Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə2/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40
Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek, pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi değildir. Bu gibi sorularla ilgilenen kişiler, insanların dünya varolduğundan beri tartıştıkları bir şeyle ilgilenmektedirler. Evrenin, dünyanın ve yaşamın nasıl ortaya çıktığı, geçen yıl
20
SİLİNDİR ŞAPKA
olimpiyatlarda en çok altın madalyayı kimin aldığından daha büyük ve önemli sorulardır.
Felsefeyle tanışmanın yolu bazı felsefi sorular sormaktan geçer:
Dünya nasıl yaratıldı? Olan bitenin ardında bir güç ve bir anlam var mı? Ölümden sonra bir hayat var mı? Niye böyle sorular sormalıyız aslında? Hepsinden önemlisi: nasıl yaşamalıyız?
Bu türden sorular çağlar boyunca insanları meşgul etti. İnsanın ne olduğunu, dünyanın nasıl oluştuğunu sorgulamamış hiçbir uygarlık bilmiyoruz.
Aslında sorabileceğimiz çok da fazla felsefi soru yok. Bu sorulardan en önemlilerini sorduk bile. Ancak tarih, sorduğumuz her soruya pek çok değişik cevap verildiğini gösteriyor.
Yani felsefi soru sormak, bu soruları cevaplamaktan daha ko-
'ay-
Günümüzde de herkes bu bildik sorulara kendi cevaplarını bulmak zorunda. Tanrı'nın varolup olmadığını, ya da ölümden sonra bir hayat olup olmadığını bir ansiklopediye bakıp öğrenemeyiz. Ansiklopedi bize nasıl yaşamamız gerektiğini de anlatmaz. Öte yandan bugüne dek yaşamış başkalarının neler düşündüğünü bilmek, kendi dünya görüşümüzü oluşturmamıza yardım edebilir.
Filozofların gerçeği bulma çabalarını bir dedektif romanına benzetebiliriz. Kimine göre katil Andersen, kimine göre Nielsen ya da Jepsen'dir. Gerçek bir polisiye öyküde bir gün gelir polis meseleyi çözüverir. Veya hiçbir zaman çözemez. Ancak ne olursa olsun meselenin bir çözümü vardır.
Bir soruyu cevaplamak güç de olsa, sorunun tek ama bir tek cevabı olduğu düşünülebilir. Ölümden sonra bir tür varoluş ya vardır ya da yoktur.
Eskiden sorulan soruların bir kısmını bugün bilim yanıtlamıştır. Bir zamanlar ayın arka yüzünün nasıl olduğu müthiş bir sırdı insanlar için. Bu gibi konular tartışmaya bile gelmez şeylerdi; herkes
21
SOFfNÎN DÜNYASI
hayal gücüne göre dilediği cevabı verebilirdi. Oysa bugün biz Ay'ın arka yüzünün nasıl olduğunu tam tamına biliyoruz. Artık Ay'da bir adamın yaşadığına veya Ay'ın aslında peynirden oluştuğuna inana-mayız.
Bundan ikibin yıl önce yaşamış Yunanlı bir filozofa göre, felsefe insanların hayretinden doğmuştur. Ona göre, insanlar kendi varoluşlarına şaşarlar; felsefi soruların çoğu da böylelikle kendiliğinden ortaya çıkar.
Bir sihirbazlık seyreder gibidir insanlar: sihirbazın numarasını nasıl yaptığını anlayamayız. Sihirbazın bir çift beyaz ipek mendili nasıl tavşana dönüştürdüğünü bilmek isteriz.
Birçok insan için dünya, sihirbazın beş dakika önce bomboş olan bir silindir şapkadan tavşan çıkarması kadar akıl almaz bir şeydir.
Tavşan meselesinde sihirbazın bizi kandırdığını biliriz. Merak ettiğimiz şey bunu nasıl becerdiğidir. Dünyadan sözederken ise durum biraz farklıdır. Dünyanın hokus pokus bir şey olmadığını biliriz, çünkü biz de Dünya'da yaşamakta olup onun bir parçasıyızdır. Aslında sihirbazın silindir şapkasından çıkarılan bizizdir. Tavşanla aramızdaki tek fark, tavşanın bir sihirbazlık oyununa dahil olduğunun farkında olmayışıdır. Biz ise gizemli bir şeylerin bir parçası olduğumuza inanır, şeylerin arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışırız.
Not: Beyaz tavşandan sözettik ya, tavşanı tüm evrenle karşılaştırmak daha yerinde olur belki. Burada yaşayan bizler, tavşanın tüylerinin dibinde yaşayan minicik böcekler gibiyiz. Filozoflar ise tavşanın ince tüylerine tırmanarak tepeye çıkıp koca sihirbazın gözlerinin ta içine bakmaya çalışırlar.
Söylediklerimi izleyebiliyor musun Sofi? Devamı gelecek.
Sofi altüst olmuştu. İzleyebilmek mi? Okurken nefes alıp verip vermediğini bile hatırlamıyordu.
22
SİLİNDİR ŞAPKA
Mektubu kim getirmişti? Kim, kim?
Bu, Hilde Möller Knag'a doğum günü kartı gönderenle aynı kişi olamazdı, çünkü kart hem pullu hem de damgalıydı. Bu sarı zarf ise diğer iki mektup gibi doğrudan posta kutusuna konulmuştu.
Sofi saatine baktı. Yalnızca üçe çeyrek vardı. Annesinin işten gelmesine daha iki saat vardı.
Sofi sürünerek bahçeye çıkıp tekrar posta kutusuna koştu. Yine mektup var mıydı acaba?
Kutuda yine ona gelmiş sarı bir zarf duruyordu. Sofi etrafına bakındı ama kimseyi göremedi'. Ormanın kenarına doğru koşup patikaya baktı. Orada da kimse yoktu.
Bir an için ormanın derinliklerinde bir çıtırtı duyar gibi oldu. Sesi duyup duymadığından emin değildi, üstelik biri kaçarak uzaklaşmaya çalışıyorsa nasıl olsa yetişip yakalayamazdı.
Sofi eve girip çantasını çıkardı Ve annesinin mektuplarını yerine koydu. Odasına koşup içine güzel taşlarını koyduğu bisküvi kutusundaki taşlan boşalttı ve iki büyük zarfı kutuya koydu. Sonra kutuyu alıp bahçeye koştu. Çıkmadan önce de Şe-rekan'a yemeğini verdi.
- Gel pisi pisi pisi!
Geçit'e döner dönmez zarfı açtı. Zarfın içinden yine daktiloyla yazılmış kâğıtlar çıktı. Okumaya başladı:
İlginç bir yaratık
İşte yine beraberiz. Gördüğün gibi bu küçük felsefe kursu, tam karar porsiyonlarda geliyor. Burada da giriş niteliğinde bazı değinmeler yapacağız.
İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şeyin hayret etme yeteneği olduğunu söylemiştim, değil mi? Daha önce söylemedimse işte
23
SOFi'NİN DÜNYASI
şimdi söylüyorum: İYİ BİR FİLOZOF OLABİLMEK İÇİN GEREKEN TEK ŞEY HAYRET ETME YETENEĞİDİR.
Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır. Yok bir de olmasaydı! Çünkü çocuklar doğduktan birkaç ay sonra yepyeni bir gerçeklikle karşı karşıya geliverirler. Büyüdükçe hayret etme yetenekleri kaybolur gibi olur. Neden böyle olur acaba? Sofi Amundsen biliyor mu bu sorunun cevabını?
Yani, küçük bir bebek konuşabilseydi, bize, ne ilginç bir dünyaya gelmiş olduğunu anlatırdı. Çünkü görürüz ki bebekler konuşama-salar da, parmaklarıyla etraflarındaki şeyleri gösterir, odadaki nesneleri merakla tutmaya çalışırlar.
Birkaç kelime konuşabilecek yaşa geldiğinde, çocuk, her köpek görüşünde durup, "hav hav" der. Bebek arabasındaki bebeğin bir köpek gördüğünde ellerini kollarını oynatıp yerinde zıp zıp zıplayarak nasıl "Hav hav! Hav hav!" dediğini gördüğümüzde, sırtında yaşanmış epeyce yıl taşıyan bizler, bebeğin bu coşkusunu biraz abartılı buluruz. "Tabii, tabii" deriz çok alışkın bir tavırla, "hav hav işte! Ama sen şimdi güzel otur arabanda bakayım." Biz bebek gibi heyecanlanmayız, çünkü çok köpek görmüşüzdür o güne dek.

Bebek, köpek gördüğünde aklı başından gitmeyecek bir hale gelene kadar, belki yüz kez daha tekrarlar bu çılgınlık gösterisini. Ya da bir fil, veya bir su aygırı... Ancak çocuk konuşmayı -ve de felsefi düşünceyi- bile daha tam öğrenmemişken dünya bir alışkanlık haline gelir.


Ne yazık, bana soracak olursan!
Senden beklentim, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul edenlerden biri olmamandır, sevgili Sofi. Bundan emin olmak için, felsefe kursuna başlamadan önce kafamızı biraz daha yoracağız.
Bir gün ormanda yürüyüşe çıkmış olduğunu düşün. Birden önündeki patikada minicik bir uzay gemisi görüyorsun. Uzay gemisinden bir Marslı yaratık çıkmış, durmuş yukarı sana bakıyor...
Ne düşünürdün o zaman? Neyse, bu çok önemli değil. Ama se-
24
SİLİNDİR ŞAPKA
nin böyle bir Mars yaratığı olabileceğin geldi mi aklına hiç?
Tabii ki günün birinde başka bir gezegenden gelmiş bir yaratığa rastlama şansın çok düşük. Başka gezegenlerde hayat olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ama kendine rastlama şansın yüksek. Kimbilir belki bir gün durup dururken kendini yepyeni bir gözle görürsün. Belki de bu an, ormanda gezintiye çıktığın bir an olur.
İlginç bir yaratığım ben, diye düşünürsün. Gizemli bir hayvanım ben...
Yüz yıllık güzellik uykusundan uyanmış gibi olursun o an. Ben kimim? diye sorarsın. Evrende bir yerlerde dolanıp durduğunu bilirsin. Ama ya evren nedirt
Bir gün kendinle böyle buluşursan, başlangıçta bahsettiğimiz Marslı kadar gizemli bir şey keşfetmişsin demektir. Bir uzay yaratığı görmekten öte, ta içinden kendinin de böyle ilginç bir yaratık olduğunu duyarsın.
Söylediklerimi izleyebiliyor musun Sofi? Bir başka şey daha düşünelim:
Bir sabah anne, baba ve 2-3 yaşındaki küçük Tomas mutfakta oturmuş kahvaltı etmektedirler. Anne ayağa kalkıp arkasını masaya dönerek tezgâha yönelir. İşte tam o sırada olanlar olur ve baba tavana yükselip fıldır fıldır dönmeye başlar. Tomas durup babasını seyreder.
Sence Tomas ne der o zaman? Belki elini babasına doğru uzatıp, - Bak, baba uçuyor! der.
Tomas şaşıracaktır kuşkusuz, ama o hep şaşırmaktadır zaten! Babası hep öyle acayip şeyler yapıyordur ki, masanın üzerinde bir uçuş fazla bir şey farkettirmez Tomas için. Her sabah komik bir makineyle traş olan, bazen çatıya çıkıp televizyon antenini döndüren ya da arabanın motoruna bakmak için eğilip zenci gibi çıkan zaten hep babası değil midir?
Şimdi sıra annede. Tomas'ın ne dediğini duyup hızla arkasını döner. Sence babanın tepede dönüp durmasına onun tepkisi ne
25
m
SOFİNİN DÜNYASI
olur?
Derhal elindeki reçel kavanozunu düşürür ve şaşkınlıkla haykırmaya başlar. Baba tekrar sandalyesine dönebilse de, annenin bu olaydan sonra tedavi görmesi bile gerekebilir. (Masada nasıl oturulacağını hâlâ öğrenemedi gitti şu adaml)
Sence Tomas ve annesinin gösterdiği tepkiler neden böylesine
farklı?
Bunun alışkanlıkla ilgisi var. (Bunu not et!) Anne, insanların uçamayacağını öğrenmiştir. Tomas ise öğrenmemiştir. Dünyada neyin mümkün olup neyin olmadığından hâlâ emin değildir.
Ya dünya Sofi? Sence o mümkün mü? O da dönüp duran bir şey
ne de olsa!
İşin acıklı yanı, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı şekilde tüm dünyaya alışırız.
Büyüdükçe, dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz, anlaşılan. Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.
Altını çiziyorum: Felsefi sorular herkesi ilgilendirmekle beraber, herkes filozof olmaz. Pek çok değişik sebepten, insanların çoğu gündelik hayatın öyle bir esiri olur ki, hayatı sorgulamak onlar için gerilerde bir yerde kalır. (Tavşanın tüylerinin dibinde bükülüp istedikleri ortamı bulurlar ve hayatlarının sonuna kadar da orada kalırlar.)
Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum hiç de böyle değildir: büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeydir.
Filozof larsa diğer büyüklerden farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü beceremez. Dünya onun için hâlâ akıl almaz bir şey, evet, hâlâ sırlarla dolu, gizemli bir şeydir. Filozoflarla küçük çocukla-
26
SİLİNDİR ŞAPKA
rın en önemli ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca duyarlı bir çocuk olarak kalır da diyebilirsin sen buna.
Şimdi seçme sırası sende Sofi: hâlâ "dünyaya alışmamış" bir çocuk musun, yoksa bunu asla yapmayacağına söz vermiş bir filozof mu?
Bu soruya omuzlarını silkip cevap veriyor, kendini ne bir çocuk ne de bir filozof gibi görüyorsan, bunun nedeni alışkanlıktan dolayı dünyanın artık seni şaşırtmıyor olmasıdır. Böyleyse durum tehlikeli demektir. Ve işte bu felsefe kursunu tam da bu yüzden alıyorsun, ne olur ne olmaz diye. Senin uyuşuk ve umursamaz insanlardan biri olmanı değil, uyanık bir yaşam sürmeni istiyorum.
Kurs parasız. Dolayısıyla kursu sürdüremezsen paranı geri alacaksın diye bir şart da yok. Kursu yarıda kesmek istersen de, bu senin bileceğin bir şey. Eğer kursu bırakmak istersen bana posta kutusu yoluyla bir haber ver. Mesela kutuya bir kurbağa koy. Ama mutlaka posta kutusu renginde bir şey olsurCyoksa postacı korkudan ba-yılabilir.
Kısaca özetlersek: Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük olduğu için bu sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en tepesinde çocuklar dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl yapıldığına şaşabilecek bir konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün diplerine doğru sokulurlar. Ve orada kalırlar. Burası öyle rahattır ki bir daha asla kürkün ince kıllarına tırmanmaya cesaret edemezler. Yalnızca filozoflar dilin ve varoluşun en uç sınırlarına giden bu tehli-' keli yola çıkmaya cesaret ederler. Bazıları diğerlerine yetişemeyip geri kalsa da, bir çoğu tavşanın ince tüylerine sıkıca tutunup, aşağıda tavşanın yumuşak derisine yayılmış yiyip içerek yan gelip yatanlara seslenirler:
- Baylar bayanlar, derler. Boş bir evrende dönüp duruyoruz!
Ama kürkün dibindekiler filozofların dedikleriyle ilgilenmezler.
27
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Aman, ne gürültü edip duruyorlar bunlar böyle! derler. Sonra da konuşmalarına devam ederler: Yağı uzatır mısın lütfen? Hisse senetleri ne kadar yükselmiş bugün? Domatesin kilosu kaça? Lady Di'nin bir çocuğu daha olacakmış, duydunuz mu?
Annesi eve geldiğinde Sofi çok şaşırmış bir haldeydi. Gizemli filozoftan gelen mektuplar Geçit'te saklı duruyordu. Sofi ödevlerini yapmaya çalışmış, ama okuduklarmı düşünmekten başka hiçbir şey yapamamıştı.
Ne çok şey vardı şimdiye kadar hiç düşünmediği! Artık çocuk değildi ama henüz büyük de sayılmazdı. Evrenin siyah silindir şapkasından çıkanlan tavşanın sık tüylerinin dibine gitmeye başlamış olduğunu anlıyordu şimdi. Bu filozof onun düşüşünü durdurmuştu. Filozof (kadın mı yoksa erkek miydi acaba?), onu ensesinden yakalayıp kürkün yüzeyine, bir zamanlar çocukken oynadığı yerlere çıkarmıştı. Sofi burada, ince tüylerin ta en tepesinde dünyayı sanki ilk kez görüyormuş gibi olmuştu.
Filozof Sofi'yi kurtarmıştı hiç kuşkusuz. Mektupların sahibi bu meçhul şahıs, onu gündelik hayatın sıradanlığından kurtarmıştı.
Annesi saat beş şıralarında eve geldiğinde, Sofi onu elinden çekip salonda bir sandalyeye oturttu ve:
- Anne, diye söze başladı. Yaşamak ne garip bir şey, değil mi?
Annesinin aklı öyle bir karıştı ki, ne cevap vereceğini bilemedi. Genellikle eve geldiğinde Sofi oturmuş ödevlerini yapıyor olurdu çünkü.
- Şeyy... evet, dedi annesi, bazen öyle gerçekten.
- Bazen mi? Benim demek istediğim başka bir şey: yani bu dünyanın varolması çok garip bir şey değil mi?
- Aman Sofi, ne biçim konuşma bu böyle!
28
SİLİNDİR ŞAPKA
- Niye? Sence dünya çok normal bir şey mi yani?
- E, tabii. Hiç değilse çoğu zaman.
Sofi, filozofa hak verdi. Büyükler dünyayı olağan görüyorlardı. Çoktan gündelik hayatın yüz yıllık güzellik uykusuna dalmışlardı bile.
- Hah! Dünyaya öyle alışmışsın ki artık dünya seni şaşırtmıyor.
- Neler söylüyorsun sen!
- Diyorum ki, dünyaya alışmışsın. Hiçbir şeyden anladığın yok!
- Hayır Sofi, benimle böyle konuşamazsın!
- Öyleyse sana başka türlü anlatayım: tam şu anda evrenin siyah silindir şapkasından çıkarılan beyaz bir tavşanın kürkünün en dibinde yaşıyorsun sen. Birazdan patatesleri ocağa koyacaksın. Sonra gazete okuyup yarım saat kestirdikten sonra haberleri izleyeceksin.
Annesinin yüzünde kaygılı bir ifade belirdi. Kalkıp, tam da Sofi'nin dediği gibi mutfağa giderek patatesleri ocağa koydu. Birazdan salona geri gelip bu kez de o Sofi'yi iteleyerek bir sandalyeye oturttu:
- Seninle konuşmak istediğim bir konu var, diye başladı. Sofi, annesinin sesinden bunun ciddi bir şey olduğunu anladı.
- Uyuşturucularla filan ilgin olmadı hiç, değil mi canım? Sofi, gülmeye başladı, ancak annesinin niçin şu anda bu soruyu sorduğunu anlıyordu.
- Deli misin anne? dedi. O zaman insan daha da uyuşuk olur!
O öğleden sonra, bir daha ne uyuşturuculardan ne de beyaz tavşanlardan sözedildi.
29
MİTLER
...iyi ve kötü güçler arasında nazik bir denge...
Ertesi sabah posta kutusunda Sofi'ye mektup yoktu. Okulda uzun ve sıkıcı bir gün geçirdi. Teneffüslerde Jorün'le ilgilenmeye özen gösterdi. Eve dönerlerken orman kurur kurumaz çadırla kamp yapmayı kararlaştırdılar.
İşte yine posta kutusunun başındaydı Sofi. Önce Meksika damgalı küçük bir zarf buldu. Kart babasındandı. Babası evlerini özlediğini ve kaptanı ilk kez satrançta yenebildiğini yazıyordu. Bunun dışında, sömestir tatilinde eve geldikten sonra gemiye beraberinde götürdüğü yirmi kilo ağırlığındaki kitapların hepsini okuyup bitirmişti.
Ve evet, posta kutusunda üzerinde kendi adı yazılı bir san zarf da vardı! Sofi çantasıyla diğer mektupları eve bırakıp, Ge-çit'e koştu. Zarftan daktilo kağıdıyla yazılmış sayfalan çıkartıp okumaya koyuldu:
Mitsel dünya görüşü
Merhaba, Sofi! Anlatılacak çok şey var, en iyisi bir an önce başlamak.
Felsefe deyince, Yunanistan'da İ.Ö. 600 yıllarında doğmuş yeni bir düşünüş biçimini kastediyoruz. Bundan önce, insanların tüm sorularına çeşitli dinler yanıt getiriyordu. Bu tür dini açıklamalar, mit-/er yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Mit, yaşamı açıklamaya! yönelik tanrısal anlatıdır.
Binlerce yıl boyunca felsefi sorulara dinsel açıklamalar geti-
30
MİTLER
rilmiştir. Yunanlı filozoflarsa insanlara bu yanıtlara güvenilemeyeceğini göstermek istemişlerdi.
İlk filozofların düşüncelerini anlayabilmek için önce mitsel dünya görüşünün ne olduğunu bilmek zorundayız. Bunu İskandinavya'dan bazı mitsel kavrayışlarla örnekleyelim. Hemen yanıbaşımız-dadır aradığımız şey çoğu zaman!
Mutlaka elinde çekiciyle Tor' dan sözedildiğini duymuşsundur. Norveç'de Hıristiyanlık yayılmadan önce, insanlar Tor'un, iki keçinin çektiği bir araba ile gökyüzünde dolaştığına inanırlardı. Tor çekicini şöyle bir salladığında şimşek çakar, fırtınalar kopardı. "Fırtına" sözcüğü de buradan gelir: "Tordönn" ya da Tor'un patlaması. İsveççe'de fırtına "aaska "dır - aslı "aas-aka" - ve gökyüzünde "tanrı gezintisi" anlamına gelir.
Şimşek ve fırtınaların ardından yağmur gelir. Vikingler zamanında toprakla uğraşanlar için yağmur son derece hayati bir öneme sahipti kuşkusuz. Tor'a bu yüzden, bereket tanrısı olarak taparlardı.
Yani, niye yağmur yağar? sorusuna verilen mitsel yanıt, Tor'un çekicini sallamasıydı. Yağmur olunca da tarlalar yeşerir, ekinler boy atardı.
Toprakta yetişen bitkiler, bunların nasıl büyüyüp meyve verdiği de, anlaması güç şeylerdi. Ancak insanlar bunun yağmurla bir ilişkisi olduğunu arılayabiliyorlardı. Ve de yağmurun Tor'la bir ilişkisi vardı. Bu durum, Tor'un en önemli tanrılardan biri oluşunun başlıca nedeniydi. Tor'un önemli bir tanrı oluşunun bir başka nedeni de tüm dünya düzenine ilişkindi.
Vikingler dünyanın insanların yaşadığı kısmının sürekli dış tehlikelerin tehditi altında olan bir ada olduğuna inanıyorlardı. Dünyanın bu kısmına Midgard diyorlardı. Bu sözcük, en ortadaki krallık anlamına geliyor. Midgard'da tanrıların evi Aasgard da bulunuyordu. Midgard'ın dışında Utgard, yani dıştaki krallık yeralıyordu. Burada, dünyayı her fırsatta mahvetmeye çalışan, korkunç devler yaşıyordu. Bu tür kötülük dolu yaratıklara "kaos güçleri" de diyoruz. İs-
31
SOFİNİN DÜNYASI
kandinav dininde ve hemen tüm diğer kültürlerde, insanlar, iyi ve kötü güçler arasında nazik bir denge buluyorlardı.
Devlerin dünyaya yapabilecekleri kötülüklerden birisi, bereket tanrıçası Fröya'yı kaçırmaktı. Bunu başarabilirlerse toprakta artık hiçbir şey yetişemez, kadınlar çocuk doğuramazlardı. Bu yüzden iyi tanrıların bunlara karşı durmaları çok önemliydi.
Tor burada da önemli bir rol oynuyordu. Çekici yalnızca yağmur yağdırmakla kalmıyor, gerektiğinde tehlikeli güçlere karşı kullandığı bir silah oluyor ve ona neredeyse sınırsız bir güç sağlıyordu. Mesela çekicini devlerin arkasından attığı gibi onları öldürebiliyordu. ' Çekicini kaybetmek diye bir korkusu da yoktu, çünkü çekiç bir bumerang gibi her seferinde ona geri dönüyordu.
Bu, doğanın düzeninin nasıl korunduğunun ve iyiyle kötü arasında neden sürekli bir savaş olduğunun mitsel açıklamasıydı. Filozoflar da tam bu türden açıklamalardan kurtulmak istiyorlardı. İş yalnızca açıklamalarla da bitmiyordu. İnsanlar elleri kolları bağlı oturup kuraklık, bulaşıcı hastalık gibi felaketlerin başlarına gelmesini bekleyemezlerdi. Kötülüklere karşı savaşa geçen onlar olmalıydı. Bunu da çeşitli dinsel eylemler ya da ayinler yoluyla gerçekleştirirlerdi.
Vikingler dönemindeki en önemli dinsel eylemlerden biri kur-ban adamaktı. Bir tanrıya kurban vermek, o tanrının gücünü artırmaya yarardı. İnsanlar, tanrıların kaos güçleriyle mücadele etme güçleri artsın diye kurban verirlerdi örneğin. Bu çoğunlukla bir hayvan kurban etmek şeklinde olurdu. Tor'a genellikle keçi kurban edilirdi. Tanrı Odin'e insan kurban edildiği de olurdu.
Norveç'te en çok bilinen mitlerden biri, Trymskvida destanında anlatılır. Destana göre bir keresinde Tor uykuya dalar; uyandığında çekicinin yokolduğunu görür. Tor bu duruma korkunç sinirlenir, elleri sinirden titrer, sakalı hırstan yerinden oynar. Arkadaşı Löke ile Fröya'ya gidip, ondan kanatlarını ödünç ister. Löke bu kanatlarla Jo-tunheimen'a uçup, Tor'un çekicini devlerin çalıp çalmadığını anla-
32
MİTLER
yacaktır. Löke burada devlerin kralı Trym 'le karşılaşır. Trym, çekici yerin yedi kat dibine sakladığını söyleyerek böbürlenir. Ve, Fröya ile evlenmezse çekici geri vermeyeceğini söyler.
Anlıyor musun Sofi? İyi tanrılar korkunç bir rehin alışla karşı karşıyalar. Devler tanrıların en önemli savunma silahlarını ele geçirmişler ki bu akıl almaz bir durum. Devler Tor'un çekicini ellerinde bulundurdukları sürece, tanrıların ve insanların dünyası üzerinde mutlak bir güce sahip olurlar. Çekice karşılık olarak da Fröya'yı istemekteler. Ancak böyle bir değiş tokuş da olanaksız bir şeydir: Tanrılar tüm yaşamı bağışlayan bereket tanrıçasını verecek olurlarsa, otlar sararır, tanrılar ve insanlar ölür. Sonuç olarak işler müthiş bir şekilde sarpa sarmış durumdadır. Korkunç tehlikeler doğuracak talepleri karşılanmadıkça, Paris ya da Londra'nın orta yerinde bir atom bombası patlatacaklarını söyleyen bir terörist grubu düşünürsen, ne demek istediğimi anlarsın.
Mite göre Löke Aasgard'a geri döner. Fröya'dan gelinlik elbiselerini giymesini, çünkü devlere gelin gitmesi gerektiğini anlatır. (Ya, maalesef! Maalesef!) Fröya çok sinirlenir, gidip devlerden birisiyle evlenecek olursa herkesin ona erkek delisi diyeceğini söyler.
Bu arada tanrı Heimdatm aklına parlak bir fikir gelir. Fröya'nın yerine Tor'un gelin kılığına girmesini önerir. Tor'un saçlarını bağlayıp, göğüs yerine taş koyarlarsa Tor kadına benzeyecektir. Tor elbette bu öneriden çok hoşlanmaz ama, Fröya'yı devlerin elinden kurtarmanın tek yolunun Heimdal'ın önerisine uymak olduğunu anlar.
Sonuç olarak Tor gelin kılığına girer ve Loke'yi nedime olarak yanına alır. Löke, "hadi kadın kadına Jotunheimen'a gidelim" der.
Modern bir deyişle, Tor ve Loke'nin tanrıların "terörle mücadele polisi" olduklarını söyleyebiliriz. Kadın kılığına girerek devlerin kalesini kuşatacak, Tor'un çekicini kurtaracaklardır.
Jotunheimen'a varır varmaz devler düğün şöleni hazırlıklarına başlarlar. Gel gör ki şölen sırasında gelin - yani Tor - koskoca bir öküzü ve sekiz koca balığı mideye indirir. Üç fıçı da bira içer. Trym bu
33
SOFİNİN DÜNYASI
durumdan şüphelenir. "Komando erlerinin" foyasının ortaya çıkmasına ramak kalmıştır. Ancak Löke, Fröya'nın Jotunheimen'a gelme heyecanı içinde sekiz gündür ağzına tek bir lokma koymadığını söyleyerek bu tehlikeli durumun altından kalkmayı becerir.
Trym bu kez de getini öpmek üzere duvağı kaldırır, ancak Tor'un keskin bakışlarıyla karşılaşınca korkuyla geri çekilir. Löke, gelinin düğün sevincinden sekiz gecedir gözüne bir damla uyku girmediğini söyleyerek, yine durumu kurtarır. Trym bunu üzerine çekicin getirilmesini ve nikah sırasında gelinin kucağına konmasını emreder.
Çekiç kucağına konunca Tor'un çok eğlendiği anlatılır destanda. Çekiciyle önce Trym'i sonra da bütün devleri öldürür. Böylece terör draması mutlu bir sona kavuşur. Tanrıların "Batman"ı ya da "James Bond"u Tor, kötü güçleri bir kez daha alteder.
Mitin kendisi işte böyle Sofi. Peki ne anlatıyor bu mit aslında? Sadece komiklik olsun diye çıkmadığı bir gerçek. Bu mitin de açık-lamakistediği bir şey var. Bir yorum şöyle olabilir:
Kuraklık olduğu zaman insanlar niye yağmur yağmadığını açıklamak zorunda kaldılar. Devler Tor'un çekicini çaldı diye olmasın sakın? diye düşündüler.

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin