdi. Ama onun masalları eğlendirmez, aksine hüzünlendirirdi okuyucuyu. Okur, bu masallarda gerçek bir yön arardı. Çünkü okur, Andersen'in hayatını okurken farkına varacakti ki bu masallar otobiyografik izler taşırdı. Andersen hayat hikayesini fazlaca yansıtmıştı masallarına.
Tolstoy, Andersen'in masalarını okuyunca Andersen’in çok yalnız bir adam olduğunu bir anda bütün açıklığıyla hissetmişti. Gerçi hayatını bilmiyordu ama serserice bir yaşam sürdüğünü, çok gezdiğini tahmin etmişti.
Ölmedim uyuyorum
Ölüm, Andersen'in en büyük korkularından biriydi. Hatta diri diri gömülerek ölmekten öylesine korkuyordu ki, yatağının yanında büyük puntolarla yazılmış " Ölmedim, uyuyorum" levhasını asılı tutardı hep.
Masallarında sıkça kullandığı temalardan biriydi, ölüm.
Papatya masalında güzel bir papatyayla bir özgür kuş vardı mesela ama masalın sonunda kuş kafese kapatılıp ölüyor, papatya da koparılıp yolun kenarına fırlatılıyordu. Dayanaklı Kurşun Asker masalındaysa kurşun asker sobanın içinde eriyordu. Kibritçi kız kibritleri tükendiği için soğuktan donarak ölmüştü. Gül Perisi masalı korku filmlerini aratmayacak kadar korkunçtu mesela. Mutlu bir çift sevgili vardı ama kızın abisi bu aşkı istemiyordu. Sonuçta kızın abisi bir plan kuruyor ve erkeğin başını kesip ağacın altına gömüyordu. Sonrasında kız sevgilisinin kesik başını alıp saksının içine koyuyordu. Sonra abisi ölüyor, kız ölüyor saksıyı birisi alıyor elinden düşürüyor saksı kırılınca kesik baş ortalığa dağılıyordu.
Ölüm neden bu kadar ilgilendirmişti Andersen'i. Hani insan korktuğunu merak eder ya, onun için mi? Yoksa korkusuyla yüzleşmek için mi?
Geziye çıkmak yaşamaktır
Bir mektubuda "Geziye çıkmak yaşamaktır" diyordu "İşte o zaman yaşam canlanır, zenginleşir, insan bir pelikan gibi kendi kanıyla değil doğayla beslenir."
Önceleri kendi ülkesinde küçük çaplı geziler yapan Andersen, ilk kapsamlı gezisini 28 yaşındayken Fransa, İsviçre, İtalya ve Almanya'yı dolaşarak yapmıştı. Avrupayı ülke ülke dolaşan Andersen gezmediği zamanlar seyahatnameler okuyarak seyyah ruhunu canlı tutuyordu.
35 yaşına geldiğinde Avrupa'da gezmediği ülke kalmamış gibiydi. Doğuya gitmek istiyordu. O zamanlar Avrupa'da Doğu seyahati yapmak, merakı da aşan adeta moda tarzında bir şeydi. Doğu'yu gezmeden seyyah sayılmazdınız. Şarttı Doğuyu gezmek. Çünkü 19. yüzyılda Avrupa Doğu'yu merak ediyor, geziyor ve Doğu üzerinden kendini tanımlıyordu. Kendisinin ne kadar uygar ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren bir aynaydı Doğu. Büyüklenmek için böbürlenmek için Doğu'ya seyahat fırsattı. Kibir gani ganiydi maşallah.
1840'ın ilkbaharında bir seyehat planı hazırladı. Seyahati Viyana'dan kalkacak bir gemiyle başlayacak Tuna nehri üzerinden Karadeniz'e oradanda İstanbul'a uzanacaktı. Gezinin maliyet kısmını da Melez adlı oyunun sahnelenmesinde elde edeceği kazançla yapacaktı. Bir ölüm bu planın üzerine bir kabus gibi çöktü. Kral 6. Frederick'in vakitsiz ölümü oyunun sahnelenmesini geciktirdi. Gezi de iptal edildi.
Yılmadı tabi Andersen. Doğu gezilecekti. Yeni bir plan yaptı. Plana göre sonbaharda Almanya'dan yola çıkacak Kuzey İtalya üzerinden Roma, Napoli, Malta ve Atina'ya oradan da İzmir'e uğrayacaktı. Çanakkale Boğazı yoluyla Nisan 1841'de İstanbul'da olacak, 36. yaşını Boğaziçi'nde balık yiyerek kutlayacaktı.
Andersen Gelibolu'daki cambazlıkları
Nisan'dı. Gemi Atina'dan yola çıkalı üç gün olmuştu. Gemi, Çanakkale Boğazı'nda bir tarafına Asya bir tarafına Avrupa kıtasını almış ortalama süratiyle ilerliyordu. Andersen bu manzarayı kaçırmak istemiyordu. Kıyıyı izlemek için geminin küpeştesine doğru yöneldi.
Türk kadınları oturuyordu burada. Amacı Asya ve Avrupa kıtalarına yarenlik yapan kıyıyı izlemekti ama hanımlara bakmadan da edememişti. Yemek yiyorlardı ve yaşmaklarını indirmişlerdi. Güzel görünüyorlardı. Yüzlerinde Asya'nın gizemli çekiciliği vardı. Demesine göre kadınlar da Andersen'i süzmüşlerdi. Hatta aralarında en genç ve en güzel olanı pek neşeliydi ve yanındaki yaşlı kadına Andersen'den bahsetmişti. Orası darı ambarı mıydı? Ve Andersen aç bir tavuk muydu yoksa?
Çok geçmedi. Uyarıyı yedi Andersen. Fazlaca bakmıştı herhalde. Yoksa bakıp bakıp hülyalara mı dalmıştı? Genç bir Türk yanına yaklaşmış Fransızca konuşarak, peçesiz kadınların yüzlerine bakmanın ülkesinin geleneklerine aykırı olduğunu söylemişti. Hanımlarının kocalarının nasıl ciddi bir tavırla kendisini süzdüklerini anlamış mıydı? Yok eğer anlamadıysa başka yollardan anlatılabilirdi kendisine. Andersen akllı adam olsa gerekti. Morarmış bir gözle, hırpalanmış bir bedenle İstanbul'a girmek istemezdi herhalde.
Küpeşte de rastladığı bu aile, kahve tütün çubuğu içen aile reisiyle, yaşmaklı kadınları ve zenci halayıklarıyla tam bir şark görüntüsü sunuyordu. Aileyi tanımak istemişti.
Ailenin en büyük kızı babasına kahve tütün çubuğu ikram ederken, küçük kızları da aralarında koşuşturuyordu. Bu tür durumlarda ailenin yanına yaklaşabilmek için en geçerli çözüm ailenin çocuklardan biriyle ilgilenmekti.
Henüz üç-dört yaşında olan kızların en küçüğüyle ahbaplık edip, meyva verip şakalaşmak istedi. Ama bu küçük vahşi keçi kaçıp, zenci halayıklardan birinin arkasına geçti ve kadının uzun peçesinin altına sadece dışarıdan yüzü görünecek bir şekilde gizlendi. Bir yandan kahkaha atarken bir yandan da öpücük verecekmiş gibi dudaklarını uzattı sonra da kıkırdayarak ablasının yanına koştu.
Ablası altı yaşında çok güzel bir kız çocuğuydu. Bu yaşmaksız Türk kızı sarı çizmelerinin üzerine keçi derilerinden terlikler geçirmişti, açık mavi ipekli şalvar, kırmızı çiçekli bir elbise ve siyah kadifeden yapılmış, kalçalarına kadar inen ceket giymişti; aralarında küçük altın paralarında bulunduğu kalın saç örgüleri omzundan aşağı sarkıyordu. Başına simli kumaştan bir başlık takmıştı.
Hemen can ciğer dost oldular küçük kızla. Küçük kız oyuncağını gösterdi. Her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçiminde bir su testisiydi bu. O an Türkçe biliyor olabilmeyi çok istemişti Andersen. Çünkü hemen bir masal uydurup anlatıcaktı ona.
Küçük kızı dizlerinin üzerine oturttu o da küçük elleriyle yanaklarına dokundu. Züleyha gözlerinin içine öyle sevgiyle öyle güvenle bakmıştı ki onunla konuşmak zorunda hissetmişti. Danimarka dilinde bir şeyler söyledi. Küçük kız o kadar gülmüştü ki bu sözlere kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Şimdiye kadar hiç duymadığı ve kensisi için uydurulan bir tür kuş dili olduğunu zannetmişti herhalde.
Gemi Çanakkale boğazından Marmara denizine doğru yol alırken Asyanın küçük kızı ona bir öpücük kondurmuştu. Adı Züleyha'ydı.
Solda yer alan Gelibolu kenti, nedense kapkaranlıktı.Beyaz, yüksek minareler hesaba katılmazsa Kuzey İsveç'teki kentlere benziyordu.Küçük bahçelerin içindeki evlerin çatıları, Kuzey ülkelerindeki evlerin çatıları gibi dik ve kırmızıydı çünkü. Evlerin çoğu hayli dalgalı olan ve buz gibi rüzgarların estiği denize doğru sıralanmıştı.
Akşam yemeğine doğru Poyraz sert esmeye başlamıştı. İtalya'dan itibaren gemiyle yolculuk yaparak tüm güney denizini dolaşan Andersen ne bu kadar sert ne de bu kadar soğuk bir rüzgarla karşılaşmıştı. Deniz kopkoyu ve köpük köpüktü. Dalgalar geminin ana direğine çarparak ön tarafta oturan Türklerin üzerine boşalıyordu. Hatta bir tanesi öylesine kuvvetli bir dalga yemişti ki sırılsıklam olan cüppesini silkelemek ve su dolan başlığını boşaltmak zorunda kalmıştı.
"Ben denize dayanıklı bir yapıdayımdır; ancak bu rüzgar tıpkı kuzeydeki gibi dayanılmaz derecede soğuk" diyordu Andersen. Bahsettiği Poyraz'dı. Poyraz Marmara'nın olduğu kadar İstanbul'unda meşhur rüzgarlarındandı. Bu memlekette birçok şey bu rüzgara göre ayarlanırdı. Bu rüzgar sayesinde İstanbul'dan Atina'ya 3 günde de gidebilirdiniz, 30 günde de. Poyraz bilirdi. O bu bir tür Poseidon'du.
Akşam yemeğinden sonra Marmara sahilleri görününce deniz biraz durulmuştu. Batmakta olan güneş, yemyeşil ağaçlı ve mermer kayalı Marmara Adası'nın üzerine son ışıklarını gönderiyordu. Bir masal üstadı olarak, Binbirgece Masalları'nı hatırladı bir an. Çok soğuk olmasına rağmen kendisini bu harkulade masallardan birinin içinde hissetmişti.
Şimdi, Züleyha'nın oyuncağı olarak gösterdiği kulaklarının altında minicik kuşlar olan at canlanıverse, gerçek bir at kadar büyüse, onu ve küçük Züleyha'yı sırtına alıp, Marmara'yı aşırsa, mersinlerin arasından toprağa ayak basar basmaz da, Züleyha kara gözleri güneş gibi parlayan genç ve güzel bir bakireye dönüşse...
Andersen masalın ölçüsünü biraz kaçırmıştı. Gerçi masal da ölçü, her zaman kaçardı adı onun için masaldı ama çok değil az önce kucağına oturan altı yaşındaki bir Türk kızıyla ilgili hemen bu çapta bir masal uydurması hiç olmamıştı. Ölçü epeyce kaçmıştı. Aynı ölçüyü ülkenin en seçkin paşasının zifaf odasına benzettiği 2. Mahmut Türbesi'nde ve Karacaahmet Mezarlığında da kaçıracaktı.
Andersen İstanbul'da
Zor bir geceydi. Fırtına şiddetini artırmıştı. Kamarasına çekilip, ranzasına uzandı. Zaman bir sümüklüböcek olmuş kamarasının ahşap duvarlarında ağır ağır dolanıyordu. Saatine baktı. Daha gece bile olmamıştı. Zaman nasıl da ağır ilerliyordu.
Gözlerini açtığında geceki fırtınanın ardından doğan sabah güneşi bulutlar ve sisle mücadele halindeydi. Arkalarında Marmara Denizi koyu yeşil dalgalarla köpürüp koşarken, önlerinde dev hayal kenti İstanbul uzanıyordu.
Boğazın her iki yakasında karşılıklı uzanan ve sayıları yüzleri bulan kubbeli, altın alemli camiler Nuh'un Gemisi'ne benziyorlardı. Gri bulutlu gökyüzünün içinde pırıl pırıl parlayan minareler göğe uzanan zarif sütunlar gibiydiler. Aşı boyalı binaların, camilerin arasından, mezarlıklardan serviler arabeskvari boylarını uzatmışlardı.
Karacaahmet Mezarlığı
Asya'da serviler binaların, camilerin arasından başını uzatmamış uçsuz bucaksız bir orman oluşturmuştu adeta. Burası Türklerin Asya yakasındaki büyük kabristanıydı, Karacahmet Mezarlığı'ydı. Andersen'in duyduğuna göre ya da bir masal üstadı olarak uydurduğuna göre bu kabristanın alanı öyle genişmiş ki buğday ekilse bütün kenti doyururmuş, burada ki bütün mezar taşları kullanılsa İstanbul'u kuşatacak yeni bir sur inşa edilebilirmiş.
Karacahmet Mezarlığı nüfusu milyonları bulan, göğe uzanan servileriyle hayata bağlanan birbirinden sanatkârane mezar taşlarıyla sanat bahçesini andıran ölümün mekanıydı. Hayatın namekanıydı.
Karacahmet Mezarlığı sadece İstanbul'un değil üç kıtaya yayılmış yüzölçümü milyonlarca kilometrekareyi bulan Osmanlı topraklarının en büyük mezarlığı olup, dünyanın da sayılı mezarlıklarındandı. Mezarlığın tarihi 1352 tarihine kadar uzanıyordu. Hatta bir iddaya göre Araplar 7 .yüzyılda İstanbul'u kuşattıklarında şehitlerini buraya gömmüş olduklarından mezarlığın tarihini 7. yüzyıla kadar götürmek mümkündü. İster birinci iddia ister ikinci iddia doğru olsun Karacahmet'te tek bir Bizans lahtine ve mezartaşına rastlanmaması Karacaahmet'i tam bir Müslüman mezarlığı yapıyordu. Mezarlığa ölülerini gömmek için ilk kazmayı Müslümanlar vurmuştu.
Mezarlığın tarihini Araplarla başlatan iddİa bir kenara bırakıldığında, Orhan Gazi'nin 1352 yılında Üsküdar'ı fethetmesinden sonra Üsküdar, Müslüman yerleşimine konu olmaya başlamıştı. Zamanla yerleşimin artması sonucu nüfus çoğalmış, ahali de ölülerini buraya gömmeye başlamıştı. İşin ilginç tarafı Karacaahmet Mezarlığı'na sadece Üsküdar'daki ya da Kadıköy gibi yakın çevredeki cenazeler gömülmüyordu. Avrupa yakasından da cenazeler teknelerle buraya taşınıyordu. Hal böyle olunca bir iddiaya göre Karacaahmet'teki mezar sayısı milyonu aşıyor hatta 150 milyonu buluyordu. Müslümanlarda cenazeleri üstüste gömmek gibi bir gelenek olmadığından Karacaahmet'in sınırları yıldan yıla genişiliyor, Türkler mezarlıklarına servi ağacını dikmeyi gelenek haline getirdiğinden Üsküdarın bağrında dev bir servi ormanı gün geçtikçe büyüyordu.
Peki neden Üsküdar'ın karşı yakasından Müslüman cenazeleri kayıklarla buraya taşınıyordu? İstanbul'da yer mi kalmamıştı?
Osmanlı Hac kafilesi, toplandığı zaman ilkin Üsküdar'a ulaşıyor, kervanlarla Hac yolculuğuna buradan başlıyordu. Sırasıyla Üsküdar üzerinden Gebze-Eskişehir-Konya- Adana-Halep-Şam güzergahını kullanarak 3 aylık zorlu bir seyahat sonucu peygamber toprakları olarak kabul edilen Mekke ve Medine'ye ulaşıyordu. İşte Üsküdar'ın peygamber topraklarına olan bu kesintisiz karayolu bağlantısı, "Peygamber toprağı" olarak anılmasını sağlamıştı. Karacaahmet Mezarlığı semaya uzanan servileriyle, sayısı yüzbinleri bulan sanatkârane şahideleriyle peygamber toprağının yamacına konuşlanmıştı. Hangi dindar Osmanlı, son nefesini vermeden önce böyle bir mezarlığa gömülmeyi vasiyet etmezdiki!
Seyyahlar ve Osmanlı mezarlıkları
İstanbul'a gelen bir çok seyyah Osmanlı mezarlıklarıyla ilgili yer yer detaylı yer yer de bir kaç cümlecikte olsa bir şeyler karalamış, öyle gitmişlerdi. Çünkü Osmanlının mezarlıkları bakımsız olmaları, kendi haline terkedilmişlikleriyle ölümün yalnızlığını iyi temsil ediyor, mezartaşlarıysa sanatkàrane işçiliğiyle, başlıklarıyla, hat yazılarıyla bu yalnızlığa güzelleme yapıyorlardı. Hatta İstanbul'a birkaç kez gelen ünlü Fransız edebiyatçı Gerar De Nerval, İstanbul'da Boğaziçi'nden, saraylardan, köşklerden, sokaklardan daha fazla mezarlıkları beğenmişti.
Karacahmet Mezarlığı, Hz. Muhammet'i Hicret’ten sonra evinde uzun müddet misafir eden ve Hz. Muhammet'in sancaktarlığını da yapan Eyyub El-Ensârî'nin türbesinin bulunması nedeniyle Eyüp'ün, seyyahların kaldığı yere yakın olması vesilesiyle de Büyük ve Küçük Mezarlık'ın gölgesinde kaldığından seyyahların pek dikkatini çekmemişti. Dikkat çeken varsa da seyahatnamesinde Üsküdar'dan bahsederken bir kaç cümlecikle geçiştirivermişti. Ama Andersen öyle değildi. Seyahatnamesinde "Scutari Kabristanı" adı altında Karacaahmet Mezarlığı için özel bir bölüm ayırmıştı.
Türklerin en büyük mezarlığı neden Üsküdar'da?
Türklerin en büyük mezarlığı neden Üsküdar'da sorusu can alıcı olduğu kadar, gizemli bir soruydu.
Andersen bu sorunun cevabını ne tarihsel bir nedene ne de bir tesadüfe dayandırmıyor, bir medeniyet meselesine dayandırıyordu. Ona göre Türkler, kendilerini Avrupa'ya yabancı hissediyor bu yüzden ebedi huzura kavuşmak için bir Asya toprağı olan Üsküdar'ı seçiyorlardı.
Andersen'den yaklaşık 3o yıl sonra 1698'de İstanbul'a gelen seyyah La Motraye Türklerin en büyük mezarlığının Üsküdar'da bulunmasının nedenini dost muhabbetinde duyduğu bir söylenceyle açıklıyordu. Sakalı dizlerini bulan, yırtık pırtık elbiseli, sürekli gezip duran, dua ederek insanları hak yoluna çağıran bir derviş işaret parmağını göğe dikmiş Osmanlının bir gün Avrupada'ki bütün topraklarını kaybedeceği kehanetinde bulunmuştu. Kehanete inanan Türkler öldükten sonra bile Hristiyanların egemenliği altında kalmak istemediklerinden Üsküdar'daki bu mezarlığa gömülmek istemişlerdi.
Ama Müslümanların en büyük mezarlığının Üsküdar'da olmasının biricik nedeni ne Andersen'in dediği gibi bir medeniyet meselesi ne de La Motraye'nin dediği gibi göğe parmağını uzatan bir derviş meselesiydi. Osmanlı için inanç meselesiydi. Peygamber toprağı meselesiydi. Peygamber topraklarına bir nebze olsun yakın olma meselesiydi.
"Türler doğan her çocuk için çınar ölen her kişi için servi dikerler"
Andersen, Karacaahmet Mezarlığı'nın devasa boyutta olmasını Türklerin, ölünün kabrini evi olarak görüp korumalarından ötürü bir ölünün üzerine bir başkasını gömmemelerine böylece mezarlığın gün geçtikçe büyümesine bağlarken, mezarlığın bağrında peyda olan dev servi ormanının varlığını Türkler'in doğan her çocuk için bir çınar ölen her kişi içinde bir servi dikilmesine bağlamıştı.
Ulu servilerin altında mezartaşları, biçilmiş ekin tarlaları gibi birbirine bitişik uzanmaktaydı. Eski, gerçek mümin olan Türklerin kabirleriyle yeni, yarı- Avrupalı neslin yattığı yerler kolaylıkla ayırdedilebiliyordu. Anlaşılan Andersen'e göre kendini mezartaşında bile belli eden bir tür "gerçek müminlik" vardı ve Asya'lıydı, Avrupa'dan uzaktı. Avrupa'ya yaklaştığınız oranda onu kaybediyordunuz üstelikte tam Avrupalı olamıyordunuz. Ancak "yarısı" olabiliyordunuz. Onunda bir kıymeti harbiyesi yoktu zaten.
Şarkta kadının hayatı adına "mahrem" denilen bir perdenin arkasında geçerdi. Kadın hep bu perdenin arkasına gizlenir, peçesini açıp etrafına bakan bir kadın gibi arasıra perdeyi sıyırır öyle izlerdi hayatı. Mezar taşlarına baktığı zaman aynı mahremliği görmüştü Andersen. Erkeklerin mezar taşlarında hayatlarına dair teferruatlı bilgiler yer alırken şu an tam da karşında durdurduğu mezar taşına yıldızlı bir nilüfer çiçeğinden başkaca hiçbirşey nakşedilmemişti. Ne bir yazı ne bir kelam göünüyordu. Kadın ölümünde bile örtülüydü şarkta, yabancılara mahremdi.
Andersen'in hayalleri
Gece mehtaplıydı. Kabirler servilerin altında sessiz ve yapayalnız yatıyorlardı. Gece mezarların üzerinde uykuya dalmıştı. Ağaçlar nasıl da karanlıktı.
Kargacık burgacık patikanın üzerinde kızıl güller gibi parıldayan bir nokta yavaş yavaş büyüyordu. Yaşlı bir adam atının üzerinde elinde iki fenerle yaklaşıyordu. Binlerce ölünün arasında yol alıyordu ama ölüleri düşündüğü yoktu bu ihtiyarın, aklı dirilerdeydi. Şimdi ölülerin içinde yavaş yavaş salınan bu ihtiyar az sonra güzel ve işveli karılarıyla beraber yaşadığı zarif evinde yumuşacık minderlerine yayılarak vücudunu dinlendirecek , sıcak pilavını yiyip tütün çubuğunu yakacak, en genç hanımı yanaklarını okşarken diğerleri bir komedi oyunu olan gölge oyununu oynatacaktı. İhtiyar, binlerce kabirin arasında hayatı düşünüyordu. İhtiyar belik de şu an fatiha okuyordu. Ama önemi yoktu bunun. Andersen böyle düşünüyordu.
İhtiyar, gözden kaybolduğunda etraf birden ıssızlaştı. Ne bir fener ışıldıyor ne de atlar geçiyordu yanlarından. Yalnızca ayak sesleri duyuluyor, ilk kadınını göğsüne bastıran İsmail kadar hoş, güçlü genç bir adam yaklaşıyordu. Az önceki ihtiyar gibi, yaklaşan bu genç adamın da aklında aynı düşünceler vardı. Bu genç adam sevişmek, her üzümün bağından tatmak isteyen biriydi ve kor haline gelmiş bir hayat gibi ölülerin kabirlerinin üzerinden geçerek sevgilisiyle buluşmaya gidiyordu.
Ölülere bakmıştı ama ölümü görmemişti Andersen. Ne cennet ne cehennem, ne Kuran ne İncil, ne günah ne sevap ne de kabir azabı.. Tüm ilhamını hayattan alan hayata hayat katan, hayatın biricik enerjisi olan aşkı ve seksi görmüştü. Hem ölümün mekanına gitmişti hem de onu düşünmeden geri gelmişti. Ölümden ölesiye korkuyordu. Ondan uzaklaşmak için eline geleni ardına koymuyordu. Yatağının yanına büyük puntolarla yazılmış " Ölmedim, uyuyorum" levhasını asmadan uyuyamazdı.
Ama korku en güçlü duyguydu. Sizi ittiği kadar çekerdide. Bazen ondan kaçardınız bazen de ona kaçardınız. Karacaahmet Mezarlığı'na gitmesi korkunun bu çekimindendi. Kimbilir belki de onla yüzleşmeye, onu yenmeye gitmişti. Ama yenememişti. Görmemişti ki çünkü.
Dostları ilə paylaş: |