Kalbe Yolculuk



Yüklə 0,79 Mb.
səhifə2/12
tarix29.10.2017
ölçüsü0,79 Mb.
#20278
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

Münzevi
Uzun süredir kendi köşesine çekilmişti. Kalabalıklardan, toplu ortamlardan kaçıyordu. “İnsan yorgunuyum” gibi tuhaf bir laf ederdi halini anlatmak için… İnsan yorgunu!..
İşte bu anlarda gönül ehli bir dostun ortaya attığı kavram geldi aklına : İNSAN PERHİZİ…
Kişi; insanlardan yoğun sıkıntılar görüyorsa biraz insan perhizi mi yapmalıydı ne?.. Yine de sindiremedi içine bu kavramı. Halife olarak yaratılmış insan için perhiz uygulamak nedense pek uygun düşmedi gönlüne. Ama ehli zatlar, “Hakka doğru gitmek istiyorsanız dost çevrenizde seçici olmak durumundasınız, hatta buna mecbursunuz” diyorlardı. “Yalnızlığı seçtim” demeliydi belki de kimseyi dışlamadan ve de kırmadan.
Fitne ve yoğun sıkmalar yaşanan dönemlerde özellikle uzlete çekilmek Rasulullah ’ın işaret ettiği bir tedbir ve korunma hali idi. Fitne dönemlerinde zahiren evine, batinen kendi iç dünyasına yönelen, en azından bazı belalardan emniyette oluyordu.
Astrolojik etkiler o kadar yoğundu ki durmadan sert açılardan, kesişmelerden bahsediliyor, ay sonuna kadar sürecek diyenler olduğu gibi Ramazan Bayramından önce tam bir rahatlama beklemeyin diye ikaz edenler de oluyordu.
Kendinde ve çevresinde hissettiği sıkma ve gerilimleri ülke çapında da gözlemek zor değildi. Dua, niyaz, tesbihat, salavat ve yakın çevreye güzel nasihat, bu dönemi daha az zararla geçirme imkanı bahşediyordu.

Kalabalıklardan bunaldığında, yalnızlığın kuytu sahillerine çekilmek, toplumdan uzaklaşmak üzere arada bir sessizliğin kalbinin attığı mekânlara doğru yol alırdı. İşte o vakitlerde küçükken öğrendiği bir cümle düşerdi hatırına: ”Allah Yalnızdır, Yalnızları Sever!..”


Çok düşünülesi, kafa patlatırcasına tefekkür edilesi bir sözdü bu…

Evden çıkmış, denizi vapurla geçerek Salacak sahiline varmıştı. Burada yer minderlerine oturacak, çayını yudumlarken Kız Kulesini, şehri, asırlar geçtikçe gençleşen, güzelleşen dünya güzeli İstanbul’u seyrederek yalnızlığı lahuti bir iklimle yaşayacak, iliklerine kadar kendi olmayı, salt olmayı, hakiki yalnızlığı tadacaktı!


“Deniz geçmek, negatif enerjiyi alır” demişti uzaklardan gelen bir misafir. “Kurşun döktürmek kadar etkindir, madem bu şehirdesin, imkân oldukça Boğazı vapurla geç, deniz yıkasın ruhunu” demişti, vapurda kendilerine çektikleri simit, çay ziyafeti esnasında…Ruhu yıkanmış olarak oturuyordu sahile. Ve yalnızlığı, yalnızlıktan yola çıkarak deniz misali derin ve engin muhabbet pınarlarını yudumlayacaktı bir bir…
YALNIZLIK LİMANI
Yalnızlık; kendini arayanların demirlediği sükûnet limanı!.. Yalnızlık; adananların ayrılmaz yoldaşı!.. Yalnızlık; iç dünyasına yönelenlerin paha biçilmez hazinesi!.. Yalnızlık ; hakiki aşkı tadanların kelimesiz ; sır lisanıyla maşuk sohbetine koyulduğu kutlu zaman dilimi!..
Hz. Muhammed (s.a.v) in Risalet açığa çıkmadan evvel günlerce, hatta haftalarca süren Hira yalnızlıklarını düşündü…Yanına biraz azık, bir testi su ile çıktığı Cebel-i Nur’da geceleri nasıl geçirirdi?... Neler tefekkür eder, nasıl zikreder, nasıl uyur, nasıl ibadet ederdi?!.. Yıldızlarla, ayla konuşur muydu ki?... Gece karanlığında börtü böcekten, yabani hayvanlardan hiç mi ürpermezdi?.. Hepsiyle dost olmuştu da, çok özel bağlara mı sahipti yoksa?!.. Yağmur ve fırtınada üşümez miydi?..
Hepsine tövbe dedi, Rasulullah’ı kendi gibi, bir beşer gibi düşünüvermiş, hakikatinden perdelenmişti. Ahhh bu duygusallık!… Perdeleri davet eden sevimli bir çığırtkandı duygusallık… Tövbe dedi defalarca, tövbe… Bağışla Ya Rasülallah!
Sonra dervişleri düşündü…Tekkelerde 40 günden 1001 güne uzanan kademeli uygulamalarla çile dönemlerini, yapayalnız yaşayan o güzel insanları… Küçücük hücrelere, bir insanın zor sığacağı daracık mekanlara onları iten muhabbet nasıl bir şeydi?!.. Neyi arıyorlardı? Ailesini, işini, çevresini bırakıp neden uzlete çekilmek isterdi insan?!..

VE AŞK GELDİ ALEME
Hz. Mevlana’yı düşündü sonra… Hz. Şems’in gelişi ile düşen yıldırım, her şeyini yakmıştı. Selçuklu başkentinde ne kürsü vaizliğinin, ne itibarlı hocalığın önemi vardı artık. Bir tek Şems vardı.
Medresedeki öğrenciler, tekkedeki dervişler, vaaz bekleyen cemaat, sohbet özleyen halk sıfırlanmıştı gözünde. Sadece Şems vardı. Işık parlamış, pervane şulenin yörüngesine girmişti artık… Nuru gören için, dışarısı bitiyordu. Nura hayran olana zifiri karanlıktı dış dünya dedikleri sanal alem... Maşuk cemalinde seyredilen nur, o derece can alıcıydı ki; insan dönüp başka yana bakmayı düşünemezdi bile.
Geceler boyu sohbet edeceklerdi. Şems, Mevlana’nın gözlerine bakacaktı saatlerce.Kelimelerin kaçacak delik aradığı konuşmalardı bunlar. Bu mana; kelimelere can çekiştirir, harfler intihar ederdi!.. Şems uzun uzadıya nazar edecek, o nazarla iç aleminde depremler yaşayan Mevlana titreyecek, sarsılacak, kendinden geçecekti. Maşuk nazarının tetiklemesi ile Mevlana’da nice benlik fayları çatır çatır kırılacak, kırılan yerlerden billur idrak kaynakları fışkıracaktı. Ertesi gün dışarı çıktığında şiirler, beyitler söyleyecekti Mevlana. Mesnevi- Fihi Ma Fih- Divan-ı Kebir - Rubailer doğacaktı Mevlana’dan… Hak Aşkının sevda ırmakları çağlara akacaktı gün be gün çoğalarak…
Mevlana, şiirler okuyacaktı Şems’e… Hüsameddin’in yazdığı defterleri gösterecekti… Beyitleri okuyan Şems şöyle diyecekti : ”Aşkım bir umman!... Senin yazdıklarınsa damlası bile değil!… İnan damlası bile değil!.. ” Beyite sığmazdı Şems’in gönlü… Bunu Mevlana da bilir, Eyvallah derdi… Okyanusu kadehe dökmeye çalışmaktı aşkı yazıya yansıtmak!... Söz aşka gelince kelimeler ; manaya kelepçe olmaktan başka neye yarardı ki?!..
YUNUSÇA
Mevlana’dan ayrıldı, Yunus’a doğru yürüdü… Hey koca derviş heyyyy. Hz. Mevlana’nın “Hangi makama varsam önümde yürüyen bir Türkmen kocası gördüm” dediği koca Yunus heyyyyy… Heyyy benim komşu köylüm, toprağım, hemşerim Yunus heyyyy!..

Onun hali niceydi?... Köyünden ayrılıp Taptuk Dergâhına kapılanmasına sebep neydi? 40 yıl, dile kolay tam 40 yıl odun taşıdı dergâha. Bir kez olsun sohbet halkasına almadı Taptuk. Çoğu kere yüzüne bile bakmadı.


Dağdan odun taşır, kendi yalnızlığı içinde yaşardı Yunus…

Dağ ; benlikti. Kestiği odunları ; benliğinden budadığı istek, arzu, beklenti dallarını Taptuk (rıza ve teslimiyet) ocağında ateşe verirdi Yunus… Vakit tamam olduğunda bir yalnızlıktan ötekine yol veriyordu Taptuk… Sefere çıkacak, ilahi aşk namelerini alıcıları açık sinelere yayacaktı dalga dalga… Kalma isteğini reddetti Taptuk, ne dediyse olmadı, çıkacaktı uzak illere…


Günlerce söyleyecek, aylarca anlatacak, il il, bucak bucak gezecek ama her şiire Taptuk’la başlayıp Taptuk’la bitirecekti… Bir şahıstan, bir ustadan, bir mürşitten öte, bir mana idi Taptuk! Kapıldığı, yandığı, benliğe ait ne varsa attığı bir kutlu mana, pişiren, olgunlaştıran bir ocaktı Taptuk!
ENEL HAKK
Hallac-ı Mansur’u gördü bir an… ”Enel Hak” sırrını ifşa edince önce zindana, sonra darağacına mahkûm edilen o büyük yüreği düşündü… Kolları bacakları kesilirken kahkaha attığı naklediliyordu. İşkence edilirken nasıl gülerdi insan?!.. Bu nasıl bir şeydi?... “Aşk; acıları sevince, sıkıntıları felaha, derdi huzura, ateşi suya, belayı nimete, cehennemi cennete dönüştürür” derlerdi ama anlaşılır gibi değildi… Zaten aşkı kim anlayabilmişti ki yaşayandan başka?!..
YALNIZLIK ABİDESİ
Kıtaların kucaklaştığı yerde, yalnızlığın anıtlaşan heykeli Kız Kulesini

seyre daldı uzun uzun… Efsanelere sığdırılamayan, asırlara meydan okuyan, cesur yalnızlıkların biricik şahidi, güvenilir sırdaşıydı Kız Kulesi…


Kim bilir, belki de iki denizin birleştiği yerde, Hızır’ın bir nebze soluklandığı, Musa’yı beklediği yerdi Kız Kulesi!... İşkenceye, hapse, yanık sevdalara kucak açmıştı Kız Kulesi. Denizin ortasındaki bu yapı, nice hıçkırıklar, nice haykırışlar, nice acılar ve nice sevinçler saklıyordu nazenin suskunluğu altında…
Kral kızı Heros, halkın en alt kesiminden Leandros’a tutulunca babası buraya hapsetmişti. Aşk; kural tanımazdı…
Leandros geceleri kulaç ata ata Heros’un tuttuğu fenerin aydınlığında kuleye ulaşır, sabaha dek yıldızları kıskandıran muhabbet pırıltıları serperlerdi yakamozlar oynaşan dalgalar üstüne. Leandros gün ışımadan dönerdi sahile. Bir gece fener söndü, akıntıya kapıldı Leandros. Heros’un gözleri önünde, çaresiz çırpınışlar, haykırışlar arasında karanlık sulara gömülüyordu.
CÜNUNDAN SÜKÛNA, SÜKÛNDAN FÜNUNA
“İkinin Teke yönelişidir Aşk” demişti ehli. “Aşk; mi’ractır” demişti bir başka yerde. Bir seferinde daha da açmış; “Aşk yaşanmadan, aşk uğruna tüm varlık feda edilmeden kesinlikle vahdet yaşantısı açığa çıkmaz “ diye de eklemişti. Bu sözleri bir bir yaşarken nasıl yanar, ne aşamalar geçer, ne azaplar çekerdi insan.
Aşkın 3 hali var demişlerdi onu tadanlar :
CÜNUN; delilik, kural tanımazlık, uçarılık hali…

SÜKÛN; oturmuşluk, dinginlik, huzur hali…

FÜNÛN; bilgelik, hikmeti okuma, ilmi yaşama hali…
Cünun hali benliğin sürekli darbeler aldığı, BEN ile başlayıp benim ile biten ne varsa hepsinin sıra ile yıkıldığı sancılı bir süreçti. Tutunulan, benimsenen ne varsa o süreçte yakıyor, yıkıyordu aşk. Yoğun sıkmalar, yağmur gibi yağan belalar altında delirmemek işten bile değildi. Zaten o süreçte aklını yitirenlere “Mecnun” deniyordu. Bir kısmı da “Meczup” adı ile mükellefiyet dışına itiliyor, tıpkı uzaya çıkıp da geri dönemeyen mekik misali kulluk yörüngesine oturamayıp sonsuzlukta kendini kaybediyordu… İkisi de özenilecek hal değildi…
Cünun halinden sükûna geçişi anlamaya çalışırken ehlinin sözlerini hatırladı yine : “Muhabbet, temeli ile ikilik ve şirktir. Ta ki, aşkın en son noktası ikiliği kaldırır. O noktaya kadar hep ikiliktir, muhabbet!.” “Aşk, yolcunun en güzel barınağıdır!.”
Bunlarla uyandırılıyordu… “Şirk” ve “Yolcu” denmişti… Yolcu yolunda gerekti, burada kalamazdı, yürümeliydi… Şirkten çıkmalıydı… Haşyet vardı yüksek, karlı zirvelerde. Gözü hiç aşağılarda olmamıştı ki doysun. Ne uğruna olursa olsun tırmanacaktı… İnsan bir kere hakikate susamaya görsün, hararetini, hasretini hiçbir şey kesmezdi menzile varmadan…


"Bebeleri, “aşk”la emzirin ki, büyüyüp Allah’a ersinler!” sözünü okuduğunda aşkı kutsayanların çoluk çocuk yerine konduğunu düşündü… Büyümeliydi… Süt emme safhası geçilmedikçe zengin gıdalara açılamazdı insan… Büyümeli, geniş rızıklara açılmalı ve sükûna ermeliydi.


Her yeni mana; yeni zuhurlar getiriyordu. Bâtında hissedilen; Zahire çıkıyor, Zahirde görülen Bâtına iniyordu. İçte yaşanan dışa yansıyacak, dışta görülen kalbe kök salacaktı… Kim bilir, yeni dostları olacaktı belki de… Sükûna çok ihtiyacı vardı. İşte onun için köşesine çekilmişti. Cesareti yoktu henüz yeni irtibatlara. Çekiniyordu artık insanlarla yoğun şeyler yaşamaya.
İnsanlarla sık görüşmek; çok konuşmayı, çok konuşmak çok sır vermeyi, çok sır vermek de çok belayı davet ediyordu!…
Hz. Meryem ve Hz. Zekeriya’nın yaşadığı susma orucunu bir tutabilse, belki yolculuk daha zahmetsiz olacaktı… Onu deniyordu şimdilerde. Genelde susuyor, az konuşuyordu. Susmanın dilden çok gönülde olması gerektiğini, asıl susturulması gerekenin vehim olduğunu da bu süreçte fark etmişti.
Sahilde demlenen şarapçıya takıldı gözleri. “İşte tam bir cünun hali” dedi kendi kendine… Kâh şarkı söylüyor, kâh şiir okuyordu. Göz ucuyla süzdü adamı. Sokakları mekân tutan adam şişeyi uzatarak : ”Bir yudum al, iyi gelir!” dedi. Hayır, dedi. Kendini bildi bileli damlasını koymamıştı ağzına. Hayatın sırrına ermenin bir yönü de, bazı şeyleri hiç tatmamaktı. Tatmamak eksiklik değildi… Bazı lezzetlerin hazzı, bazı lezzetlere uzak durmakla alınırdı.

”İçmiyorsun bari bir sigara ver” dedi kirli sakalını parmaklarıyla tarayarak. “Sigara yok”, dedi… ”Ne işe yararsın öyleyse?!..” diye homurdandı adam… Sarhoşun sorusu, hayatın anlamını çiziyordu sanki. Ne işe yaradığını bir anlasa, çözecekti sırrı… Ne işe yaradığını anlamak; kendini tanımaktı. Kendini tanımak; Rabbini tanımaktı…

Çayını yudumlarken denizi içine çekercesine derin nefesler aldı. Umman kadehe sığar mıydı? Denize baraj konabilir miydi?... Akıl kalıplarıyla aşk anlaşılır mıydı?!..


Mevlana’yı andı tekrar… Bir gece sohbet ederlerken kapı vurulmuş, dışarıdan kalabalık bir güruh; ”Şeeeems dışarı çıııııkkk!” diye bağırmıştı. Mevlana yaklaşan acıyı sezmişçesine: ”Çıkmaaaa” diye yalvardı.
Hikmetten öte Kudretten bakan Şems gülümsedi :

”Telaşlanma, sözümüzü tutma vaktidir” diyerek kapıya yöneldi. Mevlana: ”Ne sözü, nereye, niyeee? “diye yapıştı ellerine… Şems, yıllardır sakladığı sırrı söyledi :


”Şam’da içimin muhabbetle kavrulduğu günlerde Rabbime yalvarmış, aşkımı seyredeceğim bir ayna istemiştim. Rabbim seni verdi, sende seyrettim…”
“İyi işte, seyre devam edelim”, dedi Mevlana.
Şems ; ”Rabbim de bana demişti ki, o aynayı verirsem ne bağışlarsın? Tereddütsüz şöyle demiştim ; “Başımı!...”

Şems dışarı çıktı. Sadece bir “Alllllaaaaaah” nidası duyuldu. Ay ışığı, yerdeki üç beş damla kanda pırıldıyor, ama ne baş, ne ceset, ne de katiller gözükmüyordu!… Aşkları sır olmuştu.


Mevlana’yı sahiplenenler, Onu paylaşmak istemeyenler şehit etmişti Şems’i. Aşkın doğasıydı firkat!..
MUM GİBİ YADA GÜL MİSALİ
“Yediveren gülleri, dipleri ne kadar gübrelenirse o kadar iyi açar” demişti bir zat… Gül kokusu ve gübre!… Tuhaf ama düşünülesi, dedi kendi kendine…

Güneş, Ayasofya kubbesini okşayarak guruba yönelirken denize kızıl bir yorgan çekiyordu.

Kim bilir belki de hala Şems’in, Mecnun’un, Leandros’un yüreğinden sızan kan, denize güller serpiyordu… Öyleydi hayatın işleyişi; birinin acı çekmesi; binlercesine gül koklatırdı. Çileyi Mevlana çekmiş, Mecnun çekmiş, Şems çekmiş, onların derdi sonradan gelenlere destansı güzellikler armağan etmişti. Fikir adamları, çığır açanlar için de durum aynıydı. Işık olmak; kendini yakıp bitirmekti mum misali. Birkaç gönül ehlinin yanışı; nicelerinin aydınlıkta zevk u safa etmesiydi.
Gül, gül olmak istiyorsa dibi gübre ile beslenmeli, dalları budanmalı, oturduğu toprağa kazma vurulmalıydı… “Allah’ı istiyorsan pahasını ödeyeceksin” denmişti. Hakkın işine akıl mı ererdi?!…
Hem Vahdete Erme yolu, hem Şirkin dik âlâsıydı Aşk!.. Bakışa göre anlam değişiyordu. Kimileri kurtulduk zannıyla şirkte kalıyor, kimileri cesur kararlarla vahdete yürüyordu. Ama ne olursa olsun, herkes fıtratını yaşıyordu en güzeliyle…
Uyarılar olmasa, ağır kayıplar, ciddi darbeler alınmasa, insan yuvarlanır giderdi esfele doğru.
Cünun uçurumunda frene basmak, Sükun ovasına direksiyon kırabilmek için bir dersti kayıplar, acılar… Daha ileride Fünun bahçelerinden yemişler alınacak, hikmetli ikramlar, bal kaymak idrakler tadılacaktı. Barınakta takılıp kalan kervandan uzak düşerdi… Her şey yerli yerinceydi.. Darbe, acı, ayrılık görünenler de dahil, yerli yerince…

Hava kararmaya yüz tutarken, siluetini kubbelerle minarelerin mühürlediği kentte ezan sesleri yankılandı : Allahu Ekber, Allahu Ekber!..


Kanuni’nin muhteşem eseri Süleymaniye’de ışıklar yanmıştı. ”Dünyaya meydan okuyan koca sultan bir kadına; Hürrem’e yenildi!..” diye yazıyordu siyaset tarihçileri. Hürrem’in başrole oturtulduğu saray entrikaları, romancıların vazgeçilmez sermayesiydi. Oysa kimse çıkıp “Koca Kanuni’de sadece güç-kudret değil, sevebilecek kocaman bir kalp varmış!..” diyemedi. Sevmek; yenilmekti çoğunluğa göre! Ne sevgiyi anlayabildi, ne de hazmedebildi kalabalıklar!…

Süleymaniye’ye bakarak seslendi: “Büyüksün Kanuni!… Büyük topraklar aldığın için değil, büyük bir aşk tattığın için büyüksün! Kim ne derse desin, koca sultan değil, koca bir yürek, kocaman bir gönülsün sen!”


Hayat yalnız başlıyor, yalnız devam ediyor, yalnız boyut değiştiriyordu insan. Kalabalıklar hep sanaldı. Ne diyordu ayette kıyamet günü için?

“O gün kişi en yakınlarından bile kaçacak!..” (Abese-34/36)

“Sadece kıyamet günü mü yalnızız?” diye düşündü. O gün bugündü, o an bu andı, o dem bu demdi. İnsan aslında her an yalnızdı. Aynı yastığı paylaşan eşlerden biri kâbus yaşarken diğeri cennet nehirleri görebiliyordu. Kabre çift gömülen hiç yoktu. İnsan; çevresi ile neyini, ne kadar paylaşabiliyordu ki?... Her insan; kendine özgü bir yalnızlık definesiydi.
Yaşam, Kesret boyutunda sürecek, Vahdet kesretle iç içe yaşanarak sistem deveran edecekti. Nicedir daldığı hayallerden, yalnızlığından sıyrıldı ve topluma dönmek üzere camiin yolunu tuttu. Kimse halini anlamasa da “Halk içinde, halkla beraber, ama sadece Hakk için” yaşanacaktı hayat!..
Camiye girerken bazı sözler yankılandı kulaklarında. Köyde bir gün cemaatle otururken, gençlik havailiği içinde bilgi satıp her şeye direnmiş, başta babası olmak üzere büyüklere meydan okur gibi konuşmuştu. İşte o an, görmüş geçirmiş babasının şu uyarısı ile sarsılmıştı :

“Mağaraya çekilerek deden de erer! Şehre inecek, topluma gireceksin, o zaman görelim adamlığını!..”

Biraz daha süre babacığım, az daha süre, hiç olmazsa üç aylar geçsin.



Söz, ineceğim şehre.Ruhum az daha gıdalansın uzlet köşemde. Yeni bir bakış, yeni bir akışla koşacağım kente!.. “Hepinizi çok seviyorum ey insanlar” diye haykıra haykıra gireceğim şehre!..
Hayırdır İnşallah
Kurumsal değişiklikle başlayan idari deprem; dengeleri sarsmış, uyum sorunları su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Böylesi dönemler, kişilerin ahlak ve karakterlerini de ister istemez ortaya serdikleri zaman dilimleriydi. Mevki elde etmek isteyenlerden kimileri, başkalarını çekiştiriyor, ötekinin ayağına karpuz kabuğu koyma ve yıpratma çabaları, çığ gibi büyüyen dedikodularla kaosu körüklüyordu. Bu zorlu sınav sahnesini seyrederken sıçrayan kıvılcımların ateşinden kurtulamıyordu. Biraz izin iyi gelirdi. Memleketine gidecek, baba dostları ile hal hatır edecek, annesinin şefkatli elleriyle ferahlayacaktı.
Öyle yaptı. İçsel sorunlarını dışa vermemeye çabalardı. Hz. Mevlana’nın “Sırrın gönlünde kalırsa maksuduna çabuk varırsın” sözü ve bir başka büyük zatın “Derdini kula açmak; Halikı mahluka şikayettir. Bu da büyük edepsizliktir “ sözlerini duyduğundan beri yakın çevresine bile açılmazdı.

-

Kadim dostları ile buluştu. Hoş sohbetten sonra akşamın geç vakti odasına çekildi. İki rekat namaz kıldı. Önceleri sorunların çözümü için dua eder, bir şeyler isterdi. Seyir çabasına yönelişi ile tek şey ister oldu Rabbinden: Olana Rıza ! El açtı; “ Razı olanlardan eyle! Eşyanın Hakikatini göster! Çevremde neler olduğunu okumak nasip et ” diye yakardı…


Uykuya daldığında günlük hayatın zorluğu rüyaya da sirayet ediyordu :

Denize ulaşma amacı ile çölde yürüyordu. Günlerce yürümüş, takati kesilmişti. Birden önüne çıkan sıradağlarla morali bozuldu. Tırmanacaktı, son bir defa daha gücünü toplayarak. Dağın öte yanı masmavi sahiller olmalıydı. Öteye bir geçse denize açılacak, kurtulacaktı tüm sıkıntılardan. Kanter içinde kayalara çıkıyordu. Bazen öyle sivri uçlardan geçiyordu ki eli bir kurtulsa, ayağı bir kaysa şansı olmazdı. Son bir hamle ile zirveye doğru adım attı. Başını kaldırdığında hayalleri yıkılıyordu. Uçsuz bucaksız ova alabildiğine uzanıyor, deniz ta ufuk çizgisinin olduğu yerde boz bulanık görülüyordu.


“ İşimiz var, yandık ” diye iç geçirirken, dağ eteklerinde yeşillikler içindeki şirin kasabaya kaydı gözü. Patika bir yoldan buraya indi. Burası ne güzel bir yerdi böyle. Ahşap evlerin arasından dereler çağlıyor, kimi çatılardan her nasılsa şelaleler dökülüyordu. Cennet miydi yoksa ?!..

Vakit cumaya yakındı. Halk grup grup camiye akın ediyor, elektrik direklerine bağlanmış hoparlörlerden tüm kasabaya vaaz yayınlanıyordu. Vaizin sesi tanıdık geldi. İlk gençlik yıllarının ateşli çağlarında siyasi arenada boy göstermiş güçlü bir hatipti konuşan. Sesi kulak tırmalayıcı geliyordu insanlara. İçinden biraz kızdı; “ Siyasetten uzaklaşalı hayli oldu, niçin bu adam çıktı ki karşıma? “ Ama yüzünü görmemişti vaizin. Sesi geliyordu. Camiye doğru adım attı ezan okunurken… Tam cumaya niyet edecekti ki uyanıverdi.


“Hayırdır inşallah” dedi kalkınca. Dağ, Deniz, Vaiz, Cami ve Kasaba… Bir dizi sembollerle örülü değişik bir rüya… Nasıl yorumlayacaktı? Büyüklerden birinin sözü geldi aklına :
- Rüyanız sizindir. Tabir de size göredir. Rüyanızı kendiniz okumaya çalışın. Klasik tabirlere yada başkalarına götürmeyin. Mutlaka hayra yorun. Nasıl yorulursa öyle çıkar rüya!..
Hayra yoracaktı. Evdeki birkaç rüya tabirine bakmayı düşündü, vazgeçti. Tasavvuf terimleri ve semboller üzerine yazılmış eserleri karıştırdı. Dağ; İnsanın kolay kolay yenemeyeceği nefsi, beşeriyeti, egosu idi… Deniz; Hakiki Varlığa karışmak, Hiçliğe ulaşmaktı… Yeşil ve Şelale iyi sayılıyordu… Ya o gür sesli ve Celalli vaiz?.. İşte onu çözemiyordu.

Gönül zenginliğine güvendiği bir kalem ehline mail yazdı, istişare sünnetti. İstişare edip fikir alacaktı. Rüyasını anlattı. Gelen cevapta şöyle diyordu : “ Hakikat yolunda aşmanız gereken ana engeli aşmak üzeresiniz. Bundan sonrası daha kolay gelişecek. Yeşillikler içindeki köy bir süre konaklayacağınız bir mana istasyonu. Bir takım feyizler alacaksınız oradan. Ama orada ikamet etmeyecek, ileri geçeceksiniz. Cuma vaizi ise hayatınıza, bakış açınıza tesir edecek manevi bir rehber. Onu eski tanıdığınız siyasi ile karıştırmayın. Size o sembolle çıkmış. Ama kesinlikle tanıdığınız biri değil, ileride önünüze çıkacak!.. Denizin uzak oluşuna bozulmayın. Ne istiyorsunuz, görünmüş ya! Yolu da düz ise kolaylaşıyor menzile yolculuğunuz!”

Bu yorumla ferahladı biraz. İşine döndüğü günlerde kaosun durulduğunu, her şeyin bir bir yoluna girdiğini görüyordu.



Aradan 2 yıl geçti. Aklı hep o vaizde, hep o Celalli ama derûnî şefkat dolu hitapta idi. Kim bilir ne zaman çıkacaktı karşısına?!..
Günlerden bir gün Hak Ehli bir zatı ziyaret etti. Severdi yaşayan zatları seyretmeyi. Onlarda ne tecrübeler saklıydı, konuşturdukça fark ediliyordu. Yumuşak bir sesle konuşuyordu. Sanki ruhu okşanıyordu. Rüyadaki vaiz olabilir mi acaba, dedi ama değildi. Tam ayrılacakken sordu: ” En çok kimden feyizlendiniz?...” O zat özetledi :

- Hocam yıllar evvel dünya değiştirdi. Değerli bir zattı. Garip yaşadı, sırrını pek bilen olmadı. Vaiz değildi ama fahri vaazlar verirdi. Çok da Celalli idi mübarek!


Kabrinin nerede olduğunu sordu. Dönüş yolu üzerindeki bir köyde imiş. Akşamüstü uğradı. Dağ eteklerinde şirin bir yerdi. Fatihalar okudu, feyizlenmeyi niyaz etti.
Kente döndüğünde Celalli zatı araştırıyordu. Eserlerini okurken internetten görüştüğü bir dost :
” Bende çok eski bir vaaz kaydı var, size geçeyim “ dedi.
Kaydı bilgisayarına indirip açtığında hayretten dona kaldı!.. İki yıl önce rüyada dinlediği ses buydu işte!... Meğer sesi çok benzediği için Onu bir siyasi ile karıştırmıştı… Sırlı sözlerinden ve eserlerinden istifadeye giriştikçe yeni bir boyutun açıldığını hissedebiliyordu… Yolu bu vaize geldiğine göre zorlu dağlar aşılmış, düzlükten denize yol verilmişti artık. Bu müjde ile sevindi ve daha bir ümitle tutundu hayata!..



Rüyalarınızı önemseyin!.. Rüyalarınız; sizin levh-i mahfuzunuzdan size açılan yaşam şifreleri. Bazen o anınızı, bazen yıllar sonrasını haber verir!.. Tabii sembolleri okuyabilir, görüleni hayra yorabilirseniz!..


Rüyalarınızı mutlaka not edin!.. Aylar, yıllar sonra baktığınızda; “ Rabbim bana neleri haber vermiş de meğer ben anlayamamışım” demekten kendinizi alamayacaksınız!..
Alemlerin Efendisi (s.a.v) in rüya hakkındaki bir hadisi ile noktalayalım :

“Benden sonra Vahiy kesilmiştir. Ancak vahyin şubelerinden; Salih Rüya devam edecektir!..”



Kitâben Mevkûtâ
(Duanın boyutsal derinlikleri üzerine yaşanmış bir deneyim)
Duanın mümine verilmiş en büyük ilahi hediye, en kıymetli anahtar, en nadide hazine olduğunu okumuştu eserlerden. Her şey Allah’tan istenecekti. Hadiste “Ayakkabılarınızın bağına varıncaya kadar Allah’tan isteyin” buyuruyordu. “Hayvanının yemine, samanına kadar Allah’tan iste”, versiyonu da vardı hadisin. Bugüne kadar öyle istekleri olmuştu ki, sayılacak gibi değil. Sağlık, iyi bir iş, huzurlu bir aile, sevgi dolu bir çevre, iyi bir ev, ayağını yerden kesecek kaliteli bir araba, kimseye el açmayacak kadar dolgun bir gelir… Ve daha neler neler…
Geriye dönüp bakınca, dua ile hayatında olağanüstü bir değişiklik olmadığını fark etti. Her şey aynı akışındaydı sanki. Bazen sorardı kendi kendine ; “Nasılsa yazılanı yaşıyorsam, alnımda çekip götüren O ise, duanın anlamı ne ki?..”
“İsyan girdabına sürüklenmektense iyisi mi gene de duaya devam edeyim” dedi… Önceki gibi değildi dua şekli artık. Bir şey verilsin, bir talebi karşılansın diye dua etmiyordu. Aslında kırıktı gönlü. Duaya dair eserlerde bir dizi formüller vardı. Borç ödemekten zengin olmaya, iş bulmaktan baht açılmasına terkipler, vefkler, virdler neden kendinde işe yaramadı?..
Az mı zikir yapmış, gündüzleri cami ve türbe köşelerinde, geceleri seccadede az mı niyaz edip yakarmıştı. Değişmiyordu, hiçbir şey değişmiyordu işte… Böylesi çöküntü anlarında şeytanı vıdı vıdı etmekten geri durmazdı :
-Herkese veriiiiir, sana yooookkkk! Günahkârlara yağdırıyor, sen secde ediyorsun vermiyor işteeeee… Hahahaaaaaa… Hahahaahaaaa… Vermeyeceeeekkkk!
Hain şeytan. Fırsat buldu mu kaçırmazdı. Gözyaşlarına gücü yetti. Zaten başka ne yapabiliyordu ki?.. Ama ne zaman gözyaşları süzülse, iç dünyasında ferahlama hissederdi. Yağmur öncesi bunalım ve gerilimin rahmete dönüşmesi gibi, insan gönlünü rahatlatıyor, kalbini bereketlendiriyordu gözyaşları.

***


O soruyu gene sordu : “Bir şey değişmiyorsa niçin dua ediyorum?”

Yüklə 0,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin