musun?
— Grip, dedi, Maria ve bozuk grameriyle devam etti:
— Bir, iki günde iyileşeceksin bak gör. Daha iyi sen yok yemek şimdi. Zamanna çok yiyebilecek sen, yarın yiyebilecek belki.
Bedenini her koşulda sağlıklı tutmaya çalışan Martin hastalığa alışık değildi, Maria ile küçük kızı onu yalnız bırakınca kalkıp giyinmeyi denedi. Büyük bir güç gösterisinde bulunarak, başı fırıl fırıl döndüğü, gözleri, gözkapaklannı kaldırtmayacak kadar ağrıdığı halde ayağa kalkmayı becerdi ama iradesine uymayan duyuları onu masanın kenarına oturmak zorunda bıraktı. Yarım saat sonra yeniden yatağına yatabildi; yatıp gözlerini kapayarak vücudundaki çeşitli sızıları, zayıflıklarını gidermeye razıydı. Maria, onun alnının üstündeki ıslak bezleri değiştirmek için birkaç defa girdi odaya. Bunun dışında, gevezelik ederek Mar-tin'in canını sıkmayacak kadar akıllı olduğundan onu hep yalnız bıraktı. Bu da Martin'i, ona borçlu yaptı. Martin bir ara kendi kendine:
— Maria, sen alacak bu mandırayı, bak gör, alacak, diye mırıldandı.
Sonra çok eskilerde kalan ve geçmişe gömülen dünü hatırladı. "Transcontinental'dan gelen mektubu alalı sanki bir ömür geçmişti. Geçmişe ait her şey bittiğine, yeni bir sayfa çevrildiğine göre, bir ömürdü geçen. Okunu atmış, hem de öyle kuvvetli atmıştı ki, bütün gücü tükenmişti, bu yüzden de şimdi sırtüstü yerde yatıyordu. Eğer kendi kendini açlıktan ölme derecelerine kadar getirmeseydi gribe de yakalanmazdı.
332
Jack London
Sağlık ve enerjisini tükettiği için, organizmasını kaplayan hastalık mikrobunu defedecek kuvveti bulamamıştı. İşte sonucu da buydu.
Kendi kendine yüksek sesle:
— İnsanın bir kütüphane dolusu kitap yazıp da kendi hayatını kaybetmesinin ne faydası var?" diye sordu. "Bu bana göre bir iş değil. Artık benim hayatımda edebiyatın yeri yok. Muhasebecilik yapmak, defter tutup her ay maaşımı almak ve Ruth'la birlikte küçük evimizde oturmam gerek.
İki gün sonra bir yumurta, iki parça tost yiyip bir fincan da çay içince, postadan gelen mektuplarını istedi, ama gözlerinin hala okumasına imkân bırakmayacak kadar ağrıdığını gördü.
— Sen okuyuver bana, Maria, dedi. Büyük, uzun mektuplara boş ver. Onları masanın altına at. Küçük mektupları oku bana.
Maria yanıt olarak:
— Yok okuyabilmek, Teresa, o gidiyor okul, var okuyabilmek.
Maria kızı Terasa'yı çağırdı ve dokuz yaşındaki Teresa Silva, Martin'in mektuplarını açtı ve okumaya başladı. Martin'in kafası bir iş bulmaya odaklanmıştı. Bu nedenle de nasıl iş bulacağını, hangi çarelere başvurursa kısa zamanda sonuç alacağını düşünüyordu. Terasa'nın okuduklarının çoğunu duymuyordu; örneğin daktilo makinesinin sahiplerinden gelen ihbarnameyi dalgın dalgın dinledi. Bu arada Terasa'nın okuduğu bir cümle onu birdenbire sarstı ve kendine getirdi.
— Öykünüzün yayımlanma hakkına karşılık size
333
Martin Eden
kırk dolar öneriyoruz, Teresa yavaş yavaş ve hecele-ye heceleye devam etti:
— Açıkladığımız değişiklikleri yapmamıza izin vermeniz şartıyla.
— Hangi dergi bu? diye bağırdı Martin. Ver şunu bakayım bana!
Şimdi bakıp okuyabiliyor ve bu hareketinin doğurduğu acıyı farketmiyordu bile. "White Mouse' adlı dergiden geliyordu mektup, öyküsü de ilk yazdığı dehşet öykülerinden bir başkası, "Çıkmaz"dı. Mektubu tekrar tekrar baştan aşağı okudu. Editör ona açık açık, öyküdeki fikrin gerektiği gibi ele alınmamış olduğunu, ama yine de fikir orijinal olduğundan öyküsünü aldıklarını anlatıyordu. Eğer öyküyü üçte bir oranında kısaltmalarına izin verecek olursa, cevabını alır almaz kırk doları yollayacaklardı.
Martin hemen kalemle mürekkep istedi ve editöre, eğer istiyorsa öyküyü üçte bir kısaltabileceğini, kırk doları hemen göndermesini söyledi.
Mektubu posta kutusuna Teresa attı, Martin de arkasına yaslanıp düşündü, işte, ne de olsa yalan değilmiş. White Mouese yazıyı kabul eder etmez ödemeyi yapıyordu. "Çıkmaz"da üç bin kelime vardı. Cİçte birini çıkarınca iki bin kelime kalıyordu. İki bin kelimeye kırk dolar olunca, kelimesi iki sente geliyordu. Kabul edilir edilmez ödeme yapılması, kelimesinin iki sente olması... Üstelik bildiğine göre, "White Mouse1 da üçüncü sınıf bir dergiydi! Martin'in dergiler hakkında hiçbir şey bilmediği apaçıktı. O 'Transcontinental'! birinci sınıf bir dergi saymış, halbuki onlar Martin'in on kelimesine bir sent vermişlerdi. White Mouse'a hiç
334
Jack London
önem vermediği halde, o, Transcontinental'den yirmi misli fazla, hem de öyküyü kabul eder etmez veriyordu.
Şimdi emin olduğu bir tek şey vardı; iyileşince iş filân aramayacaktı. Kafasının içinde "Çıkmaz" kadar güzel, daha bir sürü öykü vardı, tanesi kırk dolardan da Martin herhangi bir işte kazanacağından çok daha fazlasını kazanabilirdi. Tam savaşı kaybettiğini sandığı sırada, savaşı kazanmıştı. Meslekî yeteneğini ispatlamıştı. Yolu aydınlıktı artık. "White Mouse" ile işe başlayıp, kabaran patronlar listesine her gün yeni bir dergi ekleyecekti, ucuz yapıtları artık bir kenara bırakabilirdi. Bunlarla uğraşmak zaman kaybından başka bir şey değildi, çünkü kendisine bir dolar bile kazan-dırmamıştı onlar. Kendini tamamıyla iyi, güzel eserlere verecek ve kafasındaki en iyi her şeyi ortaya dökecekti. Keşke Ruth da burada olup sevincini paylaş-saydı diye düşündü ve yatağının üstünde duran mektupları gözden geçirirken ondan gelen bir mektuba rastladı. Ruth, Martin'i kendisinden bu kadar uzun zaman ayrı tutan şeyin ne olduğunu sorarak tatlı tatlı sitem ediyordu. Martin, Ruth'un el yazısını içine sindirerek, onun kaleminin her dokunduğu yeri severek ve sonunda onun imzasını öperek, taparcasına okudu mektubu.
Ruth'a verdiği cevapta tedbirsizlik edip en iyi elbisesini rehine bıraktığı için ona gelemediğini yazdı. Hasta olduğunu, ama artık iyileşmek üzere bulunduğunu ve on gün içinde elbiselerini rehinden kurtarıp ona kavuşacağını söyledi.
Ne var ki Ruth'un on gün veya iki hafta beklemeye niyeti yoktu, üstelik sevdiği adam hastaydı. Ertesi
335
I
Martin Eden
Jack London
sabah, yanında Arthur olduğu halde, Morse'ların arabasıyla eve dayandı; bu geliş, Silva ailesinin bütün çocuklarıyla sokaktaki bütün haşarıların çok hoşuna gitmiş, Maria ise ne yapacağını şaşırmıştı. Küçük ön sahanlığın üstünde, konukların çevresine üşüşen Silva ailesi üyelerinin kulaklarını çekiştirip, her zamankinden daha kötü bir İngilizceyle, kılığından ötürü özür dilemeye çalıştı. Belinde ıslak bir havlu, kol yenlerini sabunlu kollarının yukarısına sıvamış olan Maria yaptığı işi anlattı. Kendisinden odasında kalan adamı soran bu iki gösterişli genç, Maria'nın aklını başından öylesine almıştı ki, onları küçük salonuna davet edip oturtmayı bile unuttu. Martin'in odasına girmek için Ruth ve Arthur, yıkanmakta olan çamaşırlardan sım-sıcak hale gelmiş, ıslak, buğulu mutfaktan geçtiler. Maria heyecanından oda kapısıyla, yüklük kapısını birbirine öyle bir geçirdi ki, beş dakika kadar yan aralık kapıdan, buhar bulutlarıyla, bütün sabun köpüğü ve kir kokuları hasta odasına doldu. Ruth bir sağ bir sol arkasından yine bir sağ yapıp, masayla yatak arasındaki dar geçitten koşarak Martın'in tarafına ulaşmayı başardı. Ruth kadar becerikli olmayan Arthur, Martin'in yemek pişirdiği köşedeki çanak çömleğe çarparak bunları gürültüyle devirdi. Ruth, odadaki biricik sandalyeye oturdu, görevini yaptığı için daha ileri gitmeye gerek görmeyen Arthur da dışarı çıkıp sokak kapısının yanında, Silva ailesinin yedi yaramazının ortasında durdu. Çocuklar Arthur'u, kenar mahalleleri dolaşan hokkabazları izler gibi hayretle izliyorlardı. On oniki blok öteden bir sürü çocuk arabanın etrafına toplanmış, hepsi de merakla, hasretle olağandışı bir şeyin olmasını bekler gibi bekliyorlardı. Onla-
336
rın mahallesinde arabalar yalnız evlenme ve cenaze törenlerinde görülürdü. Şimdi ne bir evlenme vardı, ne de bir ölüm; bu bakımdan onlar için bu beklemeye değer bir durum ve değişik bir tecrübeydi.
Martin Ruth'u deli gibi özlemişti. Yaradılıştan sevgi tabiatlı bir insandı, bu yüzden de sevgiye herhangi bir insandan daha çok muhtaçtı. Sevgiye, anlayışa susamıştı, bu ise Martin için fikren anlaşılmak demekti; halbuki Ruth'un sevgi ve sempatisinin daha çok kendinden kaynaklı, ince olduğunu ve kendi sempatisinin hedeflerini anlamaktan doğan bir sempati olmaktan çok, bir ruh inceliğinden doğan sempati olduğunu görecekti. Bu bakımdan, Martin Ruth'un elini tutup da gayet memnun bir şekilde konuşurken, Ruth'u, elini Martin'in eli üzerine bastırmaya sevkederek, ıstırabın Martin in yüzüne damgaladığı işaretleri, Martin'in çaresizliğini görünce gözlerini yaşartan şey, Martin'e duyduğu sevgiydi.
Ama Martin ona iki eserinin kabulünden, Trans-continental'den gelen mektubu almadan az önce içinde bulunduğu ümitsizlikten, White Mouse'dan gelen mektupla bir kat artan mutluluğundan söz etti. Ruth, Martin'i içinden gelerek ve isteyerek dinlemedi. Martin'in söylediklerini duydu, bu kelimelerin taşıdıkları önemi anladı, ama yine de Martin'in ümitsizlik ve sevincinde ona eşlik etmedi. Her zaman neyse yine oydu Ruth. Dergilere öykü satmak onu ilgilendirmiyordu. Onun için önemli olan evlilikti. Ne var ki Martin'in bir işe girmesini ona arzulattıran anne olma içgüdü-süydü. Ancak o, bunun farkında değildi. Eğer bu içgüdüsel durumu ona açıkça söyleseler asla kabul etmezdi. Bu sözler karşısında kıpkırmızı olur, yutkunur,
337
Martin Eden
sonra da öfkeye kapılarak tek arzusunun sevdiği insanı daha iyi bir durumda görmek olduğunu öne sürerdi. Böylece Martin, dünya yüzünde kendine seçtiği işte kazandığı ilk başarıyla coşmuş bir halde bütün kalbini açarken, Ruth, arada sırada odaya göz gezdirip gör-dükleriyle şaşırarak Martin'in kelimelerine dikkat etti.
Ruth ilk olarak yoksulluğun sefil yüzünü gördü. Açlık çeken aşıklar ona öteden beri romantik görünürdü, ama açlık çeken aşıkların nasıl yaşadıklarına dair en ufak bir fikri yoktu. Bunun böyle olacağı aklının köşesinden geçmemişti. Bakışları tekrar tekrar, hep odadan Martine, Martin'den odaya kayıyordu. Kendisiyle birlikte odaya dolan buğulu, kirli çamaşır kokulan mide bulandırıcıydı. Ruth, eğer bu korkunç kadın sık sık çamaşır yıkıyorsa, Martin'in baştan aşağı bu kokuya bulaşmış olduğu sonucuna vardı. Düşüşün, işte böylesine bir bulaşıcılığı vardı. Martin'e baktığı zaman, ona sanki çevrenin pisliği Martin'in üzerine sinmiş gibi geldi. Onu şimdiye kadar hiç traşlı görmemişti ve bu üç günlük sakal Ruth'a bir şeyler anlatıyordu. Sakal Martin'e sadece, Silva'ların evinin içindeki ve dışındaki o koyu, o karanlık görünüşü vermekle kalmamış, aynı zamanda, Ruth'un o derece tiksindiği, Martin'in o hayvanca kuvvetini de daha çok belirtmiş gibiydi. Kendisini deliye döndüren iki mektuptan gururla bahseden Martin işte buradaydı. Biraz daha geçmiş olsa, Martin teslim olacak, işe girecekti. Halbuki şimdi bu iğrenç evde birkaç ay daha kalıp yazı yazmaya devam edecekti.
Birden:
— Nedir bu koku? diye sordu Ruth.
— Maria'nın yıkadığı çamaşırların kokusudur, her-
338
Jack London
halde, diye cevap verdi Martin. Yavaş yavaş iyice alışıyorum bu kokuya.
— Hayır, hayır; o değil. Başka bir şey bu. Mide bulandırıcı bir koku bu; ekşi ekşi bir koku.
Martin cevap vermeden önce havayı kokladı.
— Ekşi tütün kokusundan başka bir şey duymuyorum ben, dedi.
— Tamam işte. Çok kötü bir koku bu. Neden bu kadar çok içiyorsun, Martin?
— Bilmem, sade, yalnız kaldığım zamanlar çok içerim. Ayrıca çok da eski bir tiryakilik, tabii. Daha çok küçükken başladım.
— İyi bir alışkanlık olmadığını biliyorsun, diye azarladı Ruth. Kokusu gökyüzüne çıkıyor.
— Suç tütünde. Param ancak en ucuzunu almaya yetiyor. Ama şu kırk dolarlık çeki alana kadar sabret. O zaman melekleri bile rahatsız etmeyecek bir marka kullanacağım. Nasıl ama, üç günde iki eserimin kabul edilişi hiç de fena değil, değil mi? Kırk dolarla bütün borçlarımı ödeyebileceğim.
Ruth:
— İki senelik çalışmaya karşılık mı bu kırk dolar? diye sordu.
— Hayır, bir haftadan az bir çalışmaya karşılık. Lütfen bana masanın öbür ucundaki defteri, şu gri kaplı muhasebe defterini veriver.
Martin defteri açtı ve sayfaları hızla çevirmeye başladı.
— Evet haklıymışım. "Çanların Sesi"ni dört; "Çıkmaz"! iki günde yazmışım. Yani bir haftalık çalışma
339
Martin Eden
karşılığı kırk dolar olunca ayda yüzseksen dolar eder. Benim yapabileceğim herhangi bir işte alacağım en yüksek ücretin bile üstünde, üstelik de daha yeni başlıyorum. Senin sahip olmanı istediğim şeyleri sana alabilmem için ayda bin dolar kazanmam hiç de çok sayılmaz, beş yüz dolar ise çok az bir para. Şu kırk dolar sadece bir başlangıç. Hızımı alıncaya kadar bir sabret, o zaman seyret bak, kurşun bile tozuma yetişemez?
Ruth onun kullandığı argoyu yanlış anladığı için, sigaradan bahsettiğini zannetti.
— Zaten haddinden fazla, içiyorsun, tütünün markasının iyi ya da kötü olması da hiçbir şeyi değiştirmez. Bizatihi sigara içmek hoş bir şey değil, markanın güzel veya kötü oluşunun önemi yok. Bacaya, bir volkana, seyyar bacaya dönmüşsün, beni de rezil ediyorsun Martin, sevgilim, bunu sen de biliyorsun.
Ruth rica dolu gözlerle Martin'in üzerine eğildi ve Martin onun, saf, duru gözlerine bakınca, içinde yine o eski aşağılık duygusunu hissetti.
Ruth: v
— Artık sigara içmemeni isterdim, diye fısıldadı. Ne olur, benim, benim hatırım için.
Martin:
— Peki, diye bağırdı. İçmeyeceğim. Sen ne istersen yaparım benim bir tanecik sevgilim; yapacağımı bilirsin.
Ruth'u büyük bir ihtiras sardı. Zorlayıcı bir yoldan, Martin'in tabiatındaki yumuşak tarafı yakalar gibi olmuştu ve emindi ki o anda Martin'den yazı yazmayı bırakmasını istese, Martin arzusunu yerine getirirdi.
340
i
Jack London
Kısa bir an kelimeler dudaklarının ucunda titredi. Ama dudaklarından çıkmadı bu kelimeler. Yeteri kadar cesareti yoktu buna Ruth'un; cesaret edemedi buna. Onun yerine, kendisine uzanan Martin'e doğru eğildi ve,
— Biliyorsun, Martin, diye fısıldadı. Aslında bunu benim için değil, kendi iyiliğin için yapacaksın. Sigaranın sana zararı dokunduğundan eminim; üstelik herhangi bir şeye esir olmak iyi değil, hele bir zehire hiç.
Martin:
— Her zaman senin esirin olacağım, diye gülümsedi.
— Şu halde emirlerimi vermeye başlayayım. Yaramaz yaramaz Martin'e baktı, ama içinden de Martin'den en önemli şeyi dilememiş olduğuna pişmandı.
— Boynum kıldan incedir, haşmetmeap."
— Peki öyleyse, ilk emrim şu: Sen, Martin Eden, bundan sonra her gün traş olmayı ihmal etmeyeceksin. Bak yanağımı nasıl kızarttın.
Böylece bu konuşma okşamalar ve aşk kahkahaları içinde son buldu. Ama Ruth, dediklerinden birini kabul ettirmişti, aynı günde bir başkasmı kabul ettirmeyi bekleyemezdi artık. Ona sigarayı bıraktırabildiği için, kadınca bir gurur duydu. Bir başka zaman da Martin'i işe girmeye kandırırdı, zira ne isterse yapacağım kendisi söylememiş miydi?
Odayı gezmek için Martin'in yanından kalktı, notlar asılı çamaşır iplerini inceledi, bisikleti tavana asan palanga sistemini öğrendi, masanın altında duran ve kendisi için bir sürü zaman kaybını ifade eden
341
Martin Eden
el yazıları yığınını görünce de üzüldü. Gaz sobası çok hoşuna gitti, ama yiyecek raflarına bakınca bomboş olduğunu gördü.
Büyük bir acımayla:
— Yiyecek bir şeyin yokmuş senin, zavallı sevgilim benim, dedi. Açlıktan ölmüşsündür.
Martin:
— Yiyeceklerimi Maria'nın kilerinde tutuyorum, diye yalan attı. Orada daha iyi korunuyor. Benim aç gözlü saldırışımdan kurtuluyor orda yiyecekler. Sen hele şuraya bak bir kere.
Tekrar Martin'in yanına gelen Ruth, onun dirseğinden kolunu büküp, gömleğinin altından sert ve şişkin beliren pazusunu çıkardığını gördü. Pazunun görünüşü Ruth'un hoşuna gitmedi. Bir kadın olarak bundan hoşlanmamıştı. Ancak içindeki dürtü, bu pazuyu sevdi. Hatta bedeninin bu pazunun gücünde eridiğini, kanının ateşlendiğini hissetti. Martin'den kaçmak yerine anlatılmaz arzuyla ona doğru eğildi. Bunun arkasından da, Martin onu kollarının arasında sıkar sıkmaz, hayatın yüzeysel cepheleriyle ilgilenen beyni isyan etti buna; diğer taraftan, onun kadın olan tarafı, hayatın kendisiyle ilgilenen kalbi bir zafer sevincine boğuldu. Ruth Martin'e olan aşkının büyüklüğünü en çok, işte bu gibi zamanlarda hissederdi, zira Martin'in onu kavrayıp sıkan, kuvvetinden ötürü canını yakan güçlü kollarının kendisini sardığını hissetmek, Ruth'a sonsuz bir zevk veriyordu. Bu gibi anlarda, kendi çevresine ihanet edişinde, kendi yüksek ideallerinden vazgeçişinde, en önemlisi de annesiyle babasına inatla itaatsizlik edişinde kendi kendini mazur görürdü. Onlar,
342
Jack London
onun bu adamla evlenmesini istemiyorlardı. Ruth'un, Martin'i sevebilişi onları sarsmıştı. Bu, Martin'den uzakta, soğuk bir düşünen yaratık olduğu bazı zamanlar onu da sarsıyordu. Martin in yanındayken onu seviyordu aslına bakılırsa, rahatsız, huzursuz bir sevgiydi bu; ama aşktı yine de, kendisinden kuvvetli olan bir aşk.
Martin:
— Şu grip bir şey değil, diyordu. Biraz acı veriyor, pis de bir başağrısı yapıyor, ama kemik kırılmasının ıstirabıyla karşılaştırılamaz bile.
Ruth, Martin'in kollan arasında bulduğu, kendini göklere çıkaran huzur içinde dalgın dalgın:
— O da mı geçti başından? diye sordu.
Böyle dalgın dalgın sorular sorarken, birden Martin'in sözleri onu heyecanlandırıverdi.
Hawai adalarından birinde, kimsenin bilmediği, otuz kadar cüzzamlı hasta arasında bulunmuştu Martin.
Ruth:
— Peki, neden gittin oraya? diye sordu.
İnsanın kendi kendine bu kadar dikkat etmeyişi bir suç gibi geldi ona.
Martin:
— Çünkü bilmiyordum, dedi. Cüzzamlılar hiç aklıma gelmediydi. Yelkenliyi terkedip karaya çıkınca, saklanacak bir yer bulmak için içerilere sokuldum, üç gün, yalnız guava, ohia elması ve muzla karnımı doyurdum; bunlar ormanda yabani olarak yetişiyordu. Dördüncü günü bir patika buldum insan ayağıyla
343
Martin Eden
açılmış bir patikaydı. İçenlere ve yukarıya doğru gidiyordu. Benim gitmek istediğim tarafa gidiyor ve yakın zamanlarda üzerinde yüründüğünü gösteren işaretler taşıyordu. Patika bir yerde, bıçak gibi keskin bir sırt boyunca ilerliyordu. Sırtın üstünde patikanın genişliği seksen doksan santimi geçmiyordu, iki taraf da yüzlerce metre derinlikte uçurumdu. Burada yeteri kadar cephane olsa, bir tek kişi yüzbinlerce kişiye karşı koyabilirdi.
— Saklanacağım, yere giden biricik yol buydu. Yolu bulduktan üç saat sonra da lavlardan meydana gelmiş kayalar arasında bir cep gibi duran küçük bir vadiye, saklanacağım yere geldim. Burası baştan aşağı bir teras gibiydi, üzerinde kulkas kökü, meyva ağaçlarıyla, sekiz on tane saz kulübe bulunan bir yerdi. Ama kulübelerde yaşayanları görür görmez neye çattığımı anladım. Bunlara bir kere bakmak anlamaya yeterdi.
Hayretler içinde, büyülenmiş herhangi bir Desdo-mona gibi nefes almadan dinleyen Ruth sordu:
— Ne yaptın?
— Benim için yapılacak bir şey yoktu. Bunların şefi, hastalığı adamakıllı ilerlemiş iyi kalpli bir ihtiyar-cıktı, ama bir kral gibi yönetiyordu onları. Küçük vadiyi keşfetmiş, yerleştikleri yeri de o bulmuştu bütün bunlar yasaya aykırıydı tabii. Ama silahlan, dolu cephanesi vardı, sonra yabani domuz ve yabani manda vurmayı öğrenmiş olan o Kanakalar da müthiş atıcıydılar. Hayır, Martin Eden'in kaçmasına olanak yoktu. Tam üç ay orada kaldı.
— Peki nasıl kaçtın?
344
Jack London
— Eğer o yarım kan Çinli, çeyrek kan beyaz, çeyrek kan da Hawai'li olan küçük kızı bulmasaydım şimdi hala orada olurdum. Çok güzel bir kızdı zavallıcık, iyi de eğitim görmüştü.
— Annesi, Honolulu'da milyonluk bir kadındı, jşte bu kız sonunda beni kaçırdı. Bunların orada yerleşmelerini sağlayan parayı veren kızın annesi olduğundan, beni serbest bırakınca cezalandırılmaktan korkmuyordu. Ama kaçırmadan önee, saklandıkları yeri kimseye söylememem için bana yemin ettirdi; ben de söylemedim. Hayatımda ilk defa şimdi anlatıyorum. Kızda cüzzam belirtileri yeni yeni başlamıştı. Sağ elinin parmakları hafif bükülmüştü, kolunda da ufak bir leke vardı. Hepsi o kadar. Herhalde şimdiye kadar ölmüştür.
— Peki hiç korkmadın mı ? O korkunç hastalığa yakalanmadan kurtulduğuna sevinmedin mi?
Martin:
— Vallahi, diye itiraf etti.
— Önce biraz ürperir gibi oldum, ama zamanla alıştım. Ara sıra çok üzülüyordum. Bu bana korkumu unutturuyordu. Öyle güzel şeydi ki, hem ruhen, hem görünüş bakımından, üstelik de daha yeni yakalanmıştı hastalığa, ama ilkel vahşiler gibi orada yavaş yavaş çürüyerek yaşamaya, orada ölmeye mahkumdu. Cüzzam aklının alamayacağı kadar korkunç bir hastalık.
Ruth hafif bir sesle:
— Zavallıcık, diye mırıldandı. Seni bırakması da şaşılacak şey.
Martin, anlamadığı için:
345
Martin Eden
— Nasıl yani? diye sordu. Ruth hala yumuşaklığını kaybetmeyen sesiyle:
— Herhalde seni sevmiş olmalı, dedi.
— İçten söyle, hadi, sevmedi mi?
Martin'in yanık teni, çamaşırhanede çalıştığı sırada, ve devamlı olarak evde oturduğundan ağarmış, hastalık ve açlık da yüzünü soldurmuştu; işte bu solgunluğun altından bir kırmızılık dalgası yayılıverdi. Konuşmak için ağzını açacağı sırada, Ruth susturdu onu.
— Aldırma, dedi. Cevap verme; lüzumu yok, diye güldü.
Ama Martin'e Ruth'un sesi biraz madeni geldi, gözlerinde soğuk bir pırıltı vardı. Bu pırıltı o anda Martin'e, Kuzey Pasifik'te karşılaştığı bir borayı hatırlattı, o an için boranın hayali gözlerinin önünde beliriverdi. Bora dolunayın aydınlattığı parlak semah bir gecede çıkmıştı; kabaran denizler ay ışığı altında soğuk soğuk parıldıyordu. Sonra cüzzamlılar kampındaki kralı gördü ve onun kendisine olan aşkı sayesinde oradan kurtulduğunu hatırladı.
Martin sadece:
— Asil bir kızdı, demekle yetindi. Bana hayatımı kazandırdı.
Bunların hepsi geçmişe ait ayrıntılardı, ama Martin, Ruth'un, boğazına gelen kuru bir hıçkırığı boğduğunu duydu ve onun başını çevirip pencereden dışarı baktığını gördü. Ruth başını tekrar Martin'e çevirdiği zaman yatışmış bir haldeydi, gözlerinde de boradan en ufak bir iz kalmamıştı.
Özür diler gibi:
346
Jack London
— Ne kadar aptalım, dedi. Ama elimde değil. Seni o kadar seviyorum, Martin, o kadar seviyorum ki. Zamanla daha geniş fikirli olacağım, ama şimdi geçmişin bu hayaletlerini kıskanmaktan kendimi alamıyorum, sonra biliyorsun ki senin geçmişin de hayaletlerde dolu.
Martin'in itirazına meydan vermeden:
— Öyledir, dedi. Başka türlü olamaz. Bak zavallı Arthur da artık gelmem için işaret ediyor. Beklemekten yoruldu. Hadi şimdilik Allahaısmarladık, sevgilim.
Kapıdan çıkarken geriye dönüp:
— Eczacıların hazırladıkları bir ilâç var, diye seslendi. İnsanın sigarayı bırakmasına yardım ediyor, sana ondan biraz yollayacağım.
Kapı kapandı, ama tekrar açıldı.
— Seviyorum, seviyorum, diye fısıldadı Ruth; bu defa hakikaten gitti.
Ruth'a hayran gözlerle, aynı zamanda da elbisesinin kumaşına ve dikimine dikkat edecek kadar keskin bakışlarla bakan Maria, onu arabasına kadar geçirdi. Görmek istediklerini göremeyip düş kırıklığına uğrayan haylazlar kalabalığı, araba gözden kaybolana dek arkasından bakakaldılar, sonra bakışlarını, bir anda sokağın en önemli kişisi haline geliveren Maria'ya çevirdiler. Ama Maria'nın çocuklarından biri, iyi konukların, kiracılarına geldiğini bağırarak söyleyince, Maria'nın şöhreti de hapı yutttu. O günden sonra Maria yine o eski, çekingen haline büründü ve Martin civardaki çocuk sürülerinin kendisine daha saygılı davranmaya başladıklarına dikkat etti.
Maria'ya gelince, Martin'in değeri onun gözünde
347
Martin Eden
yüzde yüz artmıştı. Hele, Portekizli bakkal eğer o arabalı akşam ziyaretini görseydi, Martin'in kredisini bir üç dolar seksen beş sent daha arttırırdı herhalde.
348
XXV
Bunca sıkıntının, durmak bilmeyen çalışma ve çabanın sonucu değiştirdiğini görmek Martin'i mutlu etmişti. Zira şans Martin'in kapısını en sonunda çalmış, doğduğundan bu yana kayıp olan güneşi yükselişe geçmişti. Martin içinden hasat mevsiminin geldiğini düşünüyor, bunu da gözleriyle yansıtıyordu. Ruth'un ziyaretinin ertesi günü, New York'un haftalık olay dergilerinden birinden, üç triolet'sinin karşılığı olarak üç dolarlık bir çek aldı. İki gün sonra, Chicago'da çıkan bir gazete "Define Avcıları1 adlı yazısını kabul ederek, yayınlanır yayınlanmaz ödemek üzere on dolar teklif etti. Fiyat düşüktü, ama bu Martin'in ilk makalesi, düşüncelerini kâğıda geçirmek üzere giriştiği ilk denemesiydi. Bütün bu gelişmelerden daha önemlisi, çocuklar için yazdığı macera çalışmasının, 'Youth and Age' adındaki aylık bir çocuk dergisi tarafından hafta sonundan önce kabul edilişi oldu. Gerçi, çalışma yir-mibir bin kelimeydi, bunun için kendisine teklif edilen onaltı dolar üzerinden bin kelimesi yetmişbeş sente falan geliyordu. Ama olsun, bu Martin'in ikinci yazı denemesiydi. Martin de bu yazının değersizliğini, kabalığını tamamıyla kabul ediyordu.
Dostları ilə paylaş: |