İSTİKLÂL MARŞI’MIZIN YORUMU
“İstiklâl Marşı” (Bağımsızlık Marşı) adıyla maruf şiirin anlamı üzerinde çokça yazı kaleme alınmıştır elbette. Biz de kendimizce bir anlamlandırma-yeni ifadeyle okuma- gayreti içinde bulunacağız. Şiir, her ne kadar toplumsal mesajları baskın bir şiir olsa da bu durum bu şiirin özellikle şiire uzak çevrelerde hemen anlaşılabileceği anlamına gelmez. Çünkü bizce şiir, bir iç yaşantının verimidir. Mehmet Âkif, birçok usta sanatçının yaptığı gibi bu iç yaşantıyı ifade ederken az veya çok sehl-i mümteniye başvurmuş, bu durum da şiirin izaha muhtaç hale gelmesine sebep olmuştur.
Şiirin adı “İstiklâl(Bağımsızlık) Marşı”nda geçen “bağımsızlık” ifadesi birçok bağlamda ele alınabilir. Şairinin zihniyeti açısından –ki kendileri İslamcı olarak maruftur- Hz. Muhammet’ten(a.s.) bu yana şöyle veya böyle varlığını devam ettirmiş bir dini tarihin yıkıcı sarsılışına göndermede bulunur. Örtük iç yaşantı bu duruma düşmenin utancını, kişisel ve toplumsal düzeydeki sorumluluk dolayımında ele verir. Öte yandan Müslüman bir millet olarak Türk milletinin İslam’la uzun asırlar boyunca hem-hal(haşır neşir) olması münasebetiyle döneme damgasını vuran Milli oluşum sürecine de göndermede bulunur. Bize göreyse bu iki anlamı da kuşatacak biçimde bir üçüncü anlam düzlemi daha vardır. O da bağımsızlığın kader düzleminde ele alındığıdır. Çünkü gerek İslam öncesi Türk inançlarının gerekse de Doğu monarşileriyle iç içe geçmiş inançların birçoğu, başarıyı bir kader tenezzülü olarak ele alır. Bu inançların hemen çoğunda kaderin destek verdiği toplumlar ve bireyler ahlaken ve erdem bakımından yetkin olanlardır. Mehmet Âkif Ersoy, birçok kusuru, ihmali veya günahı olmasına rağmen Türk toplumunun bu etik-ontolojik özelliğe sahip olduğunu düşünmüş, böylece onun bağımsızlığı kader düzleminde hakkettiği sonucuna varmıştır. “Bağımsızlık Marşı” erdemli bir toplumun inandığı Allah’a duasıdır, Allah dolayımında kurtulacağına inancıdır, yeni çağdan kaderin ona vereceği bir armağandır. Geçmişi ne kadar parlak olursa olsun, hiçbir toplum kader düzleminde (affınıza sığınarak söylersem) torpilli değildir. Nitekim Tevbe-39’da “Eğer gerektiğinde seferber olmaz, savaşa çıkmazsanız, Allah sizi can yakıp inleten müthiş azap ile cezalandırır. Yerinize başka bir kavmi getirir.”diye buyrulur. Öyleyse eğer, Mehmet Âkif, Türk toplumunun bu ayete muhalif düşmediğini, böylece kader düzleminde onun bağımsızlığa layık olduğunu düşünmektedir. Fakat bu liyakat, dua düzlemindedir. İcbar(zorlama) anlamına gelmez.
Tarihi olayların negatif akışı içinde kişilerin ve toplumların özgüvenlerini kaybetmeleri her zaman ihtimal dâhilindedir. Bir tür ‘öğrenilmiş çaresizlik’ yenilgi bezgini bir toplumu kıskıvrak yakalayabilir. Birçoğu kendini kolu-kanadı kırık hissedebilir, kaşını bile kaldırmaya derman bulamayabilir. Allah’ın kendilerini terk ettiği vehmine kapılabilir. “Biz gayret ediyoruz da…”biçiminde düşünerek “Demek ki nasip yok!” korkusuna yakalanmış olabilir. Âkif’in dilinde bütün mefahir küstürülmüş, iki eli bir başı olmasına rağmen herkes leş kesilmiş olabilir. Atatürk’ün dilinde her köşe bucak istila edilmiş, hainler düşmanlarla işbirliğine girmiş olabilir. Rakipler veya düşmanlar en zalim oyunlarla ve silahlarla amansızca, acımasızca, kalleşçe kuşatmış olabilir. Bütün bunların toplumda açtığı manevi bombardıman o topluma izmihlal korkusu vermiş olabilir, kaderine güven kırılmış olabilir. O milletin bir şairi:
Gidiyor ahirete ah ederek şanlı vatan
Yalnız kaldı teselli bize bir pare kefen
Hıfzı uğrunda denizler gibi kan dökmüş iken
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini
diyerek hüznünden kahrolabilir. Yahut naz makamında da olsa bizzat İstiklâl şairi de:
Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi
Ağzım kurusun… Yok musun Ey adl-i ilahi?
diyerek şartların zorluğunu haykırabilir. Şiirin sesi toplumun şarkısıdır, derler. Önce şairler duyar, önce onlar inler, önce onlar korkarlar, ağlarlar. Bütün o karanlığı bir iç yaşantı halinde yaşayıp derununa kan seylapları akıttıktan sonra bütün topluma haykırırlar: Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak! Şafaklar hangi şafaklardır? Sancak hangi sancaktır? Onlar nedir ki neredir ki orada korkulmaz? Tarihin bağrında her dem yeniden doğulduğu için o bir şafak değil, şafaklardır. Doğuş zamanlarıdır, kaderin geçmişe dönük bütün ihsanlarıdır. Sancaksa bütün bu berekete liyakat kesbetmiş toplumun somut formülüdür. Orası erdemliler kentidir, oraya kader tenezzül etmiştir. Orası hiç boş kalmamıştır, bütün kusurlara rağmen Alvarlı’nın diliyle göl yerinde elbet sular bulunmaktadır. Yeter ki son aile de, son erdem ateşi de sönmemiş olsun. O benim milletimin yıldızıdır, o kaderin sembolü olarak parlayan yıldızdır ve parlayacaktır. O benimdir, o benim milletimindir ancak. Neden ancak? Hak’tan, hukuktan sapılmadığında, erdeme bağlanıldığında, eller günah işlese de ihmalkâr davransa da vicdan sızladığında ‘ancak’. Bu ‘ancak’ edatı korkmamak gerektiğinin gerekçesini oluşturur. Sekizinci dizede bu vurgu ayan beyan söylenir: Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl! Hakka ve Hakk olana bağlılık varsa… Gerekçe budur.
İkinci dörtlük, hilâli çatık kaşlı olarak tasvir eder. İki yönlü olarak ilki kader düzlemine, bunca ihmali olanların kendilerine sorunun ciddi olduğuna dair olarak kader düzlemine ve kendi ihmalleri yüzünden belalara düşen topluma göndermede bulunur. Kaşını çatan vardır ve kendisine kaşı çatılan vardır. “Kahraman ırk” geçmişte çok güller almıştır, kaderin ona gülmesi de kaderin ona verdiği nasiptir. Şimdi neden şiddet ve öfke duymaktadır? Şimdi yapılanlar değil de önceki fedakârlıklar, eğer hilâl gülmeyecekse helal edilmez. Âkif, burada yazgıya naz makamında sitem ederken eskilerin Allah yerine feleği muhatap almaları gibi(kahpe felek) hilâli(bayrağı) muhatap alır. Bu bir öğrencinin hocasına saygı duyarken yazılı kâğıdından hoşnutluk duymaması gibi de düşünülebilir. Belki çalışılmamıştır, belki ihmaller olmuştur, belki tarihi hadiseler ters bir fırtınaya maruz bırakmıştır. Ama sonuçta ben senin öğrencinim. Başka kapıya gidilmemiştir ki? Şu veya bu sebepten bu bir düşmüşlük halidir. Hani bir toparlanma rahatlığı da yok gibidir. Çünkü kaos vardır; dini, siyasi, felsefi, askeri, ekonomik bir karmaşa, bir organizesizlik, efkârın birbirinden kopması, bela yağmurunun durmaması gibi dar boğazlar vardır. Bütün ihmallerine rağmen “kahraman ırkı” mazur gösterecek hafifletici sebepler vardır, belki hak davasına aday olacak kimse de olmayacaktır, son ordusudur belki İslam’ın, son ordusudur belki Türk’ün, son ordusudur erdem yolunda belki insanlığın. İnsanlık ve erdem tahtından alaşağı olmak belki de gerçek izmihlal budur. İlk dizedeki “kurban olayım” hissiyatı bütün bu okumalara naz ve dua makamında açıktır.
“Ben ezelden beri” ifadesi güven telkin eden çoğul bir hissiyattır. Şair, kendi hissiyatıyla birlikte bu hissiyatı toplumun malı yapmak ister gibi veya onun ortak birliğinden haykırır gibi girer dörtlüğe. Hürriyet, ezelden beri vardır. Sözün mecazi olduğu açıktır. Çünkü geçmişe dönük sonsuzluk(ezel), Dünya tarihi itibariyle Adem peygambere, Türk tarihi itibariyle Orta Asya zamanlarının monarşiyle karışık erdemine(kut) kadar giderken itikadi anlamda da Elest meclisine dayanır. Ama gerçek sonsuzluk elbette Allah’a aittir. Bu yüzden mecazidir. Gerçek hürriyet, Elest meclisinden başlar, Allah’a secde etmek dışında herhangi bir güce, insana, topluma, fetişe, idollere bel bağlanmaz. Kişi kendi egosuna bile bel bağlayamaz. “Ben” sözcüğü prizmadır. Erdem güneşini renklerine ayıran bir prizmadır. Bu prizma ezele bağlanan bir davanın hizmetindedir. “Ben” ahlaka, adalete, fedakârlığa, umuda aynadır. “Ben” kendi egosundan vazgeçtiği için özgürdür, “çılgın”ların felsefelerini reddettiği için özgürdür. Bu yüzden “çılgın”ın özgürlüğe zincir vurması gerçekten de şaşılacak bir cürettir. Çünkü “ben”e saldırı, açıkça soyluluğa, fazilete karşı savaş açmaktır. “Kükremiş sel gibi” olmak, iç moralitenin kudretidir. Ölümden korkmaz, ölüm bir yokluk kapısı görülmez. Prizma, yaşamıyla, ölümüyle aynı özgürlüğün içindedir. Onun görevi yaşamak veya ölmek değil, hakka-hakikate ayna olmaktır. Onun istiklali hakka ayna olduğu için vardır. Bendleri yıkmak, dağları yırtmak, kandan irinden denizleri geçmek onun tarihinde sıradan işlerdendir. Davası özgürlük olanın enginlere sığması düşünülebilir mi?
“Çılgın”lar yeni çağda kendi hırslarına bir delil olarak teknik olanakların kendisine bel bağladılar. Napolyon, Mısır’dan, Kuzey Afrika’dan, Moskova’dan kendi hırslarına menfezler açmak istedi. Çılgınlar, bütün teknik variyetle adeta kendilerine çelik duvarlar inşa ettiler. Orta Asya’nın Çin seddine koşut bir biçimde çelik duvarlar. Her türlü silah, insan gücü, savaş gemileri, istihkâm, gıda ve ekonomi onların elindeydi. “Ben”in ise sadece inancı var. İman duvarlarına(serhat) karşı çelik zırhlı duvarlar. Bu karşıtlık, etik anlamda mide bulandırıcı olduğu gibi Türk efkâr-ı umumiyesinde de tereddütlere sebep olacak, mandacılık fikrine yol açacak kadar şiddetli bir karşıtlıktır. Zihinler bulanıktır, Âkif yeniden bu karmaşa içindeki zihinleri tamire yönelmiştir. Bu, kıyas kabul etmez karşılaştırmalarla boş yere zihninizi meşgul etmeyin: “Ulusun (onlar) Korkma!(yın)” Dünya işgaline soyunanlar, zayıfları ezmekten çekinmeyenler, dünyalık sevdasıyla ihtiraslarının peşinde hırlayanlar… Onlar kurt gibi, köpek gibi behimi arzularının peşindedirler. Erdemleri yoktur. Onlardan korkulmaz, göğsünde imanı olan için onlardan korkulmaz. Bırakın ulusunlar, hırlaşsınlar, siz korkmayın! Onların medeniyeti “tek dişi kalmış”(maneviyat dişlisi yıkılmış) bir canavarlıktan başka bir şey değildir. Güçlü görünse de tek dişi olan nasıl güçlü olabilir, üstelik maneviyat dişine karşı maddi diş, diş midir ki ondan korkula? Tam da burada Batı’nın gayreti aşağılanıyor değildir elbette. Kaderin nasibi bedavadan da gelmez. Türk’ün de gayreti gerektir. Âkif, bu gayret için önce korkuyu yok etmek gerektiğini düşünmektedir. Korku, yılgınlık, umutsuzluk damarlara bir defa girdi mi sahibine pek kolay boyun eğdirir. Şairin bu duyguya dair gözlemlerinin, müşahidi olduğu tartışmaların neler olduğu araştırmaya değer bir konudur bizce.
Âkif, yine bir sebep-netice varitliği inancını “Arkadaş!” ünlemiyle başlayan dörtlükte ele verir. Gelecek, bir mantık kaidesine oturtulur. “Eğer böyle olursa… Sonu şöyle olur!”biçiminde ‘eğer’li bir mantık kurulmaktadır. Eğer sen gövdeni siper ederek savaşırsan, Hakk’ın söz verdiği günler de gelecektir. “Belki yarın, belki yarından da yakın” ifadesi mantıki cümlenin gerçek sahibinin Allah olduğuna göndermede bulunur. Çünkü bize düşen göğsümüzü siper ederek savaşmaktır, takdirin ne olduğunu bilemeyiz. Bizim vazifemiz gayretli olmaktır. Biz bize düşen işi inançla, şevkle yapmakla yükümlüyüz. Zafer mi? O, Hakk’ın işidir. Biz inanarak, zaferin geleceğine inanarak savaşırız.
Devamındaki dörtlük “vatan” kavramına açıklık getirir. Bastığın toprak, vatan toprağıdır. Fakat nasıl bir vatan? Yahut vatan nedir? “Kim bu cennet vatanın” sözleriyle başlayan dörtlük de aynı kavrama bu defa ismini vererek dikkat çeker. Öyleyse vatan neresidir. Bazılarının dediği gibi “müebbet ülke Turan” mıdır? İşgal edilmiş yerler midir? Fethedilecek topraklar(kızıl elma) mıdır? Kefensiz yatanlar(şüheda) iki dörtlükte de vurgulanır. Öyleyse eğer, şühedanın işlevsel bir yönü olmalıdır. Toprağı vatan kılan, onun için ölenlerin(gerçekte onlar Rableri katında diridirler) işlevsel kıldığı bir şeydir. Onlar şahittirler, müşahittirler. Bu tarafta somut olarak, öte tarafta bir iman olarak şahit oldukları şeylerdir ki gözünü kırpmadan kurşunun, okun, barutun üzerine gözü kara gitmişlerdir. Bir düğüne gider gibi, hayatını böyle bir şerefle noktalamanın hazzıyla gider gibi gitmişlerdir. Onlara fırsat verilse bin defa geri gelip bin defa şehit olmayı arzularlar. Çünkü vatan erdemliler kentidir. Her nerede adalet yıkılmışsa, nerede faziletliler aşağılanıyorsa, nerede değerler ayaklar altına alınmışsa orası vatan olmaktan uzaklaşır. Fazilet yurdu, gönlünü egosundan(korkularından, izmihlal korkusundan, aşağılık kompleksinden) uzak tutanların yurdudur. Orada ölenler dünyalık kaygılarla ölmezler, onlar Kore’ye gidip savaşmışlarsa orası vatandır, Türkistan’a gitmişlerse orası vatandır. Anadolu bin yılı aşkın zamandır vatandır. Vatan, değerleri muhafaza eden aşkın beldesidir. Orada vatan için ölünmez, orada vatan için şevkle ölünür. Orada şehitler yoktur, oradan şehitler fışkırır. Vatan Hakk’ın tecelligâh-ı şevkidir. Kim böyle bir vatan için ölmez ki? Soru, elbette ölünüre matuf yazılmıştır; ama gerçekten korkanlar, kafaları karışanlar, efkârı dağılanlar da örtük olarak ikaz edilmiştir. Korkmayın!
Dua kısmında şair, bir mecaz-ı mürsel yoluyla(değmesin mabedime gerçekte mabedin yalnızca küçük bir parçası olduğu bütün vatana) vatanın değerlerin özü olan ezanların okunduğu yer olduğuna işaret eder. Zira ezanda iman esasları, huzura ve kurtuluşa çağrı esas alınır. Dünyada yaşamak karmaşası içinde, egonun arzuları arasında kişiye bir değer sahibi olarak yaşamanın önemi vurgulanır. Eğer yabancı(na-mahrem, arzularına yenik düşüp ihtiraslarının ardı sıra gidenler, kudurmuşlar, gözü dönmüşler, namus tanımayanlar, emperyalistler vb.) mabetlere dokunurlarsa bu tam anlamıyla vatanın dağılacağına işaret eder. Eğer kader bir defa daha lütuf gösterecekse işte o zaman vecd ile(büyük coşkularla) binlerce secde eder ölenlerin geride bıraktıkları mezar taşları bile. Akan kanlar sevinç gözyaşlarıdır. Rabbin katında diri olanlar bu sevinçten kendi cesetlerine dönerler de onunla birlikte aşkla arşa kanatlanırlar. Kaderin lütfu, bir iltifattır, bir tenezzüldür ki vatan sathında yaşayanlar için daha büyük bir müjde olamaz.
Bu müjde, bir devam fikrine de işaret eder. Bizi biz yapan iklim, şafakların devamındadır. Şafaklar oldukça, devam ettikçe bayrak da şanlı şanlı dalgalanacaktır, şafaklarla aynileşecektir. Kader lütfunu esirgemediği müddetçe bu ikili, şafaklarımız-bayrağımız, bir bütün olacaktır. Dalgalanan, gerçekte bayrak değil, bizizdir. O sadece bizim ve değerlerimizin, soyluluğumuzun bir sembolüdür. Devam fikrinin bir ispatıdır. Artık akan kanlarımız ona helal olacaktır. Ebediyet fikri, özgürlük fikri bize özgüdür, korkanlar korkmasınlar ki bize izmihlal(yok oluş) yoktur. Bayrak ve millet hür yaşamışlardır, kendi behimi arzularının dışında değerlerle kaynaşarak hakka ve hakikate bağlanmışlardır. Öyleyse bağımsızlık elbette onların ve onların bayraklarının hakkıdır.
Sonuç olarak İstiklâl Marşı’nın sırrı “korkma ünlemi ve izmihlal” sözcüklerinin geriliminde gizlidir. İzmihlal düşüncesi, korkuyu doğurmuştur. Korku, düşmana şu veya bu sebepten hak verme, onun karşısında kendini güçsüz hissetme, kaderine güven duymama, ne yapması gerektiğini bilememe, kafa karmaşasına veya kaosa yakalanma gibi gözlemsel, deneyimsel ve zihinsel süreçlerin sonucudur. Bu, derin bir kaygısallıktır, bir medeniyet krizidir, değer ve marifet boşluğudur. Düşünülmesi gerekenler zamanında düşünülemediği için, yapılması gerekenler zamanında yapılamadığı için biriken sorunların milli ve küresel çapta açtığı yaralardan kaynaklanır. Aşkın, şevkin, soğukkanlılığın yerini kaosun almasından ortaya çıkar. Marş, bu büyük yarayı tamir etmeye çalışıyor. Kendi değerleri içinde yeniden ihya olmanın moral değerlerini bu yaraya bir merhem gibi sürüyor. Eğer anlamak isteyen varsa elbette…
Dostları ilə paylaş: |