Kalbe Yolculuk



Yüklə 0,79 Mb.
səhifə5/12
tarix29.10.2017
ölçüsü0,79 Mb.
#20278
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

Bölüm – 3
Birden Bire
Yalnızlık, köşesine çekilme, dışlanmışlık ikili görüşmeler ve çöle düşmüş bağrı yanıklar gibi ab-ı hayat arayışı hararetle….“Bir Başına” çıktık yola, “Bire Bir” beraberliklerin sevgi yansıtan aynalarında seyrettik kendimizde göremediklerimizi…
Ve şimdi, evet şimdi geldik pınar başına… Şimdi eriştik sırlar menbaına… Çalıştık, gayret ettik, aradık, istedik, özledik ama biz yaptık diyemeyiz yine de…
Ne oldu ise “Birdenbire” oldu!… Bir şimşek çakması, alevli bir yıldırım düşmesi gibi birden bire!… Acemi bir gönül, engin bir gönle teslim olunca oldu hepsi… Birden bire erişince o gönül, birdenbire açıldı perdeler…
Ufukları, okyanusu, engin sahilleri seyre daldık kalbe doğru ilerlerken…
Kalbe az kaldı…
Ha gayret…
Buyurun!...
Yollar Kalbe Çıkarken
İnsan neye programlandı ise, onu işaret eden eğilimler daha çocukluktan itibaren kendini göstermeye başlıyor. İlgiler, hobiler, oyun tarzı ve ilk davranışlar dünya vadisinden ahiret ovasına koşarken üstleneceğimiz misyon ve vizyonun şifrelerini saklıyor.
Teknik konularda yoğunlaşanların sosyal ve edebiyat yönünden; edebiyat, sanat ve sosyalliğe yönelenlerin teknik bakıştan biraz uzak kaldığı hepimizin malumu. Her iki alanı da kendinde birleştirebilenler çok ender çıkıyor.
Matematik, fizik, formüller, her şeyin bir hesabı olduğu yönündeki açıklamalar küçüklüğümden beri beni hiç sarmadı. Uzayı, gizemi, araştırmayı sevdim ama iş formülasyona dökülünce biraz yaklaştığım alandan buz gibi soğudum. Hele bir de bu açıklamalar dini alanda yapılıyor ise; maneviyatı basitleştirmek (!), sırrı hafife almak (!) gibi geldi uzun süre.
Esmaların açılması, seyir ufkumuzun genişlemesi büyük ölçüde bize ters gelenlere de hoş görü ve yargısız yaklaşıma bağlı. Sevmediğiniz, uzak durduğunuz, çekindiğiniz, beni açmaz dediğiniz oluşumlar varsa bilin ki; henüz farkına varamadığınız bir kısıtlanmışlık ve kilitlenmişlik içindesiniz.
Tasavvufa gönül vermek, bakış açısını açmayı niyete almaktır. Nasıl açılacak peki?.. Kabullenemediğiniz oluşumların, size ters gelenlerin bir bir önünüze çıkışıyla!.. Önceleri diyeceksiniz, “Ya Huuu nerede bir aksilik varsa beni buluyor, Allah aşkına bunları yaşamak zorunda mıyım?”
Zaman içinde fark edeceksiniz ki; aksi, ters, zıt gördükleriniz hakikaten çok sevildiğiniz için önünüze geliyor. Sizi seviyorlar ki bir yerlerde (…), sıkıştığınız dar açıdan ferahlığa çıkmanız isteniyor…

Kendimi kısıtladığım alanlar üstüme üstüme geldikçe bu içsel sorgulamaları fazlaca yapar oldum.


Önce, Kuantum boyutunun Bâtın dediğimiz boyutun taa kendisi olduğu yönünde açıklamalar, sonra Kalp Nöronlarının gündeme düşmesi ve peşinden Einstein’in öne sürdüğü ama henüz teorem safhasında bulunan Paralel Evrenler!.. Gün be gün akan bilgiler bunlarla da ilgilenmem gerektiğini sürekli yüksek sesle haykırıyor sanki. Ne yapalım, eğileceğiz artık.
Madde ile mananın, içle dışın ayrı olmadığını dillendirip duruyorsak bunları da araştıracağız. Niçin?.. Önce bilgimiz, sonra gönlümüz, sonra kabulümüz ve hoş görümüz genişlesin diye. Hakkın muhtelif esmaları arasında fark görme şirkinden çıkalım diye…
Ama yorgunum. Zihnim yeniye alışmakta güçlük çekiyor. Fakat hiç olmazsa eskisi gibi değilim. Artık kabul ediyorum. Kabul etmişsem idraki ve hazmı da kolaylaşır inşallah.
KENDİME YOLCULUK
Henüz halk içinde Hakkı seyredecek durumda değilim. Kendi iç dünyama dönmek için biraz insanlardan uzak kalmaya ihtiyacım var.

Hafta sonu şöyle mûtenâ bir beldede sakin bir ortamda tek başıma iki gün geçirsem belki iyi olur. Dostlardan birinin şehre uzak da olsa dere ve denizin birleştiği bir köyde bağ evi olduğu hatırıma düşüyor. Henüz tatil dönemine girilmediği için boş. Durumu kendisine açtığımda hay hay diyor :


Kamp çadırı, mangal, av malzemeleri de var! İstersen dereden orman içlerine yürü, bir yerde çadır kur, sessizliğin sesini dinleyerek değişik bir gece geçir. Nasıl istersen, işte anahtar.
Cumartesi sabah erkenden yola çıkıyorum. Yaklaşık yüz kilometre yolum var. Macera işte. Çoğunluk topluca piknik yapmayı, beraberce eğlenmeyi seçerken ben yalnızlığa koşuyorum.
Yalnızlık, belki de kendime doğru açılan kapının eşiği. Uzlet vakitlerinde kendimi buluyorum. Beden ve karakter örtüsü ile kafeslediğim gönül kuşu, yalnızlık vakitlerinde özgürlüğe kanatlanıyor. Kayıtlar, şartlanmışlıklar, kaygılar, yargılar düşüyor bir bir. Ayaklar yerden kesiliyor ve tüy kadar hafiflediğimi hissediyorum…
Beton istilasıyla boğazı sıkılan kentten uzaklaştıkça bol virajlı orman yolunda nefes almanın ne büyük saadet olduğunu hücrelerime kadar hissedip bir kez daha şükrediyorum. Ufukta Karadeniz sahilleri belirdiğinde sağlı sollu köy tabelaları çoğalıyor.
İlkbahar güneşi ortalığı yavaş yavaş ısıtmaya başlarken köye ulaşıyorum. Dere kıyısında, küçücük bahçesi olan ahşap bir ev burası. Satın alacak değilim, çok da genişlik gerekmiyor, bir oda bile yeter bana. Sadece kendimi dinleyecek, sadeliğin, doğallığın, samimiyetin henüz kaybolmadığı bir atmosferde, kendime doğru yolculuğa çıkacağım.

İçeri girip sağı solu kolaçan ettikten sonra küçük valizimi bir kenara fırlatarak kendimi yatağa bırakıyorum. Ne gürültü, ne yoğunluk, ne keşmekeş, ne kaos! Dünya varmış!.. Öğle ezanına daha çok var. Az kestirsem mi?..


BATAKLIK, VADİ VE ZOR GEÇİT
Tam derin bir uykuya dalmak üzere idim ki kapı vuruluyor. Hayrola!.. Buralarda beni kimse tanımaz, gelen kim ola ki?.. Hafif aralık bıraktığım pencereden başımı uzatıyorum. Yağız köy delikanlılarından biri. Elinde kapaklı bakır sahan. Belli ki henüz komşu hakkının unutulmadığı bu iklimde, misafiriz diye bir şeyler ikram edecek!
Kapıya çıkıyorum. Selamlaşıyoruz. İçeri buyur ediyorum. Aslında hiç kalsın istemiyorum, sahanı bırakıp gitse doğrusu işime gelir.

Hani öyleyizdir, bazen içimizden gelmediği halde hoş teklifler yaparız insanlara. Mesela gecenin bir yarısı bizi aracıyla eve bırakan arkadaşa, “Yukarı buyur, bir kahve içelim” demek gibi. Ne bunu diyen, nede muhatap olan, bunun samimi olmadığını bilir aslında. Gece yarısı eve mi çıkılır?.. Yine de nezaket gösteririz. Karşıdaki de nazikçe “Geç oldu, başka zamana, alacağımız olsun” der, gider. Samimiyetsizlik mi yoksa sevimli bir insan hali mi, karar vermiş değilim.


Bizimki içeri giriyor. Biraz şaşırsam da mademki buyur ettim tabii gelecek deyip hemen toparlanıyorum. Fazla kalmayacağını söylüyor. Köy şivesiyle konuşan bu gencin adı VELİ.
İsme bak!.. Biraz bu çevreyi, görülecek yerleri soruyorum Veli’ye. Bütün detayları ile anlattıktan sonra önerisini açıklıyor :

- Ağabey! Herkes ya sahile iner ya derede balık peşinde koşar. Bence sen zirveye doğru yürüyüş yap. En sağlıklısı bu!

- İyi ama Veli, yakında dağ filan gözüktüğü yok. Ben de iki günlüğüne buraya geldim. Biraz yorucu olmaz mı, diyorum.

Veli köyün epey ilerisindeki dağdan, oraya nasıl ulaşacağımdan, geçitlerden söz açıyor:

- Buradan doğruca yürü abi. Dosdoğru gidecek sağa sola sapmayacaksın. Kararlı olacaksın. Yolun uzunluğu falan gözünü korkutmayacak. Epeyce gittikten sonra karşına geniş bir bataklık çıkacak!

Yok, artık eminim bana rahat yok. Şunun şurasında dinlenmeye geldik, tavsiyeye bakar mısınız?.. Biraz gerildim ama belli etmemeliyim. Nasılsa az sonra kalkar, gider. Hem bir sahan dolusu halis kaymak getirmiş, insanlık bilmiş, misafir demiş, ayıp olmasın. Ama biraz da ne istediğimi belli etmeliyim:

- Veli kardeş, biz dinlenmeye geldik, sen sefere çık diyorsun!

- Abi hayat bir sefer değil mi?.. Dünya dinlenecek yer değil, burası yolcunun mola yeri, sakın uyuklamayasın, otobüs kaçar sonra!..

Tamam, ben burada da buldum birini. Hep derim ya, bana normali çıkmadı. Köylü dediğim genç şimdi de tasavvuf dersi veriyor. Neyse dinleyelim bakalım :

- Ben kesmeyeyim sözünü Veli, sen devam et.

- Sağol abi… Nur olasın…

- Sen de sağol.

Ayağa kalkıp pencereden görülen araziyi işaret ederek tarife başlıyor :

- Ne diyordum abi?

- Buradan dümdüz yürü, sağa sola sapma, epey bir gidince karşına geniş bir bataklık çıkacak!

- Hayy ömrüne bereket. Tamam. Epey gideceksin. Pes etmek yok ama. Kupkuru, çöle benzeyen arazinin bitiminde karşına büyük bir bataklık çıkacak. Bizim buralarda o bataklığa EMMARE deyiveriyorlar. Sazlıkları, böğürtlenleri, kuş üzümleri çoktur oranın. Sakın aldanma. Çiçeğine, meyvesine aldananlar dibi boyladılar. Bir daha da çıkmaları mümkün olmadı.

- Niye biri gelip çıkaramaz mı?

- EMMARE bataklığında çırpınana yaklaşırsan muhtemelen seni de yanına çeker abi! Onun için pek kurtarmaya gelen olmaz…

- Eeee sonra?

- Bataklığın çiçeğine, meyvesine iltifat etme. Kıyıdan, dikkatle, taşların üzerinden üzerinden yürü… Bir süre sonra karşına bir vadi gelecek.

Bataklık, vadi, çiçekler, engebeli yollar… Sonu hayrolsun bakalım. Neye niyet neye kısmet!

- Niyet hayır, akibet hayır abi. Niyetini hiç bozmayacaksın bu yolda.

- Vadinin adı var mı?

- Olmaz mı? Köylük yerler buralar. Hepimizin lakabı olduğu gibi arazimizin de adı hep vardır. LEVVAME vadisi orası. Orası biraz ürkütücüdür.

- Ne gibi?..

- Kâh su şırıltıları duyarsın, kâh kurt ulumaları. Kâh içinde ümitler belirir, kâh karamsarlığa düşersin. Hatta bırakıp eve dönesin de gelir.

- Yok o kadar yol teptikten sonra dönmem Allah’ın izni ile.

“Aslan abim” diyor. “Aslan; Galatasaray” diye espriyi patlatıyorum. Yaşasın deyip zıplıyor Veli. Meğer Galatasaraylı imiş. Sonrasını anlatıyor kısa kısa.

- Senin de vaktini almayayım abim. LEVVAME vadisinden sonra MÜLHİME geçidi gelecek önüne. Bu geçit çok sarptır, kayalıkları, uçurumları çoktur. İçinden gürül gürül ırmak akar. Ama onun da coşkusu pek fazla. Benim diyen adam içinde duramaz.

- Nasıl yani?

- Hani rafting falan deyiveriyorsunuz ya siz. Onu bilenler eğleniyor oralarda. Bir de alabalık almak isteyen usta avcılar. Ama girdapları çoktur.

- Orayı geçmek zor mu?..

- Zorluk yok abi. İçinde inanç ve istek olduktan sonra zor da neymiş?..

- Kolay geçmek için ne yapmak lazım?..

- Oraya geldiğinde biraz soluklan abi. Cennet gibi güzelliklerin buğusunu kokla, kuş cıvıltıları yükselen uzak bahçeleri seyret bir süre. Bazen Levvameden ulumalar da duyacaksın ama bülbül seslerine, su şırıltısına kendini verirsen duymaz olursun.

Bir süre susuyor Veli. Uzun uzun ufka dalıyor. Sanki kolay yolu söyleyecek de kabul etmeyecekmişim gibi bir kaygı sezinliyorum güneş yanığı simasında. Havayı dağıtmak için soruyorum :

- İyi de Veli Mülhime geçidinden sonra zirveye veya sahili selamete daha çok var mı?

- Sen ne diyorsun abi, yolun yarısı bile değil Mülhime.

- Nasıl geçileceğini demedin.

- Ha deyiverem abim. Demin nehir kıyısında balık tutanlar göreceksin dedim ya,

- Evet dedin.

- Onların içinde çok olgun gördüklerinden birine yanaş ve “Beni ustaya götür” de! Biraz naz ederler. Samimiyetini, niyetini, gayretini okumak için yok filan derlerse de ısrar et. Onlar yukarıdaki ustaların adamları. Seni onlardan birine götürürlerse yaşadın!

- Veli yukarısı dediğin yer nere? Yukarıdakiler de kim?..

- Yukarısı MUTMAİNNE yaylası abi. Çok geniş bir düzlük orası. Bataklığı aşan, vadileri geçen, geçitlerde pes etmeyenlerin otağı. Gerçek huzura erenlerin yazlık köşkleri var orada.

- Yazlık dedin, esas ikametgahları ora değil mi?.

- Değil abi. Onlardan kimi zirvenin RADİYE tarafında, kimi MARDIYYE semtinde, kimi sislerden bizim göremediğimiz SAFİYE tepesinde oturur. Asıl ikamet yerleri Mutmainne değil yani. Bahar aylarında oralara gelirler.

- Niye geliyorlar?

- Kurban olduğumun abisi, onlara soru sorulmaz ki? Sorulmaz ama ben gördüğümü deyiverem gene sana!

- Evet, lütfen!

- Mülhime geçidine kadar kimler gelmiş, yukarıya doğru kimleri çekebilirler, bunu tespit için gelirler. Balık tutmaya yolladıkları adamları nadiren birkaç kişiyi taşır onlara.

- Oralar dağ başı ise onlar için tehlike, korku filan yok mu?

- Ne diyon sen abi? Tehlike, korku, hüzün yok onlara. Daimi huzur diyorum daimi huzur. Hep huzurda onlar, korku, hüzün niye olsun?

- İyi de onların adamları bizi yukarı çıkarırlar mı? Bunca zorlu çabayla gelinen yere herkesi almazlar herhalde?

Veli biraz manalı biraz da alaycı edada gülümsüyor:

- Herkesin kaç kişi abi?.. Ne herkesi? Sen kendine varmak istemiyor muydun? Sen sanal kalabalıklardan gerçek Teke erişmek niyetinde değil miydin?.. Herkesin olamaz senin. Bataklığı göl sanıp aldanmaz, vadide oyalanmaz da geçide gelir, balıkçıyı da görürsen, nasibin var demektir…

Veli; derin bir genç. Ne amaçla yola çıktım, önüme ne geldi?.. Allah’ın işine akıl mı erer?.. Daha öteyi, MUTMAİNNE yaylasından yukarı zirvelerin halini sormak istiyorum. Kesiyor :



- Mülhime geçidinde debelenen, kâh Levvameye kâh Emmareye düşen bizler için daha yukarıyı konuşmak havanda su dövmekten farksız. Balıkçı seni alıp köşklerden birine götürürse şükret.

- Kim var köşkte?..

- Onu gidince görürsün. Daha zirveleri de, olacakları da, sana oradaki zat anlatır. Haydi bana müsaade abi..

Avlu kapısından seri adımlarla çıkarken ardından sesleniyorum :

- Veliiiiiii, dinlenip sabah erken yola çıksam olur mu?

- Bana kalırsa şimdi çık abi! Günler de uzadı. Zor geçide akşam ezanından önce ulaşırsın inşallah…


Bedenim ve duygularım isyanlarda. Şehrin yoğunluğundan kaç, dinlenmek için onca yol gel, karşına yeni bir yolculuk çıksın. Olacak şey değil. Ama direniyorum. İşte bu anlarda içimdeki üç sesin bitmeyen kavgası yeniden alevleniyor :

Nefsim : “Yat aşağı, köylü gencin aklıyla mı hareket edeceksin, okumuş adamsın, bakma sen onlara” diyor.

Aklım : “Belki yeni göreceğin değişik şeyler olabilir, yorgunluk gibi görünenler zihin açıcı, gönül genişletici neden olmasın? Bir dene istersen, ama istersen dinlen, sen bilirsin!” diye söze giriyor.

Derinlerden, fısıltı ile seslenen, nefis ve aklın gürültüsü arasında sesini duyurmaya çalışan Vicdanıma kulak veriyorum: “Vardır bir hikmeti! Durma, çık yola!”


Kamp çadırı, uyku tulumu, biraz azık alarak evden çıkıyorum.

Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler!...

Veli’nin önerisine uyarak gerekli malzemeleri sırtlanıp yola koyuluyorum. Sahilin aksi istikametinde ilerlerken nefsim :

- Yol yakınken dön. Aklını başına al, diye durmaksızın söyleniyor.

Köyün yaslandığı sıradağ torunu tepelere tırmanıyorum. Sahilde güneşlenenleri, denizde kulaç atanları gördükçe nefsimin söylemine hak verecek gibi oluyorum. Kendimi yenik hissediyorum bu saatlerde. Vicdanım gene bırakmıyor sağ olsun :

- Dinleme sen onu, yürü. Yolunca devam et…



Kalabalıkların tersine yürüyorum. Tasavvuf da büyük ölçüde bu demek zaten. Normal olana, kalıplara, alışkanlıklara, alışılmış değerlere (!) baş kaldırarak yürümek!...

Kolay mı?..

Yalnızlığı, kınanmayı, garip görülmeyi, çoğunluğun tuhaf bakışlarını göze almışsan kolay. Ama bizim şoför İsmail amcanın tabiri ile “Hem şoför mahalli, hem cam kenarı olsun”, “Ne şiş yansın, ne kebap” türünden iki tarafı da idare eden münafıkça, fâsıkça yaklaşımlarla yürüme niyetindeysen işte zorluk o zaman başlıyor. Çünkü şirki affetmiyor bu yol.

Tatil yapacaksan deniz orada. Balık tutacaksan dere yanı başında. Ama kendine doğru yolculuğa çıkacaksan, bunları da birlikte yürüteyim diyorsan şirkin azabı alev alev sarar her yanını. Feryad ü figanın dağları inletse de kimse duyamaz, kimse söndüremez. Çünkü sen kendi ateşini kendin körükledin!


Bunları düşüne düşüne ilerliyorum. Tepelerin ardına geçtim. Köy görünmüyor artık. Evler gözden kaybolunca nefsim de sustu. Deniz yada dere diye vıdı vıdı edemiyor, baskın çıkamıyor. İnsan mesken tuttuğu, sıkı sıkıya bağlı olduğu şeylerden uzaklaşma cesareti gösterdikçe nefsinin yavaş yavaş alt olduğunu hissediyor. Bunu hissettikten sonra aklın ve vicdanın sesini dinlemek daha da kolaylaşıyor.

Tepeden sonra alabildiğine uzun bir düzlük çıktı önüme. Bozkır buralar. Yeşil ve mavi gerilerde kaldı. Güneş tepeme vurdukça omzumdaki yükün ağırlığı kat kat artıyor. Çadır, uyku tulumu, konserve, meyve, biraz ekmek ve matara. Askerde tatbikatlara çıkarken yüklenirdik bunları. 25 kiloyu bulan, yol uzadıkça ağırlığı her yanımızı ağrıtan teçhizatlar.


GÖL MÜ, BATAKLIK MI?
İki saati aşkın yürüdükten sonra etrafı sazlıklarla çevrili, yaban ördeklerinin dalıp çıktığı, kurbağaların kuşlara vokal yaptığı yere geliyorum. Burası bir göl… Arazi çorak, kupkuru. Ağaç tek tük. Kıyısına yaklaştığımda, ön taraflar bataklık olsa da daha ileride hoş manzaralar görüyorum. Biraz soluklanayım. Velinin sözleri yankılanıyor kulaklarımda :

- Emmare Bataklığına aldanma, meyvesinden tatma, çabuk geç, durma.

İnsafsız Veli!... Amma da abarttın yaaa! Her gölün kıyısı biraz bataklık olur. Ne var bunda?

Yok, biraz oturmalıyım. Nefeslenmeliyim. Bulduğum ufak bir düzlüğe oturuyorum. Yükümü kenara bıraktım. Ayaklarım toprak yüzü görsün. Askerde her cuma yürütürlerdi çıplak ayakla. Toprak, biriken elektriğimizi alırmış. Böylece stres ve yorgunluk gidermiş. Biraz öyle yapıyorum. Bu arada göle hâkim noktadan ileride neler olup bittiğini seyredebiliyorum.

Kıyıda küçük rıhtımlar var. Süslü saltanat kayıkları gidip geliyor. Çığırtkan kadınlar ve erkekler sesleniyor :

- Eğlencenin âlâsı bizdeeeee. Hem de bedavaaaaa. Kalkıyooooor haydi kalkıyoooor.

İleride göl ortasında tahta kazıklar üzerine oturtulmuş ahşap mekânlardan kulakları patlatan bir gürültü yükseliyor. Şarkıcıların sesleri, elektro enstrümanların tiz tınıları, eğlenenlerin şuh kahkahaları doğrusu nefsi cezbedecek türden.

Kıyıda çiçek satan kadınlar, uğur dağıtıyorlar Emmare gölüne bilet alanlara. İyi giyimli teşrifatçı beyler başka bir şeye davet ediyorlar. Anladıııımmmm… Kumar buuuu… Bol para, bol şans….

Biraz aşağıya doğru insem, azıcık takılsam kıyamet mi kopar?.. Nefsim ellerini oğuşturuyor sevinçten :

- Durma, durma, haydi kalk gidelim…

Vicdanım yakamdan kavrıyor:

- Otur, bir yere gitmiyorsun!

Niçin ama, diyorum vicdanıma. Vicdanım bu defa çok felsefi konuşuyor:

- Gördüğün; olanın hakikati mi acaba?...

Hoppalaaaa!..

- Niçin hakikati olmasın, basbayağı görüyorum işte. Vicdan, inan çok haksızlık ediyorsun!

Vicdan gözüme doğru elerini uzatıyor:

- Perdeyi kısa süreli açıyorum. Bir de benim gözümle bak şimdi.

Vicdanın elleri gözlerimin önünden şefkatli bir anne sıvazlaması ile geçtikten sonra gördüklerim karşısında irkiliyor, hissettiklerimden ürküyorum.

Masmavi göl dediğim yer kapkara bir bataklık şimdi. Kahkaha atanlar, eğlenenler, günü gün edenler korkunç bir ıstırapla inliyorlar… Feryatlarına can dayanmaz. Kıyıdaki çiçekçi kadınlar birer cadıya dönüştü. Göle inip çıkanlar ördek değil, leş kargaları, akbabalar ve pislikten beslenen alıcı kuşlar…Ve iğrenç bir koku yayılıyor her yana. Yüz tane şehrin kanalizasyonu bir yere aksa ancak bu kadar pis kokar.

Kaçmalıyım. Bir an evvel uzaklaşmalıyım buradan.
Toparlanırken vicdan tekrar perde çekiyor. Geriye bakmıyorum artık. Kıyıdan, Veli’nin dediği gibi taşlara basa basa yürüyorum. Ya ayağım kayarsa?!.. Korkma diyor içimdeki Hakkın sesi. Korkma, Hakka tabi olmuşsan görünmeyen kuvveler tutar elini.

Biraz dinlenmiş olmaktan güç alarak yürüyorum. Taşlara basa basa ilerlerken göl yüzeyini kaplayan nilüferler, içimde acaba geri dönsem mi dedirtirken, arada bir başını çıkaran timsahlar, ileriye dönük azmimi tetikliyor.


Düşme, kayma korkularının tedirginliği, ileride erişeceklerimin iştiyakıyla bataklıktan çıkıyorum. Ardımdan seslenmeye devam ediyorlar. Eğlenceye çağırıyorlar. Ama dönmeyeceğim. Bir kez durup başımı çevirirsem, ne olacağı konusunda kendime güvenemiyorum.
Babayiğitlik kaldırmaz bu bataklık, bir kere içine çekildin mi, yiğitlik, delikanlılık da sökmez orada.
PİŞMANLIK VADİSİ
Bataklık görünmez oldu. Midemi kaldıran pis kokusu hala geliyor azar azar ama ileride Levvame Vadisi göründü. İkindi molasını orada vermeliyim. Vadinin girişinde bir çeşme başında soluklanıyorum. Soğuk pınarın suyuyla abdest, önce bedenime, sonra ruhuma can katıyor. Gecikmiş bir öğlen, az sonra da vakti girince ikindi eda edeceğim. Öğleyi çabuk kılıyorum vakit epeyce dar…
Namazdan sonra çeşmenin hemen yanı başındaki salkım söğüdün altına bohçamı açıyorum. Konserveler ve meyveleri dizdim itina ile. Uzakta, sırtında yün kepeneği, elinde kavalı ile bir çoban görünüyor. Gelse, biraz süt verse fena olmaz hani. Ama nasıl derim?..
Nevalemi atıştırırken esen serin rüzgâra açıyorum bağrımı. İnsanın ateşini alıyor ağaç dallarına ıslık çaldıran rüzgâr. O da ne?.. Çoban elinde bir bakraçla bu yana geliyor.

Toparlanıp ayağa kalkıyorum :

- Hoş gelmişsen beyim, diyerek selam veriyor.

Samimiyet, doğallık, riyasız, iddiasız yaşam demek çobanlık! Bütün peygamberler çobanlık yapmışlar. Özel bir muhabbet beslediğim Üveys El Karani (ks) de çoban.


Nereden gelip nereye gittiğimi soruyor. “Kendime yolculuğum” diyorum. Zor olanı seçtiğimi söyledikten sonra ;

- Bu yolun has gıdası süttür. Sana süt getirdim. İç biraz. Biraz da kabına al. Gücün tükendiğinde, ümidin bittiğinde, artık olmaz, dediğinde bundan içeceksin.

Hayret! Alt tarafı süt işte… Ne özelliği var ki?..

- Başka sütlerle karıştırma. Bu muhabbet sütü… Çobanlık yapan velilerden, insanlığı kurttan korurcasına şeytan ve ordusundan koruyan nebi ve rasullerden süzülerek akar kalp tasına… Nasibi olan içer Muhabbet Sütünü…


Bir kâse alıyorum. Tadı bambaşka. Doyulacak gibi değil muhabbete. Bir kâse daha, bir kâse daha, bir kâse daha derken çoban kolumu tutuyor :

- Yeter! Çok içenler sarhoş olup kendinden geçti. Görecekleri nice güzellikler varken sütün güzelliğinde yitirdiler kendilerini. Yolun uzun, dozunda bırak, ölçülü iç.

- İyi ama muhabbette de ölçüyü tutturmak zor be birader. İnsanın içtikçe içesi geliyor. Nasıl yapsak?

Çoban havayı değiştirmek için kavalını hazırlarken mırıltı halinde söylüyor :

- Aklın var ya, ne güne duruyor? Duygun kabardığında aklınla dengeleyeceksin kendini…

Kavalın ağız kısmını temizledikten sonra üfürüyor. Deliklerden taşan nameleri hatırlıyor, alçak sesle eşlik ediyorum :


Benim efendim !

Ben sana bendim !

Bir üfledin de

Yıkıldı bend'im.


Ben ki, denizdim,

Dağ başı bendim.

Şimdi sen oldun,

Âleme pendim.


Benim efendim !

Benim efendim,

Feza levendim !

Ölmemek neymiş;

Senden öğrendim.

Kayboldum sende,

Sende tükendim!

Sordum aynaya :

Hani ya kendim?

Benim efendim !

Benim efendim!

Emri yüklendim!

Dağlandım kalbden

Ve mühürlendim.

Askerin oldum,

Başta tülbendim;

Okum sadakta,

Elde kemendim.

Benim efendim.

(NFK)
Muhabbet dendi mi Efendimiz, Efendimiz dendi mi muhabbet taşıyor yüreklerden. Emmare bataklığına bir an kayan gözlerime yazıklar olsun!.. O kadar pişmanım ki!... Kendimi o derece kınıyorum ki, dünyanın en yaramaz, en berbat adamı benim diye dövünesim geliyor. Daha hızlı gelebilirdim buralara, oyalanmayabilirdim, geç kaldım işte, geç kaldım geçççç!… Hem de çok geççç!…


İçim ha bire coşarken çoban usulca toparlanıyor. “Nereye, henüz erken” desem de ;

- Vakit ikindi… Koyunların uyku vakti. Benim de zikir saatim. Onlar uyuyacak ben zikredeceğim, diyerek uzaklaşıyor. Birkaç adım gittikten sonra ;

- Nefsine prim vermemek için kendini hakir görmek iyi ama, kınamada yine de çok aşırı gitme. Levvame vadisinde bunlar çok normal. Ama unutma daha çok yolun var!
İkindiyi eda edip kalkıyorum.
ZOR GEÇİT
Evvame vadisini geçerken bazen Emmareye ait sazlıklar, gölcükler, bazen ötelere ait şirin bahçeler görüyorum. Bahçelerde açan çiçekleri, tepeleri tutan yasemin ve gelincikleri seyrederken, Güle hasretim artıyor. Batak yerlerde pişmanlığım, hüznüm kabarıyor. Kâh ümit meltemi ile ferahlıyor, kâh kınama lodosu ile yanıyorum.
Bentler, dereler, çukurlar derken tekrar açık araziye çıkıyor yolum. Güneş yavaş yavaş guruba yönelirken, yüce dağların gölgesi düşüyor üstüme. Onların gölgesinde yürümek, yolu kolaylaştırıyor.

Yolum birden eğime dönüştü. İnişe doğru yürümek, çıkmak kadar zor şimdilerde. Onca yükle düşmemek, savrulmamak özel bir gayret istiyor. Dağlar epeyce yukarıda kaldı. İne ine en aşağı vardım.


Burası yeni bir vadi. Vadiden çok dar bir boğaz, zor bir geçit besbelli. Dönmek yok, ayaklarıma kan otursa da, dizlerimin bağı çözülse de güneş batmadan balıkçıya ulaşmalıyım.
Sarp kayalıklar üstüme yıkılıverecekmiş gibi iki yanımı sarmış vaziyette. Yanımda akan nehir öylesine çağlıyor ki, sanki içine alıp sürükleyiverecekmiş gibi… Nehir kıyısınca ilerliyorum. Ben güç bela yürürken iki de bir botla geçen raftingcilerin el sallaması yok mu, moralimi alt üst ediyor. İşi öğrenmişler, havasını da atacaklar tabii… Değil bota binmek, bu nehre ayaklarını sokup biraz yüzmek bile korkunç geliyor. Canımı yolda bulmadım, nemelazım yürümeme bakayım ben…

Keskin dönüşlerde suya giriyorum. Ayakta durmak zor olsa da mecburum buna. Bazı yerlerde de ufak köprüler var. Bir o yana bir bu yana geçerek ilerliyorum zor geçitte. Dönüşler azalıp kayalıklar biterken nehir hafif yaygınlaşıyor, ufak bir düzlüğe çıkıyor yolum.


Balıkçıları karaltı halinde görebiliyorum buradan… Gücüm tükendi, o biçim yoruldum ama son bir gayret… O da ne? Balıkçılar uzaklaşıyorlar. Eyvah!... Ya yetişemezsem… Son kalan iki üç kişiye haykırıyorum :

- Heeeeyyyy! Az bekleyin nolur! Heeeeeyyy!...

İçlerinden biri başını çeviriyor. Şükür. Hadi biraz daha hızlanmalıyım. Az kaldı, yetiştim inşallah, az kaldı…

Orta yaşlı balıkçının yanına geldiğimde nefesim kontrol edilecek gibi değil. Oracığa yığılıyorum. Balıkçı yaklaşıyor :

- Soluklan, bu acele niye, dinlen bakalım, dedikten sonra nehre daldırdığı kovayı suyla doldurup suratıma boca ediyor…

Ohhh. Bu pek iyi geldi doğrusu… “Hayy ömrüne bereket amca” diyecek oluyorum :

- Amca, dayı, abi kayıtları bitti burada. Bu diyarın sakinleri birbirine sadece isimleriyle hitap ederler. Çünkü yaş ve tecrübe değil, kalp ve takva geçer akçe burada. Kalpten bakanlar için de üstünlük unvanlara bağlı değil…

Belli, ilk sözlerden belli ki artık çok farklı bir diyardayım. Balıkçı devam ediyor :

- Adım HASBİ… Tanışalım…

Adı gibi hasbi adam, mert, açık, samimi. Örtüsü yok, iddiası yok, unvanı yok. Hasbi işte…


Tanışıyoruz. Diğer balıkçılar yolu çoktan aşmışlar. Ama bir şeye şaşıyorum; çağlayarak akan deli nehir ileride dağların altına giriyor. Sanki mağaranın, tünelin içinden akıyor. Raftingciler korkusuzca dalıyorlar içeri. Ben girsem kafa göz kalmaz alimallah. Balıkçılar da sarp kayalardan tırmanarak çıktılar ileri yaylaya. Gördüm, çok da kolay çıktılar. Düz yolda yürür gibi. Tuhaf…
Yüklə 0,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin