Kalbe
Yolculuk
Mehmet DOĞRAMACI
© İnsanlığa hibedir! Kaynak ve isim belirtmek suretiyle alıntı yapılabilir.
Es-Selâm
İnsanın kendini arayışı sürerken geçilen bir dizi süreç, çoğu zaman hakiki manası ile anlaşılmaksızın tecrübe adı altında mazinin derinliklerine kilitlenerek mahkum edilir. Neyi, neden ve hangi gayeye yönelik olarak yaşadığını, gelişen olgu ve olayların nerelerden süzülerek nasıl açığa çıktığını fark etmek; kalabalık toplum yığınları arasında çok az kimseye nasip olan paha biçilmez bir farkındalık.
Geçmiş ve gelecek kaydından çıkıp bilinci AN konumunda tutarak akışı okumak ise; sadece Tasavvufun Hakikatine yönelenlerin erişeceği ilahi bir lütuf! Tasavvufun Hakikatinin aynı zamanda İnsanın Hakikati olduğu fark edilirse, sadece manevi bir alana değil; madde- mana ikileminden öte evrensel bir gerçekliğe işaret edilmek istendiği görülecektir.
Elinizde tuttuğunuz bu eser; arayanların yaşadıkları süreçleri çözümlemelerine naçiz bir katkı olarak siz değerli idrak sahiplerine takdim ediliyor. Üç bölüm halinde düzenlenen bu çalışmada hakikatini arayan insanın farklılık arayışı ile toplum-dan kendine yöneldiği yalnızlık süreçleri birinci bölümde, dost- ışık ve rehber arayışları ikinci bölümde, öze yöneliş de üçüncü bölümde sunuluyor. Her biri yaşanmış idrak sahneleri yansıtan bu bölümlerde, sübjektif seyirlerin satır aralarında içinde olduğumuz süreçlere objektif yaklaşımlar göreceksiniz.
Beşeri yaşamın bunalımdan çıkaramadığı insanımızı; ölümlü, sınırlı, sonlu beden girdabından, ölümsüz, sınırsız, sonsuz şuur iklimine kanat açmaktan başka hiçbir bir çaba gerçek özgürlüğe taşıyamaz!... Kalp ile kastedilenin yürek isimli organ-dan öte insanda mevcut ezeli ve ebedi boyut olduğunu söyler-sek; hayatın kalbe yolculuk ile anlam kazanacağı şüphesiz. Kalbe yolculuk; sanılanın aksine içeriden dışarıya, bedenden ruha, maddeden manaya değil; bizatihi kendimizden kendimize; benlik adlı sanal gölgeden “öz ben” e yönelen uzun soluklu bir seyahat!
Milyarlarca insan geçti dünyadan, beden hapishanesinde sıkıntılar çekerek. Gaflet perdesini aralayamayan örtülü bilinçler, bedence yaşamın bedelini berzah aleminde cehennem yaşayarak ödüyor, kalbe yolculuk nasiplerinde olmadığı için! Dileriz, beşerce bakıştan insanca seyre, bedence yaşamdan kalpçe yaşama geçiş bizlere kolaylaşmış olsun.
Bu vesileyle; okuyacağınız eserin oluşmasında, fikir çatımızın inşasında değerli görüş ve düşüncelerini makalelere almamıza izin ve imkan veren; başta Üstad Ahmed Hulusi olmak üzere; İlim ve Gönül Ehli Büyüklerimize, sohbet ve gözlemlerimize katkılar sunan değerli dostlarımıza şükranlarımızı ifade etmeyi, yerine getirilmesi ulvi bir görev addediyoruz.
Hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak hazırlık, dizgi, baskı ve dağıtım aşamalarında üstün gayretler sarf eden değerli yayın ekibine de ayrıca teşekkür ediyoruz.
Kalbe yolculuğumuz hazmıyla ve de kolaylaşarak hepimize mübarek olsun. Selam; yaşamımız olsun!
Mehmet DOĞRAMACI
Bir Başına
Kendine doğru yolculuğa çıkan insanın tasavvufi çalışmalar esnasında yaşadığı bazı içsel duyuşlar, yalnızlık anında yapılan tefekkürler bu bölümde yer alıyor.
Bazen bir günce, bazen bir gezi notu akıcılığında okuyacaklarınızda, hayata dair ışıltılı imgeler, sade gözlemler, inci misali; gönül derinliklerinden çıkarılan tespitler bulacaksınız…
Genellikle uzlet, yalnızlık ve kendi ile baş başa kalınan saatlerin eseri makale ve denemelerin yer aldığı bu bölüme “Bir Başına” adını verdik.
Birliğe, Tekliğe doğru yönelinen istikamette bir başına yaşanan anların çok özel yeri olsa gerek. İnsan o anlarda; ortak benliğe, Hakkani vicdana doğru indiği için sübjektif görünen değerlendirmeler, özde birlik yansıtan doğulara dönüşür. Gönül ummanından sahile vuranların keyifli bir düşünce seyahati yaşatması dileğiyle sizi, sizinle bir başınıza bırakıyoruz.
Farklı Bir Şey
Kalabalığa uymak, herkesin yaptığını yapmak sıkıcı geliyordu Ona. Daima farklılıkları denemek, yeni seyirler yaşamak istiyordu. Dinlenmesi, eğlencesi, vakti değerlendirmesi farklı olmalıydı. Sıradanlık bunaltıyordu. Halim, selim görüntüsünün altında belki de ilk gençlik yıllarından kalma muhalif bir ruh, isyankar bir boyut saklıydı. Tek düzeliğe, alışılmışa karşı zaman zaman o ruh baş kaldırır, o anlarda dışarıdan bakanların belki de garip karşılayacağı tavırlar sergilerdi.
Güneş tutuluyordu o gün. Yerli, yabancı turistler Güney sahillerine ve İç Anadolu’nun kuzeyine akın ediyordu. Tam tutulma yaşanacaktı. Mana boyutunda olayı karşılamak isteyenler zikir ve tespihe başlıyor, merak dolu imanlı yürekler ilmihallerden “Küsûf (Güneş Tutulması) Namazı” bahsini inceliyordu. Tebliğ gayreti içinde olan bazı gençler el ilanları ile yapılacak olanları halka dağıtıyordu. Broşürde yazılanlardan iki maddeye ilişti gözü : Hasta ziyareti ve Sadaka!..
Hz. Musa’nın Rabbi ile konuşmasını hatırladı :
- Ya Musa, benim için ne yaptın?
- Namaz kıldım, oruç tuttum ey Rabbim.
- Onlar kendin için Ya Musa, benim için ne yaptın?...
Musa şaşırmıştı. Sırf Rabbi için ne yapabilirdi?... İlahi hitap devam etti.
- Hastalandım, gelmedin Ya Musa?
- Haaaşaaa!.. Ey Rabbim sen hasta olmaktan münezzehsin!...
- Geceleri inleyen, acı ve ağrı çeken o hasta var ya, benim rızam onunlaydı ey Musa!..
Zikir ve tesbihata devam ediyordu. Ama farklı bir şey yapmalıydı.
Tutulmaya saatler kala, internetten görüştüğü bir hakikat yolcusunu hatırladı. Hastası olan biriydi bu. Hakikat yolcuları sırlarını açmazlardı pek. Ahvalini ısrarla sorduğu için görüştüğü kişi bir miktar anlatmıştı. Bağlantıya geçti. “Evinize 5-10 dk uğramama, hastanızı ziyaret etmeme izin verir misiniz?” dedi… “Memnun oluruz” cevabını alınca fırladı yerinden.
Şehrin en uzak semtine doğru yol alıyordu. Bilmediği bir evde ilk kez göreceği insanları, onların hastaları ile olan bağlarını, sabır ve tahammüllerini merak ediyordu. Vakit öğleye doğru akarken radyolar tutulma haberleri için Antalya ve Konya ile canlı bağlantılara geçmişti. Frekansları karıştırdı, farklı bir yayın arıyordu. Bir kanal sürekli salavat getiriyor, Alemlerin Efendisi (sav) ne övgü dolu naatlarla güneş tutulması karşılanıyordu. Orayı dinleyerek yola devam etti.
Epey mesafe kat ettikten sonra verilen adrese ulaştı. Denize nazır; penceresinde kırmızı sardunyalar açan beyaz badanalı, bahçeli evin avlusuna girdiğinde; ” Ben küçük Zehra için geldim ” dedi… Yukarı buyur ettiler. Odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında zihni de bakışı da bir anda donmuştu. Yedi-sekiz yaşlarında menekşe gözlü, şirin mi şirin bir kız çocuğu makineler, serumlar ve hortumlardan oluşan yaşam destek ünitesi ile hayata tutunmaya çalışıyordu.
Annesi ile tanıştı. Anlattılar. Doğumundan çok kısa süre sonra bu duruma gelmişti Zehra. Bir metabolizma hastalığı idi yaşadığı. Nefes alışı, yeme-içmesi hep kontrol altındaydı 24 saat. Başında biri bulunmadığında her an her şey olabilirdi.
Teyzesi, annesi ve büyük hastanelerden birinin yoğun bakım servisinden bir görevli, sürekli Onunla idi...Uzun uzun düşündü. Hastası olan bir ev, üstelik bir çocuk!.. Kendi çocukları geldi gözünün önüne. Koşabilmeleri, akşam eve geldiğinde boynuna atılmaları, sağlıklı bünyeleri ne büyük nimetti?!..
Anne ve teyze yatağa bağlı pamuk prensesin serüvenini anlatırken simalarını gözlemledi. En ufak bir sabırsızlık yada bıkkınlık emaresi yoktu üzerlerinde. Öylesine bütünleşmiş, öylesine hazmetmişlerdi ki durumu; konuşurken “Zehra şunları şunları yaşadı” demek yerine; çoğul kipiyle “Biz şunları yaşadık, şu zaman şöyle olduk, şimdi şöyleyiz” tarzından cümleler kuruyorlardı.
İnsan bu kadar mı mütevekkil, bu kadar mı teslimiyet içinde, bu kadar mı razı olurdu?! Rıza halini düşünüyordu son günlerde. Rızanın canlı timsali idi konuştuğu kişiler. “Rıza bu işte”, dedi içinden.
Arada bir denize, bahçeye baksa da kaçamak gözlerle Zehra’yı süzüyordu. Zehra’nın gözleri camdaydı. “O bugün güneş tutulmasını bekliyor” dediler. Konuşamayan bir çocuk güneş tutulmasını nasıl bilir ki diye düşündü. İçinden geçenleri duymuşçasına teyzesi söze girdi :
” Biliriz biz, Zehra’mız hepsini bilir, O hisseder!.. Onun hisleri hepimizden daha açık!...”
Beş duyunun bir kayıtlanma olduğundan, bilimin son dönemlerde 32 duyu tespit ettiğinden, belki de duyuların bile sonsuz-sınırsız olduğundan bahis açtılar. Onlar konuşurken Zehra etrafı gözleriyle kolaçan ediyordu. Teyzesi ; ” Sizin gelişinizden çok memnun!... Siz de Onun hissettiklerini hissetmeye çalışın!.. Memnuniyeti yansıyacak size!” dedi.
Ona neler yansımamıştı ki?!.. Hissettikleri dile dökemeyeceği kadar yoğun ve sırlı idi. Dalgınlığını perdelemek istercesine, bir bardak su istedi. Çaylar yudumlanıp sohbet devam ederken bardağa 41 Fatiha okudu. Buna yürekten inanmıştı. Evde çoğu kere sürahiye de 41 Fatiha okurdu!.. Fatiha; Kur ’anın Özeti, Fatiha; Sırların Anası, Fatiha; Şifa Anahtarıydı!..
Okumayı bitirince “Bunu Ona içirin, umarım bir şeyi kalmaz” dedi…Tıp, bu dert için çaresi yok diyordu. Oysa Allah devasız dert yaratmamıştı. İçine gelen his; günün birinde Zehra’nın koşup oynayacağını fısıldıyordu. Bir güneş tutulması gününde başlayan bu hastalığın, bu yıl ki güneş tutulması ile şok bir şifaya kavuşması için niyaz etti Rabbine. Hepsi Allah’ın elindeydi. Güç-Kudret Onundu. O dilerse razı olan kuluna neler bahşetmezdi ki?!..
Müsaade istedi. Zehra’nın minik elini öperek ayrılacaktı. Büyükler hep çocuklara el öptürürdü. O buna da muhalifti!... Aykırı olmayı sevmişti ya! Çocukların elini öperdi. Minikler önce şaşırır, sonra pek sevinirlerdi. Yatağa bağlı Zehra’nın elini öptü. Şifa diledi ve ayrıldı evden.
Yokuş aşağı inerken nicedir boğazına düğümlenenler nefesini kesiyordu. Daha fazla tutamadı kendini ve gözlerinde titreyip duran hüzün seline teslim oldu. Radyoyu açtı. Yunus ilahileri çalıyordu :
“Bir hastaya vardın ise
Bir damla su verdin ise
Yarın anda karı gele ş
Hak Şarabın içmiş gibi!”
Hastaya varmış, su da vermişti. Ya içtiği Hak Şarabı neydi?... Rıza dedi içinden, rıza!.. Razı olanları görmüştü. Rızanın canlı örnekleri ile sohbet etmişti. Bundan daha mutluluk verici bir şey olabilir miydi?.. Kevser’den bir kadeh içmekti razı olmak!.. Rızayı yudum yudum sindirenleri gördü. Belki birkaç damla rıza şarabı tatmak Ona da nasip olmuştu.
Otoyola çıktığında tutulma başlıyordu. Radyoda Tevbe-i İstiğfar ve Salavatlar artmış, dualar peş peşe akmaya başlamıştı. Güneş ışıkları kurşûnî renge dönüşüyor, gölgemsi bir atmosfer yola düşüyordu. Sıkışık trafikte öndeki araç ani duruş yapınca kontrolü kaybetti. Küt diye vurmuştu. “Eyvah” dedi içinden, “Ey-vah, bu pahalı aracın sahibi kim bilir şimdi ne aksilikler çıkarır?..”
Kontağı kapayıp indi. Öndeki şoför de indi. Simasından mülayimlik damlayan kişi ile el sıkışıp geçmiş olsun dilediler birbirlerine. Ses de çıkmıştı ama tamponlarda çizik bile yoktu. Hayret ettiler. İyi günler dileyip yola devam ederken şaşkındı.
Yunus diyordu ya “Yarın anda karşı gele!” Yarın; bu andı, dem bu demdi… Hastanın rızası koruyucu kalkan oldu besbelli, dedi içinden!.. Rıza yarını beklemeden anında karşılamıştı belayı. Seriül Hisabtı Alemlerin Rabbi.
Yol üstündeki bir mescide uğradı. İki rekat namaz kılarak dua etti. Cami çıkışında bir market önünde bekleyen teyzeye hal hatır etti. Onu da tanımıyordu. Bugün bir düşküne selam verilmeli, sadaka çıkarılmalıydı. Teyzenin niçin beklediğini hissetmişti. Kim bilir belki de sebze reyonlarından arta kalanları alacak, gecekondusuna ezik domatesler, bayat ekmekler götürecekti. Cebinden çıkardığı üç beş kuruşu yaşlı kadının eline sıkıştırdı. ”Torunlarına bir şeyler alırsın” dedi… Kadının gözleri parladı :” Sen bizim yetimleri tanıyor musuuuun? ” diye sordu. Tanımıyordu. Yetimleri olduğunu da bilmiyordu. İçinden öyle demek gelivermişti. Kadın bildiği bütün duaları sıralarken ; ”Şükrümüz Allah’a olsun teyze, kal sağlıcakla” deyip uzaklaştı.
İşyerine döndüğünde çalışma arkadaşları güneş tutulması üzerine konuşuyordu. Kimi deprem senaryoları üretiyor, kimi beyinlerde ve idraklerde değişim olacağından dem vuruyor, kimi de namaz ve zikrin faydalarını anlatıyordu. İçlerinden biri : ”Siz ne yaptınız bugün?” diye sordu.
- Şarap içtim şarap!... Hem de çok tatlı, çok farklı bir şarap!...
Herkes birbirine bakıştı…
“Şarap içmişmiş!.. Tövbe tövbeeee!.. Buna da son dönemlerde bir haller oldu” diye fısıldaşmalar sürerken, O muzip bir gülümseme ve hiç tatmadığı iç huzuru ile girdi odasına.
Haftalık Hac
Tasavvufi eserlere kendini vermeye başladığından beri, insanlardan mümkün olduğunca uzaklaşıyor, uzlet sırrını anlamaya çalışıyordu. O akşam okuduğu kitabın Eyüp Sultan ’la alakalı bölümünde ilk kez duyduğu bir kavram çıktı karşısına. Yazar şöyle anlatıyordu :
“Her Perşembe akşamı Eyüp Sultan ’a gider akşam ve yatsıyı orada kılarım. Eyüp yolu ; ahiret yoludur. Perşembe akşamları Eyüp tamamen ahiretleşiyor. Haftalık Haccımı huşu ile eda edebilmekten mutluyum.”
Okuduğu kitapları çize çize haritaya çevirmişti. Satırları karalar, yanlara notlar alır, sayfaları çiftçi edasıyla tarlaya çevirirdi. Takıntılı adamdı. Bir şeye takmaya görsün, engel tanımaz, mutlaka hedefe varmanın yollarını arardı. Taktığı şeyler normal insanlara göre değildi. Başkaları yaptıklarını görse, belki de deli damgası yerdi. “Haftalık Hac” kavramının altını çizdi. Bununla da yetinmeyip sayfa kenarına bol miktarda ünlem, soru işareti ve sıkça kullandığı üç noktalardan serpiştirdi. Beynindeki hayretleri anlatmaya bu işaretler yetmese de, bir daha incelediğinde gözünden kaçmasın diye böyle yapardı işte.
Ertesi gün ilk işi Eyüp’e gitmek olacaktı. İş yerinden çıkınca atladığı dolmuştan Piyer Loti yakınında indi. İkindiden akşama epey vakit vardı. Kır Kahvesinde oturan âşıklara ve turistlere takılmadan yamaçtan yürüdü. Zirvede Haliç’i, siluete oturan camileri seyretmek üzere biraz soluklandı. Haliçteki adalara dikkatle baktığında, zıplayan tavşanları ve seken tavukları gözleri seçebiliyordu. Çocuksu bir sürur kapladı içini.
Betonlaşan kentte, hain ellerden uzak doğal yaşamı görmek ne büyük lütuftu. Az ileri doğru yürüyünce, karşısındaki kabrin mermer levhasındaki isim tanıdık geldi : Ahmet Kabaklı... ”Türk Edebiyatı Tarihi”nin müellifi, son devir Alperenlerinden, eski Tercüman gazetesinin “Gün Işığında” yazarı, güzel insan burada yatıyordu demek. Mezara gıpta etti. İstanbul ve Hak Aşığı biri için bundan güzel yer olamazdı. Üstad, İstanbul’u kabirde tepeden temaşa ediyordu.
Parke taşlı yoldan içeriye, servilerle örtülü kabristana girdi. Abdülhakim Arvasi Hazretleri (k.s)’nin Gümüşsuyu tepesindeki tekkesi mutad uğrak yerlerindendi. Oradaki erenlere demet demet Fatihalar sundu. Türbelerden birinin kapısındaki levhayı okurken sevinçle parladı gözleri. Gavs-ı Azam A. Geylani (k.s) hazretlerinin torunlarından biri de buradaydı. Gavs ’tan bir parçanın İstanbul’a nasip olmasına hamdetti.
Yokuş aşağı inerken maneviyat ve fikir dünyasında büyük emekleri olan üstada uğramalıydı. Necip Fazıl Kısakürek ve eşi Neslihan Hanım’a da bir buket dua ve şükran bıraktı. Resmi erkânın unuttuğu Mareşal vardı az yukarıda. Medrese ehli bir aileden süzülerek yetişen Mareşal Fevzi Çakmak ve hemen yanındaki Mevlana Küçük Hüseyin Efendi ile de bir miktar sohbet etti. Mareşale kızardı bazen, gücünü ve ağırlığını kullanmadı diye. Mareşal seslendi: “Her şey O’nun tecellisi değil mi? Bizde güç var mı ki?” ”Doğru paşam, hakkınız var.” dedi ve aşağıya indi.
Kitaplarını su içer gibi okuduğu Ak Saçlı Bilge’nin “Dua ve Zikir”de bahsettiği Medineli Hacı Osman Efendi’yi merak ediyor, adı “Beykozlu” diye geçtiği için, mezarı buralarda değildir diye aramıyordu. Her zaman uğradığı Necip Fazıl Üstad’ın kabrinin karşı çaprazında etrafı yeşil renkli demir parmaklıklarla çevrelenen kabrin üzerindeki Osmanlıca yazıları çözmeye çabaladı. Az altında Türkçesi de vardı : Medineli Hacı Osman Akfırat yazıyordu. Ak Saçlı Bilge’yi Rasululullah ile farklı bir boyutta tanıştıran bu Zattı işte. Binlerce rahmet okudu ruhuna. “Benim de nasibim var mı bu işten Üstadım?” dedi. Şöyle bir nida duydu : “Aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlardır.”
Camiye yaklaşıyordu. Ölüm haberi Türkiye’ye geldiğinde yediden yetmişe her müminin ağladığı M. Esad Coşan ve damadına da hediyelerini verdi. “Ölüm kime nerede gelir bilinmez. Belki biz de bir okyanus ortasında kavuşuruz Allah’a” diye on yıl önceki vaazında söyleyen Esad Hoca; Avustralya’dan, okyanus ortasından Hakk’a kanatlanmıştı.
Güvercinlerin yem yediği alana geldiğinde akşam ezanı başlamıştı. Namazdan sonra türbenin niyaz penceresi önünde ezberinde olan ve kolayına gelen Mülk Suresini okudu. Rasül’ün mihmandarı, o güzel insanın makamı burasıydı işte. Rasülullah’ı yedi ay evinde ağırlamak nasip olmuş, İstanbul cihadına tam doksan yaşında katılmaktan geri kalmamıştı Ebu Eyyüp El Ensari. Mülk Suresi biterken Asrı Saadet Medinesini, Bilal’leri, Habbab’ları düşünerek tefekkür ediyordu. İki damla yaş, elmacık kemiklerinden süzülürken ensar ve muhacirden olmaya öykündü bir an.
Avludan dışarı çıkarken havuzun öte yanında mezarı pek de bilinmeyen bir Zat’a uğrayacaktı. Paşaların, kumandanların büyük türbeleri vardı. O, türbe istememişti.
Müfti’s- Segaleyn (Cinler ve İnsanların müftüsü) ünvanına sahip büyük alim, Kanuni’nin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi, şimdilerde Hat Sanatı kurslarının verildiği binanın hemen yanında yatıyordu. O’nun huzurunda durduğunda hava iyice kararmıştı. Satıcı çocuklar ve Eyüp’ü gezenler, garip gözlerle bakıyordu O’na. Gece vakti, mezarların ta içine sokulmuş bir adamı yadırgamakta kendilerine göre haksız da sayılmazlardı.
Aldırmadı. Ebussuud Efendi’ye de Kur’an’dan bölümler okudu. Titriyordu. Ya bir kelimeyi yanlış telaffuz ederse ne demezdi koca alim?.. Kalkar kulağını çekerdi alimallah!.. Müderris önünde molla terbiyesi ile okumalıydı Kur’an’ı.
Yatsıya vardı daha. Hava da serindi. Çay bahçelerinden birinde dinlenecek, çantasındaki kitaptan yine sırlar yakalamaya çalışacaktı. Bir fincan çay istedi. Çayı çok severdi. “Kazanla olsa içerim, ıssız adaya düşsem yanıma semaver alsam yeter” diye espri yapardı dostlarına. Bir-iki derken, üç fincanı yuvarladı. Minarenin yeşil ışıkları, camiyi aydınlatan projektörler ve gökyüzünde gülümseyen bedir (dolunay) halindeki ay manevi tabloyu tamamlıyordu.
Yazar, “Perşembe geceleri Eyüp ahiretleşir.” diyordu ya. Şimdi o hisleri daha iyi anlıyordu. Önündeki sayfada Niyazi Mısri’nin dizlerini gördü :
“Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş
Bürhan aradım aslıma, aslım bana bürhan imiş”
Yatsı ezanı koro halinde Haliç’i, Sütlüce yamaçlarını inletirken yerinden kalktı. Hesabı öderken kasadaki orta yaşlı adam : “Beyim bir fincan bizden olsun, bize de dua edin.” dedi. Şaşırdı. Tanımıyordu adamı. Belli ki kalp ehli biriydi. “Estağfirullah. Kimin duası makbul bilinmez. Siz de bize dua buyurun” dedi.
Yatsı namazını kılmak üzere camiye girerken “Haftalık Hac” sırrını bir ucundan yakaladığı için mutluydu. Artık ömrü oldukça her Perşembe gelecekti buraya.
Perde
Akşam eve döndüğünde her zamankinden daha yorgun olduğunu hissetti. Kitap okumak şöyle dursun sayfa açmaya mecali yoktu. Kendini koltuğa bıraktığında bedeninin çuval gibi yığılışına karşı koymaya, tonlarca yük binmişçesine ağırlaşan göz kapaklarını aralamaya güç yetiremiyordu. Lisede edebiyat öğretmenlerinin yaptırdığı gibi ; bir kelimeyi ele alıp onunla ilgili manaları sıralamayı düşündü.
Akşamüstü şekerlemesine böyle dalarsa belki Üstadının vurguladığı rüyaları yönlendirme sırrını yakalayabilirdi. Nefsi seslendi öte yandan : ”Bedenine dahi hakim olamadın, rüyana mı hakim olacaksın?!” Olsun, yine de bir kelime seçip düşünmeliydi. Perdeye ilişti gözü. ”Perde” sözcüğü etrafında uzunca bir seyahate çıktı.
…
Akşam kızıllığı şehre çökerken, aile reisi ihtiyar baba kızını uyardı :
-Perdeleri çek artık.
Kız, zamane gençlerine özgü havailikle :
-Aman babaaa!... Herkesin avizeleri görünüyor açık perdelerden. Hala köylü gibi perde çektirirsin, diye burun kıvırdı.
Son dönemlerde açık perde ile oturmak, avizelerini göstermek, mahremiyeti ifşa etmek moda olmuştu kentte. Baba :
-Aile mahremiyeti için perde eminliktir kızım, diyerek ısrar etti.
O akşam da perdeler dış dünyaya kapandı ve huzur içinde sofradaki yerlerini aldılar.
…
Ana caddede aniden meydana gelen çökme, dolmuşun aşağı yuvarlanmasına neden olmuş, basit bir sebepten 3 can gitmişti. Onlarca yaralı da cabası!... Yol günlerce trafiğe kapalı kalacaktı. Yolun alt kısmında süren inşaatın istinat duvarı, perde betonu zayıf olduğundan çökmüştü.
…
Olay yeri inceleme ekibi cinayeti tetkik etti. Failler kaçmışlardı. İz sürülecek, perde ardındaki azmettiriciler bulunacak yada faili meçhuller zincirine yeni bir halka eklenecekti. Günler geçti, cinayetin üzerindeki sis perdesi aralanamadı.
Şehir Tiyatroları yeni sezona perdelerini açıyordu. Televizyon ve video Yeşilçam’ın Beyaz Perdesine darbe vursa da halen tiyatro sevdalıları vardı. Lüküs Hayat kim bilir kaç yüzüncü defa perde diyordu.
…
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın dizelerinde aradı perdeyi :
Gurbetten gelmişim yorgunum hancı
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş
Aman karanlığı görmesin gözüm
Beyaz Perdeleri çek yavaş yavaş.
…
Ahmet Haşim, muhtemelen Boğaziçi’ne nâzır bir köşkte meşhur “Merdiven” şiirini, güneş kırmızı yorganını denize çekerken guruba karşı söylemişti :
Sular sarardı, yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta
…
İki deniz arasını bir perde ile ayırmıştı Allah : “İki denizi birbiri üstüne salan O'dur. Bu, tatlı ve yürek ferahlatıcı ; şu, tuzlu ve acı. Ve ikisinin arasında bir berzah, geçişi engelleyen bir perde koymuştur. (Furkan-53)
Hz. Musa, İki Denizin birleştiği yerde buluşacaktı Hızır’la. Zahir-Kesret perdesi Musa-Hızır yolculuğunun anlamını teşkil edecekti. Hızır, perdesiz görüyordu hakikati :
-Kararını ver, bana dayanamazsın, benimle arkadaşlık edemezsin, dedi Hızır.
Musa :
-N’olur geleyim, dayanırım, diye ısrar etti.
Hızır :
-Sebepleri sormayacak, işime karışmayacaksın, dedi.
Musa, tamam dese de her olayda sebep sordu, bazılarına da itiraz etti. Yolculuk bitince
Hızır :
-Başta söylemiştim, bana dayanamazsın.
Kesret ve Zahir perdesi yırtılmadıkça Hakikati anlamaya imkan yoktu..
…
Hz. Muhammed (s.a.v) Cebrail’e sordu :
-Vahyi nereden alırsın? Cebrail :
-Perde gerisinden Ya Rasulallah, dedi.
Hz. Muhammed(s.a.v) :
-Hiç baktın mı ne var perde gerisinde? Cebrail :
-Bakmadım, dedi.
Hz. Muhammed(s.a.v) :
-Bir daha ki sefere bak öyleyse oldu mu, dedi..
Bir süre sonra Cebrail tekrar vahiy inzal etti. Hz. Muhammed (s.a.v) sordu :
-Ne gördün perde ardında?
Cebrail :
-Seni gördüm Ya Rasulallah, meğer ben vahyi senden alır sana verirmişim!…
Hz. Muhammed sadece gülümsedi. Cebrail hayretler içindeydi. Muhammedî bilince eren müminler, bütün sırların özlerinde olduğunu, ilim ve hikmet akışının özden olacağını bu olayla düşüneceklerdi…
…
Rasülullah (a.s) hicret için evinden çıktığında kapıda bekleşen kafirler Onu göremediler. Yasin Suresini okumuş, yüzlerine toprak saçarak yürüyüp geçmişti.
Cenab-ı Allah, Rasül’ünü perdelemiş, korumuştu. Sevr mağarasında perde görevini güvercinle, örümcek üstlenecek, müşrik sürüsü eğilip bakmayı akıl edemeyecekti.
…
Allah, kimilerinin kalplerini ve gözlerini perdelemişti. Yarasalar dayanamazdı ışık görmeye!.. Rahmeti, gereği yarasalara acımış, ışığa kapamıştı gözlerini. Işık etrafında pervane olan kelebeklerin olması kadar, yarasaların varlığı da Sünnetullah gereğiydi :
Kur'an okuduğunda, seninle, âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz. (İsra-45) Onlar, gözleri benim zikrim/ Kur 'anım karşısında perde içinde olan insanlardı. Dinlemeye dayanamıyorlardı. (Kehf-101) Hayır! Onlar o gün Rablerine karşı tam bir şekilde perdelenmişlerdir. (Mutaffifin-15) Allah, kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş; gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı pek büyük bir azaptır.(Bakara-7)
…
Aşkın Sultanı Mevlana’ya sordu : ”Perde ne ola sultanım?” Mevlana :
- Mesnevi’de yazdık ya!.. Eğer bilirsen Mesnevi ; perdeyi aralamaktır aslında!..
Mesnevi’ye göz attı. Perde geçen cümleleri not etti :
- Gözün, aklın ve kulağın saf olsun dilersen ; tamah perdesini yırt!
- İnsan dilinin altında gizlidir. Dil; gönül kapısına perdedir. Rüzgar eserse perde açılır, iç görülür.
- Nakış ve suret ; manayı görmeye perdedir.
- Allah bir kimsenin perdesini yırtmak dilerse o kişiyi temiz kimseleri ayıplamaya sevk eder. Ayıbını örtmek dilerse o kişi kimse hakkında konuşamaz hale gelir. Yardım etmek dilerse ona yalvarma ve yakarış kapısını açar.
- Geçmişe üzülmek, gelecekten tedirgin olmak ; Allah ’la arandaki perdedir. O perdeyi ateşe ver ki; ardından Allah görünsün!
***
Sakarya Irmağı kenarına düştü yolu. Salkım söğütler altında bir derviş çıkınını açmış, azığını yiyordu. Usulca yaklaştı. Selam verdi :
- Selamun aleykum Erenler!...
Derviş başını çevirince gözleri yerinden fırlayacak şekilde hayret etti. Yunus’tu bu!… Bizim Yunus!.. Taptuk Emre’nin bendesi Yunus… Heyecandan kalbi yerinden çıkıverecek gibi oldu.
Yunus:
- Ve aleykum selam delikanlı. Buyur otur, hoş sefalar getirdin!..
Oturdu Yunus’un yanına… Yunus :
- Nereden gelir, nereye gidersin? Ne ararsın bizim illerde, diye sordu.
Kekeleyerek cevapladı :
- Şeyyyyy…. Kesretten gelirim, Vahdete gitmek isterim, yol var mıdır?
Yunus :
- Zor iş!... Kolay gidilmez o tarafa!.. Ama söyle bakalım ne istersin?
- Şeyy… Perde sırrına taktım bu ara!.. Perde ne ola ki Baba Erenler?!
Yunus :
Baba; Taptuk’tur. Biz bendesiyiz Erenlerin. Siz perde dersiniz, biz Hicab deriz :
Hicabdasın, bugün seni göstermezler belki sana
Hicab dediğimi anla dünyeliktir gözden bırak
- Demek en büyük perde Dünya öyle mi?!.. Dünyaya bakarsam göremez miyim Vahdet sırrını?!..
Yunus :
-Çok acelecisin çooook!... Sabır, sabır, sabır!... Dünya mı en büyük perde? Güldürme insanı!... En büyük perde dünya değil… Sabret de dinle bir yol!..
Özür diledi.. Yunus devam etti :
Varlıktır hicab kat’i, kim yıka bu hicâbı
Dost yüzünden nikâbı götürmeye er gerek
- Demek ki en büyük perde kendini var kabul etmek öyle mi?.. İyi de, ben nasıl ererim Vahdete?..
Yunus, yerinden doğruldu :
- Çok işim var çocuk!.. Daha Yukarı İller gezilecek!... Kurak, çorak gönüllere Gönül Testisinden Aşk Şarabı dökülecek!.. Sulanacak nice fidan beni bekler!.. Vaktim yok!.. Kal sağlıcakla!...
Yunus’un eline yapıştı :
- Dur gitme hele!.. Deyiver bir kez, ben nasıl soyunurum hicaptan? Nasıl aralarım perdeleri?...
Yunus, asasına dayanarak son sözlerini söyledi :
- Hala BEN derken, hiçbir şey göremezsin! Sen senlikten geçmeden göremezsin!
Demek perdelerin en büyüğü BENLİK ti… KENDİNİ VAR SANMAKTI..
***
Üstadını düşündü… Hatırlamaya çalıştı… Nasıl diyordu O?..
Perde; basiretimizde mevcut olan, anlayışımızı kavrayışımızı idrâkımızı tefekkür kâbiliyetimizi kısıtlayan şeylerdir. Tek`liği örten perdeler, yine kendinden kendine olan perdelerdir. “Perde”den kasıt, kişinin bahsi geçen konuyu kavramasına engel olan şartlanma bilgileridir. Bu şartlanma ile o konuya bakışını kaldırınca, kavrama ve bunun sonucunda da kişide idrâk açılması oluşur.. Elbette ki tek tek olur.
En büyük ve en kalın perde olan "BENLİK" perdesi kalkmış olsa, görecekler ki; varlık, "BENLİK" hep Hak 'ka ait!. Bu durumda bilecekler ki, O dilediğini yapıyor ve hep O'nun hükmü, takdiri yerine geliyor!. Kendileri hakkındaki takdir de her ne ise o, muhakkak yerine gelecekti!..
Nasıl olacaktı BEN i terk? Ne verilirse bu terk yaşanırdı? Neyi varsa infak edebilirdi ama benliği nasıl verecekti? Ayette şöyle diyordu Allah : "SEVDİĞİNİZ ŞEYLERDEN İNFAK ETMEDİKÇE BİRR ’E EREMEZSİNİZ". (A.İmran-92) BİRR neydi acaba? Perdeyi aralayacak şey BİRR miydi yoksa?
“BİRR” e ermenin yolu “BEN” i terkten geçer!. “BEN” kalmazsa, elbette “BENİM” de söz konusu olmaz!. “BEN” kalmazsa, hep "O" olur!. Hep "O" olunca, artık, benim, senin, onun kavramı kalmaz. Sevdiğin, nerede ve kiminle olursa olsun, gerçekte hep seninledir!. Çünkü hep O'nunladır!. Bu yaşamda ise, artık birimsellikten ileri gelen kavramlar eriyip gider; "ALLAH ‘la olmak sana yeter! Bu sebepledir ki, şeklen, sevdiğini bağışlamak, vermek; gerçekte benliğini terk etmek ve arınmaktır... Ki bu yol da vuslat kapısını açar!..
***
Bir el kolunu silkeliyordu. ”Baba kalk sofra hazır!” Küçük oğluydu bu. Güç yetiremedi babasına, annesine döndü: ”Anneeee babam uyanmıyoooo!” Gözlerini araladı. ”Haydi seni bekliyoruz” dedi eşi.
Perde açıldı mı, diye sordu.
- Ne açılması, akşam oldu perdeleri çektik!.. Amma uyudun, kalk kendine gel!...
- Niye kaparsınız ki, açık dursa!..
- Sen iyice daldın.. Kalk Ya Huuu!..
Kalktı. Gözü hala perdedeydi.
Bütün perdeler yırtılsa kıyamet mi kopardı?!..
Dostları ilə paylaş: |