Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə16/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   40
- Olur mu ya? Bu odada bulunan yüzlerce yıllık tarihe ıvır zıvır denir mi hiç!
- Antikacılıkla filan mı uğraşıyorsun yoksa? Alberto'nun yüzünde neredeyse acı dolu bir ifade belirdi:
- Herkes kendini tarihin akışına bırakamaz Sofi! Kimilerinin durup, nehrin kenarında kalmış olanları toplaması gerekir.
- Garip bir şey bu söylediğin!
- Garip ama doğru! İnsan yalnızca kendi çağında yaşamaz. Tarihini de beraberinde taşır. Bu odada gördüklerinin bir zamanlar gıcır gıcır yeni şeyler olduklarını unutma. 1500'lerden kalma bu küçük tahta bebek küçük bir kızın beşinci yaşgününe bir armağan olarak yapılmıştı belki. Dede-siydi yapan belki de, kim bilir... Sonra bu kız on yaşma geldi. Sonra evlendi ve belki de bir kızı oldu. Bu bebek de kendi kızma geçti. Sonra yaşlandı ve öldü. Uzun bir hayat yaşadı, ama sonunda yok oldu. Bir daha da geri gelmeyecek. Kendisi kısa bir ziyarette bulundu ama bebeği... evet, bebeği işte bu-
221
SOFI'NİN DÜNYASI
rada, rafta duruyor hâlâ.
- Her şey çok acıklı ve ciddi oluyor sen böyle anlatınca.
- Evet çünkü hayatın kendisi de acıklı ve ciddi de ondan. Muhteşem bir dünyaya geliyoruz, insanlarla karşılaşıyor, onlarla tanışıyor ve bir süre beraber yolculuk ediyoruz. Sonra da aynen dünyaya birdenbire gelişimiz gibi yine birdenbire dünyadan yok oluyoruz.
- Bir şey sorabilir miyim?
- Tabii, artık aramızdaki bilmecelere son!
- Neden Binbaşının Evi'ne taşınmıştın?
- Mektupla haberleştiğimiz sırada birbirimize yakın olalım diye. O eski kulübenin de boş durduğunu biliyordum.
- Sonra da kulübeye öylece yerleşiverdin, öyle mi?
- Evet, öylece yerleşiverdim.
- O zaman Hilde'nin babasının bundan nasıl haberi olduğunu da biliyorsundur herhalde?
- Sanırım onun pek çok şeyden haberi var.
- Üstelik postacının ormanın derinlerindeki bir kulübeye nasıl mektup bırakabildiğini de anlamıyorum!
Alberto kurnazca gülümsedi.
- ^unlar Hilde'nin babası için çocuk oyuncağı! Ucuz numaralar bunlar, basit sihirbazlıklar! Dünyanın en sıkı gözetlenen insanları senle beniz belki de!
Sofi bir anda sıcak bastığını hissetti.
- Bir elime geçirsem, gözlerini oyacağım bu adamın! Alberto gidip üçlü koltuğa oturdu. Sofi de rahat bir koltuğa kuruldu.
- Yalnızca felsefe bizi Hilde'nin babasına yaklaştırabilir, dedi Alberto. Bugün sana Rönesansı anlatacağım.
- Haydi başla!
- Aquino'lu Thomas'dan hemen birkaç yıl sonra Hıristiyan birlik kültüründe çatlaklar oluşmaya başladı. Felsefe ve
222
RÖNESANS
bilim, kilisenin teolojisinden giderek daha bağımsız bir hal alırken, bu durum inanç dünyasının akıl karşısında daha özgür bir tutum edinmesine yardımcı oldu. Giderek daha çok insan Tanrı'ya aklımızla ulaşamayacağımızı, çünkü zaten düşüncenin Tanrı'yı kavrayamadığını düşünmeye başladı, însan için en önemli şey Hıristiyanlığın gizemini anlamak değil, kendini Tann'nın ellerine bırakmaktı.
- Anlıyorum.
- İnanç dünyasıyla bilimin daha özgür bir ilişkiye girmesi yeni bir bilimsel yöntemin ve dinsel alanda yeni bir şevkin doğmasına yol açtı. Böylelikle 15 ve 16. yüzyılın iki önemli hareketinin, Rönesans ve Reformasyon'un temeli atılmış oldu.
- Hareketleri birer birer ele alalım lütfen!
- Rönesansla, 14. yüzyıl sonlarında başlayan kapsamlı bir kültürel patlamayı kastediyoruz. Kuzey İtalya'da başlayan bu olay, 15 ve 16. yüzyıllarda kuzeye yayıldı.
- "Rönesans" sözcüğünün "yeniden doğuş" anlamına geldiğini söylemiştin, değil mi?
- Evet, yeniden doğacak olan şey ise, Antik Çağın sanatı ve kültürüydü. Bir de "Rönesans Hümanizmi"nden söz edilir, çünkü tüm yaşamı tanrısal bir ışık altında gören uzun Ortaçağın tersine, şimdi yine çıkış noktası olarak insan almıyordu. "Kaynağa" yönelmek, yani öncelikle Antik Çağ Hümanizmine dönmek ana slogan oldu. Antik Çağdan kalma heykeller, yazıtları bulup çıkarmak neredeyse bir halk sporu haline geldi. Yunanca öğrenmek de moda oldu bu dönemde. Dolayısıyla Yunan kültürü yeniden araştırılmaya başlandı. Yunan Hümanizmini öğrenmenin hiç değilse bir önemli pedagojik amacı vardı: Hümanist konuları öğrenmek insana "klasik bir yapılanma", dolayısıyla "insancıl nitelikler" kazandırıyordu. "Atlar, at olarak doğar," deniyordu, "ama insanlar, insan ola-
223
SOFİ'NÎN DÜNYASI
rak doğmaz, oluşturulur!"
- Yani insan olmak öğrenilecek bir şeydir, öyle mi?
- Evet, ana fikir buydu. Ama şimdi Rönesans Hümanizmi düşüncelerine daha fazla girmeden, Rönesansın arkasındaki politik ve kültürel yapılanmadan sözedeceğiz.
Alberto sandalyesinden kalkıp odada dolaşmaya başladı. Bir süre sonra durup raflardan birinde duran eski bir aleti işaret etti ve:
- Bu nedir, biliyor musun? diye sordu.
- Eski bir pusulaya benziyor.
- Doğru.
Sonra koltuğun üzerinde, duvarda asılı olan eski bir tüfeği göstererek:
- Ya bu? diye sordu.
- Eskilerden kalma bir silah.
- Evet, ya bu?
Alberto raftan çekip aldığı kalın bir kitabı gösteriyordu.
- Eski bir kitap.
- Daha doğrusu bir "incunabulum".
- Ne demek?
- Sözcük olarak "çocukluk" anlamına geliyor, ama "incunabulum" kitap basma sanatının ilk geliştiği yıllarda, yani 15. yüzyılda basılan kitapları anlatmak için kullanılan bir sözcük.
-, Bu kitap gerçekten o kadar eski mi?
- Evet, o kadar eski. Ve şimdi gördüğümüz bu üç şey, pusula, barut ve kitap basma sanatı, Rönesans dediğimiz bu yeni çağın önemli unsurları.
- Bir parça daha açıklayabilir misin bunu?
- Pusulanın varlığı gemiyle yolculuk yapmayı kolaylaştırdı. Bir başka deyişle pusula, büyük keşif yolculuklarına bir temel oluşturdu. Barut da öyle, bir anlamda. Yeni silah-
224
RÖNESANS
lar Avrupalıların Amerika ve Asya kültürleri üzerinde askeri üstünlük kazanmalarını sağladı. Avrupa'da da barut önemli bir yer kazandı. Kitap basma sanatı da Rönesans Hümanistlerinin fikirlerini yaymak açısından önemliydi. Kitap basma sanatının yaygınlaşması, kilisenin bilgi üzerindeki tekelinin ortadan kalkmasına katkıda bulundu en azından. Bundan sonra başka başka yeni araç ve gereçler birbirini izledi. Önemli araçlardan biri de örneğin teleskoptu. Teleskopun bulunması astronomide yeni ufuklar açılmasına neden oldu.
- Sonra da füzeler ve aya giden uzay araçları bulundu.
- Yok, o kadar da çabuk değil! Ama diyebiliriz ki, Röne-sansda sonunda insanların aya kadar gidebilmesini sağlayan bir süreç başladı. Hiroşima ve Çernobil'e vardığı da söylenebilir bu sürecin. Her şey kültürel ve ekonomik alanlarda bir dizi değişikliğin ortaya çıkmasıyla başladı. Ortaçağın sonlarına doğru para ekonomisine ve banka sistemine dayalı, yepyeni mallar içeren el sanatları ve ticaretin canlı bir biçimde varolduğu kentler doğmuştu. Böylece doğal koşullar karşısında belli bir özgürlük kazanmış olan bir burjuvazi ortaya çıktı. Yaşamsal ihtiyaçlar parayla alınabilen şeyler haline geldi. Bu gelişme bireylerin gayretlerini, hayal gücü ve yaratıcılıklarını destekleyen bir gelişmeydi. Bu şekilde insandan yepyeni şeyler beklenmeye başlandı.
- îki bin yıl önce ortaya çıkan Yunan kentleri geliyor insanın aklına.
- Tabii. Yunan felsefesinin, köylü kültüründe yaşayan mistik dünya görüşünden kendini nasıl sıyırdığını anlatmıştım. Rönesans dönemi insanı da benzer şekilde kendini feodal beylerden ve kilisenin gücünden kurtarmaya başladı. Bu, ispanya'da Araplarla ve Doğu'da Bizans kültürüyle daha yakın bir ilişkiye girilmesi sonucu Yunan kültürünün yeniden
225
SOFI'NIN DÜNYASI
keşfedilmesiyle aynı zamana rastladı.
- Antik Çağın üç kolu birleşerek yeniden koca bir nehir
oldu.
- Dikkatli bir öğrencisin gerçekten! Evet, bu anlattıkla-rım Rönesansm arka planını anlatmaya yetsin. Şimdi yeni düşüncelerden söz edeceğim.
- Hemen başla. Akşam yemeğine yetişmem lazım.
Şu ana dek ayakta durmakta olan Alberto yeniden koltuğa oturdu. Sofi'nin gözlerinin içine bakarak:
- Rünesans her şeyden önce yeni bir insan görüşü yarattı, dedi. - Rönesans Hümanistleri insana ve insanın değerine inandılar. Bu, insanın günaha yatkın yanının tek taraflı bir biçimde vurgulandığı Ortaçağ insan görüşüyle taban tabana zıt bir görüştü. İnsan sonsuz büyük ve sonsuz değerli bir varlık olarak görüldü. Rönesansm en önemli kişiliklerinden biri olan Ficinius: "Kendini tanı, ey insan kılığındaki kutsal soy!" diyordu. Pico Della Mirandola "İnsanın Değeri Üzerine Nutuk"u yazdı. Bu Ortaçağda düşünülemeyecek bir şeydi. Tüm Ortaçağ boyunca hep Tanrı'dan yola çıkılmıştı. Rönesans Hümanistleriyse insandan yola çıktılar.
- Ama Yunanlı filozoflar da aynı şeyi yapmıştı.
- Evet, tam da bu yüzden Antik Çağ Hümanizminin "yeniden doğuşu"ndan söz ediyoruz. Ama Rönesans Hümanizmi bireyciliğe Antik Çağ Hümanizminden çok daha fazla önem veriyordu. Yalnız insan olmakla kalmayıp, özgün birer bireydik de aynı zamanda. Bu düşünce insan dehasına sınırsız bir tapınmaya yol açıyordu. İdeal bir tip olarak görülüyordu "Rönesans insanı". Bu insan yaşamın, sanatın ve bilimin her alanında yer alan bir insandı. Bu yeni insan görüşü insan vücudunun anatomisine de ilgi duyuyordu. Yine Antik Çag-daki gibi ölüler kesip biçilerek insan vücudunun yapısı kav' ranmaya çalışılıyordu. Hem tıp, hem de sanat için önemliyi
226
RÖNESANS
bu. Sanatta insanı çıplak göstermek yeniden yaygınlaştı. Bu noktaya bin yıllık bir utangaçlık döneminden sonra yeniden gelindi de denebilir. İnsan yine kendisi olmaya cesaret etti. Utanacak bir şeyi yoktu artık.
- Mutluluktan sarhoş olmuş gibiler, dedi. Sofi öğretmeniyle kendisi arasındaki küçük bir sehpanın üzerine yaslanarak.
- Kesinlikle! Yeni insan görüşü yepyeni bir yaşam duygusu doğurdu. Artık insanlar yalnızca Tanrı'dan dolayı var değildiler. Tanrı insanı, insanın kendisi yüzünden de yaratmıştı aynı zamanda. İnsan yaşarken mutlu olabilirdi yaşamaktan. Yaşamdan özgürce zevk alabilirse, insanın önüne sonsuz olanaklar çıkabilirdi. Amaç tüm sınırları aşmaktı. Bu da Antik Çağ Hümanizmine göre yeni bir şeydi. Antik Çağ Hümanistleri insan ruhunun dinginliği, kanaatkârlık ve insanın kendini denetlemesi gibi değerleri ön plana çıkarıyorlardı.
- Ama Rönesans Hümanistleri kendilerini denetlemeyi bırakıyorlardı öyle mi?
- Pek kanaatkar oldukları söylenemezdi en azından! Tüm dünyanın yeniden uyandığını düşünüyorlardı. Böylelikle güçlü bir çağ bilinci kendini göstermeye başladı. "Ortaçağ" sözcüğü de, Antik Çağla Rönesans ortasındaki yüzlerce yıllık dönemi anlatan bir sözcük olarak bu dönemde ortaya çıktı. Sanattan mimariye, edebiyattan müziğe, felsefeden bilime her alanda pek çok gelişme oldu. Buna somut bir örnek vereceğim. Antik Çağ Roma'sından, bu kentin "kentlerin kenti", "dünyanın merkezi" gibi sıfatlarla tanımlandığından sözet-miştik. Ortaçağ'da Roma zayıfladıkça zayıfladı ve 1417'de eski milyonluk kentten geriye yalnızca 17.000 nüfusluk küçük bir kent kalmıştı.
- Neredeyse Lillesand'ın nüfusu kadar bir şey!
227
SOFI'NİN DÜNYASI
- Rönesans Hümanistleri için Roma'yı yeniden kurmak kültürel-politik bir amaç oldu. Her şeyden önce havari Pet-rus'un mezarı üzerinde büyük Aziz Peter Kilisesi inşa edilmeye başlandı. Aziz Peter Kilisesi söz konusu olduğunda ne kanaatkârlıktan söz edebiliriz, ne de insanın kendini denetlemesinden! Rönesansın önemli kişilikleri dünyanın bu en büyük inşaat projesinde görev aldılar. 1506'da başlanan inşaat tam 120 yıl sürdü. Kilisenin önündeki meydanın ta-mamlanmasıysa bir 50 yıl daha aldı.
- Epey büyük bir kilise olmuş olmalı sonunda!
- Eni 200 metreden fazla, 130 metre yüksekliğinde ve a-lanı 16.000 metrekareyi aşan bir kilise oldu bu. Bu Rönesans insanının cesaretini anlatmaya yetsin şimdilik. Rönesansın yeni bir doğa görüşü getirmesinin de büyük bir anlamı oldu. İnsanın kendini bulunduğu ortama ait hissetmesi ve dünyadaki yaşamını yalnızca cennetteki yaşamına bir hazırlık olarak görmemesi fiziksel dünyaya karşı tutumunun değişmesine neden oldu. Doğa pozitif bir şey olarak algılandı. Pek çoğuna göre Tanrı da yaradılışın içinde yer alıyordu. Tanrı sonsuz olduğuna göre, her yerde de varolmalıydı. Bu görüşe Tümtanrıcılık (Panteizm) diyoruz. Ortaçağ filozofları Tanrı ile yarattıkları arasında aşılamaz bir mesafe olduğunu vurguluyorlardı. Şimdiyse doğanın tanrısal bir şey olduğu, doğanın Tanrı'nın açılışı" olduğu söylenebiliyordu. Bu tip düşünceler Kilise tarafından her zaman hoş karşılanmıyordu elbette. Buna örnek olarak Giordano Bruno'nun başına gelenleri verebiliriz. Bruno yalnızca Tanrı'nın doğada varolduğunu söylemekle kalmayıp, evrenin sonsuz olduğunu da öne sürdü. Bundan ötürü de müthiş bir biçimde cezalandırıldı.
- Nasıl?
- 1600'de Roma'daki Çiçek Meydanı'nda yakılarak...
- Korkunç bir şey bu! Ne kadar da aptalca! Bu mu senin
228
RÖNESANS
Hümanizm dediğin?
- Hayır, bu değil elbette. Hümanist olan Bruno'ydu, onu yakanlar değil! Ama Rönesans sırasında "Antihümanizm" dediğimiz tutum da güçlendi. Bununla otoriter Kilise gücünü ve devlet gücünü kastediyorum. Rönesansta cadı avı, kiliseye karşı gelenleri yakma, büyü, batıl inanç, kanlı din savaşları ve de Amerika'nın vahşi bir biçimde ele geçirilmesi gibi olaylar da yaşandı. Hümanizmin hep böyle bir karanlık arka planı oldu. Tarihin hiçbir dönemi yalnızca iyi ya da yalnızca kötü olarak görülemez. İyi ve kötü tüm insanlık tarihi boyunca bir arada varolagelmiştir. Çoğunlukla da iç içe geçmiş bir haldedirler. Bu, şimdi bahsedeceğimiz anahtar sözcük için de geçerli. Rönesans yeni bir bilimsel yöntem de geliştirdi.
- tik fabrikalar da bu sırada mı yapıldı?
- Yok, hemen değil. Ancak Rönesanstan sonra gelen tüm teknik gelişmelerin temelini bu yeni bilimsel yöntem oluşturur. Bununla, bilimin ne olduğuna dair yepyeni bir anlayışın ortaya çıktığını anlatmak istiyorum. Bu anlayış zamanla meyvelerini vermeye başladı.
- Bu yeni yöntem neydi?
- Öncelikle doğanın duyular aracılığıyla araştırılmasını içeriyordu. Daha 14. yüzyıldan başlayarak eski otoritelerin söylediklerine körü körüne inanmamak gerektiğini söyleyenler vardı. Bu otoritelerin içinde Kilise öğretileri ve Aristoteles'in doğa felsefesi de bulunuyordu. Bir sorunun çözümünün yalnızca düşünerek bulunamayacağı yolunda ikazlar da yükseliyordu. Mantığın gücüne abartılı bir şekilde inanmak tüm Ortaçağda yaygın olan bir görüştü. Oysa şimdi, doğayla ilgili her türlü araştırmanın gözlem, deneyim ve deneye dayalı olması gerektiği savunuluyordu. İşte bu yönteme deneysel yöntem diyoruz.
229
SOFt'NÎN DÜNYASI
- Yani?
- Yani, şeyler hakkındaki bilgilerimizi yalnızca kendi deneyimlerimizden yola çıkarak edinebiliriz. Tozlu kitaplardan ya da tekrar tekrar düşünülen düşüncelerden değil! Antik Çağda da deneysel bilime rastlıyoruz. Örneğin Aristoteles'in doğaya dair pek çok gözlemi vardı. Ama sistemli deneyler ancak Rönesansla birlikte ortaya çıkmıştır.
- Günümüzdeki gibi gelişmiş teknik araçlar yoktu herhalde o zamanlar...
- Tabii, ellerinde ne bilgisayarlar, ne de elektrikli tartım araçları vardı. Buna karşılık matematiğe ve mekanik tartı aletlerine sahiptiler. Bilimsel gözlemlerin kesin bir matematiksel dilde dile getirilmesinin ne kadar önemli olduğunu vurguladılar. 17. yüzyılın en önemli bilim adamı Galileo Ga-lilei, "Ölçülebileni ölç, ölçülemeyeni ölçülebilir yap!" ve "Doğanın kitabı matematiksel bir dilde yazılmıştır." diyordu.
- Ve sonra tüm bu deneyler ve ölçümler sayesinde yeni buluşların yolu açıldı...
- îlk adım bilimsel yöntemin kendisiydi. Bu, teknolojik devrime, teknolojik devrim de yeni buluşlara yol açtı. İnsanların artık doğanın şartlarından kendilerini sıyırmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Doğa artık insanın yalnızca bir parçası olduğu bir şey değil, insanın kullanabileceği, faydalanabileceği bir şeydi, ingiliz filozofu Francis Bacon "Bilgi güçtür!" diyordu. Bacon böylece bilginin pratik bir faydası olduğunu dile getiriyordu ki bu düşünce de insanlık için yeni bir düşünceydi. İnsanlık bundan sonra gerçekten doğaya müdahale edip onu kontrol etmeye başladı.
- Ama bu gelişme yalnızca olumlu yönde olmadı, değil
mi?
- Evet, olumsuz yanları da oldu. Demin de dediğimiz gibi, insanın yaptığı her şeyde iyi ve kötü iç içe geçmiş bir hal-
230
RÖNESANS
dedir. Rönesansta başlayan teknolojik gelişme, çıkrık maki-nalarıyla beraber işsizliğe, ilaçlarla beraber yeni hastalıklara, tarımın modernleştirilmesi yanında toprağın fakirleşmesine, çamaşır makinası ve buzdolabı gibi yeni pratik araçlarla beraber çevre kirliliği ve endüstriyel atıkların oluşmasına da yol açtı. Bugün karşılaştığımız çevre sorunlarına bakarak, bu teknik gelişmelerin doğanın koşullarından tehlikeli bir biçimde uzaklaşmış olmak anlamına geldiğini söyleyenler var. İnsanlık, artık kontrol altına alamadığı bir sürece girmiş bulunuyor bu görüşte olanlara göre. Öte yandan, gelişmelere çok daha olumlu bakanlara göre insanlık henüz teknolojinin çocukluk dönemini yaşıyor. Teknolojiye dayalı uygarlık çocukluk hastalıklarını geçiriyor, ama insanlık zamanla doğayı tehdit etmeksizin onu kontrol etmeyi öğrenecek, diyor bu görüş.
- Peki bu konuda senin görüşün ne?
- Her iki görüşün de haklı bulduğum yanları var. Bazı alanlarda insan doğaya müdahale etmeyi bırakmalı, bazı alanlarda ise doğaya müdahale etmek o kadar kötü sonuç vermeyebilir. Ama emin olabileceğimiz bir şey varsa o da artık Ortaçağa dönmenin mümkün olmadığı. Rönesanstan itibaren insan yalnızca yaradılışın bir parçası olmakla kalmayıp doğaya müdahale etmiş ve onu kendi kafasına göre biçimlendirmiştir. Bu da bize insanın ne müthiş bir yaratık olduğunu gösteriyor.
- Ay'a bile gittik. Ortaçağda kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi herhalde bu!
- Tabii, hiç kuşkun olmasın bundan! Bu da bizi yeni dünya görüşü konusuna getiriyor. Tüm Ortaçağda insanlar gökyüzüne bakıp Güneş'i, Ay'ı, yıldızları ve gezegenleri gördüler. Ancak Yer'in evrenin merkezi olduğundan kimse şüphe bile etmiyordu. Tüm gözlemler Yer'in hareket etmeksizin
231
SOFt'NÎN DÜNYASI
durduğunu ve Yer'in etrafında dönenlerin diğer "gök cisimle, ri" olduğunu gösteriyordu. Bu görüşe, yani her şeyin merkezinde Yer'in olduğu görüşüne, geosentrik dünya görüşü diyo-ruz. Tanrı'nın tüm gök cisimlerine hükmettiği yolundaki Hıristiyan inanışı da bu tür bir dünya görüşünü destekliyordu.
- Keşke her şey bu kadar basit olsaydı!
- Ama 1543'de "Gök Cisimlerinin Dönüşleri" adlı bir kitap yayınlandı. Kitabın yazarı, kitabının çıktığı gün ölen Polonyalı astronom Copernikus'du. Copernikus, Güneş'in Yer'in etrafında değil, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğünü öne sürüyordu. Bunun gök cisimlerinin hareketine bakılarak anlaşılabileceğini söylüyordu. İnsanların Güneş'in Yer'in etrafında döndüğünü sanmalarının nedeninin de Yer'in kendi ekseni etrafında dönüyor olması olduğunu söylüyordu. Yer'in ve diğer gök cisimlerinin Güneş'in etrafında dairesel yörüngelerde hareket ettiğinden yola çıkıldığında, gök cisimlerine dair gözlemlerin çok daha rahat anlaşılabileceğini iddia ediyordu. Bu görüşe, yani her şeyin merkezinde Güneş'in olduğu görüşüne de heliosentrik dünya görüşü diyoruz.
- Ve doğru olan görüş de buydu, değil mi?
- Tam da değil! Buradaki ana nokta, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğü noktası elbette doğru. Ancak Copernikus Güneş'in evrenin merkezi olduğunu da iddia ediyordu. Oysa bugün biliyoruz ki Güneş sayısız pek çok yıldızdan yalnızca biridir ve etrafımızdaki tüm yıldızlar da milyarlarca yıldız kümesinden yalnızca bir tanesidir. Ayrıca Copernikus Yer'in ve diğer gezegenlerin Güneş'in etrafında dairesel bir biçimde döndüklerini söylüyordu.
- Doğru değil miydi bu?
- Hayır, değildi. Bu dairesel hareket varsayımının ardında gök cisimlerinin yusyuvarlak oldukları ve "ilahi" oldukları için dairesel hareketlerde bulundukları inanışından başka
232
RÖNESANS
bir şey yatmıyordu. Platon'dan beri küre ve daire geometrik biçimlerin en mükemmeli sayılıyordu. Ancak 17. yüzyılın başlarında Alman astronomu Johannes Kepler, gözlemlerinin sonucunda gezegenlerin, merkezlerinden birinde Güneşin olduğu eliptik ya da yumurta biçiminde yörüngeler boyunca döndüklerini söyleyebiliyordu. Aynca gezegenlerin Güneş'e en yakın oldukları noktalarda en hızlı hareket ettiklerine, Güneş'ten uzaklaştıkça hızlarının azaldığına da işaret ediyordu. Yer'in de diğer gezegenler gibi bir gezegen olduğunu da ilk kez Kepler dile getirdi. Kepler ayrıca fiziksel yasaların tüm evrende geçerli olduklarının da altını çizdi.
- Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyordu?
- Çünkü Ortaçağdan kalma görüşlere körü körüne inanmadan .gezegenlerin hareketlerini kendi algılayışıyla çözüm-lüyordu. Kepler'le aynı zamanlarda yaşamış bir başka bilim adamı da, ünlü İtalyan âlimi Galileo Galilei idi. Galilei de gök cisimlerini teleskop kullanarak gözledi. Ay'ın kraterlerini görerek, Ay'da da tıpkı Yer'deki gibi dağlar ve vadiler olduğunu söyledi. Jüpiter gezegeninin dört uydusu olduğunu da keşfetti. Böylece Yer'den başka gezegenlerin de Ay'ı olduğu anlaşılmış oldu. Ancak Galilei en çok, Atalet Yasası olarak bilinen yasasıyla tanınır.
- Ne diyor bu yasa?
- Galilei bunu şöyle dile getiriyordu: "Bir cismin edindiği hız, hızlanma ve yavaşlamaya neden olan dış etkenler ortadan kaldırıldığı sürece, sabit kalır."
- Vallahi, bana göre hepsi bir!
- Ama çok önemli bir gözlem bu! Antik Çağdan beri, Yer'in kendi ekseni etrafında dönmesine karşı çıkılırken ileri sürülen en önemli neden şudur: eğer böyleyse, Yer çok hızlı dönmek zorunda kalacağından, havaya diklemesine atılacak bir taş atıldığı yerden metrelerce ileriye düşmek zorunda ka-
f-233
SOFİNİN DÜNYASI
lacaktır.
- Niye böyle olmuyor gerçekten?
- Trende giderken elinde tuttuğun elmayı düşürürsen, elma, tren hareket ediyor diye arkana düşmez. Dümdüz aşağıya düşer. Bunun nedeni atalet yasasıdır. Elma, sen düşürmeden önceki hızım aynen korur.
- Anlıyorum sanırım.
- Galilei'nin zamanında trenler yoktu tabii. Ama bir küreyi yerde elinle biraz yuvarladıktan sonra bırakırsan...
-... küre hareketine devam eder...
-... çünkü küre, sen elinden bıraktıktan sonra da ilk elde ettiği hızı korur.
- Ama oda yeterince büyükse, sonunda durur.
- Çünkü diğer kuvvetler kürenin hızını frenler. Öncelikle yer frenler, hele işlenmemiş tahtadan oluşan bir yerse. Sonra da yerçekimi eninde sonunda küreyi durduracaktır. Bekle biraz, sana bir şey göstereceğim.
Alberto Knox böyle dedikten sonra kalkıp eski masaya gitti. Masanın çekmecelerinden aldığı bir şeyi getirip sehpanın üzerine koydu. Bu, bir ucu birkaç milimetre kalınlığında, diğer ucu ipince olan bir tahtaydı. Neredeyse tüm sehpayı kaplayan tahtanın yanma bir de yeşil mermerden bir küre
koydu.
- Buna eğik düzlem denir, dedi sonra. Mermer küreyi, bu yüzeyin kalın tarafına koyup bırakırsam ne olur sence?
Sofi, "bundan kolay ne var?" dercesine omuz silkti:
- On kronuna bahse girerim ki yuvarlanarak sehpaya varır ve sonra da yere düşer.
- Bakalım!
Alberto küreyi bıraktı. Küre de Sofi'nin dediği gibi yuvarlanıp sehpanın yüzeyine vardı, sehpanın üzerinde yuvarlanmaya devam edip hafif bir ses çıkararak yere çarptı ve
234
RÖNESANS
sonra da kapının eşiğine çarpana dek yerde yuvarlandı.
- Aman, ne ilginç! dedi Sofi.
- Evet ya, değil mi? Galilei işte bu tür deneyler yapıyordu.
- Bu kadar aptal mıydı gerçekten?
- Ağır ol biraz. Galilei her şeyi kendi duyulanyla algılamak istiyordu. Üstelik biz işe henüz başladık! Anlat bakalım, küre neden eğik düzlemde yuvarlandı?
- Ağır olduğu için yuvarlanmaya başladı.
- Peki, ya ağırlık dediğin şey nedir çocuğum?
- Bu aptalca bir soru oldu işte!
- Cevap veremiyorsan sorduğum soru aptalca sayılmaz. Küre neden yere yuvarlandı?
- Yerçekiminden dolayı.
- Evet, doğru. Demek ki ağırlık yerçekimiyle ilgili bir şey. Mermer küreyi harekete geçiren şey de işte bu kuvvetti.
Alberto bu arada mermer küreyi yerden kaldırmıştı. Elinde mermer küreyle yine eğik düzlemin yanında durdu.
- Şimdi küreyi eğik düzlem boyunca yuvarlamaya çalışacağım, dedi. Kürenin hareketini dikkatle izle.
Eğilip küreyi eğik düzlemi enlemesine geçecek şekilde hareket ettirdi. Sofi kürenin eğri bir hareket yaptıktan sonra yüzeyin aşağısına doğru çekildiğim gözledi.
Alberto:
- Ne oldu? diye sordu.
- Küre eğri bir hareketle yuvarlandı, çünkü bu eğri bir yüzey.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin