İSTANBUL'UN FETHİ, FETİH RUHU VE HİZMET
(29 Mayıs İstanbul’un fethi)
Cihad, Allah rızası için İslâm uğrunda gayret sarfetmek, maddi ve manevi düşmanlarla gereği gibi mücadele etmektir. Cihad pek üstün bir ibadettir ve İslâm’ın altıncı şartı sayılır.
Kur’an-ı Kerim’de toplam yüz civarında cihad ayeti vardır ki, bunlardan bir ayetin meali şöyledir:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size Allah’tan, Rasulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe/24)
Cihad, üç ana bölümde toplanabilir:
Nefis ve şeytanla cihad, Din düşmanlarıyla cihad, Kötülüklere karşı cihad. Bunlar da ayrıca çeşitlere ayrılır.
Yukarıda belirtilen cihadın birinci bölümü, her haliyle müslümanlar için ömür boyu farzdır, yani farz-ı ayndır. İkincisi genellikle farz-ı kifayedir; yani herkes için değil, bu cihada ehil müslümanların vazifesidir. Üçüncüsü ise, her mükellefin hal ve imkanına göre vacib olur.
Nefis ve şeytanla cihad beş türlü olur.
1) İslâm’ı doğru öğrenmekle,
2) İslâm’a uygun yaşamakla,
3) İslâm’ı tebliğ edip öğretmekle,
4) İmana aykırı şüpheleri defetmekle,
5) Haram arzu ve heveslerden sakınmakla.
Din düşmanlarıyla cihad da beş türlü olur:
1) Elle,
2) Dille,
3) Kalble,
4) Malî destekle,
5) İlim ve kültürle
Kötülüklere karşı cihad da beş türlüdür:
1) Elle,
2) Dille,
3) Kalble,
4) Sabırla,
5) Güzel siyasetle.
Cihadın temel özelliği, Allah yolunda güçlük ve zahmete katlanmaktır. İlâhî hükümlerin, hakkın ve iyiliğin hayata hakimiyeti için farz olan cihad, kıyamete kadar geçerlidir.(1)
Nefis ve Şeytanla Cihad
Nefis ve şeytanla yapılan cihad (mücadele) bütün müslümanlar için her zaman farzdır ve cihadın başında yer alır. İnsanın bütün hayatını kuşatan bu cihad, İslâm’ın başlangıcında, Mekke döneminden itibaren farz olmuştur. Buna “cihad-ı ekber” (büyük cihad) denmektedir. Bilhassa tasavvuf ehli buna çok önem verir. Beş mertebedir:(2)
1- İslâm’ın doğru öğrenilmesi: Denilebilir ki, hata ve günahların, İslâm dışı hallerin baş sebebi İslâm dininin doğru olarak bilinmemesidir. Öyleyse herkesin iman ve İslâm esaslarıyla, müslümanlığı öğrenme zahmetine katlanması farzdır.
2- İslâm’a uygun hayat: Her müslüman, nefsine ağır gelse de Allah’ın emirlerini tutmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Mesela beş vakit namazı vakitlerinde güzelce kılmak, hatta gece teheccüd namazlarına kalkmak önemli bir cihaddır. Gerektiğinde malî yardım için fedakârlık, güç şartlarda örtünmeye riayet, diline hakim olup gıybet ve gevezelikten sakınmak bir cihaddır.
3- Davet ve tebliğ cihadı: İslâm esaslarını, ilâhî emirleri insanlara duyurup belletmeye çalışmak mühim bir cihad görevidir. Başta en yakınları olmak üzere, sözünün geçtiği ve gücünün yettiği kadar İslâmî davet ve tebliğ, herkese gereklidir.
4- Şeytanî şüphelerden arınmak: Şeytanın vesvese vermesinden geldiği anlaşılan ve sağlam inanç esaslarına aykırı her türlü evham ve şüpheleri defetmek, bir gönül cihadıdır. Bunun için de gerekli bilgi ve imanla kuşanmış olmak gerekir.
5- Haram arzulardan uzaklaşmak: Baş düşmanımız şeytan, insanı zorla saptıramaz. Ancak kişi iradesini gevşeterek bir harama meyleder ve direncinde tereddüt gösterirse, o zaman şeytanın tuzağına düşer. Kesin bir karar ve iradeyle, haram ve kötülüğe karşı direnen kişi, nefis ve şeytanla olan bu büyük cihadda zafere ulaşır.
İslâm Düşmanlarıyla Cihad
Cihad denilince, en çok bu kısım akla gelir. Evet, cihadın başı nefis ve şeytanla cihad olunca, gövde ve omurgası da din düşmanlarıyla cihad olur. Bu cihad da beş türlüdür:
1- Elle (Canla-başla) Cihad: Güç kullanmaktır ki, silahlı ve askeri cihaddır. Devlet tarafından gayr-i müslim dış düşmanlara karşı yapılan savaştır. Aslında farz-ı kifayedir, belirlenmiş ordulara mahsustur. Ancak işgal ve topyekûn savaşta herkese gerekir.
Bu savaş, müslüman ülkesiyle barış ve antlaşma halinde olmayan yahut antlaşmayı ihlal eden ve müslümanlara zulmeden saldırgan düşmanlara karşı, imkanlar ölçüsünde yapılır. Bundan maksat, ülke ve halkını korumak, İslâmî tebliğin de önünü açmaktır.
2- Dille Cihad: Münafık veya kâfir din düşmanlarının, İslâm’a karşı yalan, iftira ve saldırılarının etkisini kırmak ve İslâm gerçeklerini topluma sunmak için lisanla ve yazıyla, basın-yayın, kitap-dergi televizyon ve internet gibi araçlarla yapılır.
3- Kalple Cihad: Başka türlü cihad ve mücadele imkanı bulamayan müslümanlar için, kalben İslâm düşmanlarına buğz etmek, onlara tepki göstermek ve müslümanların hak yolda galibiyeti için dua etmekle olur.
4- Malla (ekonomik) Cihad: Cihadla meşgul olanlara her türlü malî yardımda bulunmak cihad olduğu gibi, müslümanların güçlü ekonomileriyle içte ve dışta etkinlik sahibi olmaya çalışmaları, hayra hizmet etmeleri cihaddır.
5- İlim ve kültür cihadı: İslâm’ı tanıtmanın ve savunmanın en etkili yolu, zaman şartlarına göre ilim ve kültürdür. Askeri cihad için de eğitim, bilgi ve teknik donanım şarttır. Kültür savaşlarının öne çıktığı ve çok yaygınlaştığı, hatta ülkeleri istila ettiği bugünkü dünyada, ilim ve kültür cihadı ve bunun eğitimi ehli için kaçınılmaz bir görevdir.(3)
Kötülüklere Karşı Cihad
Kötülüklere karşı cihadın temeli, “emru bil-ma’ruf, nehyu anil-münker” denilen, iyiliği emretme ve kötülüğü men etme esasına dayanır. Toplum hayatında, böyle bir yaptırım ve denetime her zaman ihtiyaç vardır. Aksi halde sayısız kötülükler ortalığı kaplar, toplumun düzen ve huzuru kalmaz. “Kime ne” ve “neme lazım” anlayışı, İslâm’da yoktur.
Rasulullah Aleyhissalâtu vesselam buyurur ki: “Bir kötülüğe şahit olan kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmezse diliyle engellesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim) Bu işin mertebeleri şöyledir:(4)
1- Kötülüğü elle önleme: Yani güç kullanarak kötülüğün önlenmesi. Genelde devlet ve emniyet güçlerinin işidir, herkesin yapacağı iş değildir. Ancak bu iş, kişinin aile çevresinde yahut müdahalesinin kabul göreceği yerlerde herkes için olabilir.
2- Kötülüğü dille engelleme: Kötülüklere sözlü ve yazılı olarak karşı çıkmadır. Esasen bu konularda bilgi sahibi olanların işidir. Fakat kötülüğü (çirkinliği) herkesçe bilinen söz ve işlere karşı çıkmak, bu konuda söz imkanı bulan herkesin hak ve görevidir.
3- Kötülüğe kalple buğzetme: Kötülüğü elle veya sözle müdahale edip önleme imkanı bulunmayınca, buna karşı buğzetme, kalpten nefretle reddetme yahut bunun önlenmesi için dua ve temenni, bütün müslümanların vazifesidir.1
__________
(1) İbnu Hacer: Fethu’l-Barî, 6/77; Heyet: Nadratü’n-Naîm, 4/1481-83
(2) Zâdü’l-Mead, 3/10; Nardatü’n-Naîm, 8/3303-3307; Abdülkerim el-Kuşeyrî: er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, 97-101.
(3) M. Hamdi Yazır: Hak Dini Kur’an Dili, 2/28-41; Ö. Nasuhi Bilmen: Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, 3/354-58; T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, 7/527-534.
(4) Müslim, “İman”, 20/149; Nevevî: Şerhu Sahîh-i Müslim, 2/212-16; İslâm Ansiklopedisi, 11/138-141.
***
İstanbul’un fethinin 29 Mayıs’a denk düşmesi Mayıs ayının ülkemizde fetih ayı olarak kutlanmasının bir vesilesidir. Ancak bu kutlamaların sadece demeç ve hamasi nutuklarla geçiştirilmesi, fetih kavramının hangi ruhu ifade ettiğinin çoğu kez gözden kaçmasının da sebebi.
Savaşların, yıkımların, istilaların ve soykırımların gündemden düşmediği günümüz dünyasında, İslam fethinin farkının ne olduğu iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Tarih sayfalarımızı dolduran olayların muhasebesini yapabilmek için fetih ruhunu anlamak zorundayız. Ancak bu şekilde bunalımını yaşadığımız kimlik sorunumuzu aşabilir, tarihimizle yeniden barışabiliriz.
Fethi nasıl anlamalıyız? Fetih, Allah’ın mülkünde Allah’ın adının yüceltilmesi (İlâ-yı Kelimetullah), kalplerin ve ülkelerin Allah’ın rahmetine ve adaletine açılması davasıdır. Bu tarif aslında Hz. Peygamber’in (A.S.) örnek hayatının ve vazifesinin bir yansımasıdır.
Gerçekte fetih ruhu müminlere Peygamber Efendimiz’den (A.S.) miras kalmıştır. O, önce insanların gönüllerini fethetti sonra bağrında Beytullahı barındıran Mekke şehrini...
Her iki fetih de aynı amaç için yapılmıştı. İnsanın içinde ve Mekke şehrindeki Beytullah’ı, yani Allah’ın evini Allah’tan gayrı olanlardan temizlemek. Böylece fethi manevi ve maddi diye ayırsak da, amacın Allah için olması esastır. Bir hadis-i şerifte Peygamber (A.S.) Efendimiz: “Kim Allah’ın adını duyurmak ve dinini yaymak için savaşırsa o Allah yolundadır; diğerleri değil” buyuruyor.
Eğer fetih Allah için olmaz ise o mücadele Allah katında boş bir dava olmaktan öte gidemez. Buna fetih de denemez. Bunun adı artık fetih değil, belki bir “nasiplenme” dir. Yani pay alma, işgal etme, üstün olma ve sömürü davasıdır. İşte fethi diğer mücadelelerden ayıran temel fark da budur.
Fetih denilince hiç şüphesiz ilk akla gelen, Rabbimizin Habibine s.a.v. müjdesini vahiyle bildirdiği Mekke-i Mükerreme’nin fethidir. Yani “Feth-i Mübin” dir. Bu fetih fetihlerin en büyüğü ve anlamlısıdır. Zira Mekke-i Mükkereme görünürde bir yeryüzü parçası, hakikatte ise kâinatın kalbi hükmündedir. Bu sebeple bu şehrin fethinde zahiri ve batıni pek çok hikmetler ve dersler vardır.
Mekke-i Mükerreme, Beytullah’ı bağrında taşır. Beytullah ise Allahu Teâlâ'nın vahdaniyetinin simgesi ve kıblesidir. Allahu Teâlâ, Kâbe'ye yönelmeyi Allah’a yönelmekle bir tutmuştur. Bu sebeple Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ve asıl kimliğine kavuşması gerekiyordu. Belki bütün yeryüzü fetholunup yalnız Mekke-i Mükerreme kalsaydı, fetihler temsil ettikleri manaya eremeyecek ve tevhid yeryüzünde ikame edilmiş olmayacaktı. Bu fetih, hakkın hakimiyeti ve batılın zevalinin de bir göstergesidir.
Mekke-i Mükerreme’nin fethi sonraki bütün fetihlerin anası olacak ve her fetih mesajını ve ruhunu bu fetihten alacaktı. Tarih boyunca bütün aklıselim sahipleri, kan dökülmeden en büyük fethin nasıl gerçekleştiğini idrak edecek, böylece en büyük Fatih olan Habib-i Kibriya (A.S.)’nın nasıl gönülleri hükmettiğini de anlayacaklardı.
Bu mukaddes fetih şu mesajı vermektedir: Fetihlerde asıl olan kalplerin fethidir. Ülkelerin fethi ise bu asıl fethin tabii sonucudur. Bu sebeple tarih boyunca fetihlerin kalıcı olduğunu, ancak zulüm ifadesi olan işgallerin ise kısa ömürlü olduğunu görürüz. Çünkü işgaller, fıtrata aykırı olarak gönüllere baskı uygularken, fetih ise insan fıtratını okşar.
Fethin çağrıştırdığı en önemli mana şudur: Yeryüzünün kalbi hükmündeki Kabe’nin putlardan temizlenmesi insanlığın kurtuluşu için nasıl hayati bir önem taşıyorsa, beden ülkesinin merkezi olan insan kalbinin de, her türlü putlardan ve masivadan temizlenmesi de aynı şekilde hayati önem taşımaktadır. Mekke-i Mükerreme’de nasıl Kâbe Beytullah ise kalbimiz de Beytullah’tır. Unutulmamalıdır ki bedenimizdeki Beytullah’ın yıkılması Mekke-i Mükerreme’de bulunan Beytullah’ın yıkılmasından daha büyük bir cürümdür. Çünkü Beytullah, Allah’ın evi olarak vasf edilmekle beraber insan eliyle inşa edilmiştir. Oysa insan kalbi bizzat Rabbimizin yaratmasıyladır. Dolayısıyla yaratıcısına binaen kalbin fethi daha hayati bir önem taşımaktadır.
Büyük fethin işaret ettiği diğer bir önemli mana da şudur:
Bu fetih göstermiştir ki, fetihler kâmil rehberlerin eliyle nefsini terbiye ve tezkiye edebilmiş vasıflı müminlerin gayretleriyle gerçekleşebilir. Nefs terbiyelerini tamamlayamayanlar ne gönülleri fethedebilir ne de ülkeleri...2
***
Hacı Bayram’ın Zinciri
Fatih’in hocası ve İstanbul’un manevi fatihlerinden Akşemseddin Hazretleri (1390-1459) Şam’da doğmuş, yedi yaşında babası Şeyh Hamza ile Amasya’ya gelip yerleşmiş, zamanında okunan İslâmî ilimleri tahsil ettikten sonra Osmancık’ta müderris olarak ders vermeye başlamıştı. Henüz yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid arayan Akşemseddin, önce şöhretini duyduğu Hacı Bayram Veli’ye intisap etmeyi düşünmüşse de, onun dervişlerle halktan yardım topladığını öğrenince -dilencilik yaptığını zannederek- bu isteğinden vazgeçti. Aslında toplanan yardımlar muhtaçların ihtiyacına sarfediliyordu.
Osmancık’tan ayrılan Akşemseddin, meşhur mutasavvıflardan Zeynüddin Hafî’ye intisap için Haleb’e gitti. Ancak rüyasında gördü ki, bir ucu kendi boynuna takılmış, diğer ucu Hacı Bayram’ın elinde bir zincirle Ankara’ya doğru çekiliyor. Bu berrak rüya üzerine Osmancık’a dönerek, oradan Ankara'ya giden Akşemseddin, Hacı Bayram’ın bağlılarıyla imece halinde tarlada burçak hasadı yaptığını gördü, varıp onlara katıldı. Tarlada kendisine iltifat edilmedi. Daha sonra Hacı Bayram eliyle herkese yemek taksimatı yapılarak, oradaki köpeklere de yiyecek ayrılırken, ona yemekten bir pay verilmedi. Sonunda o da köpeklere ayrılan yemeğin yanına oturuverdi!
Bu hali gören Hacı Bayram Hazretleri: “Ey köse, gönlümüze girdin, beru gel!” diyerek onu kendi sofrasına çağırdı. “Zincir ile zorla gelen misafiri bu şekilde ağırlarlar!” dedi.
Hacı Bayram Veli, Akşemseddin’i kendi isteğiyle sıkı bir riyazet ve terbiyeye tabi tuttuktan sonra, ona irşad hilafeti verdi. Bazıları sormuşlar:
- Diğerlerine kırk yıldır hilafet vermedin; buna erken hilafetin hikmeti ne?
Hacı Bayram Hazretleri şu cevabı vermişler:
- Bu zeki ve anlayışlı biriymiş. Görüp işittiklerine inandı, hikmetini sonra kendisi anladı. Ama kırk yıllık diğer dervişler, bizden görüp duyduklarının hemen aslını ve hikmetini sorarlar. (Akşemseddin’in içinde çile çıkardığı hücre, bugün de Ankara, Hacı Bayram Camii bodrumundadır.)3
Akşemseddin’in Fetih Görüşü
Fatih Sultan Mehmed, hükümdar olduktan bir müddet sonra Edirne’de alimler ve amirlerle, memleketin ileri gelenleriyle istişare ederek, İstanbul’un fethi hususunda fikir alışverişinde bulunuyordu. (Müşavere heyetinde Molla Hüsrev, Molla Güranî ve Akşemseddin gibi büyükler de vardı.) Müzakere sırasında meclisteki alimler, ağırlıklı olarak görüş ve kanaatlerini şu şekilde ortaya koymuşlardı:
“Ashab-ı Kiram’dan itibaren nice hükümdarlar ve kumandanlar İstanbul’un fethine teşebbüs etmişler, fakat muvaffak olamamışlardır. Bazı hadis rivayetlerinde, Kostantiniyye (İstanbul) fethinin Benî Asfar ile yapılan bir savaştan sonra Rasul-i Ekrem s.a.v.’in soyundan olan bir zat (Mehdi) tarafından tesbih ve tehlil desteğiyle fetholunacağı haber verilmiştir. Binaenaleyh, İstanbul’un fethi Mehdi’nin işidir.”
Sultan Mehmed’in danışma meclisindeki alimler bu çerçevede görüş bildirmek suretiyle, İstanbul fethinin Sultan Fatih zamanında mümkün olmayacağını ileri sürüyorlar, padişahı böyle bir teşebbüsten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Ancak mevcut rivayetlere daha farklı ve tutarlı bir yorum getiren Akşemseddin Hazretleri, heyette hakim olan kanaatin aksine şu görüşü sunmuştur: Önce Kostantiniyye’yi Sultan Mehmed fetheder, daha sonra bir zaman gelir Benî Asfar (Sarıoğulları) İstanbul’u işgal eder. Mehdi’nin fethi ise bu hadiselerden daha sonrasıyla ilgilidir.
İşte bu tesbiti muteber ve isabetli bulan Padişah, İstanbul’un fethine karar verir.
İstanbul kuşatmasından elli gün sonra zaferden ümidi kesen ileri gelen alimler ve devlet adamları padişaha geldiler: “Bir sufinin sözüyle bu kadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu. Şimdi Avrupa’dan da kâfire yardım geldi, fetih ümidi kalmadı.” dediler.
Sultan Fatih işin sonunu merak ederek Akşemseddin’e haber saldı, fethin ne zaman mümkün olacağı hakkında görüş istedi. “Falan günün sabahı.” cevabını aldı. Gerçekten onun belirttiği vakitte (Salı günü) şehir fethedildi. Üç gün sonra Ayasofya camiye çevrildi. Orada ilk Cuma hutbesi de Akşemseddin tarafından okundu.4
Eyüp Sultan’ın Keşfedilmesi
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet Akşemseddin Hazretleri’nden, Ebu Eyyûb Halid el-Ensarî Hazretleri’nin mezar yerinin bulunmasını rica etti. Ebu Eyyûb Hazretleri, Emevîler döneminde İstanbul kuşatmasına katılmış ve hastalanarak vefat edince, surlar dışındaki bugünkü yerine gömülmüştü. Ancak zamanla mezarın yeri kaybolmuştu. Akşemseddin, Padişah’ı keşfettiği mezar yerine götürdü. İki ağaç dalını alıp işaret ederek kabrin baş ve ayak hizasına dikti. “Yeri burasıdır!” diyerek oradan ayrıldılar.
Ancak Fatih bir adam göndererek, dalları yirmişer adım güney tarafa çektirdi ve kendi mührünü de ilk işaret dallarının orta yerine gömdürdü.
Sabah olunca, Fatih kabrin tekrar bulunmasını rica etti ve Akşemseddin’le aynı yere geldiler. Akşemseddin doğruca ilk işaret yerine gidip; “Dalların yeri değişmiş!” dedi. Sonra da: “Sultan Hazretlerinin mührünü çıkarıp teslim edin!” dedi. Kabrin başından biraz kazılınca “Bu Halid b. Zeyd’in kabridir.” manasında yazılı bir taş çıkacağını haber verdi. Orası kazıldı, aynen dediği gibi çıktı. Bunun üzerine Fatih: “Zamanımda Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı duyduğum sevinçten az değildir.” diyerek Allah’a (c.c) şükretti. Mezar üzerine bir türbe ve yanına cami yaptırdı.
Fatih, Akşemseddin Hazretleri’nden kendini tarikatına kabul buyurmasını rica etmişti. O ise padişaha şöyle bir cevap verdi: “Sultanım, sen tasavvufta bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir. Adalet eylemek padişah için keramet sayılır. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni bozulabilir. Bunun da vebali büyük olur.”
Fatih, arzusunda ısrar ettiği ve hocası Akşemseddin’in İstanbul’da kalmasını istediği halde, o bu teklifi kabul etmedi; daha önce yerleştiği mekânı olan Göynük ilçesine döndü. Mart 1459’da orada vefat etti. Türbesi Göynük’te, Süleyman Paşa Camii yanındadır.
Onun bir sözü şöyledir: “Veli, insanlardan gelen sıkıntılara tahammül eden kimsedir. O toprak gibidir. Üstüne kötü şeyler atılsa da, topraktan hep güzel şeyler biter.”5
Dostları ilə paylaş: |