Ruth'un yanında olmadığı saatlerin çoğunu "Aşk Şiirleri"ne, evde okumaya, ya da günün dergilerini daha yakından tanıyıp, bunların özü ve içerikleri hakkında daha iyi bilgi sahibi olabildiği okuma salonlarına ayırdı. Ruth'la beraber geçirdiği saatler ise, hem ümit verici oluşu, hem de bir türlü sonuca ulaşamayı-şı bakımından çıldırtıcı oluyordu. Ruth'un baş ağrısını geçirdiğinden bir hafta kadar sonra, Norman tarafından, Merrit gölünde mehtapta yelkenliyle bir gezinti teklifi yapıldı ve bu teklif Arthur'la, Olney tarafından desteklendi. İçlerinde yelkenli tekne yönetebilecek olan yalnız Martin'di; onun için Martin'i bu işi yapmaya zorladılar. Ruth, yelkenlinin arka tarafında, Martin'in yanında oturuyordu; diğer üç delikanlı teknenin ortasında tembel tembel uzanmışlar ve gereksiz birtakım konular üzerinde ağız kavgasına girişmişlerdi.
261
Martin Eden
Henüz mehtap çıkmamıştı; arasında Martin'le hiçbir konuşma geçmeden, yıldızlı gökyüzünü seyretmekte olan Ruth, birdenbire bir yalnızlık hissetti. Gözü, Martin'e gitti. Püfür püfür esen bir rüzgar tekneyi, güvertesi suya girecek kadar yana yatırıyor, Martin de bir eli dümen yekesinde, diğer eli mayistra halatında, hafif orsasına seyrederken, yakınlaşmış olmaları gereken kuzey kıyısına ulaşmaya çalışıyordu. Ruth'un kendisine baktığının farkında değildi. Ruth ise, Mar-tin'i, bu belirli kuvvetlere sahip genci, sıradan, başarısız olacakları önceden belli öyküler, şiirler yazarak zamanını öldürmeye iten tuhaf ruh çarpıklığı üzerinde derin düşüncelere dalarak dikkatle izliyordu.
Yıldızların aydınlığında belli belirsiz görünen güçlü boyun adalelerine ve sağlam bir dengeye dikilen kafaya baktı. Ellerini bu boyun adalelerine değdirmesi için onu dürten o eski arzu yeniden uyandı içinde. Ruth'u o iğrendiği kuvvet çekiyordu. Yalnız duygusu daha belirli bir hal aldı ve Ruth bir yorgunluk hissetti. Yana yatmış olan teknedeki oturuş şekli onu sıktı ve birden aklına, Martin'in, baş ağrısını iyileştirdiği geldi; Martin'in o iyileştirici, dinlendirici gücünü hatırladı. Martin onun yanında oturuyordu, çok yakındı ona ve tekne Ruth'u Martin'e doğru sallar gibi oldu. Bunun arkasından da Ruth içinde ona yaslanmak, kendini onun kuvvetinde dillendirmek için karşı konulmaz bir arzu duydu, yarı oluşmuş bir dürtüydü bu, ama bunu fark etmesine rağmen, dürtü ona hakim oldu ve Ruth'u, Martin'e yaslandırdı. Yoksa tekne yana yattığı için mi olmuştu? Bilmiyordu. Hiçbir zaman da bilmedi. Bildiği tek şey, ona yaslandığı ve bunun dinlendirici olduğu, çok tatlı bir şey olduğuydu. Belki de kabahat teknedeydi, ama
262
Jack London
Ruth da bu durumu değiştirmek için hiç çaba göstermedi. Martin'in omzuna hafifçe yaslandı, yaslandı ve o rahat etsin diye Martin durumunu değiştirince yaslanmaya devam etti.
Bu tam bir çılgınlıktı, ama Ruth bunun çılgınlık olduğunu düşünmek istemedi. O artık Ruth değil, bir kadındı; kadının duyduğu ihtiyacı duyan bir kadın. O kadar hafifçe yaslanmış olmasına rağmen, bu ihtiyacı giderilmiş gibiydi. Artık yorgunluk hissetmiyordu. Martin hiç konuşmadı. Eğer konuşsaydı, büyü bozulacaktı. Halbuki bu sihirli havayı uzatan onun aşkından bahsetmeyişiydi. Sarhoş gibiydi Martin, başı dönüyordu. Neler olduğunu anlamıyordu. Bu o kadar olağandışı bir şeydi ki, deli saçmasından başka bir şey olamazdı. Iskotayı ve yelkeni bırakıp, Ruth'u kollarına almak için içinden taşan bir arzuya hakim oldu. Sezgisi ona bunun yanlış bir iş olacağını fısıldamış, Martin de ıskota ile yelkenin ellerini meşgul ederek içindeki ayartıcı arzuyu geçiştirmesine yardım edişine memnun olmuştu. Ne var ki, artık tekneyi evvelki kadar iyi orsa edemiyor, rüzgarı utanmadan yelkenden kaçırıyor böylelikle de kuzeye doğru tekne yatmış oluyordu. Kıyıya ulaşınca işiyle ilgilenmek zorunda kalacak, bu yüzden de aralarındaki dokunuş bozulacaktı. Martin, yanında Ruth, omzunda da Ruth'un tatlı ağırlığı olduğu halde, tartışmacıların dikkatini çekmeden, içinden ona, hayatının bu en güç deniz yolculuğunu yaptıranları, yine onu deniz, tekne ve rüzgar hakkındaki bilgisine güvenerek bu muhteşem geceyi mümkün kıldıkları için affederek tekneyi dinlendire dinlendire yolunu kesti.
Yükselen ayın ilk ışığı, yelkene dokunup, tekneyi
263
Martin Eden
inci gibi pırıl pırıl bir aydınlığa boğduğu zaman, Ruth, Martin'den uzaklaştı: Kendisi uzaklaşırken, Martin'in de uzaklaştığını hissetti. Her ikisinde de görülmek korkusu vardı. Bu, ikisi arasında sır kalacak bir rüyaydı. Ruth, yanakları ateş gibi yanarak, Martin'den ayrı oturdu, ama yanaklarını kızartan ateşi içinde hissediyordu. Ne kardeşlerinin, ne de Olney'in görmemesi gereken bir şey yapmamıştı, halbuki daha önce de delikanlılarla birçok kere yelkenliyle buna benzer mehtap gezintilerine çıkmıştı. Hiç böyle bir şey yapmayı arzulamamıştı. Utanç duygusuyla, yeni filizlenmeye başlayan kadınlığının büyüsü hakim olmuştu ona. Dönüş için rüzgarı bir o yana bir bu yana geçirmek içi uğraş veren Martin'e kaçamak bir bakış attı; terbiyesizce bir şey, utanılacak bir şey yapmasına sebep olan bu adamdan nefret edebilirdi. Hem de dünyada başka erkek kalmamış gibi, o yaptırsın bunu Ruth'a! Belki de annesinin hakkı vardı, Martin'i gereğinden fazla görüyordu. Bir daha böyle bir şey olmayacağına ve Martin'i daha az görmeye karar verdi. Bir an için, yalnız kaldıkları ilk fırsatta Martin'e, mehtabın çıkmasından az önce baygınlık geçirdiği şeklinde bir yalan söylemek suretiyle kendini bahane göstermek gibi çılgınca bir fikre kapıldı. Sonra, her ikisinin de mehtap ortalığı aydınlatır aydınlatmaz karşılıklı olarak nasıl birbirlerinden uzaklaştıklarını hatırladı; Martin yalanını mutlaka anlayacaktı.
Tekne gezisi yaptıkları geceden sonra hızla akıp geçen günlerde Ruth artık, eski Ruth olmaktan çıkmış, bir karar vermek isteyen, kendi kendini incelemelerinde yine kendini aşağılayan, geleceğe dair tahminlerde bulunmaktan, ya da kendini ve nerelere
264
Jack London
doğru sürüklenmekte olduğunu düşünmekten kaçınan acayip, bilmece gibi bir yaratık olmuştu. Bazen korku içinde, bazen büyülenmiş bir halde, fakat devamlı bir şaşkınlık içinde, bir hummaya yakalanmış gibi büyülü ürpertilerle dolup taşıyordu. Bununla beraber ona güven veren, sabit bir fikri vardı. Martin'in aşkından bahsetmesine izin vermeyecekti. Böyle yaptığı sürece her şey yolunda gidecekti. Birkaç güne kadar da Martin denize çıkıyordu. Bu bakımdan Martin ilanı aşk etse bile bir şeyler değişmeyecekti. İşler yine de yolunda olacaktı. Başka türlü de olamazdı, çünkü onu sevmiyordu. Tabii eğer Martin ilanı aşk edecek olursa, onun için ıstıraplı, Ruth için de sıkıcı bir yarım saat geçirecekler demekti, çünkü bu Ruth'a yapılan ilk evlenme teklifi olacaktı. Bunu düşünmek Ruth'u tatlı tatlı ürpertti. Gerçek bir kadındı, kendisine evlenme teklif etmeye hazır bir erkek bulunan, gerçek bir kadın. Bu, onun cinsiyetinin temelini oluşturan bütün duyguları harekete geçiren bir düşünceydi. Hayatının yapısı Ruth'u meydana getiren her şey titreyip saygı duruşuna geçti. Bu düşünce, alevin çekiciliğine kapılan bir pervane gibi kafasının içinde çırpındı durdu. Martin'in kendisine evlenme teklif ettiğini, kendisinin de onun cümlesini ağzına tıkadığını hayal edecek kadar işi ileriye götürdü; onu reddedeceğini kendi kendine tekrarlayarak provasını yaptı; sözlerini yumuşatacak, Martin'e gerçek ve soylu bir erkek olma yollarını göstererek ona öğütler verecekti. Martin'in sigarayı bırakması şarttı bir kere. Bunu bilhassa belirtecekti. Ama, hayır, onun konuşmasına hiç izin vermemeliydi. Eğer konuşursa onu susturabilirdi, annesine de böyle söylemişti zaten. Yüzü kıpkırmızı, alev
265
Martin Eden
alev yanarak, hayalinde yarattığı sahneyi istemeye istemeye kafasından uzaklaştırdı. Kendisine yapılacak ilk evlenme teklifinin daha elverişli bir zamana bırakılması ve bu teklifin, kendisine daha layık bir talipten gelmesi gerekiyordu.
266
XIX
Artık hüznün, ıstırabın, kederin mevsimi sonbahar gelmişti. Ruhun yaprak parçalarında tıkanıp kaldığı, gözlerin ruhun biriktirdiklerini akıttığı ayrılık mevsimi sonbahar bütün varlığıyla gelmişti. Yaprakların tek tek düşüşü insanın içinde mutlu yarın hayallerini yeni ve gelecek baharlara taşıyordu. Bu sonbahar mevsiminde sıcak, baygın bir mevsim değişikliği sessizliği yaşayan güzel bir sonbahar günü geldi; puslu güneşi, havayı uykusundan uyandırmadan gezinen serseri meltem esintileriyle tam Kaliforniya'nın pastırma yazından bir gün. Dumana benzeyen ama duman olmayan, duman renginden yapılmış dokular gibi, mora çalan sisler tepelerin kuytularında gizleniyordu. Yükseltilerin üzerinden, San Fransisco bir duman lekesi gibi yoğun, keskin, kurşuni uzanıyordu. Araya sıkışan körfez, erimiş maden gibi donmuş parlıyor, üzerindeki yelkenli gemiler ya hareketsiz duruyor, ya da tembel akıntıya uyarak belli belirsiz yer değiştiriyordu, uzaktan Tamalpais, gümüş donukluğunda, açıkça seçiliyor ve batıya devrilen güneşin altında soluk renkli altından bir yol gibi görünen Golden Gate kanalıyla genişliyordu. Onun ötesinde de dumanlı gibi görünen
267
Martin Eden
engin Pasifik, ufuk hattı üzerinde yığılıp, kara kışın ilk müjdesini vermek için karaya doğru sürüklenen bulutlarla kabarıyordu. Sona ermek üzere olan yaz, tepelerin kuytularında eriyip kaybolarak, vadilerinin mor renklerini daha da koyulaştırıp, tükenen kuvvetlerden ve doyan zevklerden duman halinde bir kefen dokuyarak, hayata, hem de iyi yaşanmış bir hayata doymuş olmanın huzuru içinde can verirken, bu ölüm hali uzuyordu. Tepelerin arasında o en sevdikleri açıklık yerde Martin'le Ruth yan yana oturup, başlarını sayfaların üzerine eğdiler ve Martin yüksek sesle, Browning'i çok az erkeğe nasip olan bir aşkla seven kadının aşk dörtlüklerini okudu. Ancak bu okuyuş zamanla gevşedi. Çevrelerindeki, ölmekte olan güzelliğin büyüsü, onları okumaktan alıkoyacak kadar kuvvetliydi. Hayatının sonuna gelen altın bir yıl ölüyordu; hava, hiç pişmanlık duymadan, nefis bir güzellik, mutluluktan ve doymuşluktan arta kalan anılarla ta-şarcasına doluydu. Bu, bir rüya gibi iplik iplik onların içine girip dayanmanın kuvvetini azaltarak, erdemin ya da muhakemenin yüzünü buğuyla, morumtırak bir sisle örttü. Martin yüreğinin eridiğini ve bir sıcaklığın kendini yokladığını hissetti. Başı, Ruth'un başına çok yakın duruyordu; bir meltemin uçan hayaletleri Ruth'un saçlarını oynatıp da bu saçlar Martin'in yüzüne değdiği zamanlar da, kitaptaki yazılar, Martin'in gözleri önünde bulanıp dalgalanıyordu. Bir keresinde Martin okuduğu yeri kaybedince, Ruth:
— Okuduğunun bir kelimesinin bile farkında olmadığına eminim, dedi.
Martin ona alev alev yanan gözlerle baktı, neredeyse ahlaksız bir şey yapmak üzereydi ki dilinin ucu-
268
Jack London
na bir cevap geliverdi:
— Bende senin farkında olmadığından eminim. Okuduğumuz son şiir ne anlatıyordu?
Ruth içtenlikle gülerek:
— Bilmiyorum, unuttum. Daha fazla okumayalım artık. Kitap okunamayacak kadar güzel bir gün, dedi.
Martin ciddi bir tavırla:
— Bu tepelerdeki son günümüz olacak. Denizin ufuk hattı üzerinde fırtına bulutları toplanıyor.
Kitap Martin'in elinden yere kaydı, ikisi de orada oturdukları yerden dalgalı körfezi, sanrılı ve görmeyen gözlerle kendilerini bırakmış bir halde, sessiz sedasız izlemeye daldılar. Ruth yana doğru, Martin'in boynuna baktı. Martin'e yaslanmadı. Kendi dışındaki, yerçekiminden de kuvvetli, kader kadar kuvvetli bir güç tarafından ona doğru çekildi. Martin'e yaslanması için arada iki üç santimlik bir ara vardı ve Ruth bu arayı iradesiz bir hareketle kapadı. Omuzu, tıpkı bir kelebeğin çiçeğe dokunuşu kadar hafifçe Martin'in omzuna dokundu; Martin'in omzundan gelen karşıt zorlamada aynı derecede hafif oldu. Ruth, Martin'in omzunun gücünü, Martin de içinin titremelerini hissetti. Artık Ruth için geri çekilme zamanı gelmişti, ne var ki o şimdi bir otomattan farksızdı. Hareketleri iradesinin kontrolünü aşmıştı. Ruth, üzerine çöken bu tatlı delilik nöbeti içinde ne kontrolü ne de iradeyi düşündü. Martin'in kolu yavaş yavaş Ruth'un arkasından doğru geçip, onu sarmaya başladı. Ruth da, Martin'in kolunun ilerleyişini, ıstıraplı bir tat içinde bekledi. Kuruyan, yanan dudaklarıyla, kalbi çarparak, kanı damarlarında bir bekleyiş humması halinde dolaşarak, neden olduğunu
269
Martin Eden
bilmeksizin bekledi. Arkasına dolanan kol, yukarıya doğru çıktı ve onu yavaş yavaş, okşar gibi, Martin'e doğru çekti. Ruth daha fazla bekleyemedi. Tamamen içinden gelen karşı konulmaz bir kuvvetin etkisi altında yapılmış bir hareketle, önceden tasarlamadan, rüzgara tutulmuş gibi, ve yorgun bir iç çekişiyle başını Martin'in göğsüne yasladı. Martin başını hemen eğdi; dudaklarını yaklaştırırken, Ruth'unkiler de Martinin dudaklarını karşılamak için büyük bir istekle uzandı.
Ruth, bu sırada her nasılsa kısa bir an kafasını ça-lıştırabildi ve o bir anlık süre içinde, bu mutlaka aşk olmalı diye düşündü. Eğer aşk değilse, çok ayıp bir şeydi o zaman. Bu aşktan başka bir şey olamazdı. Kollarını kendisine sarmış, dudaklarını dudaklarına bastıran adamı seviyordu. Vücudunu belli belirsiz bir şekilde hareket ettirerek, Martin'e daha sıkı yaslandı. Bir dakika sonra da, vücudunun üst kısmını Martin'in kollarından koparırcasına ayırıp, aniden, büyük, bir coşkunlukla atılarak iki elini de Martin'in güneş yanığı ensesine koydu. Aşkın verdiği acı ile tatmin olunan ihtiras öylesine şiddetli idi ki, Ruth bir aşk iniltisi salıp kolları boşanarak, yarı baygın Martin'in kollarına yığıldı.
Tek kelime konuşmamışlardı, uzun bir süre de konuşamadılar. Martin iki kere, eğilip onu öptü, Ruth da her seferinde dudaklarını utançla uzatıp, vücuduyla Martin'e daha çok sokuldu. Ondan kendini bir türlü kurtaramıyordu. Sanki Martin'e kenetlenmişti; Martin ise kollarıyla Ruth'a yarı destek olmuş bir vaziyette oturmuş, görmeyen gözlerle, körfezin kargı tarafındaki buğular içinde kalmış koca kenti seyrediyordu. İlk
270
Jack London
kez beyninde hayaller yoktu. Şimdi, sadece, hava kadar, aşkı kadar sıcak renkler, ışıklar ve buğular nefes alıyordu kafasının içinde. Martin onun üzerine doğru eğildi. Ruth bir şey söylüyordu.
— Beni ne zamandan beri seviyorsun? diye fısıldadı.
— Seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum. Aşkından deliye dönmüştüm, bütün bu geçen zaman içinde de daha beter delirdim aşkından. Şimdi ise zırdeliyim; sevgilim. Başım zevkten öyle döndü ki, adeta çılgın gibiyim.
Ruth uzun bir iç çekişten sonra:
— Kadın olduğum için memnunum, Martin sevgilim, dedi.
Martin onu kollarının arasında tekrar sıktı ve sordu:
— Ya sen? Sen ne zaman anladın ilk defa?
— Ben eskiden beri biliyordum, yani başından beri.
Martin, kendi kendine duyduğu öfkenin sesine yansıyan tonuyla:
— Ben de ne körmüşüm! diye bağırdı.
— Şu ana kadar, seni öpünceye kadar, aklımdan bile geçirmemiştim.
Ruth kendini usulca çekti. Ona bakarak:
— Ben onu kastetmedim, dedi. Senin beni sevdiğinin ta başından beri farkında olduğumu söyledim.
Martin,
— Peki sen? diye sordu.
271
I
Martin Eden
— Benimki birdenbire oldu. Ruth, yanaklarında kolay kaybolmayan bir kırmızılık, gözleri ılık ve nemli olduğu halde ağır ağır konuşuyordu.
— Şu ana kadar böyle bir şeyden haberim yoktu, sen beni kollarına alıncaya kadar. Seninle evlenmek de, şu ana kadar aklımdan geçmedi, Martin, şu ana kadar. Kendini nasıl sevdirdin bana?
Martin güldü.
— Bilmem, dedi. Herhalde seni sevmekle başardım bunu, zira seni öylesine sevdim ki, senin gibi yaşayan nefes alan bir kadının kalbi şöyle dursun, taştan bir yürek bile eriyebilirdi bu aşkın şiddetinden.
Ruth, birdenbire:
— Aşkın böyle bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim, dedi. Benim zannettiğimden farklı bir şeymiş.
— Sen nasıl düşünüyordun aşkı?
— Hiç böyle olduğunu sanmıyordum. Ruth böyle derken Martin'in gözlerinin içine bakıyordu, ama sözlerine devam ettiği sırada gözleri yere indi:
— Yani bunun nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyordum ben.
Martin onu kendine çekmek için kolunu uzattı, ama bu defaki hareketi usulcacık, kas gücü kullanmadan yapmıştı, zira kaba davranmış olmaktan korkuyordu. Derken, Ruth'un vücudunu serbest bıraktığını hissetti ve Ruth bir kere daha onun kolları arasına girdi ve dudaklar bir kere daha buluştu.
Öpüşmelerine ara verdikleri bir an, Ruth'un aklı birden başına gelerek sordu:
— Bizimkiler bu durumu nasıl karşılayacak?'
272
Jack London
— Bilmem. Eğer bunu öğrenmek istersek, canımız istediği zaman kolayca öğrenebiliriz.
— Ama ya annem itiraz ederse? Ona söyleyemem bunu, çekinirim.
Martin kahramanca atılarak bu işe kendisinin gönüllü olabileceğini belirtti:
— Ben söyleyeyim, dedi. Sanırım annen benden pek hoşlanmıyor, ama ben onun gönlünü yaparım. Senin aşkını elde edebilen bir insanın elde edemeyeceği şey yoktur. Hem gönlünü edemesek de..
— Evet?
— Biz birbirimizi seviyoruz ya. Ama annenin gönlünü edememe tehlikesi söz konusu olamaz. Seni çok seviyor.
Ruth dalgın bir şekilde:
— Onun kalbini kırmak istemem, dedi.
Martin'in içinden Ruth'u annelerin kalplerinin kolay kolay kırılmadığına inandırmak arzusu geçti, ama bunun yerine kendini tuttu:
— Ama dünyadaki en önemli şey aşktır, dedi.
— Biliyor musun, Martin, sen bazen beni korkutuyorsun. Seni ve senin önceden ne olduğunu düşününce şimdi bile korkuyorum. Bana çok, çok iyi davranmalısın, unutma, sonunda bir çocuğum ben. Daha önce hiç aşık olmadım.
— Ben de olmadım. İkimiz de çocuğuz. Ama en önemlisi, ikimiz de ilk aşkımızı birbirimizde bulduğumuz içini şanslıyız.
Ruth kendini hızla, ihtiraslı bir hareketle onun kollarından sıyırarak:
273
Martin Eden
— Ama bu imkansız, diye bağırdı. Senin için imkansız. Sen bir denizciydin. Benim duyduğuma göre denizciler, denizciler...
Sesi kısıldı ve yok oldu.
Martin, onun demek istediğini ima ederek:
— Her limanda bir sevgiliye sahip olmak isterler. Söylemek istediğin bu mu?
Ruth hafif bir sesle:
— Evet, diye cevap verdi. Martin kendinden emin bir tavırla:
— Ama bu aşk değil ki, dedi. Şimdiye kadar bir sürü limanda bulundum ben, ama hiçbir limanda, seni ilk gördüğüm geceki gibi bir aşkın beni yokladığını duymadım. Biliyor musun, sana iyi geceler dileyip de ayrıldığımda, az daha tutuklanıyordum.
— Tutuklanıyor muydun?
— Evet. Polis beni sarhoş sandı; sarhoştum da zaten senin aşkınla.
— Ama sen biz çocuğuz dedin, ben de bu senin için imkansız dedim. Konu dışına çıktık.
Martin:
— Ben, daha önce kimseye aşık olmadım dedim, diye cevap verdi. Sen benim ilk aşkımsın, ilk.
— Ama yine de sen bir denizciydin, diye itiraz etti Ruth.
— Fakat bu benim ilk sana aşık olmama engel değil ki.
— Sonra bir sürü kadın geçmiştir hayatından, başka kadınlar oh!
274
Jack London
Böyle diyen Ruth, Martin Eden'i şaşkınlıklar içinde bırakarak birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Gözyaşlarının dinmesi birçok öpücükler ve okşamalar sayesinde mümkün oldu. Bütün bu süre içinde ise Martin Eden'in kafasının içinden Kipling'in bir öyküsünden bir satır geçiyordu: "Albayın hanımı ile Judy O'Grady içyüzleri bakımından birbirinin aynı iki insandır." Martin, çok doğruymuş diye düşündü; okumuş olduğu romanların şimdiye kadar onu ters bir düşünüşe itmiş olmasına rağmen, bu sözün doğruluğuna karar verdi. Romanlardan şimdiye kadar edindiği fikre göre yukarı sınıflar arasında sadece resmi evlenme teklifleri geçerdi. Onun geldiği sınıflarda ise gençlerin birbirlerini elde etmeleri için dokunmak yeterliydi; halbuki yukarılardaki yücelmiş kişilerin aynı şekilde seviştiklerini düşünmek bile olanaksızdı. Yine de romanlar yanılmıştı işte. Yanıldıklarının ispatı da işte buradaydı. Konuşmaya gerek bırakmayan ve işçi sınıfından kızlar üzerinde etkili olan dokunuşlar, okşamalar aynı şekilde, işçi sınıfının üstündeki sınıfların kızlarına da etki ediyordu. Bunların hepsi de aynı etten kemikten yapılmıştı, hepsinin de iç yüzleri birdi sonunda. Eğer Martin, Spencer'ini hatırlasaydı, bunu daha önceden kendi de bulurdu. Ruth'u kollarının arasında yatıştırırken, albayın hanımıyla Judy O'Grady'nin içyüzlerinin birbirine pek benzediği düşüncesiyle büyük bir teselli buldu. Bu, Ruth'u ona yaklaştırdı, onu erişilebilir kıldı. Ruth'un sevgili vücudu da kendi vücudu gibi herhangi bir kimsenin vücudundan farksızdı. Evlenmelerine hiçbir engel yoktu. Aralarındaki tek fark sınıf farkıydı ve sınıf denilen şey de dış bir şeydi. Silkinip bir kenara atılabilirlerdi. Bir
275
Martin Eden
kölenin Romalı asiller katına yükseldiğini okumuştu. Bu böyle olduğuna göre, o da Ruth'un katına yükselebilirdi. Saflığının, bir azize gibi görünüşünün, kültürünün ve bir ruh, bir servi inceliğindeki güzelliğinin altında, aslen insani olan her şeyiyle o, Lizzie Con-nolly'den ve Lizzie Connolly'lerden farksızdı. Onlar için mümkün olan her şey, onun için de mümkündü. Ruth da sevebilir, nefret edebilirdi, hatta belki histeri bile geçirebilirdi; tabii, şimdi kolları arasında son hıçkırıklarıyla sarsılırkenki gibi kıskanç da olabilirdi.
Ruth gözlerini açıp başını yukarı kaldırarak birdenbire:
— Ayrıca ben senden büyüğüm, dedi. üç yaş büyüğüm.
Martin cevap olarak:
— Sen daha çocuksun, dedi. Tecrübede de ben senden kırk yaş büyüğüm.
Gerçekte, aşk konusunda ikisi de çocuktu daha; ikisi de aşklarını ifade edişlerinde birer çocuk kadar saf ve toydular, hem de Ruth'un üniversite eğitim görmüş olmasına, Martin'in kafasının bilim, felsefe ve hayatın acı gerçekleriyle dolu bulunmasına rağmen.
Günün bitmekte olan güzelliği içinde, aşıklar nasıl konuşursa öyle konuşup, aşkın ve kendilerini bu kadar acayip bir şekilde bir araya getiren kaderin yarattığı harikalara hayranlık duyarak ve birbirlerini şimdiye kadar hiçbir aşığın sevmediği derecede sevdiklerine, iman edercesine inanarak bir müddet daha oturdular. Israrla, tekrar tekrar birbirleri üzerinde ilk bıraktıkları etkiler konusuna dönüp boş yere, o anda hissetmiş oldukları şeyin kesin incelemesini yapmaya ve
276
Jack London
kendilerinde hissettiklerini kaç kişinin hissetmiş olabileceğini hesaplamaya çalıştılar.
Batı ufku üzerindeki bulut kümeleri batmakta olan güneşi içine aldı, göğün çevresi kırmızı gül rengine büründü ve sıcak renklerle tutuşmaya başladı.
Ruth, "Hoşçakal Güzel Gün" şarkısını söylerken, üzerlerinden dökülen renkli bir ışık her yanı sardı. Ruth şarkısını alçak, yumuşak bir sesle söylerken başını da Martin'in koluna dayamıştı; elleri birbirinin elinde, kalpleri birbirinin avucundaydı.
277
XX
Aşkın, aşıkların yüzlerinde tatlı bir pembe renk bıraktığı söylenir. Yine aşk, aşıkları inceliğe ve zarafete götürür. Aşıkların yüzlerindeki derin izler, hayat boyunca yüreklerinde taşıdıkları güzellik ve zarafetin izleridir. Ruth da aşkın kibar, ince ve derin yüzüne bürünmüştü. Eve döndüğünde yüzündeki apaçık olan bu izi anlamak için Mrs. Morse'un anne sezgisini kullanmaya ihtiyacı olmadı. Ruth'un yanaklarını bırakmayan kırmızılık, bundan da daha fazla, için için yanan bir ateşi aksettiren iri, parlak gözler bu sıradan öyküyü bir çırpıda anlatıverdi.
Ruth'un yüzündeki bu değişken ve çekici ifadeyi gören anne Morse, yatana kadar hep bir fırsat kolladı ve ilk yakaladığı fırsatta,
— Ne oldu? diye sordu. Ruth dudakları titreyerek:
— Biliyor musun? dedi.
Cevaben, annesinin kolu onu sardı ve bir el hafif hafif saçlarını okşadı.
Ruth birden:
279
Martin Eden
Jack London
— Konuşmadı, diye ağzından kaçırıverdi. Böyle bir şey olmasını zaten istemezdim, konuşmasına da fırsat vermeyecektim ama, o konuşmadı.
— Eğer konuşmadıysa, bir şey de olmamıştır değil mi?
— Yine de oldu işte.
— Tanrı aşkına yavrum, nedir senin ağzında gevelediğin deminden beri? Mrs. Morse dehşetle karışık bir merak içindeydi
— Ne olduğunu bilmiyorum. Ne olmuş? Ruth annesine hayretle baktı.
— Beni anladığını zannetmiştim. Şey, Martin'le nişanlandık... Biz... işte.
Dostları ilə paylaş: |