Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə21/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   36

349


Martin Eden

Bura da önemli bir nokta vardı: Martin'in ilk eserlerinde bile bayağılığa kaçan, insanı huzursuz eden bir kabalık yoktu. Bu çalışmaların kabalığı, son derece güçlü betimlemelerden, yargı ve görgülerden ileri geliyordu. Eski çalışmalardaki kabalık, bir aceminin kelebeği kuvvetli darbelerle ezişi, kazmayla yazı yazışı gibi bir kabalıktı. İşte bu yüzden Martin ilk yazılarını ucuza da olsa sattığı için memnundu. O yazılarının kıymetinin ölçüsünü biliyordu, bu bilgiye ulaşması da çok uzun sürmemişti. O asıl ilerideki yazılarına ümit bağlamıştı. Sadece bir dergi yazarı olmak istemiyordu. Kendini usta bir yazarın birikim ve tecrübesiyle donatmaya uğraşmıştı. Diğer yandan gücü asla unutmamış, bunun gözden kaçırılacak bir şey olmadığına kanaat getirmişti. Hem beyinsel hem de öğrensel kuvvetini aşırı denecek derecede artırmayı, hem de bilinçli bir şekilde artırmayı amaç edinmişti. Gerçeğe olan sevgisi hiçbir zaman değişmemiş, 'gerçek' onun için aşkların en güzeli oluvermişti. Bu yüzden onun eserleri realistti, yalnız hayal gücünün yarattığı sanrıları, güzellikleri bu eserlerin içinde eritmeye çaba göstermişti. Onun varmak istediği, insan umutları ve imanıyla dolu, ihtirasla süslü bir realizmdi. Hayatı, ruhun derinliklerine ulaşan, insan ruhunu bütün yönleriyle kavrayan, alabildiğince derinliklerine dalarak vermek istiyordu.

Okumaları esnasında iki öykü okulu bulunduğunu keşfetmişti. Bunlardan biri insanı bir Tanrı gibi ele alıyordu. İnsanın toprağa yakın taraflarını görmemezlik-ten geliyor, hatta yok sayıyor; diğer okulsa insanı bir çamur parçası gibi kabul ediyor, manevi yönünü tamamen ihmal ediyor, hatta görmezden geliyordu, ör-

350


Jack London

neğin rüyaları yok sayıyor, insanın içinde yaşattığı, zayıflığında düşlediği cennetin varlık sebebini ortadan kaldırıyordu, tanrısal gücün önemini anlamıyordu. Martin bu iki okulun, tanrıcı ve toprakçı okulun büyük yanılgılar içinde olduğunu net bir şekilde görüyordu, çünkü amaçları tekti. Ancak bu ikisini uzlaştırarak gerçeğe ulaşmak mümkündü. Ne var ki, bu yaklaşım ne tam manasıyla tanrıcı okulun tarafını tutuyor, ne de toprakçı okulun haince vahşiliğine meydan okuyordu. Martin, Ruth'u da etkilemiş olan öyküsü "Macera "nın, öyküde gerçeklik idealine ulaştığına inanıyordu, bu konudaki bütün fikirlerini de genel olarak, 'Tanrı ve Çamur' adlı denemesinde ifade etti.

Martin 'Macera'yi ve en güzel diye kabul ettiği bütün eserleri editör editör dilenerek dolaşmaya devam etti. İlk eserleri, getirdikleri para dışında, onun gözünde birer hiçti, iki tanesini sattığı dehşet öykülerini ise yüksek veya iyi eserleri arasında saymıyordu. Kuvvet aldıkları bir gerçeklik pırıltısına sahip olmalarına rağmen bunlar Martin'in gözünde içten birer hayali fantastik eserdi. Öykülerindeki bu imkansıza giydirdiği gerçeklik elbisesine bir oyun gözüyle bakıyordu. Bunlar büyük edebiyat yapıtı sayılamazdı, bu alanda barınamazdı. Bunlardaki sanat ustalığı yüksekti, ama sanat insan unsurunu ihmal etmemeliydi, eğer sanat insanı görmezden geliyorsa sanat sayılmamalıydı, üstelik bir değeri de yoktu. Martin'in becerisi de, sanatının yüzüne insani bir maske geçirmekten ibaretti. O, bunu, "Joy", "The Pot", "The Wine of Life" ve 'Macera' adlı öykülerinin zirvelerine ulaşana dek dehşet öyküleri sınıfından yarım düzine öyküsünde yapmıştı.

351


Martin Eden

Triolet'lerine karşılık aldığı üç doları, 'White Mo-uese'un çeki gelene kadar kıt kanaat yaşayabilmek için kullandı. Çeki nasıl bozduracağına bir türlü karar veremedi. Hayatında hiç bankaya gitmemişti ve içinde, Oakland'daki büyük bankalardan birine gidip, ciro edilmiş kırk dolarlık çekini kasaya fırlatmak için saf, çocukça bir arzu duyuyordu. Diğer yandan, pratik çalışan aklı onu, çekini bakkalda bozdurup, böylelikle ilerde kredisinin arttırılması ile sonuçlanacak bir etki yaratmaya zorluyordu. Sonunda istemeye istemeye bakkala gitti ve faturasını son kuruşuna kadar ödeyip, cebinde tıngırdayan paralarla döndü. Diğer tüccara gidip faturasını ödedi, bisikletiyle, elbisesini rehinden kurtardı, yazı makinesi için bir aylık kirayı peşin verdi, Maria'ya geçen ayın kirasıyla bir aylık kirayı da peşin ödedi. Cebine darda kaldığı zaman kullanmak üzere üç dolarlık bir para kaldı.

Bu üç dolar ona bir servet gibi geliyordu. Martin elbisesini kurtarır kurtarmaz hemen Ruth'u görmeye gitti, yolda giderken cebindeki bir avuç gümüş parayı şıkırdatmaktan kendini alamıyordu.

O kadar uzun zaman parasız kalmıştı ki, günlerce açlık çekip de yemeğe kavuşan bir insanın yiyebileceğinden fazlasını gözünün önünden ayıramayan bir ruh halindeki insan gibi o da elini gümüş paradan ayıramıyordu. Martin, ne bayağı bir insandı, ne de açgözlü, ama bu para onun için bir sürü dolar ve sentten çok daha fazla bir anlam ifade ediyordu. Bu para, onun başarısının yerini tutuyordu, paraların üzerindeki kartal kabartmaları da Martin'e, kazanılmış bir zaferleri anımsatıyordu.

Farkına varmadan dünyayı güzel görmeye başla-

352


Jack London

di. Parasızlık ve sefaletin getirdiği acılardan dünya nimetlerinin farkına varamamıştı. Gerçekten de haftalardır karanlık, kasvetli bir dünyada yaşamıştı; ama şimdi, hemen hemen bütün borçları ödendikten sonra, cebinde şıngırdayan üç dolar, kafasında başarıyı anlamanın aydınlığı ile güneşe ışıl ışıl ve sıcacık parlıyor, hatta hazırlıksız yakalayan ve sırılsıklam eden sağanak bile ona tatlı bir olay gibi geliyordu. Açlık çektiği sırada, düşünceleri hep dünya üzerinde açlık çektiklerini bildiği binlerce insana takılırdı; ama şimdi karnı tıka basa dolu iken, açlıktan ölen binlere kafasını yormaz oldu. Onları unuttu ve kendisi de bir aşık olduğu için, dünyadaki binlerce aşığı anımsadı, üzerinde bilhassa durmadığı halde, aşk liriklerinin motifleri beyninde dönmeye başladı. Kendini yaratıcı güdüye kaptırdığı için, tramvaydan ineceği yerin iki blok ötesinde inince hiç kızmadı.

Morse'ların evini kalabalık buldu. Ruth'un iki kuzeni, San Hafael'den onu ziyarete gelmişlerdi, Mrs. Morse da onları eğlendirmek maskesi altında Ruth'un etrafını gençlerle çevirme planını uyguluyordu. Kampanya, Martin'in zorunlu yokluğu sırasında başlamıştı ve şu anda en ateşli dönemindeydi. Mrs. Morse eve, meslek sahibi erkekleri de sokmak fikrinde ısrar etmişti. Bu bakımdan Martin, Kuzen Dorothy ve Kuzen Florence'adan başka biri Latince, diğeri de İngilizce profesörü olan iki profesör. Bir zamanlar Ruth'un okul arkadaşı olan, Filipralerden henüz dönmüş genç bir subay; San Fransisco Tröst Kumpanyasının başı Joseph Perkins'in özel sekreteri, Melville adında bir genç. Erkeklerden Stanford Üniversitesi mezunu, Nil Kulübü ile ümty Kulübü üyesi aynı zamanda seçimler

353


Martin Eden

sırasında Cumhuriyetçi Partinin sözcülüğünü yapan, otuz beş yaşlarında, Charles Hopgood adında gençten bir banka kasiyeri ile karşılaştı. Kadınlar arasında bir portre ressamı, bir profesyonel müzisyen, bir de Sosyoloji Doktoru unvanına sahip, aynı zamanda Fran-sisco'nun kenar mahallelerinde iskan konusu üzerine yazdığı eserle meşhur birisi vardı. Kadınlar Mrs. Mor-se'un planına dahil değildi, onlar sadece gerekli aksesuardan ibaretti. Eve ne yapıp edilip sokulması gerekenler, meslek sahibi erkeklerdi.

Tanıştırma merasimi başlamadan Önce Ruth, Martin'e:

— Konuşurken sakın heyecanlanma, diye uyarıda bulundu.

Martin önce, bilhassa yine eskiden olduğu gibi möbleleri, süsleri tehdit eden omuzlarından ötürü bir acemilik duygusunun etkisiyle azıcık kendini sıktı. Orada bulunanlar da onu, biraz çekingen yapmıştı. Şimdiye değin bu kadar çok sayıda, yüksek kişiyle bir arada bulunmamıştı. Banka kasiyeri Melville'e hayran oldu ve ilk fırsatta onu tartmayı tasarladı. Zira Martin1 in korkusu altında, iddiacı bencilliği pusuya yatmıştı; kendini bu erkekler ve kadınlarla ölçerek, bunların kitaplardan ve hayattan kendi öğrenemediklerini neleri öğrendiklerini anlamak için içinde dayanılmaz bir arzu duydu.

Ruth'un gözleri, durumunu anlamak için sık sık Martin'e kayıyordu; onun, kuzenleriyle gayet rahat ahbap olduğunu görünce hem şaşırdı hem de memnun oldu. Otururken, omuzlarından ötürü duyduğu endişe de ortadan kalkan Martin hiç de heyecanlan-mamıştı. Ruth kuzenlerini orta zekalı, yüzeysel par-

354

Jack London



laklıkları olan kızlar bilirdi, o gece yatmaya giderlerken Martin'i övüşlerini pek anlayamadı. Halbuki kendi sınıfı içinde keskin zekalı, hoşsohbet ve dans partilerinde, pazar pikniklerinde neşe yaratan bir kimse olan Martin'e, söz açmak, çevresini neşelendirmek çok kolay gelmişti. O akşam başarı Martin'in hep arkasında durup, ona başardığını, gülebileceğini ve hiç afallamadan kahkahalar yaratabileceğini söyleyerek omuzunu okşadı.

Daha sonra Ruth endişe etmekte haklı olduğunu anladı. Martinle Profesör Caldwell bir köşede bir araya gelmişlerdi, her ne kadar Martin, artık eskisi gibi kolunu havada savurmuyor idiyse de Ruth un tenkitçi gözleri, Martin'in gözlerinin sık sık ve fazlaca çakmak-landığını, çok hızlı ve ateşli konuştuğunu sinirlerinin fazlaca gerildiğini, tepesine çıkan kanının yanaklarını haddinden fazla kızarttığını farketti. Edepli ve kendini kontrol eder bir hali yoktu, konuştuğu genç İngilizce profesörü ile de tam bir çelişki yaratıyordu.

Martin'in görünüşe aldırdığı yoktu! Diğerinin eğitilmiş beynini çabucak farkedip onun bilgisine olan hakimiyetini takdir etmişti, üstelik Profesör Caldhwel, Martin'in sıradan İngilizce profesörleri hakkındaki kanaatini de bilmiyordu. Martin, profesörün kendi işinden bahsetmesini istiyordu.

Profesör önce buna yanaşmadıysa da sonunda Martin onu kendi mesleği üzerinde konuşturmayı başardı. Zira Martin insanların kendi işleri hakkında konuşmamalarına bir sebep göremiyordu.

Bundan haftalarca önce Ruth'a:

— Mesleki konuşmalara bu itiraz hiç de doğru, hiç

355

Martin Eden



de haklı değil, demişti. Eğer bildikleri en iyi şeyi birbirlerine vermeyeceklerse, erkeklerle kadınlar ne için biraraya gelirler Allah aşkına? Onların en iyi bildikleri şey de, ilgi duydukları, onlara hayatlarını kazandıran, üzerinde uzmanlık yaptıkları, sabah akşam meşgul oldukları hatta üzerinde hayal kurdukları şeydi. Mr. But-ler'in sosyal etiket uğruna, Paul Verlaine hakkında, Alman dramı ya da D'Annunzio'nun romanları hakkında fikir beyan ettiğini düşün bir kere. Sıkıntıdan patlardık mutlaka. Örneğin ben, eğer Mr. Butler' i mutlaka dinleyeceksem, onun hukuktan bahsetmesini tercih ederim. Onun en iyi bildiği şey odur, hayat ise öyle kısa ki ben tanıştığım her erkeğin veya kadının en iyi bildiği şeyi duymak isterim.

Ruth:


— Ama, diye itiraz etmişti. Herkesi ilgilendiren genel konular vardır.

Martin:


— İşte bunda yanıldın, diye atılmıştı. Toplumdaki bütün insanlar, bütün hizipler daha doğrusu hemen hemen bütün insanlar ve topluluklar kendilerinden iyi durumda olanlan taklit eder. Peki, iyi durumda olanların da en iyileri kimler? Aylaklar, zengin aylaklar. Bir kural olarak, bunlar, dünyada bir şeyler yapan insanların bildiklerini bilmezler". Bu gibi şeylerden bahsetmek de onlar için sıkıcı olacağından aylaklar bu konuların mesleki konulardır diye, konuşulmamasını isterler. Aynı şekilde, mesleki olmayan konuların da konuşulabileceğini buyururlar; bunlar da son operalar, son çıkan romanlar, kâğıt oyunları, bilardo, kokteyl, otomobil, atlı gösteriler, alabalık avcılığı, turna balığı avcılığı, yat sefaları ve bunun gibi şeylerdir. Şurasına

356


Jack London

dikkat et, bunlar aylaklar sınıfının bildiği şeylerdir. Aslında aylakların yaptığı, aylakların kendi mesleğinden bahsetmektir, işin en tuhaf tarafı da bütün zeki veya zeki denilebilecek kimselerin aylakların bunu kendilerine geçirmesine ses çıkarmayışlarıdır. Bana gelince, ben bir insanın en iyi bildiği şeyi isterim, sen istersen buna mesleki bayağılık de, istersen sıradanlık de.

Ruth da Martin'i anlayamamıştı. Onun yerleşmiş fikirlere bu hücumunu bir fikir inatçılığı olarak kabul etmişti.

Böylece Martin kendi samimi fikrini Profesör Caldwell'e de bulaştırıp, onu kendi fikri üzerinde konuşturdu. Ruth onların yanında durduğu sırada Martin şöyle diyordu:

— Siz Kaliforniya üniversitesinde şüphesiz böyle küfürleri ağzınıza almazsınız değil mi?

Profesör Caldwell omuzlarını silkti.

— Namuslu bir vergi mükellefi ve politikacıyız işte. Ödeneklerinizi Sacramento'dan alırız onun için de Sacramento'ya, Senato'ya parti basınına ya da, her iki partinin basınına tapınırız.

— Evet, burası açık, ama sizden ne haber? diye zorladı. Martin:

— Sudan çıkmış balığa dönmüşsünüzdür herhalde.

— Zannederim ki üniversite denizi içinde benim gibisine pek az rastlanır. Bazen gerçekten de kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum ve diyorum ki, ben Paris'e, Grub Street'e, bir hermit yuvasına, ya da kederli bir Bohem kalabalığının arasında Bordo şarabı içmeye, Cartier Latin'deki ucuz lokantalarda yemek yiyip, bütün yaradılış üzerine gürültülü radikal fikirler

357

Martin Eden



Jack London

beyan etmeye layığım. Bazen kendimi radikal yaradılışta görüyorum. Ama bir sürü de emin olmadığım sorular var. İnsani zaaflarımla karşı karşıya kaldığım zamanlar kendi kendime mahcub oluyorum, bu da herhangi bir sorunun, yani, insani, hayati sorunun bütün faktörlerini kavrayabilmeme engel oluyor.

O konuşurken, Martinin dudaklarının ucuna, "Mevsim Rüzgarları Şarkısı" geldi.

— Gün ortasında kuvvetim zirveye çıkar benim, ama mehtap altında yelkenleri gererim.

Az kaldı kelimeleri mırıldanıyordu, bu şarkıyı aklına profesörün kuzeydoğu rüzgarlarını, sakin, serin ve kuvvetli mevsim rüzgarlarını hatırlatışı getirmişti. Profesör de mevsim rüzgarları gibi hiç değişmiyordu, ona da güvenilebilirdi, bununla beraber bu adamın insanı uğraştıran bir tarafı vardı. Martin'e, bu adam hiçbir zaman tam fikrini söylemiyor gibi geldi, tıpkı vaktiyle ona, mevsim rüzgarları hiçbir zaman tam kuvvetleriyle esmiyormuş da hiç kullanmadıkları kuvveti birikti-riyormuş geldiği gibi. Martin'in hayalevi her zamanki gibi hızlı çalışıyordu. Beyni, içine her zaman girilebilir bil" Anılar, hayaller deposu gibiydi ve bu deponun içindekiler her zaman için düzenli bir şekilde Martin'in teftişine hazır dururdu. O an içinde ortaya ne çıkarsa çıksın, Martin'in zilini hemen, birer hayal halinde ve tabii bir şeymiş gibi ifade bulan zıtlıklar veya benzerlikler çağrışımı yapardı. Bu tamamıyla otomatik bir şekilde olur ve Martin'in hayalevi, onun içinde yaladığı hale hiç durmadan eşlik ederdi. Nasıl Ruth'un yüzü, bir kıskançlık anında, mehtaplı bir gecede karşılaştığı, unutulmuş bir borayı onun gözleri önüne getirdi ve nasıl Profesör Caldwell ona, erguvan renkli deni-

358


zin üstünde beyaz bulutları önüne katmış süren kuzeydoğu mevsim rüzgarlarını gösterdi ise, zaman zaman, düzeni bozmayan, aksine tanıtan ve sınıflandıran yeni yeni hatıra hayalleri gözlerinin önünde belirdi, göz kapaklarının altında uzandı ya da bilincinin perdesi üzerine aksetti. Bu hayaller, geçmişin olaylarından, heyecanlarından, günün, geçen haftanın yaşanılan olaylarından, okunan kitaplarından çıkar ve o ister çalışmakta olsun, ister uykuda, kalabalık bir kuş sürüsü halinde Martin'in kafasına üşüşürdü. işte böyle. Profesör Caldwell'den akıcı konuşmasını akıllı, kültürlü bir adamın konuşması, Martin geçmişinin derinliklerinde dolaşmaya da devam etti. Kendini tam bir serseri olduğu zamanlardaki haliyle gördü; başında sert kenarlı bir Stetson şapka, sırtında da dört köşe biçilmiş, kruvaze bir caket olduğu halde, kafasında polisin izni oranında kabadayı olma ideali ile, şöyle omuzlarını cakalı cakalı iki yana sallayarak yürüdüğü zamanlardaki halini gördü. Bundan ötürü kendinden iğrenmedi, ne de bu hayali hafifletmeye çalıştı. O hayatında bir zamanlar basbayağı, tam bir serseriydi; polise rahat vermeyen, işçi sınıfından namuslu evsa-hiplerini dehşete salan bir çetenin reisi. Ama idealleri değişmişti. Çevresindeki iyi yetiştirilmiş, düzgün kılıklı erkeklere kadınlara göz gezdirip ciğerlerine bu temiz, bu kültürlü havayı doldurdu ve aynı anda, başında sert kenarlı şapkası, dört köşe caketi sırtında, omuzlarını kabadayıca sallayan gençlik hayalinin odayı boydan boya geçtiğini gördü. Bu köşebaşı serserisi hayalinin kendi içine girdiğini, oturup hakiki bir üniversite profesörüyle konuştuğunu gördü. Zira Martin hiçbir zaman tam yerini bulamamıştı, işte oyunda

359


Martin Eden

akranlarını geride bırakması gibi bir fazilete sahip oluşu, haklarını ve yetkilerini korumak için mücadeleye her an hazır oluşu yüzünden daima kendisine ön planda yer verilen her çevreye uymuştu. Ama hiçbir yere de kök salmamıştı. Arkadaşlarını memnun edecek kadar uymuş, fakat kendini memnun edecek kadar uyamamıştı. Daima huzursuz bir duygunun kendini rahatsız ettiğini hissetmiş ve bütün hayatınca, ta kitapları, sanatı ve aşkı bulana kadar, ötelerden bir şeyin çağırışını duymuştu. İşte kendileriyle birlikte serüvenlere katıldığı bütün arkadaşları içinden yalnız o, bütün aradıklarının ortasındaydı şimdi. Halbuki bu arkadaşlarının herhangi biri burada, Morse'ların evinde olabilirdi.

Ama bu çeşit hayaller ve düşünceler Martin'in, Profesör Caldwell'i yakından takip etmesine engel olmadı. Eleştirel bir gözle, anlayarak takib ederken de diğerinin bilgisinin bir bütün halinde oluşuna, hiçbir gedik vermeyişine dikkat etti. Kendine gelince, konuşmada, zaman zaman açıklıklar, enginlikler, hiç alışık olmadığı bütün halinde konularla karşılaşıyordu. Bununla beraber, Spencer sayesinde, bilgi alanının ana hatlarına sahip olduğunu gördü. Bu ana hatların arasını doldurmak sadece bir zaman meselesiydi. O zaman gözünüzü açın hepiniz, diye düşündü. Dikkat sığlık! Kendinden geçmiş, taparcasına, profesörün ayakları dibindeymiş gibi bir his geldi içine; ama dinledikçe öbürünün hükümlerinde bir zayıflık buldu, öyle dolambaçlı, öyle şaşırtıcı bir zayıflık ki, her zaman mevcut bir zayıflık olmayaydı belki de farkına varamazdı bunun. Bunu farkeder etmez de hemen Profesörle aynı seviyeye sıçrayıverdi.

360


Jack London

Tam Martin konuşmaya başladığı sırada, Ruth ikinci defa yanlarına geldi.

Martin:

— Size, nerede yanıldığınızı, daha doğrusu hü-kümlerinizdeki zaafın neden ileri geldiğini söyleyeyim, diyordu.



— Siz biyoloji bilmiyorsunuz. Meseleleri ortaya koyuşunuzda biyolojiye yer vermiyorsunuz. Yani, tamamıyla test tüplerinden, laboratuarlardan geçip en geniş estetik ve sosyolojik genellemelerin üzerinde yer alan hayatiyet kazanmış betimsel biyolojiden bahsediyorum ben.

Ruth şaşırmıştı. İki sömestr profesörün derslerine devam etmiş olan Ruth, ona canlı bir bilgi deposu gözüyle bakıyordu.

Profesör, doğruluğu su götürür bir ifadeyle:

— Sizi takip edemedim, dedi.

Martin onun kendisini takip etmediğinden o kadar emin değildi.

— Şu halde açıklamaya çalışayım. Mısır Tarihini okurken şu anlamda bir şeye rastladığımı hatırlıyorum; önce arazi sorunu incelenmezse, Mısır sanatı da anlaşılamaz.

Profesör başıyla onayarak:

Çok doğru, dedi. Martin devamla:

— Bana da öyle geliyor ki, buna karşılık arazi sorununa ve bununla ilgili bütün sorunlara ait bilgilere, hayatın cevheri ve yapısı hakkındaki ilk bilgiyi edinmeden sahib olmaya imkan yoktur. Kanunları, kurumlan,

361


Martin Eden

dinler ve örfleri, sadece onları yaratan yaratıkların önemini değil, fakat o yaratıkları meydana getiren cevherlerin de önemini bilmeksizin, nasıl anlayabiliriz? Mısır edebiyatı, Mısır mimarisinden veya heykeltıraşlığından daha az mı ilgilidir insanlıkla? Bilinen evren içinde, gelişme kanununa uymayan bir tek şey var mıdır? Çeşitli sanatlara dair ortaya konulmuş süslü bir gelişme bulunduğunu biliyorum, ama bana çok mekanik görünüyor bu. Burada insan dışarıda bırakılmıştır. Araçların gelişimi, harpın, müziğin, şarkının ve dansın gelişimi, evet bunların hepsi de güzel bir şekilde geliştirilmiştir; ama ya insanın kendi gelişimi, insan daha ilk aletini yapmadan, ilk şarkısını mırıldanmadan onda var olan esaslı, ayrılmaz unsurların gelişmesi? işte sizin dikkate almadığınız şey, benim de biyoloji adını verdiğim şey bu. En geniş görünüşüyle biyolojidir bu.

— Fikirlerimi duru bir şekilde ifade edemediğimi biliyorum, ne var ki fikri kabataslak ortaya koymaya çalıştım. Siz konuşurken aklıma geldi bunlar, onun için bunları sunmaya hazırlıklı değildim. Siz kendiniz, insanı bütün faktörleri gözönünde bulundurmaktan alıkoyan insani zaaftan bahsettiniz. Buna karşılık yine siz biyolojik faktörü, bütün sanatların ipliklerini eğirdi-ği ana maddeyi, insanoğlunun bütün başarılarının, bütün hareketlerinin atkı ve çözgülerini bir kenara bırakıyorsunuz.

Martin'in hemen ezilmeyişi Ruth'u hayrete düşürdü ve Profesörün Martin'e cevap veriş şekli Ruth'da sanki Profesör Martin'in gençliğinin yüzüsuyu hürmetine hoş görüyormuş izlenimi bıraktı. Profesör Cald-well, saatinin kösteğiyle oynayarak tam bir dakika sü-

362

Jack London



reyle sessiz durdu. Sonunda:

— Biliyor musunuz, dedi. Daha önce de beni aynı şekilde eleştirmişlerdi. Büyük bir gelişimci, büyük bir bilgin, Joseph La Conte yapmıştı bu eleştiriyi. Ama o öldü, kimse de beni eleştirdiğini bilmez; halbuki şimdi siz ortaya çıkıp beni gösteriyorsunuz. Gerçekten söylüyorum bu bir itiraftır, fikrinizde haklı olduğunuz taraflar var, hem de pek çok. Biraz fazla klasiğim ben, ilmin betimlendiği dallarda yeteri kadar modern değilim; iş yapmama engel olan özür diye de yalnız eğitimin kusurlu oluşuyla ruhi tembelliğimi ileri sürebilirim. Bilmem bana inanacak mısınız, ama ömrümde bir fizik ya da kimya laboratuarından içeri adımımı atmadım. Le Conte haklıydı, siz de haklısınız Mr. Eden, hiç olmazsa bir dereceye kadar haklısınız ama ne derece bilmiyorum.

Ruth bir bahaneyle Martin'i kenara çekti; onu kenara alıp alçak sesle:

— Profesör Caldwell'i böyle tekeline almaya hakkın yoktu, dedi. Onunla konuşmak isteyen başkaları da olabilir.

Martin tövbekar bir tavırla:

— Benim hatam, diye kabul etti. Ama onu tahrik ettiğimin farkına bile varmadım, çok ilgi çekici bir insandı. Biliyor musun, şimdiye kadar konuştuğum insanlar içinde en parlak kafalı, en entellektüeli o. Bir şey daha söyleyeyim sana, bir zamanlar, üniversite okumuş ya da toplumda yüksek makamlara çıkmış herkesi onun kadar parlak, onun kadar zeki zannederdim.

363

Martin Eden



Ruth:

— O bir istisnadır, diye cevap verdi. Diyebilirim ki öyledir. Şimdi kiminle konuşmamı istiyorsun bakalım? Oh, hadi beni şu kasiyer dostumuzla tanıştır.

Martin onbeş dakika kadar kasiyerle konuştu. Ruth da sevgilisinden daha iyi bir davranış bekleyemezdi doğrusu. Martin'in ne gözleri çakmaklandı ne de yanaklarına kan hücum etti, tam aksine Ruth'u şaşırtacak kadar sakin konuştu. Ama bütün banka kasiyerleri Martin'in gözünde yüzde birkaç yüz defa düşüverdi. Gecenin geri kalan bütün kısmında da, kafası, banka kasiyerleriyle, yavan laf edenlerin aynı kapının mandalı oldukları izlenimin etkisi altında çalıştı. Subayı, yumuşak, basit, sağlıklı, eğitim ve doğumun hayatta kendisine uygun gördüğü şimdiki yerinden memnun bir genç buldu, iki yılda üniversiteye gittiğini öğrenince, Martin, acaba bilgisini nereye doldurmuş bu adam diye düşündü durdu. Ama yine de bu adam, tatsız banka kasiyerinden daha çok hoşuna gitti.

Daha sonra, Ruth'a:

— Gerçekten de, boş söz söylemelerine bir itirazım yok benim, dedi. Beni sinirlendiren, bu sözleri söylerkenki, mağrur, gizliden gizliye o kendini beğenmiş halleri ile bu lafları söylemek için seçtikleri zamandır. Hıh, bana ünyon İşçi Partisinin demokratlarla kaynaştığını söylediği zaman bütün reformasyon tarihini anlatabilirdim bu herife. Biliyor musun, tıpkı dağıtılan kâğıtlarla kerize kaçan bir profesyonel poker oyucusu gibi o da kelimeleriyle kerize kaçıyor. Bir gün ne demek istediğimi anlatırım sana.

364


Jack London

Ruth:


— Ondan hoşlanmadığına üzüldüm, diye cevap verdi. Mr. Butler'in en gözde adamıdır. Mr. Butler onun emin, namuslu bir insan olduğunu söylüyor, ona Kaya Peter adını takmış, sırf bu adama sırtını dayayarak koskoca bir banka kurabilirmiş.

— Gerçi onu az gördüm, daha az da dinledim, ama buna şüphem yok. Ne var ki, ben, bankaları pek o kadar düşünmem. Fikrimi bu şekilde söylememde sence bir sakıncası yok ya, sevgilim?


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin