476
DARWIN
küçük bir yüzdesidir. Örneğin şurada gördüğün trilobit denen hayvan türü artık mevcut değildir.
- En aşağıda da tek hücreli hayvanlar var.
- Bunlardan bazıları milyarlarca yıldır değişmeden bugüne gelmişlerdir. Gördüğün gibi tek hücreli hayvanlardan bitkiler dünyasına bir çizgi çekilmiş. Çünkü muhtemelen bitkiler de hayvanlar da aynı ilk hücreden meydana gelmişlerdir.
- Görüyorum, ama merak ettiğim bir şey var.
- Evet?
- Bu ilk hücre nasıl meydana geldi? Darvvin buna yanıt verebiliyor muydu?
- Oarvvin'in temkinli bir insan olduğunu söylemiştim. Ama bu noktada salt bir varsayımdan hareket etme hakkını görüyordu kendinde. Şöyle yazıyordu:
"... eğer (eğer ya! Ama ne eğer!) içinde her türlü amonyaklı ve fosforlu tuzların, ışığın, ısının, elektrik vs. nin mevcut olduğu küçük, sıcak bir su birikintisi olduğunu ve burada daha karmaşık değişimler geçirmeye müsait bir proteinin kimyasal olarak teşekkül ettiğini düşünecek olursak..."
- Ne olur o zaman?
- Oarvvin'in burada yaptığı, ilk hücrenin organik olmayan maddelerden nasıl oluşmuş olabileceği üzerine varsayımlarda bulunmaktı. Ve yine tahminleri son derece isabetliydi. Çünkü günümüzde de bilim, en ilkel yaşam biçiminin Darvvin'in tarif ettiği böyle bir "sıcak su birikintisi"nde ortaya çıkmış olabileceğini söylüyor.
- Devam et.
- Bu konuya oldukça yüzeysel bir şekilde değinmekle yetinelim. Ama unutma ki burada Darvvin'i bırakıp, Yeryüzü'nde hayatın başlangıcı üzerine günümüzde getirilen en son açıklamalara geçmiş oluyoruz.
477
SOFİNİN DÜNYASI
- Oldukça heyecanlıyım şimdi. Yeryüzü'nde hayatın nasıl başladığını bilen hiç kimse yok mu, yoksa var mı?
- Belki bu kesinlikle bilinmiyor ama giderek bu büyük bulmaca-nın cevabını vermede önemli yollar katediliyor.
- Devam et.
- Her şeyden önce şunu belirtelim ki Yeryüzü üzerindeki her türlü canlı, hem bitkiler ve hem de hayvanlar, aynı maddelerden oluşur. Bir canlının en basit tanımı şudur: canlı, besinli bir ortamda kendini iki tane birbirinin aynı parçaya bölebilen maddedir. Bu süreç, DNA dediğimiz bir madde tarafından yönetilir. DNA diye, yaşayan her türlü hücrede varolan kromozomlara ya da kalıtımla geçen maddeye denir. DNA aslında bir molekül ve oldukça karmaşık bir makro-mo-leküldür. Esas soru, ilk DNA molekülünün nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
- Evet?
- Yeryüzü, bundan 4,6 milyar yıl önce, güneş sisteminin ortaya çıkmasıyla birlikte oluşmuştur. Yeryüzü önceleri ateş halinde bir küreydi ve sonra zamanla yer kabuğu soğudu. Modern bilime göre ilk hayat da günümüzden 3-4 milyar yıl kadar önce ortaya çıktı.
- İnanılır gibi değil!
- Dur hele, devamını dinle de öyle karar ver. Öncelikle, Yeryüzü'-nün o zaman şimdikinden tamamen farklı olduğunu unutmamalısın. Yeryüzü'nde hayat olmadığı için atmosfer de oksijen içermiyordu. Çünkü oksijen ancak bitkilerin fotosentezi yoluyla açığa çıkan bir maddedir. İşte o zamanlar dünyada oksijen olmaması son derece önemli bir nokta. Çünkü DNA'yı oluşturan yapı taşlarının oksijen içeren bir atmosferde ortaya çıkmış olması olamayacak bir şey.
- Nedenmiş o?
- Çünkü oksijen son derece reaktif bir maddedir. DNA gibi karmaşık bir molekül de oksijenli bir ortamda oluşma fırsatı bulamaz, hemen "okside" olurdu.
- Pekâlâ.
478
DARWIN
- Bu yüzden de bugün hiçbir yeni canlı türünün, evet hattâ bir bakteri ya da bir virüsün bile, ortaya çıkamayacağını aynı kesinlikle söyleyebiliyoruz. Dünyadaki tüm hayat tamı tamına aynı yaşta olmak zorunda. Bir fille bir bakterinin soy ağacı tamı tamına aynı uzunlukta olmak durumunda. Bir fil ya da bir insan gerçekte bir tek hücreli yaratıklar toplamıdır. Çünkü vücudumuzdaki her bir hücre vücudumuzun diğer hücreleriyle tamamen aynı kalıtımsal maddeleri içerir. Yani kim olduğumuz, vücudumuzun her bir küçük hücresinde tanımlanmış durumdadır.
- Düşününce insana oldukça ilginç geliyor.
- Hayatın en büyük bilmecelerinden biri de, çok hücreli bir hayvanda her bir hücrenin yine de ayrı bir işlevi olmasıdır. Çünkü kalıtsal özellikler her hücrede aynı ölçüde etkin değildir. Bu özelliklerin ya da genlerin bir kısmı etkin bir kısmı ise etkin değildir. Bir ciğer hücresi, bir sinir hücresinden ya da bir deri hücresinden farklı proteinler üretir. Ama ciğer hücresi de, sinir ve deri hücreleri de aynı DNA molekülünü, yani tüm bir organizmanın tanımını içerir.
- Devam et.
- Atmosferde oksijen olmadığı zamanlarda Yeryüzü'nün etrafında dünyayı uzaydan gelen ışınlardan koruyan bir ozon tabakası da yoktu. Bu da önemli bir nokta. Çünkü bu ışınlar ilk moleküllerin oluşumunda önemli bir rol oynamış olmalılar. Pek çok farklı kimyasal maddenin karmaşık makro-moleküller oluşturmasının nedeni böyle bir kozmik ışın olmalı.
- Pekâlâ.
- Tekrar belirteyim: Karmaşık moleküllerin oluşabilmesi için en azından iki koşul sağlanmış olmalı: Atmosferde oksijen olmamalı ve uzaydan gelen ışınlar olmalı.
- Anlıyorum.
- Bu küçük su birikintisinde, ya da bilimin bugün kullandığı tâbirle bu ilk "küçük, sıcak havuz"da, karmaşık bir molekül oluştu. Bu molekülün birbirinin aynı iki parçaya bölünmek gibi ilginç bir
479
SOFfNİN DÜNYASI
özelliği vardı. Böylece uzun bir evrimin başlangıcı oluşmuş oluyordu Sofi. Biraz basitleştirecek olursak, bunun Yeryüzü'ndeki ilk kalıtımsal madde, ilk DNA ya da yaşayan ilk canlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu hücre bölündükçe bölündü ve her bir bölünmede mutasyon-lar oluştu. Çok, çok uzun zaman sonra böyle tek hücreli organizmalar birleşerek çok hücreli, karmaşık organizmaları meydana getirdi. Böylelikle bitkilerin fotosenteziyle birlikte atmosfer oksijen içermeye başladı. Oksijenin iki önemli anlamı oldu: Birincisi, ciğerleriyle soluyan hayvanlar ortaya çıkabildi. İkincisi de atmosfer Yeryüzü'nü uzaydan gelen zararlı ışınlara karşı koruyabildi. Çünkü Yeryüzü'nde ilk canlının oluşabilmesini sağlayan bu ışınlar, yaşayan canlılar için en büyük tehlikeydi de aynı zamanda.
- Ama atmosfer bir çırpıda oluşmadı ya! İlk canlılar atmosfersiz bir ortamda nasıl varolabildiler?
- Yaşam önce denizlerde, "küçük, sıcak havuz"da oluştu. Canlılar burada zararlı ışınlardan korunabiliyordu. Hem suda, hem de karada yaşayabilen ilk canlıların ortaya çıkması, ancak denizdeki bu canlıların bir atmosfer oluşturmasından sonra mümkün oldu. Gerisini biliyoruz. Biz de şimdi burada, ormanda bir kulübede oturmuş, üç-dört milyar yıl sürmüş bir süreçten bahsediyoruz. Ve bu uzun süreç kendi bilincine bizde varıyor. \
- Ve sen yine de herşeyin birtakım rastlantılar sonunda böyle olduğuna inanıyorsun, öyle mi?
- Hayır, ben böyle demedim. Bu levha, evrimin bir yönü olduğunu da gösteriyor aynı zamanda. Milyonlarca yıl boyunca insanlarda giderek daha karmaşık bir sinir sistemi ve daha büyük bir beyin oluştu. Ben bunun yalnızca bir rastlantıyla açıklanabileceğine inanmıyorum. Ya sen?
- İnsanın bir gözü var ve bu bir rastlantı sonucu oluşmuş olamaz. Çevremizdeki şeyleri görebilmemizin bir anlamı olmalı. Sence de doğru değil mi bu?
- İnsandaki göz de Darvvin'i şaşırtan hususlardan biriydi. Göz
480
P
DARWİN
kadar güzel bir şeyin salt bir rastlantı sonucu oluşmuş olacağını o da kabul edemiyordu.
Sofi Alberto'ya baka kaldı. Bir kez daha, şu anda yaşıyor olmasının, yalnızca bir kez yaşayacak olmasının, bir daha hayata gelmeyecek olmasının ne kadar ilginç bir şey olduğunu düşündü. Aniden dudaklarından şu sözler döküldü:
- "Neden ki bu amaçsız yaradılış, Yokolacaksa bir gün her yaratılmış?"
Alberto Sofi'ye sert sert baktı:
- Böyle konuşmamalısın.çocuğum. Bunlar şeytanın sözleri.
- Şeytanın mı?
- Ya da Goethe'nin "Faust" adlı eserindeki Mef istofeles'in. "Was soll uns denn das ew'ge Schaffen! Geschaffens zu nichts hinvvegzuraffenl"
- Ama ne anlama geliyor ki bu sözler?
- Faust ölürken tüm yaşamı gözlerinin önünden geçer ve bir zafer edasıyla şunları söyler:
Dur güzel an, kal biraz!
Bin yıl silemez
yaşantımda bıraktığım izleri.
Önceden görüyorum her şeyi büyük bir saadetle
ve tadına varıyorum şimdi bu büyük anın. -
- Ne güzel söylemiş.
- Ama sonra sıra şeytana gelir. Faust sözlerini bitirir bitirmez o
başlar:
Neden geçmiş? Geçmiş! ne saçma bir laf. Neden ki bu amaçsız yaradılış, yokolacaksa bir gün her yaratılmış?
481
SOFt'NÎN DÜNYASI
Geçmişle hiç olmamış aynı şey! "Geçmiş, gitmiş!" Yani neymiş? Hiç yaşamamış da sanki yaşayıp sonuna gelmiş. Öyleyse en iyisi bence sonsuz boşluk.
- Ne karamsar sözler bunlar! Ben Faust'un sözlerini daha çok sevdim. Hayatı son bulsa da, Faust ardında bıraktığı izlerde bir anlam buluyor.
- Çünkü Darvvin'in evrim teorisinin bir başka sonucu değil midir her bir küçük canlının bu büyük bağlamda bir anlam taşıdığı? Yaşayan bu gezegen biziz, Sofi! Evrende yanan bir güneşin etrafında gezinen bu büyük gemi biziz. Her birimiz de aynı zamanda yaşamın içinde yüzen, genlerle yüklü bir gemiyiz. Yükümüzü bir sonraki limana bıraktığımızda boşa yaşamamışız demektir. Björnstjerne Björn-son da "İlahi II" adlı şiirinde aynı düşünceleri dile getirir:
Selam olsun sana
her şeyin başı ömrün ilkbaharı! Yaradılış sabahı her şey ordadır,
yalnızca biçimdir yokolan.
Yoksa soy doğar soydan, daima yücelerek;
tür doğar türden milyonlarca yıldır. Dünyalar gelir, dünyalar geçer.
Hayatın neşesine karış, sen - bu baharda çiçek olabilen,
sonsuzluk şerefine tadına var bugünün insanlık adına; kendi payına düşenin tadına var
482
DARVVIN
bu sonsuzluk denizinde, küçük ve güçsüz çek her bir nefeste, bu sonsuz günün havasını içine!
- Ne kadar güzel!
- Artık başka bir şey söylemiyorum. "Satırbaşı!"
- Artık şu ironiye bir son versen iyi olur.
- "Satırbaşı!" dedim. Sözümü dinlemek zorundasın.
483
FREUD
...kadının içinde beliren kötü ve bencil düşünceler..
Hilde elindeki koca dosyayla birlikte yerinden fırladı. Dosyayı yazı masasının üzerine bırakıp üzerindekileri çıkarttı ve banyoya koştu. İki dakika kadar duşta kaldıktan sonra aceleyle giyindi ve koşarak aşağıya indi.
- Kahvaltıya geliyorsun, değil mi Hilde?
- Önce biraz çıkıp kayığa binmeliyim.
- Ama Hilde!
Evden koşarak çıkıp aşağıya doğru eğimli bahçeyi geçti. Kayığı iskeleden çözüp içine atladı ve kürek çekmeye koyuldu. Körfezde kürek çekti de çekti, önce hızlı hızlı, sonra gitgide sa-kinleşerek.
"Yaşayan bu gezegen biziz, Sofi! Evrende yanan bir güneşin etrafında gezinen bu büyük gemi biziz. Her birimiz de aynı zamanda yaşamın içinde yüzen, genlerle yüklü bir gemiyiz. Yükümüzü bir sonraki limana bıraktığımızda boşa yaşamamışız demektir..."
Hepsini ezbere hatırlıyordu. Zaten kendisine yazılmıştı tüm bunlar. Sofi'ye değil, kendisine. Dosyadaki her şey Hil-de'ye babasından mektuptu.
Kürekleri kayığın içine aldı. Kayık böylece bir süre suda salınarak durdu. Küçük su çırpıntıları kayığı okşuyordu.
Bu küçük kayığın Lillesand'daki bir körfezin yüzeyinde yüzmesi gibi o da Yeryüzü'nün üzerindeki küçücük bir fındık kabuğu gibiydi.
Burada Sofi ile Alberto'nun yeri neydi peki? Evet, nerdeydi
484
FREUD
Alberto ile Sofi?
Onların yalnızca babasının aklındaki bir takım "elektromanyetik etkileşimler" olduğuna inanamıyordu. Onların yalnızca babasının seyahat daktilosundan çıkma, kâğıt üzerindeki yazılar olduğunu kabul edemiyordu. Böyle olduğuna inanmak demek, kendisinin de bir zamanlar "küçük, sıcak bir ha-vuz"da oluşmuş protein alışverişinden başka bir şey olmadığına inanmak demekti. Oysa o bunun ötesinde bir şeydi. Hilde Möller Knag'dı o.
Bu büyük dosya harika bir, yaşgünü armağanıydı kuşkusuz. Ve kuşkusuz babası Hilde'de mutlak olan bir öze dokunmayı başarmıştı. Ama yine de babasının Sofi ile Alberto'dan bahsederken kullandığı çok bilmiş tonlamadan hoşlanmıyordu. '
Daha eve varmadan ufak bir ders verecekti babasına. Bunu o ikisine borçluydu. Hilde babasının Kastrup Havaala-nı'ndaki halini, deli gibi oradan oraya koşturmasını gözünün önüne getirebiliyordu.
Bir süre sonra Hilde iyice sakinleşmişti. Gerisin geriye kürek çekerek kayığı tekrar iskeleye bağladı. Sonra gidip annesiyle beraber kahvaltı etti. "Yumurta nefisti, ama biraz daha katı olsa daha iyi olurdu" demek gibi sıradan konulardan bahsetmek hoşuna gitti.
Dosyayı tekrar eline aldığında akşam olmuştu. Pek fazla sayfa kalmamıştı artık geriye.
Tekrar kapı çalındı.
- Kulaklarımızı tıkasak olmaz mı? diye sordu Alberto. - Belki o zaman ses de kaybolur gider.
- Olmaz. Kimin geldiğini bilmek istiyorum. Alberto da Sofi'nin arkasından gitti.
Kapıda çıplak bir adam duruyordu. Son derece haşmetli birta-
485
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
vırla duruyordu ama üzerinde başındaki taçtan başka hiçbir şey
yoktu.
- Evet? diye kükredi adam. - Kralın Yeni Giysileri hakkında ne
düşünüyorsunuz bakalım?
Al bert o ile Sofi şaşakalmışlardı. Onların bu haliyse adamı endişelendirdi.
- O da ne? Siz reverans da yapmıyorsunuz karşımda! diye bağırdı adam.
Alberto tüm cesaretini toplayıp:
- Doğru ama siz de niye böyle çırılçıplak geziyorsunuz? dedi. Çıplak adam kısa bir süre daha o muzaffer tavrını bozmadan
durdu. Alberto Sofi'nin kulağına fısıldadı:
- Kendinin saygıdeğer biri olduğunu sanıyor!
• Burada bir tür sansür mü uygulanmakta? diye sordu adam.
- Hayır efendim. Tümüyle uyanığız ve aklımız tümüyle yerinde. Bu yüzden siz bay Kral'ı bu kılıkta bu kapıdan içeriye sokmamız mümkün değil.
Sofi'ye bu kendini beğenmiş ama çırılçıplak adamın hali öyle komik göründü ki birden gülmeye başladı. Adama bu gülüş bir şok etkisi yaratmış olacak ki o da o anda üzerinde başındaki taçtan başka bir şey olmadığını farketti. İki eliyle önünü kapayıp doğru ormana koştu. Orada Adem ve Havva, Nuh, Kırmızı Başlıklı Kız ve Sevimli Ayıcık'la karşılaşırdı belki kimbilir!
Alberto ile Sofi eşikte durmuş gülüyorlardı. Alberto sonunda:
- İstersen gel yine içerde oturalım. Sana şimdi de Freud'dan ve onun bilinçaltıyla ilgili öğretisinden bahsedeceğim.
Yine pencerenin yanına oturdular. Sofi saatine bakıp:
- Saat iki buçuk olmuş bile. Daha partiyle ilgili bir sürü hazırlık yapmam gerek, dedi.
- Benim de. Ama önce Sigmund Freud 'la ilgili bir çift söz etmemiz gerek.
486
FREUD
- Freud filozof muydu?
• Ona kültür düşünürü diyebiliriz en azından. Freud 1856'da doğdu ve Viyana Üniversitesi'nde tıp eğitimi gördü. O zamanlar kültürel hayatın son derece canlı olduğu bir kentti Viyana ve Freud hayatının büyük bir kısmını bu kentte geçirdi. Önceleri tıbbın nöroloji dediğimiz dalında ihtisas yaptı. 19. yüzyılın sonlarından bu yüzyılın başlarına dek ise kendisinin "ruh çözümlemesi" ya da "psikanaliz" diye bilinen yöntemini geliştirdi.
- Sanırım bunun ne anlama geldiğini açıklayacaksın.
- "Psikanaliz" deyimi hem insanın genel ruhsal durumunu anlatan bir sözcük olarak, hem de sinirsel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir yöntem anlamında kullanılır. Ben burada ne Freud'un kişi olarak kendisinin ne de yönteminin ayrıntılarına gireceğim. Ancak bir insanı anlayabilmek için onun bilinçaltıyla ilgili görüşlerini mutlaka bilmek zorundayız.
- İlgimi çekmeyi basardın bîle. Anlat bakalım!
- Freud bir insanın kendisiyle o insanın çevresi arasında sürekli bir gerilim olduğu kanısındadır. Bir insanın kendi istek ve ihtiyaçlarıyla, çevresinin istek ve ihtiyaçları devamlı olarak çelişir. Freud'un İnsan davranışının kökenindeki nedenleri bulduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu da onu, 19. yüzyılda son derece popüler olan Natü-ralist akımların bir sembolü haline getirmiştir.
- İnsanların "davranışlarının kökenindeki nedenler"le ne demek istiyorsun?
- Davranışlarımızı belirleyen şey yalnızca aklımız değildir. İnsanlar, 18. yüzyıl Usçularının inanıp inandırmak istedikleri kadar akılcı yaratıklar değillerdir. Düşüncelerimizi, rüyalarımızı ve davranışlarımızı çoğu zaman hiç de mantıklı olmayan bir takım dürtüler belirler. Bu tür akıl dışı dürtüler, içimizde duyduğumuz daha derin bir takım istek ya da gereksinimlerin işaretçisi olabilirler. Örneğin yetişkin bir insanın cinsel ihtiyacı, çocuklardaki meme emme ihtiyacı kadar temel bir ihtiyaçtır.
487
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Anlıyorum.
- Bu kendi içinde çok müthiş bir buluş olmayabilir. Ama Freud bu tür temel ihtiyaçların "kılık" ya da "biçim değiştirerek", davranışlarımızı bizim kontrolümüz dışında belirlediğini de söyler. Ayrıca küçük çocukların da cinsel ihtiyaçları olduğunu söyler ki "çocuk cin-selliği"ne dair bu iddia, Viyana'daki yüksek kültürlü zümrelerin şiddetli tepkisini toplamış, Freud'u sevilmeyen adam yapmıştır.
- Hiç şaşırmadım doğrusu.
- Söz konusu dönem, her türlü cinselliğin tabu sayıldığı "Victoria DönemP'ydi. Freud çocuklarda cinsellik konusundaki görüşlerini kendisinin terapisttik yaptığı dönemlerdeki deneyimlerine dayandırıyordu. Yani öne sürdüğü tezlerin deneysel bir tabanı vardı. Nevroz ya da diğer bazı sinirsel hastalıkların nedeninin çocuklukta yaşanmış bir takım çatışmalar olduğunu da gözlemlemişti. Freud zamanla "ruhsal arkeoloji" diyebileceğimiz bir tedavi yöntemi geliştirdi.
- Ne anlama geliyor bu?
- Bir arkeologun işi, değişik kültür aşamalarını inceleyerek uzak bir geçmişten izler bulmaktır. 18. yüzyıldan bir bıçak bulur örneğin. Sonra toprağın biraz daha derininde 14. yüzyıldan kalma bir tarak bulur. Daha da derine indiğinde de 5. yüzyıldan kalma bir vazo...
¦ Evet?
- Aynı şekilde psikanalist de hastasının da yardımıyla, sonunda sinirsel hastalığa yol açmış olan, hastanın geçmişte yaşadığı ve bilinçaltında yatan deneyimleri gün ışığına çıkarmaya çalışır. Çünkü Freud'a göre her türlü anımız aslında bilinçaltımızda yatmaktadır.
- Şimdi daha iyi anlıyorum.
- Bu şekilde psikanalist hastanın yıllarca unutmaya çalıştığı ama gerçekte hep varolan ve o insanı hep engellemiş olan kötü bir deneyimi bulup çıkarır. Böyle bir "dramatik olayı" bilinç düzeyine çıkarıp hastayı bununla yüzleştirdiğinde hasta bu meseleyi artık "halletmiş olur" ve iyileşir.
- Çok mantıklı.
488
FREUD
- Tabii ben çok hızlı gittim. Önce Freud'un insan ruhunu nasıl tanımladığını görelim. Hiçbir küçük çocuğu yakından gördün mü?
- Dört yaşında bir kuzenim var.
- Dünyaya geldiğimizde, doğrudan doğruya fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarımızın belirlemesine göre yaşarız. Süt verilmezse ağlarız. Altımızı ıslattığımızda da. Fiziksel yakınlık ve vücut sıcaklığı aradığımızı hareketlerimizle belirtiriz. İçimizde taşıdığımız bu "arzu ilke-si"ne Freud O adını veriyordu. Çocukken salt bir "O"yuzdur.
- Evet?
- "O" ya da bu arzu ilkesini büyüyûnceye kadar ve tüm hayatımız boyunca içimizde taşırız. Ancak zamanla isteklerimizi çevremize uyarlamayı öğreniriz. Zamanla arzu ilkesi yerini "gerçeklik ilkesF'ne bırakmaya başlar. Freud böylelikle düzenleyici bir işlevi olan bir ben yarattığımızı söyler. Bir şeyi ne kadar çok istersek isteyelim artık bu isteğimiz olana kadar oturup ağlamayız.
- Tabii ki öyle.
- İşte büyüdüğümüzde bir şeyi çok güçlü bir biçimde istediğimiz ve bu isteklerin toplumca kabul edilmediği anlar olabilir. Bu durumda isteklerimizi bastırmak, yani bu istekleri unutmaya çalışmak durumunda kalabiliriz.
• Anlıyorum.
- Freud insan ruhunda üçüncü bir "basamak" daha olduğunu söylüyordu. Daha çok küçük yaşlardan itibaren anne-babamızın ve çevremizin ahlak kurallarıyla karşı karşıya kalırız. Yanlış bir şey yaptığımızda, anne-babamız "A, böyle yapılmaz!" ya da "A, ne ayıp şey!" derler. Büyüdükten sonra da ahlak kuralları ve yargılar devam eder. Çevremizin ahlaksal beklentileri sanki içimize girmiş, benliğimizin bir parçası olmuştur. Freud bunu üstben diye adlandırır.
- Bununla vicdanı mı kastediyordu?
- "Üstben" dediği şeye vicdan da dahildir. Freud'a göre üstben "kötü" ya da "olmayacak" şeyler istediğimizde harekete geçer. Erotik ya da cinsel arzular konusunda da bu böyledir. Ve daha önce de
489
SOFfNÎN DÜNYASI
söylediğimiz gibi Freud bu tür "olmayacak" ya da "ayıp" isteklerin içimizde daha çocukluktan itibaren varolduğunu söyler.
- Nasıl yani?
- Bugün küçük çocukların cinsel organlarıyla oynadıklarını bili-yor ve görüyoruz. Deniz kıyılarında hep gördüğümüz bir şeydir bu. Freud'un yaşadığı zamanlarda böyle bir şey olduğunda iki-üç yaşındaki çocukcağızın eline bir şaplak indirilir, "Ne ayıp!", "Böyle şey yapılır mı hiç?" ya da "Çek ellerini bakayım orandan!" denirdi.
- Ne saçma!
- Böylelikle insanda cinsel organ ve cinsellik konusunda bir suçluluk duygusu gelişmeye başlar. Bu suçluluk duygusu "üst-ben"e yerleştiği için, Freud'a göre pek çok insan, gerçekte insanların hemen hemen hepsi, hayatı boyunca cinsellik konusunda bir suçluluk duygusu taşır. Öte yandan Freud'a göre cinsel istekler insanın doğal ve önemli bir yanını oluşturur. Ve ne yazık ki Sofi'ciğim, isteklerle suçluluk arasında tüm bir hayat boyunca büyük bir çelişki yaşanır.
- Bu çelişki günümüzde Freud'un yaşadığı dönemden daha az
herhalde...
- Büyük bir olasılıkla öyle. Ancak Freud'un hastalarından bazısı bu çelişkiyi öyle şiddetli bir şekilde yaşıyorlardı ki Freud'un nevroz dediği ruh haline giriyorlardı. Örneğin Freud'un kadın hastalarından biri, kayınbiraderine gizliden gizliye aşıktı. Kızkardeşi bir hastalık sonucu ölünce, "Artık onunla ben evlenebilirim," diye düşündü. Bu düşünce ise onun "üstben"iyle çok fazla çelişen bir düşünceydi. Bu çelişki öylesine dayanılmaz bir hal almıştı ki kadın bu düşüncesini şiddetle bastırmaya çalışmıştı. Yani bu düşüncelerini bilinçaltına itmişti. Freud şunları yazar: "Bu genç kız histerik nöbetler içinde hasta düşüp ben tedaviye başladığımda, kızın, kızkardeşinin ölüm döşeğinde düşündüğü kötü, bencil düşünceleri hiç mi hiç hatırlamadığını gördüm. Ama tedavi sırasında kız bunları tekrar hatırladı, o duygularını patojenjk bir anda tüm şiddetiyle yeniden yaşadı ve
490
FREUD
bundan sonra tekrar sıhhatine kavuştu."
- Şimdi "ruhsal arkeoloji" demekle ne demek istediğini daha iyi anlıyorum.
- Şimdi insan psikolojisinin daha genel bir tarifini yapabiliriz. Pek çok hastayla yaşadığı deneyimlerden sonra Freud bilincin insan ruhunun yalnızca çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu söylüyordu. Bilinç, buzdağının suyun üzerindeki kısmıdır yalnızca. Suyun altında ya da bilincin denetiminin altında bir "bilinçaltı" ya da bilinçsizlik vard\r.
- Bilinçaltı denen şey hep içimizde olan ama unutup hatırlamadığımız şeylerdir, öyle mi?
- Yaşadığımız her türlü deneyimi sürekli bilincimizde tutmamız mümkün değildir. Daha önce düşündüğümüz ya da yaşadığımız ve "şöyle bir düşünsek aklımıza gelecek" şeylere Freud "bilinçöncesi" şeyler diyordu. "Bilinçaltı" sözcüğünü ise "bastırdığımız" duygular anlamında kullanıyordu. Bunlar bizim "hoş olmadığı", "ayıp olduğu" ya da "çirkin olduğu" için bir zamanlar unutmaya çalıştığımız şeylerdir. Bilincimiz ya da "üstben"imiz için başa çıkamadığı istek ve arzularımızı bir alt kata iteriz anlayacağın. Bırakırız orada kalsınlar!
- Anlıyorum.
- Bu, tüm sağlıklı insanlarda varolan bir işleyiştir. Ancak bazı insanlar için yasak düşünceleri bilinçten uzaklaştırmak öyle büyük bir çabaya mal olabilir ki insanda sonunda sinir bozukluklarına yol açabilir. Çünkü bu şekilde bastırılan duygular tekrar bilinç düzeyine çıkmaya çalışmaktadırlar. Ve bazı kişiler bu tip duyguları bastırmak için diğer insanlardan daha çok enerji kullanmak zorunda kalabilir. Freud 1909'da, psikanaliz üzerine ders vermek üzere Amerika'ya gittiğinde bu bastırma mekanizmasının nasıl işlediğine dair bir örnek verir.
- Hemen anlat.
- Freud şöyle demiştir: "Varsayalım ki bu salonda... insanları ra-
491
SOFÎ'NİN DÜNYASI
hatsız eder mahiyette hareketler yapan ve sürekli gülerek, konuşarak, ayaklarını takırdatarak benim dikkatimi dağıtan bir kişi olsun. O zaman ben bu koşullar altında devam edemeyeceğimi söyleyince salondan bir iki güçlü genç ayağa kalkar ve bu huzur bozan kişiyi salondan atarlar. İşte o insan 'bastırılmıştır' ve ben böylece dersime devam edebilirim. Bu kişinin tekrar huzur bozmasını engellemek için, aslında benim arzumu yerine getirmiş bu beyler sandalyelerini kapının önüne çeker ve bastırılanın tekrar ortaya çıkmasına karşı bir 'direniş' kurarlar. İşte bu iki konumu 'bilinç' ve 'bilinçaltı' diye ad-landırırsanız, bastırma süreci diyerek neyi anlatmak istediğimi daha kolay anlarsınız,"