Mrs. Morse inanmadığını göstermek için sinirli bir kahkaha attı. Ruth:
— Gerçekten konuşmadı, diye anlatmaya başladı. Sadece beni sevdi, o kadar. Ben de senin gibi şaşırdım. Bir kelime bile söylemedi. Sadece kollarıyla sardı beni. Ben, ben de kendimi kaybettim. Sonra beni öptü, ben de onu öptüm. Elimde değildi ki. Öpmeden edemezdim. Sonra birden onu sevdiğimi anlayıver-dim.
Annesinin şefkatli öpücüğünü bekleyerek sustu, ama soğuk bir tavır takınmış olan Mrs. Morse tek kelime söylemiyordu.
Ruth, gittikçe zayıflayan bir sesle:
— Bunun korkunç bir kaza olduğunu biliyorum, diye yeniden konuşmaya başladı. Beni affedip affetmeyeceğini de bilmiyorum. Ama elimde değildi. O
280
ana kadar onu sevdiğim aklımın köşesinden geçmemişti. Benim yerime babama sen söyleyiver, ne olur.
— Bunu babana söylemesek daha iyi olmaz mı? Martin Eden'i görüp onunla konuşayım ve durumu açıklayayım ona. Herhalde anlar ve seni bırakır.
Ruth hızla yatağında doğrularak:
— Hayır! Hayır! diye bağırdı. Beni bırakmasını istemiyorum. Onu seviyorum. Hem aşk o kadar tatlı ki. Onunla evleneceğim, eğer sen izin verirsen.
— Senin için başka planlarımız var Ruth sevgilim, babanla ben, oh, hayır hayır, sana bir koca seçmiş filan değiliz. Planımız, senin kendi sınıfından, aşık olduğun zaman seçeceğin bir adamla evlenmenden daha fazlası değil.
— Ama ben Martin'i seviyorum, diye Ruth ağlamaklı bir sesle itirazda bulundu.
— Evlilik için seçtiğin kişi için seni etkilemeye kalkışacak değiliz; yine de sen bizim kızımızsın, biz de senin böyle bir evlilik yapmanı görmeye dayanamayız. Senin bütün inceliğine saflığına karşılık onun sana verebileceği, kabalığından, bayağılığından başka bir şeyi yok. Hiçbir bakımdan sana uygun değil. Seni geçindiremez. Bizim zenginliğe dair öyle budalaca fikirlerimiz yok ama konfor ayrı bir sorundur ve bizim kızımız kendisine hiç değilse bu konforu verebilecek birisiyle evlenmelidir, meteliksiz bir maceraperest, bir gemici, bir kovboy, bir kaçakçı ve daha Allah bilir bilmem ne ve bütün bunlara ek olarak kuş beyinli, sorumluluk nedir bilmeyenin biriyle değil.
Ruth hiç konuşmuyordu. Böylece annesinin söylediği her kelimeyi kabul ediyordu.
281
Martin Eden
— Dahilerin ve çok değerli bazı kişilerin, ortalama bir eğitimle yapabildiği şeyleri yapmaya çalışarak da yazılarıyla zamanını boşa harcıyor. Evlenmeyi düşünen bir adamın evliliğe hazırlanması gerekir. Ama onun böyle yaptığı yok. Dediğim gibi, biliyorum ki sen de beni onaylayacaksın, o sorumluluk taşımayan bir insan. Hem neden olmasın? Denizciler hep böyledir. Hiçbir zaman tasarruf etmesini, kendini tutmasını öğrenmemiş, israfla geçen yıllar ona bu alışkanlığı kazandırmış. Bu onun kabahati değil tabii, ama kabahatinin bulunmayışı da onun huyunu değiştirmez. Hiç onun çapkınlıkla geçirmiş olduğu yılları düşündün mü? Mutlaka çapkınlıkla geçirmiştir yıllarını. Hiç bunu düşündün mü kızım? Evlilik ne demektir bilirsin.
Ruth ürperdi ve annesine sokuldu. Ruth, kafasındakiler bir düzene girinceye kadar uzunca bir süre bekledi ve:
— Evet düşündüm. Bunu düşünmek bile beni hasta ediyor. Onu sevmemin korkunç bir kaza olduğunu söylemiştim sana; ama elimde değil ki. Babamı sevmemek senin elinde mi? Benim de onu sevmemek elimde değil işte. Benim de, onun da içimizde bir şey, bugüne kadar varlığının farkına varmadığım bir şey var bu şeyin varlığı bir gerçek ve işte bu şey beni ona aşık ediyor. Onu sevmek hiçbir zaman aklımdan geçmemişti, ama görüyorsun işte seviyorum onu, diye sözünü bitirdiğinde sesinde belli belirsiz bir zafer ifadesi vardı.
Oturup uzun uzun konuştular, sonuç olarak da belirsiz bir süre, harekete geçmeden beklemek üzere anlaştılar.
Mrs. Morse'la, kocası arasında da o akşam, bu
282
Jack London
konuşmadan biraz daha geç bir vakitte aynı sonuca varıldı. Mrs. Morse daha önce kocasına planlarının ters gittiğini itiraf etmişti. Mr. Morse:
— Zaten başka türlü olması beklenemezdi, diye kararını verdi. Bir denizci Ruth'un konuştuğu ilk erkek. Er geç, nasıl olsa uyanacaktı, uyandı da, ondan sonra da işte! O anda ulaşabileceği tek erkek olarak önünde bu denizci vardı ve tabii Ruth derhal aşık oluverdi denizciye, ya da aşık olduğunu sandı ki her ikisi de aynı kapıya çıkar.
Mrs. Morse Ruth'la tartışmaktansa onun yavaş yavaş işleme ödevini kendi omuzlarına aldı. Bunun için bol bol vakti olacaktı, zira Martin evlenebilecek durumda değildi.
Mr. Morse:
— Bırak, Ruth ne kadar isterse onunla görüşsün, diye akıl verdi. Bahse girerim ki onu ne kadar yakından tanırsa o kadar az sevecektir. Sonra Ruth'a, zıtlıkları görmesi için bol bol imkan ver. Eve gençleri getirmeye de bilhassa dikkat et. Genç kızlar, delikanlılar, akıllı erkekler getir; Ruth'un sınıfından, bir şeyler yapmış veya yapmakta olan centilmenleri çağır da, Ruth, Martin'i onlarla ölçebilsin. O erkekler Martin'e haddini bildirirler. Nihayet, yirmi bir yaşında bir çocuk daha Martin de. Ruth'un da çocuktan aşağı kalır yanı yok. Bu, her ikisinin de toyluklarının aşkı, büyüdü mü kurtulurlar bundan.
Sorun bu aşamada kaldı. Aile içinde Ruth'la Martin nişanlandığı kabul edilmişti, ama hiçbir bildiri yapılmadı. Aile buna gerek görmemişti. Ayrıca, konuşulmuş olmamasına rağmen, herkes bu nişanlılığın
283
Martin Eden
uzun süreceğini biliyordu. Kimse Martin'den, işe gitmesini ya da yazı yazmayı bırakmasını istemedi. Kimse kendisine qeki düzen vermesi için Martin'e cesaret vermeye yanaşmıyordu. Martin de onların bu kötü niyetlerinde, onlara yardımcı oluyor, onların ekmeğine yağ sürüyordu, zira bir işe girmek onun kafasından çok uzak bir düşünceydi.
Günler böyle geçti. Bir gün Martin, Ruth'a:
— Acaba yaptığımı beğenecek misin diye merak ediyorum! dedi. Kız kardeşimin evinde pansiyoner kalmanın bana fazla pahalıya geldiğine karar verdim, bundan sonra ayrı oturacağım. Kuzey Oakland'da ufak bir oda kiraladım, komşularım hep emekliler ve buna benzer kimseler, hani bilirsin. Sonra yemek pişirmek için bir de gaz ocağı aldım.
Ruth çok sevindi. Gaz ocağı onu bilhassa çok memnun etmişti.
— Mr. Butler da hayata böyle başlamıştı, dedi.
Bu değerli kişiden söz edilmesi Martin'in canını sıkmıştı, devam etti:
— Bütün yazılarımı zarflayıp pullayıp yeniden editörlere yolladım. Odaya bugün yerleştim mi, ertesi gün çalışmaya başlarım.
Ruth, şaşkınlığı her halinden belli olarak ona sokulup elini yasladı ve gülümsedi:
— Bir işe giriyorsun! diye bağırdı. Bana da bundan hiç bahsetmiyorsun! Neden?
Martin başını yanılıyorsun der gibi salladı.
— Yazılarıma çalışmaya başlayacağımı söylemek istedim ben.
284
Jack London
Ruth'un yüzündeki gülümseme bir anda siliniver-di, Martin de aceleyle devam etti:
— Beni yanlış anlama, bu defa öyle parlak fikirlerin peşinde koşacak değilim. Bunlar soğuk, ruhsuz, sıradan, tüccar işi yazılar olacak. Ama tekrar denize çıkmaktan iyidir, üstelik bu suretle Oakland'da kalifiye olmayan bir insanın herhangi bir işte kazanacağından daha fazla para kazanacağım.
— Biliyor musun, şu tatilde gözüm açıldı benim. Bütün tatil ne kendimi öldürürcesine çalıştım ne de elime kalemi aldım, Hiç değilse yayınlanmak üzere hiçbir şey yazmadım. Bütün yaptığım seni sevmek ve düşünmekten ibaretti. Biraz da okudum, ama bu da düşüncelerimin bir parçası sayılır, en çok da magazin okudum. Kendim, dünya ve dünyadaki yerimle uygun bir yere sahip olabilme imkanlarım üzerinde düşündüm. Ayrıca, Spencer'in, "üslup Felsefesi"ni de okudum ve bendeki ya da yazılarımdaki kusurların neler olduğuna dair çok şeyler öğrendim; tabii bu şekilde, aynı zamanda, her ay magazin dergilerinde yayımlanan yazıların çoğu hakkında da epey şey öğrenmiş oldum. Ama bütün bunların sonucu düşünmemin, okumamın ve sevmemin sonucu şu ki, ben piyasa yazarlığına dökeceğim işi. Şaheserleri bir kenara bırakıp, ıvır zıvır yazılar, şakalar, ufak fıkralar, mizahi şiir, sosyete şiirleri, yani, böylesine istenilen ne kadar saçmalık varsa hepsini yazacağım. Sonra, gazete yazıları var, gazetelerin kısa öyküleri, sonra pazar ekleri var. Ben de kalkar tezgahtan bunların istediği tipteki yazıları çıkarırım, böylece de iyi bir maaşa denk bir para kazanırım. Serbest çalışıp da ayda dört beş yüz dolar kazanan yazarlar var, biliyorsun. Onlar ayarına çıkmayı
285
Martin Eden
düşündüğüm yok, ama yine de iyi bir hayat temin edecek kadar para kazanmak niyetindeyim. Halbuki başka hangi işe girsem, kendime zaman ayırmama imkan yoktur. Ondan sonra da zamanımı çalışmaya ve gerçek eserlere ayıracağım. Bu iki türlü çalışma arasında da kendimi bir de şaheserler yazma konusunda deneyeceğim ve kendimi şaheserler yazmaya hazırlayacağım.. Doğrusu şu ana kadar aldığım yola ben bile hayret ediyorum. İlk defa yazmak istediğim zaman, ne anlayabildiğim, ne de değerlendirebildiğim saçma birkaç tecrübemden başka yazacak bir şeyim yoktu. Hakikaten, kafamda düşünce diye bir şey yoktu. Hatta düşünmemi sağlayacak kelimelere bile sahip değildim. Benim tecrübelerim bir sürü anlamsız resimlerden ibaretti. Ama bilgimi arttırıp kelime dağarcığımı zenginleştirmeye başladığım andan itibaren, tecrübelerimin sadece resimlerden ibaret olmadığını anlamaya başladım. Bu resimleri zihnimde canlandırıp bunların yorumunu yaptım. Bu da iyi eserler vermeye, şu "Macerayı, "Meşe"yi, "Çömlek"i, "Hayat Şarabı"nı, "Kalabalık Sokak"ı, "Aşk Şiirleri" ve "Deniz Lirikleri"ni yazmaya başladığım sıraya rastlıyor. Daha bunlar gibi çok yazacağım, hem de daha iyilerini; ama bunu boş vakitlerimde yapacağım. Artık ayaklarım yere değdi. Önce ıvır zıvır yazılarla para kazanacağım, şaheserlerimi de ondan sonra vereceğim. Haftalık mizah dergilerine yarayacak yarım düzine şaka yazdım dün gece; sırf sana göstermek için. Sonra tam yatarken aklıma bir de triyole denemek geldi, mizahi bir triyole; bir saat içinde tam dört tane yazarım. Bunların tanesinin bir dolar etmesi lazım. İşte, tam yatağa girerken akla sonradan gelen birkaç düşünce sayesinde dört dolar kazanmış oldum. Tabii bunların hepsi da sıkıcı, pis şey-
286
Jack London
ler, ama hiç değilse ayda altmış dolara defter tutup, ölünceye kadar durmadan sütun sütun anlamsız rakamlarla uğraşmak kadar pis değil, üstelik bu ucuz yazılar edebiyat dünyasıyla temasta kalmamı sağlayıp daha büyük yazılara girişebilmem için bana zaman bırakıyor.
Ruth:
İyi de bu büyük yazıların, şu şaheserlerin ne faydası var? diye sordu. Bunları satman mümkün değil. Martin:
— Satabilirim, diye başlayacak oldu, ama Ruth onun sözünü kesti:
— Şu isimlerini saydıkların ve kendi kendine büyük eser dediklerinden hiçbirini satamadın daha. Satmayacak olan şaheserlere güvenerek evlenemeyiz ki.
Martin, kuvvetli bir ifadeyle:
— Satacak olan Trilot'iere güvenerek evleniriz, öyleyse, dedikten sonra kolunu onun beline doladı ve kendine çekti, ama sevgilisi hevessizdi.
Martin neşeli görünmeye çalışarak:
— Bak, dinle şunu, bu bir sanat sayılmaz ama bir dolar eder.
— Ben dışarıdayken geldi, niyeti ödünç birkaç kuruş almaktı, Doğal olarak hava aldı, çekti arabasını; hemen girdim içeri, o da açıkta kaldı.
Bu vezinsiz şiire verdiği neşeli oynaklık, şiiri okumayı bitirdiği zaman yüzünün aklığı üzüntülü ifade ile zıtlık yaratıyordu, Ruth'un yüzünde en ufak bir tebessüm bile belirmemişti. Martin'in yüzüne ciddi ve endişeli bir tavırla bakıyordu.
287
Martin Eden
— Bir dolar edebilir bu, dedi. Ama bunun, soytarıların aldığı dolardan farkı olmaz, palyaçoluk ücreti olan bir dolar. Görmüyor musun Martin, baştan aşağı bayağılık kokuyor bu şiir. Ben sevdiğim ve saygı duyduğum adamı, birtakım saçma şiirler ya da şakalar yazarı olmaktan çok daha temiz, daha yüksek bir kişi görmek isterdim.
Martin:
— Mesala Mr. Butler gibi görmek isterdin, değil mi? dedi.
Ruth:
— Mr. Butler'den hoşlanmadığını biliyorum, diye başlayacak oldu.
Martin onun sözünü kesti:
— Ben Mr. Butler1 a bir şey demiyorum. Benim onda bulduğum tek kusur, hazımsızlığı. Ne var ki, eğer amaç benim kurtulmam ise, şakalar veya komik şiirler yazmakla, daktilo yazmak, not almak, bir sürü defter tutmak arasında hiçbir fark göremiyorum. Bunların hepsi de bir amaca ulaşmak için araçlardan ibaret. Senin teorin, iyi bir avukat, ya da iş adamı olabilmem için beni işe defter tutmaktan başlatmak. Benim teorim de ucuz yazılarla başlayıp, gittikçe gelişerek kuvvetli bir yazar olmak.
Ruth:
— Arada bir fark var, ama, diye ısrar etti.
— Neymiş o fark?
— Sen iyi eserlerini ki bunlara yalnız sen iyi diyorsun satamıyorsun. Bunu denedin biliyorsun ama editörler almıyorlar işte.
288
Jack London
Martin rica eder gibi,
— Ne olur bana biraz zaman ver sevgilim, dedi. ucuz yazılar geçici bir iş, ciddiye de aldığını yok zaten. Bana iki yıl izin ver. Bu zaman zarfında mutlaka başaracağım, editörler de benim eserlerimi bayıla bayıla alacaklar. Ne dediğimi biliyorum ben; kendime güvenim var. içimde neler bulunduğunu, edebiyatın ne olduğunu biliyorum artık. Bir sürü küçük adamın bol bol ortaya döktüğü alelade saçmalıkları biliyorum; biliyorum ki iki sene sonra, beni başarıya götürecek ana yola çıkmış olacağım, işe gelince, bir iş adamı olarak hiçbir zaman başarı kazanamam ben. Sevmiyorum. Bana kuru, budalaca, tüccarca, hileli bir şey gibi geliyor. Zaten ben o türlü işe alışmamışım. Hiçbir zaman katiplikten öteye geçemem, sonra ikimiz nasıl mutlu oluruz ufacık bir katip maaşıyla? Senin için dünyada her şeyin en iyisini istiyorum, bir gün gelecek, daha iyisi mutlu olduğu müddetçe, en iyiyi bile istemeyeceğim. Bunu elde edeceğim, hepsini. Başarı kazanmış bir yazarın geliri yanında, Mr. Butler fakir kalır. Satış rekoru kıran bir kitap, her yerde elli yüz bin dolar arasında para getirir, bazen daha çok, bazen daha az; ama genellikle bu rakamlara çok yakın bir para.
Ruth hiç sesini çıkarmadı. Hayal kırıklığına uğradığı yüzünden belli oluyordu.
Martin:
— Ee? diye sordu.
— Ben başka türlü düşünmüş ve ummuştum. Senin için yapılacak en iyi şeyin steno öğrenmeye başlamak ve babamın yanına girmek olduğunu düşünmüştüm ve hala da aynı şekilde düşünüyorum; zaten
289
Martin Eden
biraz daktilo da biliyorsun. Parlak bir kafan var ve ben eminim ki sen bir avukat olarak pekala başarı kazanırsın.
290
XXI
Aşk inanmaktır aynı zamanda. Sevgiline gönlünü verdiğin gibi ruhunu da vermektir. Gerekirse benliğini teslim etmektir. Ruhundan ruh, gücünden güç katmaktır. Hayata gücün oranında hazırlamaktır. Ruth, Martin'in büyük bir yazar olacağına inanmıyor, bunu da her halinden belli ediyordu. Ancak genç kadının Martin'in yazar olacağına inanmıyor olması, Martin'i etkilemedi. Bu durum Ruth'u, Martin'in gözünde ne yüceltti ne de alçalttı. Aristokrat aile kızının kolay inanmayacağına yorumladı bunu. Kendini dinlemeyi, sorunlara kendi perspektifinden bakmayı sürdürdü. Özellikle kısa süren büyülü tatilinde, kendini enine boyuna inceledi, içini dinledi, insanları gözlemledi, böylelikle hem kendisiyle hem de toplumla ilgili birçok yeni şey öğrenme fırsatı buldu. Bunca şey içinde öğrendiği en önemli şey, hayatta istediklerinin çoğunu Ruth için istediğiydi. Örneğin yakışıklı ve şöhretli bir adam olmayı en çok Ruth için istediğini keşfetmişti. Bundan dolayı ünlü bir yazar olmayı çok arzuluyordu. Bütün dünyanın gözünde bir numara olmak, herkes tarafından takdirle anılmak; sevdiği kadın kendisiyle övünsün ve değerli bulsun diye, yine kendi ifadesiyle,
291
Martin Eden
"yolunu kıvırmak" istiyordu.
Kendini Ruth'a öylesine kaptırmıştı ki, sanki varlık sebebi Ruth'du. İhtiras derecesindeki aşkı yüzünden Ruth'a hizmet etmeyi bile yeterli bir kazanç olarak algılıyordu. Ruth'a olan sevgisini yalnızca güzellikle açıklamak olanaksızdı; çünkü onu, güzelliğin soyut varlığından da fazla seviyordu. Zaten Martin'e göre dünyada en değerli şey güzellikti. Martin'in içinde bir ihtilal yaratarak onu kaba denizci halinden alıp bir öğrenci, bir oyuncu haline getiren kuvvet aşktı; bundan ötürü de Martin için bu üçü arasında en mükemmeli, en büyüğü, öğrenmekten ve sanatkarlıktan da büyüğü aşktı. Daha şimdiden, kendi beyninin, Ruth'un beyin kudretini aşmış olduğunu keşfetti; tıpkı kendi kardeşlerinin ya da babasının beynini aştığı gibi... Ruth sanat tarihi mezunuydu, eğitimin her aşamasından geçmişti. Ancak Martin'in öğrenme gücü, üstün hırsı sayesinde Ruth'unkini çoktan aşmış ve bir yıla yakın bir zamanı kendi kendini incelemeyle geçirmiş olması da ona ayrıca bir dünya ve dünya olayları, sanat ve yaşam üzerinde, Ruth'un elde etmeyi ümit dahi edemeyeceği bir görüş inceliği kazandırmıştı.
Bütün bunları anlayışı, ne Martin'in Ruth'a olan aşkına ne de Ruth'un Martin'e olan aşkına etki etti. Aşk son derece mükemmel ve soylu bir şey, Martin de aşka eleştiri bulaştırmayacak kadar sadık bir âşıktı. Ruth'un sanat, doğru davranış ve kadınlara oy hakkı tanınması konularında değişik, zıt fikirlere sahip oluşunun aşkla ne ilgisi vardı? Bunlar birtakım beyinsel tartışma yollarıyla ilgiliydi ve aşk mantığın üstündeydi. Martin aşkı küçümseyemezdi. O aşka tapıyordu. Aşk akıl düzlüğünün yukarılarında, tepelerin dorukla-
292
Jack London
rindaydı. O, varlığın yücelmiş bir hali, hayatın en yüksek doruğuydu ve insan ona ender rastlardı. Büyük değer verdiği bilim filozofları sayesinde Martin, aşkın biyolojik anlamını öğrenmişti ama aynı bilimsel düşünce ile fakat daha saf bir muhakeme yoluyla da insan organizmasının en yüksek amacına aşkta ulaştığı, aşkın tartışılamaması, hayatın insanoğluna verebileceği en büyük ödül olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Böylece Martin, aşığı bütün yaratıkların en mutlusu olarak kabul etti; dünyadaki her şeyin, üzerine çıkan, servetin, yargının, halkoyunun ve beğenilmenin üstüne, hayatın kendisinin üstüne yükselen ve bir öpücüğe can veren, Tanrı'nın çılgın aşığını düşünmek ise ona büyük bir mutluluk verdi.
Martin bunların çoğunu muhakemesinin süzgecinden geçirmiş bulunuyordu, bir kısmını da ilerde geçirdi. Bu arada da bir Ispartalı gibi yaşayıp, Ruth'u görmeye gittiği zamanlar dışında zihnini hiç dinlendir-meksizin çalıştı. Ev sahibesi dul Maria Silva'nın küçücük tek odaya her ay iki buçuk dolar ödedi. Bu Maria, çocuklarını ne yapıp edip büyütmeye uğraşan, kederini ve yorgunluğunu köşedeki bakkal ya da meyhaneden onbeş sente aldığı bir galonluk sulu, ekşi şarapta boğan çok çalışkan, çalışmanın sertleştirdiği ağzı bozuk, erkek gibi bir kadındı. Önceleri ondan ve onun küfürbazlığından iğrenen Martin, yaptığı yiğitçe savaşı gördükçe, yavaş yavaş bu kadına hayranlık duymaya başladı. Küçücük evde topu topu dört oda vardı. Renkli bir halının iç açıcılığı kadının, sayısı belirsiz ölmüş yavrularından birinin cenaze törenine ait bir kartpostalla, ölümünü gösteren bir fotoğrafın da elemli bir hava verdiği salon olarak kullanılan bu
293
Martin Eden
odalardan birisi titizlikle konuklar için ayrılmış olarak tutulurdu. Perdeler daima inikti. Resmi görevler dışında Maria, çocuklarının bu odaya girmelerine izin vermezdi. Yemeği mutfakta pişirir ve hepsi mutfakta yerdi. Maria aynı zamanda pazar hariç, haftanın bütün günlerinde, çamaşırını da mutfakta yıkar, kolaları, ütüleri hep burada yapardı; gelirinin önemli kısmını, daha varlıklı komşularının çamaşırlarını yıkayarak sağlardı. Geriye Maria ile yedi çocuğunun balık istifi uyudukları, Martin'inki kadar küçük yatak odası kalıyordu. Hepsinin bu odaya nasıl sığabildiklerine Martin hayret etmekten kendini alamaz ve her gece kendi-ninkiyle bu odayı ayıran ince bölmeden, bunların yatmaya gittiklerini, çocuk feryatları, kavga gürültüleri, alçak sesle konuşmaları ve uykulu, kuşlar gibi cıvıldaşmaları duyardı. Maria'nın bir başka gelir kaynağı da gece gündüz sağılan ve boş arsa ile kaldırımın iki yanındaki otlardan gizlice beslenen iki inekti. Pejmürde oğullarından ikisi hep ineklerin yanında dururdu; bunların bekçilik görevleri, başıboş hayvanları toplayan belediye memurunu kollamaktan ibaretti.
Martin küçücük odasında yaşıyor, uyuyor, çalışıyor, yazıyor ve hiç evden dışarı çıkmıyordu. Evin önündeki sundurmaya bakan küçük pencerenin önünde ona hem çalışma masası, kütüphane, daktilo sehpası, hem de mutfak görevi gören masa bulunuyordu. Arka duvara dayalı olan yatağı bütün odanın üçte ikisini kaplıyordu. Masanın bir kanadı işe yarasın diye değil de para getirsin diye yapılmış ve ince kaplamaları gün ışığından kabarıp dökülmüş cicili bicili, çekmeceli bir dolaba dayanıyordu. Bu dolap köşede duruyor, masanın öbür köşeye dayanan diğer kanadı
294
Jack London
üstünde de Martin'in mutfağı bulunuyordu. Bu kanat üstünde, içinde tabak, çanak ve tencere gibi mutfak malzemelerinin bulunduğu eski bir kuru yiyecek kutusu, onun üstünde de gaz sobası duruyordu. Duvarda, erzakının durduğu bir raf, yerde de bir kova su vardı. Odasında vana olmadığı için Martin suyunu mutfaktaki lavabodan getirmek zorundaydı. Yemek pişirirken fazlaca buhar çıktığı günlerde çekmeceli dolabın kaplamaları daha çok dökülürdü. Bisikletini bir makarayla yatağın üstünde tavana asmıştı. Önce onu bodrumda tutmayı denemiş, ama jant tellerini gevşeten, lastikleri delen Silva ailesi çocukları rahat vermemişlerdi. Martin bunun üzerine evin önündeki sundurmayı denemiş ve bir seferinde kuvvetli bir sağanak, bisikleti bütün gece ıslatınca bundan da vazgeçmiş ve bisikletini odasına alarak, tavana asmıştı.
Giysileriyle, ne masanın üstüne, ne de altına sığan kitapları odadaki küçük yüklükte duruyordu. Martin okurken, not alma alışkanlığı da edinmişti ve o kadar çok not tutuyordu ki, eğer odaya boydan boya çamaşır ipleri gerip de notlarını bunlara asmamış olsaydı, odada kendisi için ufacık bir yer bile kalmayacaktı. Buna rağmen, odası her geçen gün öyle doldu ki, burada dolaşmak bile Martin için çok güç bir iş haline geldi. Bir kere yüklüğün kapısını kapamadan odanın kapısını açamıyordu, aynı şekilde odanın kapısını kapamadan da yüklüğün kapısını açamıyordu. Odaya düz bir yol üzerinde hiçbir taraftan geçmesine olanak yoktu. Kapıdan yatağın başucuna gitmek için zikzak bir yol takip etmesi gerekiyor ve geceleri imkanı yok bir yere çarpmadan bu işi başaramıyordu. Birbiriyle çarpışan kapılar sorununu çözünce de mutfağa
295
Martin Eden
toslamamak için sağa doğru keskin dümen kırması gerekiyordu, sonra yatağın ayakucuna bindirmemek için sola kıvrılıyordu, ama bu dönüşü biraz açıktan alacak olursa, masanın köşesiyle burun buruna geliyordu. Ani bir irkilişle duraklayarak, ne yana dümen kıracağını hesaplayıp, bir kıyısı yatak, öbür kıyısı da masa olan bir çeşit kanaldan geçiyordu. Odadaki biricik iskemle, her zamanki yerinde masanın önünde durduğu zamanlar bu kanalda seyretmek imkansızla-şıyordu. Sandalye kullanılmadığı zamanlarda, yatağın üstüne kaldırılıyordu. Bununla beraber bazen yemek pişirirken de sandalyeye oturup su kaynayıncaya kadar kitap okuduğu olurdu, hatta pirzolasını kızartırken bile bir, iki paragraf okuyacak kadar ustalaşmıştı. Mutfağın bulunduğu köşe o kadar ufaktı ki, oturduğu yerden istediği şeyi uzanıp alabiliyordu. Aslında oturmak daha uygundu, ayaktayken fazla yer işgal edip çoğunlukla kendi işine kendisi engel oluyordu.
Her şeyi hazmedebilen güçlü midesi sayesinde, hem besleyici, hem de ucuz olan çeşitli besinler hakkında epey bilgi sahibi olmuştu. Martin'in yemek listesinde en çok görüneni bezelye çorbasıydı. Fasulye ile baklayı Meksika usulü pişiriyor, Amerikalı ev kadınlarının pişirmesini hiç bilmedikleri ve pişirmeyi hiçbir zaman da öğrenemeyecekleri bir usulle pişirdiği pilav ise Martin'in sofrasında günde en az bir kere yer alıyordu. Kurutulmuş meyveler taze meyvelerden daha ucuzdu ve bir çanak haşlanmış kuru meyve, her zaman için hazır ve el altında bulunurdu; zira Martin, bunu tereyağı yerine ekmeğine sürerek yiyordu. Sofrasına tek tük biftek, ya da ilikli sığır kemiği şeref verirdi. Günde iki defa sütsüz ve kremasız kahve içer,
296
Jack London
akşamları kahvenin yerini çay tutardı; ama kahveyi de, çayı da çok güzel pişirirdi.
Martin tutumlu yaşamak zorundaydı. Tatilde, çamaşırhanede kazandıklarının hemen hemen hepsini yemişti, üstelik yazılarını sattığı dergiler o kadar uzaktaydı ki, ıvır zıvır eserlerinden ilk paraların gelebilmesi için haftalarca beklemesi gerekecekti. Ruth'la görüştüğü ya da kız kardeşi Gertrude'u görmeye gittiği zamanlar dışında kabuğuna çekilmiş bir hayat yaşıyor ve bir günde, alelade bir insanın en aşağı üç günde başarabileceği iş çıkarıyordu. Günde ancak beş saat uyku uyuyordu; ancak bünyesi demir gibi sağlam birisi Martin'in yaptığı şekilde oturup da, her gün ondokuz saat devamlı ve yorucu bir çalışmaya katlanabilirdi. Bir dakikasını bile kaybetmiyordu. Aynanın üstünde kelimelerin anlamlarını, söylenişlerini gösteren bir sürü liste asılıydı; tıraş olurken, giyinirken, ya da saçlarını tararken bu listeleri baştan aşağı gözden geçirirdi. Buna benzer listeler aynı şekilde duvarda gaz sobasının üst tarafında da asılıydı; bunları da yemek pişirirken veya bulaşık yıkarken, ezberledi. Devamlı olarak bu listeler yenileriyle yer değiştirirdi. Okurken karşılaştığı her yeni kelimeyi hemen not eder, bunlar birikince de daktiloda listeler halinde temize çekilip aynanın, ya da sobanın üst tarafına, duvara iliştirilirdi. Hatta, bunlardan cebinde de bulundurur ara sıra yolda giderken, kasapta veya bakkalda beklerken gözden geçirirdi.
Dostları ilə paylaş: |