Tarihten evvelki zamanların orman içinde yasayan insanına hayatını korumak imkânım veren kurnazlık bugün hâlâ en harika ilmi zafer şekli altında, insanlara hayatları boyunca yardımcı olmaktadır. Ve insanlara gelecekteki mücadeleleri için zırhlar yapmak imkânını temin etmektedir. insanın bütün emel ve düşünceleri, bütün icatları bu dünya |üzerinde yaşayan insanların mücadelelerini kolaylaştırır. Hatta, bir adın, bir keşfin veya büyük bir ilmi mütalâanın tatbiki faydasının crhal anlaşılması bile, insanın diğer canlıların üstüne çıkmasına ardıma olur ve insanı her bakımdan bu dünyada hâkim bir mahlûk yapacak derecede takviye ve tahkim eder.
Bütün icatların münferit birer yaratıcı kudretin neticesi olduğu görülür. Bu müstakil fertler ister kendileri arzulamış olsunlar, ister İrzulamamış olsunlar, bir noktaya kadar insanlığın velinimetidirler. Bu gibi kimselerin hareketleri, milyonlarca insanın eline hayat
I mücadelelerini kolaylaştıracak birçok vasıtaları vermektedir. Günü-Rlüzdeki medeniyetin başlangıcında, daima birtakım mucitlerin jahsiyederini görmekteyiz. Bu mucitler olumlu hareketleri ile bir-İirlerini tamamlarlar ve karşılıklı olarak birbirlerini tahdit ederler. ÎCatların ve keşiflerin gerçekleşmeleri ve tatbiki surette uygulamaya taşlamaları zamanında da, tamamen bu böyledir. Çünkü açıklama sılalarının tamamı, icat sorununa ve bundan dolayı kişiye ilişkin-lir.
Nihayet her türlü ölçüden uzak bulunan, fakat sonraki her tür-llü teknik icadın şartım meydana getiren sadece yaradılışa ilişkin ça-I lişma, kendine özgü şahsiyetin sonucu gibi görünür.
Meydana getiren kuvvet, topluluk değildir. Teşkilât kuran ya Jda düşünen çoğunluk değildir, daima her yerde, tek başına kişidir.
Bir topluluk sadece, bu yaratıcı kuvvetlerin çalışmalarını en lyüksek dereceye yükselttiği ve bu çalışmaları topluluğun menfaati-|fte uygun bir şekilde tanzim ettiği zaman, "iyi bir teşkilâta" sahip fcgörünür, ister maddi aleme, ister manevi aleme ait olsun, bir buluş ficin en çok değerli olan şey, önce mucidin şahsıdır. Bir toplulu-I gün teşkilât içindeki en büyük ve en yüksek vazifesi, o teşkilâttan '>• kamunun menfaatine uygun bir şekilde faydalanmaktır.
Hakikatte ise, teşkilât bizzat bu prensibin uygulamasını bir an Uçin bile gözden ve akıldan uzak tutmamalıdır. Ancak bu şekilde, 1 teşkilât, makineciliğin felâketlerinden kurtulacak ve canlı bir organ i haline gelecektir. Teşkilât, iyi "kafa'ları topluluğun üstüne çıkarmak ve topluluğu da bu "kafa'ların emirleri altına koymak eğilimini or-taya çıkarmalıdır.
Teşkilât, insanlığın nail olduğu lütfün hiçbir zaman kütleden gelmediğini, yaratıcı dimağlardan çıktığım bilmeli ve ırkın hakiki velinimetlerinin onlar olduğunu kendine ilke edinmelidir. Aynı zamanda teşkilât bu ilkeyle hareket etmelidir. Teşkilâtın bu seçkin şahıslara hâkim bir nüfuz ve tesir ederek, hareket ve nüfuzlarını kolaylaştırması, kamunun menfaatinedir. Çünkü bu genel menfaatleri, hiç şüphe yok ki ne aptalların veya ehliyetsiz olanların hâkimiyeti ne halk topluluklarının çoğunluğu temin edecektir. Mutlaka yüksek kabiliyetlere sahip kimseler işleri ele almalıdırlar .
"tktidarlı Kafa" aranması, daha önce de söylediğimiz gibi hayat mücadelesinin haşin seleksiyonuyla meydana gelir. Birçoğu parçalanır ve yok olur. Böylece o işte ehil olmadıklarını gösterirler. Sonunda seçkin sıfatıyla seçilenlerin ve diğerlerinden ayrılanların sayıca pek az oldukları görülür. Tefekkür, güzel sanatlar ve iktisat âleminde bu seleksiyon işi hâlâ bugün kendini göstermektedir. Fakat, bugün iktisat âleminde "iKTlDARLI KAFA"yı seçme uygulaması birtakım ağır yükler altında kalmaktadır.
Devletin idaresi ve askeri teşkilâtın şekillendirdiği kudret de bu kişilik fikrinin aynı derecede egemenliği altındadır. Bunu her yerde, astlar üzerinde mutlak otorite, liderlere karşı tam mesuliyet şekliyle görmek mümkündür. Yalnız siyasi hayat, bu tabii ekseninden bugün tamamen kurtulmuştur. Bütün medeniyet ferdin yaratıcı faaliyetinin neticesidir. Halbuki ekseriyet prensibi her hükümetin özellikle en yüksek akıllılarında bulunmakta ve oradan da yavaş yavaş memleketin bütün hayatım zehirlemektedir.
Esas itibarıyla, Yahudiliğin yıkıcı tesirini kendisi kabul etmiş olan milletlerde, şahsiyetin nüfuzunu yıkmak ve yerine kütlenin nüfuzunu ikame etmek için devamlı bir şekilde gösterilen gayretlen bilmek ve anlamak lâzımdır. Üstün ırklardaki yapıcılık prensibi, yerini Yahudilerin yıkıcılık prensibine terk etmektedir. Yahudiler, milletlerin ve ırkların bozulma mayaları olmaktadır. Bir başka ifadeyle Yahudiler, medeniyeti çöküntüye sürüklemektedir.
Marksizm'e gelince, bu doktrin Yahudi'nin medeniyet sahasında bütün faaliyet şekilleri içinden şahsiyetin üstünlüğünü hariç bırakarak, yerine adedin üstünlüğünü getirmek için gösterdiği gayreti temsil eder. Siyasal bakımdan parlamenter biçim bu doktrine karşılık gelir. Komünün en küçük hücresinden uygarlığın doruğuna kadar, her yanda bu parlamento biçiminin uğursuz etkileri görülür. iktisadi sahada sendikalist tahriklere yol açılmaktadır. Bu sendi-kalist tahriklerin işçilerin menfaatlerine olacağı düşünülemez. Yalnız, uluslararası Yahudiliğin yıkıcı emelleri bu tahriklerden faydalanır.
iktisadi hareket, şahsiyet prensibinden ne kadar uzaklaştırılırsa ve iktisadi hareketin faaliyeti topluluğun nüfuz ve tesirine teslim edilirse, ekonomik hareketin yaratıcılık niteliği de o kadar zayıflar. Neticede kaçınılması imkânsız bir çöküş arz eder.
Çeşitli mesleklerdeki danışma bürolarının hepsi kullandıkları kimselerin menfaatlerini hakikaten takip edecekleri yerde, bizzat üretim üzerinde bir nüfuz ve tesir yapmaya çalışırlarsa, aynı yıkıcı gayeye bilmeyerek hizmet etmiş olurlar. Bunun neticesi şu olur. Bu hareketten genel üretim ve bu surette fert zarar görür.
Keza, bir milletin mensuplarının ihtiyaçları, kâğıt üzerinde sözle ve nazariyatla tatmin edilemez. Topluluğun genel çalışması neticesinde, ferdin menfaatlerine hizmet edecek olan nimetlerin her gün herkesin hissesine düşen miktarının çoğaltılması ile bir milletin mensuplarının ihtiyaçları giderebilinir.
Mesele, Marksizm'in topluluklar hakkındaki nazariyesine dayanarak, şimdiki iktisadiyatın vazifesini ele alıp, bu iktisadiyatın devamlı olup olmayacağını münakaşa etmek değildir. Kaldı ki, bu prensibin doğru veya yanlış olduğu hakkındaki münakaşa, bugün mevcut durumu gelecekte yönetmeye ehil olduğunu ispat etmesiyle çözümlenemez. Şayet, bir uygarlık yaratmaya ehil olduğunu ispat ederse, ancak o zaman sorun çözümlenmiş olur.
Bu faaliyetin başarıyla münasebeti ne olursa olsun, bu başarı, Marksizm'in miras bıraktığı şeyi hiçbir zaman kendi ilkelerini uygulama suretiyle meydana getiremeyeceği yolundaki olumlu iddiamız ve olumlu hadiseler karşısında ehemmiyetli bir durum arz etmez. Çünkü, Marksizm fiiliyatta bunun açık delilini bizzat vermiştir.
Marksizm işte bundan dolayı kısa bir zaman sonra "şahsiyet" prensibine boyun eğmiştir. Bu durum Marksizm'in kendi teşkilâtının bu teoriden azade kalamayacağını açıkça göstermektedir. Bunlar "ırkçı felsefe"nin en esaslı eylemleridir.
Eğer, bugün Nasyonal Sosyalist Hareket yukarıda izah ettiğimiz esaslı konunun önemini tesadüfen kavramamış olsaydı ve mevcut vaziyeti az çok değiştirerek Marksistlerin işine gelen şekilde çoğunluğun egemenliği sistemini kabul etseydi, sonuçta Marksistlerle aynı paralele düşecek ve böylece birbirlerine rakip iki siyasi oluşumdan ibaret kalacaklardı. Hareketimizin toplumsal programı, şahsiyeti bir kenara itip ve yerine çoğunluğu koymayı ilke edinse idi, işte o zaman "Nasyonal Sosyalizm" de mevcut burjuva partileri gibi Marksizm zehri ile zehirlenmiş bir halde olacaktı. Irkçı devlet bütün bu iktisadi ve siyasi çevreleri parlamenter çoğunluk ilkesinden, yani topluluğun vereceği karardan tamamen kurtarmalıdır. Bunun yerine, hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan, "bireyin"in hukukunu koymalıdır. Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç ve dünyayı tehdit eden Marksizm'e karşı alınacak tedbir şudur:
En 172 anayasa ve en güzel devlet kuruluşu, topluluğun en seçkin unsurlarına rehberin önemini, âmir ve hâkim olanın nüfuzunu tabii bir şekilde temin edecek olan siyasi teşkilât şeklidir, iktisadı sahada kabiliyetli olan kimseler ifa edecekleri işlerin başlarına yukardan yapılan atamalarla getirilemezler. Bu yetenekli kimseler dikkatleri kendi üzerlerine çekmelidirler.
Tahsil, en basit dükkânda çalışırken en muazzam teşebbüse gelinceye kadar her kademede temin edilir: Yalnız, fertler "hayat imtihanları" geçirmekte devam ederler.
Siyasi liderlerin de, bir gün içinde kalabalık arasında bulunamayacakları aşikârdır. Fevkalâde kabiliyete sahip olanlar, basit insanlar gibi aynı kaidelere bağlı değildirler.
Devletin bütün teşkilâtında "komün"ü teşkil eden en küçük hücreden, bütün bir memleketin en yüksek mertebesine varıncaya kadar "şahsiyet prensibi" esas alınmalıdır.
Eskiden Prusya ordusunu, Alman milletinin hayran kalman bir organı haline getiren ilkenin temelini bu siyasi sistem teşkil etmiştir. Her liderin, emrindeki kimseler üzerinde tam bir oto-rite"si ve üstlerine karşı da tam bir "sorumluluğu" olmalıdır.
Bugün dahi parlamentolar denen esnaf localarından vazgeçilmez. Yalnız bu parlamentoların bütün müzakereleri birer danışma mahiyetindedir. Parlamentolar esasta lüzumludur. Çünkü öyle bir çevre meydana getirirler ki, bugün kendilerine büyük sorumluluklar verilecek olan liderler, bu parlamentolarda yavaş yavaş terbiye görerek pişerler.
BÖLÜM 16
Bütün bu söylediklerimizden sonra şu tabloyu çizebiliriz: Irkçı devlet, komünden, Reich'ın hükümetine varıncaya kadar, ekseriyet yolu ile bir şeye karar verebilecek hiçbir temsili topluluğa gerek göstermeyecektir. Irkçı devletin yalnız danışma mahiyetinde heyetleri olacaktır. Bu danışma heyetleri, devamlı bir şekilde, liderin yanında olacak ve görevlerini liderlerden alacaklardır. Hatta, bazı hallerde ve bazı sahalarda tam sorumluluk ortaya çıkacaktır. Bu durum esnaf birliklerinin başkanları için de daima böyle olmuştur, işte bu benzerlik bu yolda yürümeye hak verdiren sebeplerden biridir.
Irkçı devlet, özel konular hakkında, meselâ iktisadi konularda yetişmeleri ve gösterecekleri faaliyetleri itibariyle tamamen ehliyetsiz olan kimselerden fikir ve öneri almayacaktır. Demek ki, ırkçı devlet temsili heyetlerini, siyasi meclisler ve korporatif kanunlar diye iki kısma ayıracaktır.
Bu iki kısmın elbirliğiyle ve ortaklaşa çalışabilmesinin sonuca varır hâle gelmesi için, bunların üstünde devamlı bir şekilde seçimle gelmiş bir heyet bulunacak ve bu iki kısım için statü konacaktır.
Ne meclislerde, ne de senatolarda hiçbir vakit oy verilmeyecektir. Bu heyetler, çalışma organlarıdır. Hiçbir vakit "oy makineleri" değildirler. Bu iki heyetin üyeleri danışma mahiyetinde oya sahiptirler, fakat karar almak mevzuunda hiçbir yetkileri yoktur. Bu karar verme yetki ve hakkı yalnız lidere aittir. Sorumluluğu lider ortaya koymaktadır.
Bizim parlamenter mesuliyetsizlik devrimiz bizi, mutlak so rumluluk ve mutlak otoriteden kurulu olan bir seçkin şefler grubu teşkil etmeye zorlamaktadır.
işte bu şekilde devletin anayasası, iktisat ve medeniyet sahasında azametini borçlu olduğu şahsiyet ilkesi ile ahenkli bir hale getirilecektir.
Bu görüşleri gerçekleştirmek olanağına gelince, tarih bize şunu göstermektedir ki, parlamentoların çoğunluk tarafından karar verilmesi yolundaki ilkeleri dünyaya çok eski tarihlerden, daha açık ifade edelim, ezelden beri hâkim olmamıştır. Tam aksine, tarihte ekseriyet usulüne gayet kısa devrelerde rastlanır. Tarih ise, bu devrelerin daima milletleri Ve devletlerin harap oldukları zamanlara tesadüf ettiğini açıkça yazmaktadır.
Bu anlattığım kuramsal tedbirlerin, devletin yalnız anayasasına sahip olmakla kalmayarak, yasama faaliyetini de ilgilendireceğine ve herkesi bütün resmi hayatında etkileyeceğine ihtimal verilmelidir.
Bizim yapmak istediğimiz böyle bir inkılâp hareketi, ancak bu fikirlerle yoğrulmuş ve içinde gelecekteki ırkçı devletin çekirdeğini taşıyan bir partinin faaliyeti ile meydana gelecektir.
Bundan dolayıdır ki Nasyonal Sosyalist Parti bütün bu fikirlerle yoğrulmuş bir duruma gelmelidir.
Bu duruma gelmesi devlete sadece emirler vermesi için değil, devlete kendi teşkilâtlı heyetini temin edecek olan dahili teşkilâtım ameli icraata doğru çevirmesi bakımından da lüzumludur.
BÖLÜM 17
Irkçı Devlet, hayatının lüzumlu şartları bilinmekle eyleme geçi-I rilemez. Irkçı bir devletin nasıl olacağını bilmek de yeterli değildir. önce, ırkçı devleti meydana getirmek gerekmektedir.
Her şeyden önce, bugünkü durumlarıyla devletten faydalanan partilerin bu durumlarında bir değişiklik yapmalarına teşebbüs etmeleri ve bu adi tavır ve hareketlerini kendiliklerinden değiştirmeleri beklenemez. Kaldı ki bu partileri idare edenler daima Yahudi-lerdir ve Yahudiler olacaktır. Hedef olduğumuz olumsuz değişiklik eğer önlenemezse bir gün Yahudi, milletleri ezecek ve onların efendisi olacaktır. Korkaklık, tembellik ya da ahmaklık yüzünden yok ve harap olmaya son sürat koşan milyonlarca Alman burjuvası ve proleteri karşısında takip âdi gayeyi gayet iyi idrak eden Yahudi, bu âdi gayeye ulaşmak için yolunda hiçbir mukavemete tesadüf etmeden ilerlemektedir. Yahudi tarafından sevk ve idare edilen bir siyasi parti Yahudi menfaatlerinden başka bir şey için mücadele etmez. Bu menfaatlerin ise üstün ırkların esaslı emelleri ile ortak bir tarafı yoktur. Eğer ırkçı devlet, ideal sahasından, realite sahasına nakledilmek isteniyorsa, her şeyden önce, kamu hayatının mevcut bütün kuvvetleri haricinde, böyle bir ideal uğrunda kavgayı göze almak iradesine ve vasıtasına sahip yeni bir parti aramalıdır. Çünkü burada, hakikaten bir kavga bahis mevzuudur.
Tarihin ortaya koyduğu bir hakikat vardır: En büyük zorluk, yeni bir vaziyet meydana getirmek değil, ona yeri serbest bulundurabilmektir.
Batıl fikirlerle menfaatler birleşince bu vaziyet karşısında mevki alıyorlar, her türlü çareye başvurarak, kendilerinin hesaplarına uygun düşmeyen veya onları tehdit eden bir fikrin zaferini yasaklamaya kalkıyorlar. Bundan dolayıdır ki, bizim hareketimizin mücahitleri, bütün olumlu zevk ve heyecanına rağmen önce mevcut olan vaziyetten kurtulmak için olumsuz bir mücadeleye atılmalıdırlar.
Yeni ilkeli genç ve asil doktrin, her ne kadar nahoş görünürse de, başlangıçta merhamet göstermeden eleştiri silâhını kullanmalıdır. Bugün, sözümona ırkçı olanların her vesile ile olumsuz bir eleştiriye girişmekten çekindiklerini ve bütün faaliyetlerini yapıcı bir işe hasrettiklerini tekrar tekrar söylemelerine tanık oluyoruz. Bu da böylelerinin tarihi konulardaki görüşlerinin de pek az derin olduğunu ispat eder.
Bu çocukça ve aptalca bir düşünüştür. Bu gibi "kafa'larda tarih zerre kadar bir iz bırakmadan gelip geçmiştir. Marksizm'in, bir gayesi vardır. Bu gaye, yapıcı bir işi eleştirmekten ibarettir. Marksist-lerin yaptıkları, yıkıcı ve ayırıcı bir eleştiridir. Onlar için ancak uluslararası Yahudiliğin ve kozmopolit maliyecilerin istibdadını ihya etmek söz konusudur. Hep ve daima eleştirdiler. Neticede bu kemiriciler, devleti parçaladılar ve onu tamamen yıkılmaya hazır bir hale getirdiler, işte bundan sonra o mahut söz, "yapıcılık" sözü edilmeğe başlandı.
Bu açık ve mantığa uygun bir harekettir. Mevcut bir vaziyet, gelecekteki vaziyetin peygamberleri ve avukatları önünde kendiliğinden yıkılıp gitmez. Mevcut vaziyetin taraftarlarının veya mevcut vaziyetle sadece biraz ilgili olanların, sadece gerekli görülmesi üzerine yeni bir rejim fikrine kapılacaklarına ve bunu tamamıyla kabul edeceklerine ihtimal verilemez. Bilâkis iki rejim aynı zamanda mevcut olmakta devam edecektir. Yalnızca sözde kalan felsefi doktrin bir partinin dar çerçevesi dahilinde ebediyen kapalı kalacaktır. Çünkü herhangi bir doktrin hiçbir zaman hoşgörülü olamaz. Şiddetle kendi telkinlerinin ve fikirlerinin tanınmasını arzu eder. Çünkü bu inanışlar, bütün kamu hayatını değiştirecektir. Bir doktrin eski rejimin hiçbir bakiyesine tahammül edemez. Dinler için de durum aynıdır. Hıristiyanlık da yalnız kendi tapınaklarını kurmakla yetinemezdi. Tanrı'ya ortak koşanların tapınaklarını da yıkması icap ediyordu. Yalnız bu tutucu ve hoşgörüden yoksun davranış havarilik inancını yaratabilirdi. Bu iki tarihi örnek pek haklı olarak itiraz edilebilir, ve bu tarz , hoşgörüsüzlük ve taassup esas itibariyle Yahudi'ye yaraşır, denebilir. Bu söz bin kere doğru olabilir. Ancak bundan esef duyulabilir. Pek haklı bir endişe ile denilebilir ki insanlığın tarihinde bu dinin meydana çıkışı, o yere, o güne kadar mevcut olmayan yeni bir şey getirmiştir.
Fakat bunun hiçbir faydası yoktur. Bugün bir emrivaki söz konusudur. Alman milletini bugünkü vaziyetten kurtarmak isteyenler, şu veya bu mevcut olmasaydı ne kadar güzel olurdu diye kafa patlatacak durumda değildirler. Bu kimseler, esasta mevcut olan şeyin nasıl yok edileceğim araştırmak ve tayin etmek durumundadırlar.
En şiddetli müsamahasızlıkla dolu bir doktrin (Marksizm), ancak o doktrine karşı aynı ruhu taşıyan, aynı kuvvetli irade ile mücadele eden ve aynı zamanda hakikate mutlak surette uygun bir fikir taşıyan doktrin (Nasyonal Sosyalizm) tarafından parçalanacaktır.
Bugün herkes tarihi inceleyecek olursa zamanımızdakine nispetle çok daha hür olan eski devirlerde Hıristiyanlığın ilk manevi terörü ortaya koymuş olduğunu pekâlâ görebilir, işte o devirden bu yana, dünyanın bu terörün hükmü altında yaşaması keyfiyetine karşı kimse bir şey yapamazdı. Bundan çıkacak sonuç şudur: Zorlama ancak zorlama ile, terör, ancak terör ile yokedüebilir. işte ancak o zaman yeni bir rejim kurmak mümkün olur.
Siyasi partiler "karşılıklı menfaatler" ile anlaşmaya meyyaldirler. Felsefi doktrinler ise asla anlaşamazlar.Hattâ siyasi partiler karşı çıkanları ile de anlaşmaya varırlar. Felsefi doktrinler kendilerini "hata işlemez" ilân ederler.
Siyasi partiler başlangıçta hemen daima zorba bir dayatmaya erişmek niyetindedirler. Bu partiler, bir iki felsefi doktrine karşı bir dereceye kadar bir eğilim gösterirler. Fakat programlarının darlığı siyasi partileri, hakiki bir felsefi doktrinin müdafaasının gerektirdiği kahramanlıktan mahrum bırakır. Siyasi partilerin uzlaştırıcı iradeleri etraflarına küçük ve zayıf ruhları toplar. Bu gibi kimselerle, örneğin bir haçlılar seferine çıkılamaz. Bundan dolayı, çoğu zaman pek erken olarak o acınacak küçüklükleri içinde mahsur kalırlar.
işin aslı tetkik edilecek olursa şu manzara ile karşılaşırız. Siyasi partiler, çoğu zaman mücadeleyi bir sistem için terk ederek, güya "olumlu bir elbirliğiyle çalışmak" gayesinde, fakat mümkün olduğu kadar süratle mevcut müesseselerden birinde, küçük bir makam ka zanmaya ve bu yerde mümkün olduğu kadar, uzun zaman kalmağa gayret ederler. Siyasi partiler, bütün dikkatlerini bu nokta üzerinde toplarlar.
Eğer biraz sert bakışlı bir rakip bu gibi siyasi partileri "yem-lik"ten uzaklaştıracak olursa, bu partilerin yandaşları kafalarında yalnız bir fikir beslerler: Zorla veya hile ile tekrar açların ilk sınıflarına dahil olarak, hattâ en mukaddes saydıkları kanaatlerini de çiğneme pahasına, bu kıymetli kudret levhasına iştirak etmek... işte, besledikleri fikir budur! AH BU SİYASET ÇAKALLARI!..
Hiçbir zaman bir siyasi doktrin, diğer bir siyasi doktrinle uzlaşmaya hazır bir halde bulunamaz. Önceden kötülediği bir vaziyete, hiçbir zaman iştirak etmeye razı olmaz. Tersine, bir siyasi doktrin, mevcut rejim ile ve muhalif manevi âlem ile mücadeleye ve onların yok olmalarını hazırlamaya kendini mecbur hisseder ve vazifeli sayar.
Tamamen tahripkâr olan, kuvveti diğer siyasi doktrinler tarafından derhal anlaşılan ve bunun sonucu olarak birbirleri ile anlamış siyasi doktrinlerin meydana getirdikleri dayanıklılık cephesi ile karşılaşan bu "hareket" dünya hakkındaki yeni idealin başarısı uğrunda girişilen mücadelede azimli savaşçılara ihtiyaç duyar.
Demek oluyor ki bir siyasi doktrin, ancak devrinin ve milletinin en cesaret sahibi ve faal unsurlarını kudretli ve kuvvetli bir mücadele teşkilâtı halinde bir araya getirmek şartı ile fikirlerinin galip gelmesini sağlayabilir. Ayrıca, siyasi doktrinin, bu değerli unsurları göz önünde tutarak, felsefenin tamamının içinden birtakım fikirleri seçmesi ve onlara yeni bir insan grubuna "iman maddesi" hizmetini görebilecek, gayet açık ve kahredici bir şekil ve ruh vermesi de gereklidir.
Bir siyasi partinin programı, sadece yakın bir gelecekte yapılacak seçimlerde partinin başarısını sağlayacak bir ciladan başka bir şey değildir. Fakat felsefi bir doktrinin programı, kurulu nizama karşı, mevcut bir vaziyete karşı ve hayat hakkında tatbiki bir tehlikeye karşı bir savaş ilânı mahiyetine ve kıymetine sahip bulunmaktadır.
Hemen şunu da belirtelim ki, doktrin uğrunda mücadele edenlerin hepsinin, tamamen yapılan işten haberdar edilmelerine veya hareket liderinin düşüncelerinin tamamına doğru bir şekilde olma-|%rına lüzum yoktur. Esas lüzumlu olan şey, mücadele edenlerin f Ittiktarca az, fakat ehemmiyetleri itibariyle çok kıymetli birkaç esaslı
prensibi gayet açık bir şekilde öğrenmeleridir. Böyle olunca bu mü-l'him ilkelerle ilelebet tanışık bir hale gelirler. Ayrıca partilerinin ve
doktrinlerinin başarı kazanmasının gerekli olduğuna kanaat getirir-
ler
Bir er, yüksek rütbeli bir subayın plânlarına karışamaz. As-|; keri sert bir disipline, davasının haklı ve bu yolda üstün gelmesinin f lüzumlu olduğu, nefsini tamamen bu amaca vakfetmesi icap ettiği kanaatine alıştırmak ne kadar lüzumlu ve doğru ise, bir "hareket"in ! taraftarlarının da bu şekilde hazırlanmaları aynı büyüklükte önemli-
-Bütün erleri, general kabiliyetine sahip olan bir ordu ne işe ya-
far? Her halde hiçbir işe... Bunun gibi, sadece seçkin kimselerden 'bir fayda görülemez. Siyasi partilerde alelade kimselere de ihtiyaç h vardır. Böyle olmazsa parti dahilinde bir disiplin temin etmek tnümkün olamaz.
Bir teşkilat, mahiyeti itibariyle, ancak zeki ve yüksek amirlerin, j emirleri ve idareleri ile payidar olabilir. Bu teşkilata, rehberi hissiyat olan bir topluluk hizmet eder.
Zeki oldukları kadar iktidar sahibi olan iki yüz kişiden kurulu bir heyetin sevk ve idaresi, yüz doksan tane daha az kabiliyetli ve on tane de yüksek tahsil ve terbiye görmüş kimselerden teşekkül e-den bir heyetin sevk ve idaresinden daha zordur.
Sosyal demokrasi bu husustan büyük bir fayda sağlamıştır. Sosyal demokrasi teşkilâtında da er ve subaylar vardır. Bunlar şunlardır. Alman işçisi askerlik vazifesini bitirip, sivil hayata döndüğü vakit er, aydın olan Yahudi ise subay olmuştur. Sendika idarecileri, hemen hemen küçük rütbeli subaylara denk bir hayat meydana getirmiştir. Burjuvazinin her zaman baş silkerek karşıladığı cahil toplulukların Marksizm'i tercih etmeleri keyfiyeti, hakikatte Marksizm'in muvaffakiyetinin ilk şartını teşkil ediyordu.
Burjuva partileri, değişmez aydınları ile, disiplinsiz ve bir fiil ve harekete geçmekten âciz bir topluluk meydana getirdikleri halde, Marksizm daha az aydın bir kadro ile, çarpışan ve mücadele eden bir ordu kuruyordu, işte bu ordu vaktiyle nasıl Alman subaylarına itaat etmişse, şimdi de Yahudi liderlerine körü körüne itaatte bulu nuyordu. Alman burjuvazisi psikoloji sorunları ile hiçbir zaman meşgul olmadı. Alman burjuvazisi, kendini daima bu sorunların üstünde gördü. Bu fiili vaziyetin derin nüansını ve açıkça görülen tehlikesini anlamak için bu olay üzerine etraflıca düşünmedi ve biı tartışmada bulunmayı lüzumlu görmedi.
Bilâkis Alman burjuvazisi, siyasi bir hareketle sadece aydınlar dan kurulu bir kadro ile iktidar mevkiine ulaşacağına ve bu başarıya kültürsüz bir toplulukla erişilemeyeceğine inandı. Alman burjuva partileri hiçbir zaman şu gerçeği göremediler. Bir siyasi partinin kuvveti hiçbir zaman ve yalnızca üyelerinin her birindeki zekâ ve fikri yetenek sayesinde meydana gelmez. Kuvvet ve başarı ancak da ha ziyâde, üyelerin manevi kumandayı takip hususunda gösterdikleri itaat ve disiplin ruhundadır.
Kesin ve etki yapıcı olan şey bizzat liderlerdir, iki kuvvetli ordu çarpıştıkları zaman, zafer, orduyu teşkil eden askerlerin her birindeki strateji tahsili üstün olan tarafın lehine oluşmaz. Bu çarpışmadan, en üstün kumandanı, en çok disiplinli, en körü körüne itaatli ve en çok temkinli olanlardan teşekkül eden ordu galip çıkar.
Dostları ilə paylaş: |