Dünyada Cennet Mümkün mü?..
Sahuru müteakiben otobüste yerimi alıyorum. Bu saatte gözlerimde mahmurluk, eklem yerlerimde uyuşukluk olurdu. Nedense bu sabah kendimi çok dinç ve zinde hissediyorum. Yol gözümde büyümüyor. Değişik bir sefer olacağa benzer. Sanırım şimdiden hoş meltem esintileri almaya başladım bile.
Avrupa yakasından Asya’ya geçiyoruz. Buradaki terminalden katılıyor. Kucaklaşıyoruz. Bu yolculuk benim onunla baş başa, uzun soluklu ilk seferim. Hemen umre ve hac konusunu soruyorum.
- Bu yıl buralardayız çocuk!.. Bu sene de gurbetteyiz. Asıl vatan çağırır bizi, Medine çağırır bizi. Belki seneye, ya nasip, diyor.
Derin bir ohhh çekiyorum. Şükür, bu sene de benimle demek ki.
Sabahın ilk ışıkları ile birlikte Körfezi geçiyoruz. Yalova- Bursa- Balıkesir derken İzmir’e kadar uzanacağız anlaşılan. Kime ve nereye gidiyoruz, sormadım.
- Çok eski dostlarım var Ege’de. Yıllardır devam eden, zamana rağmen hiç kopmamış, ayakta kalabilmiş ender bir muhabbet halkasına gidiyoruz seninle.
Günlerdir üzerinde düşündüğüm konuyu açıyorum :
- Dünyada cennet yaşamak mümkün mü?..
- Neden olmasın?..
- Ama hadislerde, bazı evliya sözlerinde “Dünya müminin zindanı” ifadesi çok fazla. “Burası geçici, aslolan ahiret” denerek dünya yere geçiriliyor sanki.
Bir süre susuyor. Otobüs, bastıran sıcağa direnerek su içercesine asfaltı yudumlamaya devam ederken, sağlı sollu zeytinliklere dalıyor gözleri. Göz alabildiğine yeşilin tonları arasındaki zeytin ağaçları, ruhuma ayrı bir fısıltı serpiştiriyor.
Vahdet yaşamını zeytinle, kesreti incirle tasvir etmiş Kur’an, Tin suresinde. İkisinin de yoğun olarak yetiştiği bölge Akdeniz ve Ege. Kesretle Vahdetin iç içe yaşanması gerektiğini belki bu yolculukla daha net kavrayacağım. Uzun bir suskunluk sürecinden sonra sözü açıyor :
- Burada cenneti bulamazsan orada hiç bulamazsın!..
- Nasıl yani?.. Bu çok değişiiiik! Ne diyorsun Baba?..
- Burada bilincinin açıldığı kadarı ile orayı yaşamayacak mısın?
- Evet
- Burada a’ma isen orada da a’ma mısın?
- Evet
- O halde burada cennet halini yakalayamadıysan orada da işin zor demektir. Aslında burası orası ikiliğine niye düşüyoruz ki?... Hayat; tek değil mi?.. Ölüm geçidine sınır çekip niye bölüyoruz ki hayatı?!...
Bu defa susma sırası bende. Dedikleri doğru ama büyüklerin hayatını nereye koyacağız?.. Bela ve imtihan süreçleri ile onca çileler çekilmiş, madem burada da cennet yaşanabiliyorsa Allah Ehli zatlar niye çile çekti ki?... Hem cennette çile olmaz ki!..
- İyi ama, hakikat yoluna revan olanların çektiği belalar, sıkıntılar nereye konacak?
- Bela ve sıkıntı ha?.. Kime göre?...
- Kime göresi var mı, basbayağı çile işte!..
- Büyüklerin çileden şikayet ettiklerini duydun mu hiç?..
- Hayır, duymadım.
- Senin sandığın gibi acı çekiyor olsalar, sızlanırlardı değil mi?..
- Evet.
- Belayı nimet bilmişler. Darlıkta da bollukta da, zorlukta da ferahlıkta da şükrü ve itidali elden bırakmamışlar. Demek iş senin gördüğün gibi değil…
- Şu halde onlar bize göre acı ve sıkıntı görünen şeylerle mi cenneti yaşadılar?..
- Hakkın lütuflarına, acı ve sıkıntı diye bakmadılar ki, azap görsünler!.. Bela ve nimet diye seyri ikiye bölüp şirke düşmediler ki, sıkıntı çeksinler. Onlar daimi cennet yaşadı!..
Anlattıklarını anlıyorum ama oturtamıyorum. Kabul etmek başkaaa, aklın yatması başkaaaaa, idrak edip, “Demek böyle yaşanırmış” demek daha da başkaaaa!..
Sıcak iyiden iyiye bastırdı. Otobüsün klimaları güçlü ama klimaya da güven olmaz. Niceleri yaz günü klimalar yüzünden yorgan döşek yatağa düşüyor. İzmir’e iki saat kadar yolumuz kaldı. Perdeleri çekip biraz kestirmeliyim.
- Ben anlayamadım, senin dünyada cennet dediğini. İnşallah anlarım bir gün.
- Bir gün değil, varınca göreceksin, nasıl yaşandığını seyredeceksin. Bir kere gördükten sonra da nasıl yaşanacağı daha kolaylaşacak sana… İnsan görmediğinin, şahit olmadığının yabancısıdır. Görmeyince, hiç olamaz sanır…
- Dünyada cennetin nasıl yaşandığını Ege’de mi göreceğim?..
- Benim kadim dostlarımın meclisi sana bunu öğretecek! Haydi şimdi uyu, koca bebek. Uykunu alamazsan gün boyu çekilmez olursun, bir de senle uğraşmayayım.
Büyüklerin yaşadığı cennet… Belayı nimet bilmek… Dünya da cennet yaşanmazsa ahrette hiç yaşanmaz… Bunları düşünerek dalıyorum uzaklara…
Cennete Girer Gibi
Manisa’dan İzmir’e doğru salınırken uyanıyorum. Askerlik yaptığım kışlanın önünden, Topçu Tugayından geçerken gözlerim nemleniyor. Bornova, geride kalan 17 yılda ne kadar da değişmiş?!...
Öğle ezanı ile birlikte İzmir otogarına giriyoruz. Valize hafif bir yazlık ceket de almıştım belki yağış olur diye. Perona adımımı atar atmaz suratımı yakan sıcaklık, boşa yük ettiğimi yüzüme vuruyor. Nereye gideceğiz hala soramıyorum. Boş ver, öğrensem ne olur ki… Servisle epeyce bir yol aldıktan sonra sahilde iniyoruz.
- Buradan biraz daha yolumuz var. Şehrin dışında bir kasabaya gideceğiz, diyor.
Çevirdiği taksi ile yola devam ediyoruz. Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak insana heyecan veriyor. Gerçi biraz biliyorum İzmir’i. Kemeraltı Çarşısı, Basmane Garı, Fuar, Narlıdere… Ve Kordon…
Kentin bina yoğunluğu geride kalırken yeşillikler içine, zeytinliklerle bezeli yamaca tırmanıyoruz. Deniz ayaklar altında. Üç katlı bir evin önünde durduk. Peyzajı gayet hoş düşünülmüş çiçekli bahçeden geçerek merdivenlere yöneliyoruz.
Kapıyı güler yüzlü, enerjik, hayat dolu insanlar açıyor. Tasavvufi hayata yıllarını vermiş bir büyüğümüzün evi imiş. Salona geçmeden önce öğle namazını eda ediyoruz bir köşede. Bunca insan, Vahdet Bey için toplanmış demek. Nedense burada yoğun bir heyecanla göğsüm sıkışıyor. Umarım Vahdet Bey, “Sen konuş” deyip de topu bana atmaz. Namaz bitti, içeri geçeceğiz.
- Bizler yorulduk evlat. Ben açarım konuyu ama ağırlıkla sen götüreceksin muhabbeti. Ona göre hazırlıklı ol.
Korktuğun başına gelir, diye boşuna dememişler. Ne yapalım, durduk divana, uyduk imama!...
Teke; Tekten gidilir
Salona geçtiğimizde kalabalık bir toplulukla karşılaşıyoruz. Hepsiyle tek tek selamlaşıp yerimizi aldıktan sonra, yönelen gözleri okumaya çalışıyorum. Ortak nokta; ilim sevdası. Ortak payda hakikati arama gayreti… Hiçbir yüzde gerginlik, derin acı, hüzün yada endişe yok. Hepsi de huzur yansıtan canlı, enerjik bu kadar insanı hiç bir arada görmedim daha önce.
Vahdet Bey ufak bir tanışma faslı açıyor. Burada tanışmalarda dünyevi anlamda meslek- medeni durum- tahsil değil, ilim öne çıkıyor. Kim nereden besleniyor, şimdiye kadar neleri takip etti, özetlensin istiyor Vahdet Bey. Daha ilk sözler açılınca misafirlerin hemen hepsinin dilinde aynı cümleyi duyuyorum ;
- Uzun süredir büyüğümüzün sohbet meclisindeyiz. Ondan çok istifade ediyoruz!
Bu cümle tekrarlandıkça “Büyüğümüz” dedikleri, karşımdaki koltuğa dingin bir ferahlıkla yaslanan teyzeye dalıyor gözlerim. Kim bilir kimlerin elini öptü, kim bilir hangi Allah Dostları önünde diz çöktü, kim bilir bugün rahmetle andığımız nice zatlarla yarenlik etti…
Tanışma bitmek üzere iken hem huzur hem heyecan sarıyor yine içimi. Yanımda Vahdet Bey, karşımda ev sahibi teyze ve etrafımda ilim susamışlığı içinde gönülden dökülecekleri bekleyen bir dizi insan… Nasıl başlayacağım, sözü nereden açacağım bilemiyorum. Vahdet Bey genel bazı hatırlatmalarla bir süre götürüyor işi. Bu esnada derin derin düşünüyorum… Bu nasıl bir huzur tablosu?!... Neden bu insanlar bu kadar hayat dolu?... Ve neden, derin bir teslimiyet içindeler ilme, hikmete?..
Önceleri muhabbetle toplanan pek çok sohbet halkası zaman içinde dağılırken, uzun süredir, dile kolay çeyrek yüzyılı deviren bu halka, niçin ve hangi sebepten hala dipdiri ayakta?..
“Teke; Tekten gidilir” demişti bir zat… “Bire; birden erilir ” demişti… Sır galiba burada. Büyüğümüz dedikleri zata tam teslim olmuşlar, o ne derse onu almışlar, neyi işaret etmişse ona yönelmişler… Çadırın orta direği gibi o zat artık onlar için… Sevgi, muhabbet ve hepsinden önemlisi, günümüzde unutulan Vefa kavramı etrafında kenetlenmişler… İşte onun için birlik içindeler…
“Ben arı gibi her çiçekten bal alırım, ben özgürüm” gibi zahiren mantıklı görünen söylemlerin, batinen ego kaynaklı, nefsin illüzyonu olduğunu sezmişler, asıl hünerin BİR ’ine teslim olmakta olduğunu görmüşler… “Cenneti göreceksin” cümlesindeki espri de bu olsa gerek…
Vahdet Bey sözleri bağlamaya hazırlanırken, dilim ve gönlüm çözülsün diye kalbimin sahibine yöneliyor: “Sen duyarsın, sen bilirsin, sadece ilim için buradayım, nefsim adına bir şey çıkmasın ağzımdan. Nolur desteğini esirgeme!” diyorum…
İnsan, Halife, Ruh ve Öz
Nereden başlayacağımı bilemezken, Adem’den giriyoruz. Yaratılıştan, ilk mayadan ve üflenen ruhtan… Ruhlar Alemi ile ilgili bir soru geliyor hemen. Dikkatleri kullandığımız kavramlara daha hassas olmak adına bir noktaya çekiyorum :
- Ruhlar Alemi diye kalabalık bir alem mi var, yoksa olay üflenen tek ruhun açığa çıkışı mı?
İdrakleri hafif sallamak için bunu soruyorum. Peşinden Kur’an kaynaklı bir tespiti naklediyorum. Tespitler bana ait değil, hepsi büyüklerden, hepsi bu ilme emek verenlerden. Ben sadece tezgâh açtım manav misali, ürünü yetiştirip yollayan başkaları :
Kur’anda şu kelimelerin çoğulu hiç geçmez :
- RUH… Çoğulu ERVAH… Kur’anda hiç ervah yok!..
- İLİM… Çoğulu ULUM…. Kur’anda hiç ulum yok!..
- HAK…. Çoğulu HAKAYIK veya HUKUK… İkisi de Kur’anda yok!..
- DİN… Çoğulu EDYAN… Kur’anda edyan da yok…
- NUR…. Çoğulu ENVAR… Kur’anda envar da yok…
Neden saydım bunları?... Bunlar size ne düşündürür?...
Sözün bu noktasında konuyu Vahdet Bey ele alıyor :
- Ruh tek ise, tek ruhtan yaratıldık… Ve onunla, onun adına hayatiyetimiz sürüyor… Kalabalık ruhlar vehmetmek bizi nerelere sürüklüyor düşünün…
- İlim tek ise, o da İLMULLAH ise, bilim- din, pozitif- negatif ayrımları da nereden çıktı?.. Şirk nerede başlıyor ve onulmaz bir dert gibi neden şifa bulmuyor idrakler, anladınız mı?..
- Hak; tek… Ortak paydamız Hak… Onun hakkı bunun hakkı, ona göre buna göre yok, Hak için yaşamak ve o tek Hakkı gözetmek…
Haklar; kavramı yok Kur’anda…
- Din… Dinler… İlahi dinler, semavi dinler, tek tanrılı dinler, çok tanrılı dinler… Ohhooooo, kalabalık bir kaos demeti… Oysa din tek!...
- Nur… “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayeti açık… Nurlar kavramı zaten muhal…
- Sadece kavramların hakikatini bilsek kim bilir neler değişirdi hayatımızda değil mi çocuklar?...
Vahdet beyin bu silkelemesinden sonra, yaratılmış insandan, öz noktada halifeye erişmek… Vehmi benlikten asıl varlığa ulaşmak… Bunlar üzerine uzun uzun açıyoruz… Sorularla sohbet renkleniyor, hakikaten salon gitgide içinden çıkmak istemeyeceğimiz cennet bahçesine dönüşüyor…
Muhabbet çok iyi ama, gözlerim yanıyor. Geceyi uykusuz geçirmek ve yol, biraz yormuş anlaşılan… Ev sahibi seziyor durumu; “Biz devam ederiz, geçin az istirahat edin” diyor.
Vahdet Bey kesiyor :
- Hayır, Alem Suretini de açalım ondan sonra istirahat etsin… İzin yok anlaşılan.. Vahdet Beyin kulağına eğiliyorum :
- Alem Suretini yazıda özet geçtik. Burada açacak mıyız? Kolay kabullenilecek şey değil o!
- Buradakiler kabullenmezse kimse kabullenmez… Buradakiler anlamazsa kimse anlamaz. Çekinmeden devam et, saklamadan aç içindekini…
Ulul Emr ve Alem Sureti
Bir an her yanımı ateş basıyor. Sırrı açık mı söylemeliyim?.. Ya bu bana sıkıntı verirse?! Ya ilim dairesinden çıkıp hissiyata ve sübjektif sezgilere kayar, insanları yanlış yönlendirirsem?!..
Gözüm bir an ev sahibine değiyor. Gülümseyen bir çehre. Onaylayan gözler… Tebessümü ile, durma yürü, söyle söyleyeceğini der gibi…
- “Allah’ın alemlerdeki tasarrufu Alem Suretleri iledir, başkaca değil” uyarısını çok yönlü okumak mümkün dostlar. Beynin suretlendirmelerle çalıştığını, düşüncelerimizin, hayallerimizin günün birinde somut suret ve olaylarla önümüze geldiğini konuşmuştuk. Bunları biliyoruz…
Vahdet Bey bu defa sert ikaz ediyor :
- Orta sahada top gezdirme… İleri çık!...
Devam ediyorum :
- Her bir alemin o aleme has suretleri ile sistem işliyor. Her bir bilinç katmanının alem suretleri o katmanın gereği olanları açığa çıkarıyorlar. Böylece tasarruf sürüyor. Diğer yandan Alem Sureti; bir bilinç düzeyinde o bilince ait yayını yapan ana trafo! Böyle de düşünün.
- Rasül ve Nebiler birer Alem Sureti idi. Onların alemlerdeki işlevi el’an tasarruf ehli velilerle devam ediyor. Yani Alemler, hiçbir dönemde Alem Suretsiz kalmıyor!..
- Bizi ilgilendiren yanı, konunun ULUL EMR ile bağlantısı… Şimdi bunu açmaya çalışalım.
- Ulul Emr hakkındaki ayette ALLAH- RASUL VE ULULEMR (VE) bağlacı ile birlikte zikrediliyor… Mantık ilmi açısından VE bağlacının anlamını hatırlayın. ALLAHA ITAAT, RASULE ITAAT, ULUL EMRE İTAAT birlikte, beraberce zikrediliyor… Burada VE nin işaret ettiği anlam çok önemli…
- “Ulul Emr kimdir, nasıl anlayacağız, nasıl tanıyacağız?” sorusu giriyor devreye…
- Ulul Emr; Emr alemine yönelmiş, sunnetullah gerçeğini okumuş, beşeri kalıpları aşmış, kendi hakikati ile yüzleşmiş, hilafet noktası açılıp kemalata ermiş zat olsa gerek!.. Onlardan biri ile tanıştığınızda, ilmine, hikmetine teslimiyet ve itaatiniz ayetteki gibi olacak!...
Vahdet Bey bir kere daha kolumu tutup uyarıyor :
- Bak, ürkek çocuklar gibi konuşma. Biliyorsan, eminsen, kısalt ve daha net söyle!..
Allah’ım, içime fenalık geliyor. Nasıl yapsam, ne etsem?.. Tekrar etrafı gözlüyorum. Ne kınayacak bir göz, ne tereddütlü, şüpheci bir bakış var. Objektif ve her an yeniye açık, değerlendirmeye açık bir insan topluluğu
İzmir bölgesi için, “Kayıtları olmayan, her şeye kolay adapte olan insanlardır” demeleri doğruymuş demek ki… Başka yerlerde olsa; ”Sır ise açmayın, kalsın” denebilirdi… Burada her şeye açık bilinçler. Devam ediyorum :
- Ulul Emr bir zat ile karşılaşmışsanız… Ona sevginiz, ona yönelişiniz, ona teslimiyetiniz, ona ilginiz; tıpkı Allah’a ve Rasülüne yönelişiniz gibi olacak!... Böyle olmadıkça hakiki huzura erme şansınız yoktur!...
Ohhh beeee.. Söyledim işte… Kınayan kınar, isteyen küfre düştü der, dileyen derin derin düşünür, söyledim işte!… Vahdet Bey bir daha uyarıyor :
- Gibileri de çıkar. VE bağlaçlarını birleştir. Ayet nasıl demişse sen de tek cümlede söyle şunu!
Mübarek, geldikçe gelir üstüme. Tere battım. Nefesim sıkışıyor. Ama haklı. Yönelişi teke indirmedikçe, ilgiyi birlemedikçe, sevgiyi tek noktaya odaklamadıkça kurtuluş yok.
Ben bunları düşünürken biri YUSUF SURESİ- 106 yı soru-yor…”Ve ma yu'minu ekseruhüm Billahi illâ ve hüm müşrikûn”; Onların ekseriyeti ancak müşrikler olarak (B sırrından gafil, vehmi varlıklarını eş koşarak) Allah’a (benliklerinin hakikati olan Allah böyle dilediği için) iman ederler.
Tam da yeri işte… Hem soruyu soran, hem Vahdet Bey iyice pas atıyorlar sanki…
- Bakın dostlar! İtaatiniz, sevginiz, ilginiz, tek kaynağa olursa, yani sadece Ulul Emre yönelirseniz; Allah’a itaat ve Rasulune teslimiyet zaten onun içindedir, ondan ayrı değildir! Bu ne demek?... Yönelişiniz size otomatik olarak iman ve itaatin hakikatini açar!…
- Yani daha açığı şu; Hakiki İmana ulaşmak, Yusuf 106 daki çoğunluk gibi, “şirk biçiminde iman” şeklinde tuhaf bir hali yaşamak istemiyorsanız; İmanınız da İtaatiniz de Ulul Emre, size hakikati tebliğ eden zata olacak!.. Kayıtsız şartsız olacak hem de!… Ötesi boş! İşin püf noktası bu! Çünkü tasarruf; alem sureti ile, başkaca değil, başka yerde değil… Ayetteki “Müşrik olarak iman” halinden çıkış da ancak bu şekilde mümkün!.. Neden? Yönelişiniz Tek surete olursa iman Teke erişiyor!... Yormayın, zorlamayın artık, benden bu kadar!..
…
Ne varsa söyledim. Zelzele mi olur bilinçlerde, yoksa isyan mı çıkar, bilemem artık. Üzerimden tonlarca yük kalkmış gibi rahatladım. Yine gözlere bakıyorum. O kadar mesut ki insanlar!.. Bunu da kabul ettiler ve amenna dediler sanki tek yürek halinde… Vahdet Bey sırtımı sıvazlıyor:
- Geç içeri, uzan biraz. Biz devam edelim…
İkindi yakın, mekruh vakit ama çok bitkinim. Hem Vahdet Bey dinlen demişse itaat adına uzanmalıyım.
Rengine Boyanmak
Biraz uzandıktan sonra iftara yakın uyandırılıyorum. Oldukça toparlanmış vaziyette kalkıyorum. Misafirlerin büyük bölümü gitmiş. Kalanlarla iftarda da değişik müzakereler devam ediyor. İftar sonrası ikili sohbetler için biraz kendi halimizde kalıyoruz. Vahdet Beye diyorum :
- Hakikaten burada güzel bir enerji ve ortam buldum. Tüm dostlar hizmet için çırpınıyor, koşuyor, yüreğini ortaya koyuyor. Bir de tüm insanlar gülümsüyor burada. Nasıl izah edersin bunları?..
Az ötede koltuğunda dinlenen aile büyüğünü göstererek :
- Hepsi ondan gelişiyor. Ona muhabbetleri yoğun, o da birleştirici unsur olmuş.
- Yani?..
- Yani, ötelerde aramamışlar, yanı başlarındaki alem sureti ile bağlarını iyi kurmuşlar, bu bağ da onları ilme, sevgiye, muhabbete, dostluğa taşımış.
- Teke, tekten gidilir, Bire birden erilir yani?..
- Evet, başkaca yol da yok!
- Peki ama her insanın az buçuk sıkıntısı, iç sancısı olabilir. Buradaki neşenin sebebi?..
Çaylar geliyor. Önceden bildikleri için benim çayımı kocaman bir kupa ile veriyorlar. Başkası da kesmez zaten. Vahdet Bey sorumu soru ile cevaplıyor :
- Teyzenin adı ne?
- GÜLEN…
- Başka izaha gerek var mı?.. Gülen’i sevenler gülümsüyor işte…
- Yani seven sevdiğinin rengine mi boyanıyor?..
- İşin doğası bu… İnsan sevdiğinin hali ile hallenir ister istemez. Rengine boyanır.
Çaylarla birlikte ortak sohbet konuları, gündüz kısa geçilen noktalar açılıyor. Emre, bilimsel açıdan, kuant- string- atom- galaksi boyutlarından idraki zorlayıcı sorular soruyor. Akın, yaydığı sevecen yaklaşımlarla derin noktalara temas ediyor. Eşi, bilimle pedagoji ve ezoterizmi birleştirerek can alıcı yorumlar katıyor. Arada bir katkıda bulunan Hakkı, sessiz ve derinden takip ederken sükûtu ile ortama bir şeyler fısıldar gibi... Saatler saatleri kovalıyor. Gece iyice ilerleyince Gülen Teyze :
- Ben misafirlerimi yatıracağım çocuklar, dilerseniz sizinle sohbete devam edebiliriz, diyor.
Bu hoş ve iğneleyici cümleye gülmeden edemiyorum. “Kalkın artık” demenin kibar ve nezih bir ifadesi. Kimsenin kalkmak gelmiyor içinden… Hakikat sohbeti böyledir, bir katılan, bir tadan kolay kolay bırakamaz…
Dostlarla vedalaşıyoruz. Gülen Teyze ve Vahdet Bey arasında koyulaşan muhabbet; bizi Kenan Rıfai’ye, Aziz Şenol’a, Lütfi Filiz’e, Şekerci Hüseyin Dedeye taşıyor… Hepsinden de uzun uzun feyzlenmiş teyze…
O başkadır!...
Büyüklerin dağarcıklarındaki ilmi ve birikimi almak için deşelemeyi, hafif kazma vurmayı seviyorum. Onca zatlardan sonra şimdilerde dilinden düşürmediği, ilmini takip ettiği zatı soruyorum teyzeye :
- Kenan Rıfai Hazretlerine sağlığında yetiştiniz. Pek çok ileri geleni tanıdınız. Sanıyorum, son yıllarda ilmine yöneldiğiniz zat, o yıllarda çok genç bir isimdi. O kadar zevattan sonra, tarikat çizgisinden hakikate geçiş yapmak zor olmadı mı?
Teyze, biraz düşündükten sonra cevaplıyor :
- İlim yaşa bakmaz. Yaş ile ilmi değerlendirmeyiz. Hakikat, kimden çıkıyorsa ona teslimiz.
- Peki, diğerlerinden farklı ne söyledi ki kolayca yöneldiniz?..
- HİÇ BİRİNİN AÇMADIĞINI AÇTI!..
- Nasıl yani?
- Eskiler bir noktaya kadar anlatır, “Ötesi sır” der, susarlardı. Bilimle de bağlantılar kurulamıyor, olay maneviyat adına havada kalıyordu. Bilimsel çizgi ile hakikat ilminin bileşimini, anlamlı bir senteze dönüşümünü onda gördük… Görünce de teslim olduk!..
- Yani bir anlamda İÇSEL VUSLATINIZ ONUNLA KEMALE ERDİ diyebilir miyiz?
- Hayy ağzına sağlık, ömrüne bereket, işte aynen öyle…
Odamıza çekildiğimizde Vahdet Beye seyrettiklerimi özetliyorum :
Dünyada cennet nasıl yaşanır, anladım. İlim sevenleri, ilim için hizmeti vesile bilenleri seyrettim. O ne gayretti öyle!.. Yaşlı başlı insanlar, nasıl da koşuştular ağırlamak için.
Geçmişi hazmede hazmede, yeniye açılmış bilinçler gördüm. Geçmişe kilitlenmeden yeniyi okuma gayretindeler… Ve yıllardır kopmayan bağ!.. Fitne girmemiş bir topluluk, gıpta edilesi bir muhabbet!… Ne diyeyim, ağzım açık izledim bugünü Vahdet Baba…
- Kayıtların kırıldıkça daha neler görecek, neler seyredeceksin?.. Seyir hızlansın istiyorsan, hem zor hem kolay yol açıkça önüne serildi işte.
- Evet, kolay yol?
- İTAATİ, SEVGİYİ, İLGİYİ, İLİM ALIŞ-VERİŞİNİ TEK MAHALDE BİRLEŞTİRMEK VE SADECE ONA YÖNELMEK!..
Uykuya dalmadan önce konuyu ayetle bağlamak istiyorum :
- Hani Kur’anda ayet var; “HER NEREYE DÖNERSEN ALLAH ’IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN.” Bir de şu ayet var:” VECHİNİ MESCİD-İ HARAMA ÇEVİR.”
- Evet,
- Hem “Her yerde” diyor hem de “Kabe’ye çevir yüzünü” diyor.
- Nasıl anlıyorsun çelişki gibi görüneni?
- Kabe’ye; gönlüne; gönül verdiğine iyi yönelirsen her yerde seyredebiliyorsun vechini.
- Yani?..
- Yanisi şu; hakikati geniş bir perspektifle seyretmek istiyorsan, gönlüne taht kurana, kalbinin sahibine, tek noktaya iyi yöneleceksin!...
- Alem Suretinde vechi görüp yönelen; Vechullah seyrine kolay geçer desek olur mu?..
- ……………
Vahdet Bey susuyor. Karşımdaki çekyatta sırtını dönüp uyumak üzere. Egenin gecesi de çok sıcak. Klimayı açıyoruz. Şehirden uzak olduğumuz için ışık kirliliği yok buralarda. Yıldızları görebiliyorum uzandığım yerden… Vahdet Beye sesleniyorum :
- Baba, bir şey demedin görüşüme!..
Yüzünü dönmeden mırıldanıyor :
- Mübarek olsun! Haydi, Allah rahatlık versin!..
Zevkten Dört Köşe
“Başınızı yere eğin” diyor rehberimiz merdivenleri çıkarken. “Sütunlar arasından görmeyin onu, tam karşısına gelince haber vereceğim, o zaman kaldırın başınızı ve o zaman yapın geri çevrilmeyecek duanızı.”
Basamakları heyecanla çıkıyoruz. O kadar kalabalık, o kadar yoğun ki, mahşer provası dedikleri kadar var. Başka zaman olsa sürtünüp geçenlere, ayağa basanlara kızabilirdik. Burada ayaklarımız yere basmıyor ki kızalım. Uçarcasına gidiyoruz ona. Düz bir zemine çıkınca rehberimiz bizi topluyor ve ; “Şimdi, kaldırın başınızı!” diyor..
Başımı biraz ürkekçe kaldırıyorum. Aman Allah’ım!.. Zaman duruyor. Simsiyah örtülere bürünmüş, bütün haşmetiyle karşımda sevgililer sevgilisi. O resimlerde kocaman avluya nispetle ufacık görünür. Resimlerin yalan söylediğini şimdi fark ediyorum. O kadar büyük o kadar heybetli ki; sanki üstüme üstüme geldiğini, içine çektiğini hissediyorum.
Diyecek söz yok. Dilim tutuldu. Ne dua edeceğimi kestiremiyorum. Dilimden sadece şunlar dökülüyor: “ Beni huzuruna kabul ettin, buna layık mıyım ki?!”
Sonrası kaleme gelecek gibi değil. “Haydi ona koşun” diyor rehberimiz. Koşuyor ve deniz dalgası gibi hiç durmaksızın çırpınan deverana katılarak tavafa başlıyoruz. Ona bakmak bile sevapmış. Ama bakamıyorum. Utanıyorum, huzura alınmışım az şey mi?..
Tavaf, zemzem derken gruptan kopuyor; onunla baş başa kalmak üzere kapısının tam karşısına oturuyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Namaz mı kılmalı, zikir mi çekmeli, Kur ’an mı okumalı?.. “Kabe’nin nafilesi tavaftır” hadisi geliyor aklıma. Öyle ya, namazı ülkende de kılarsın, ama buradan başka yerde tavaf edemezsin. Tekrar tavafa kalkacakken, bir el kolumu çekiştiriyor.
- Otur, doya doya seyret onu. Vakit daha çok, tavaf ederiz. Beyaz ihramı içinde oldukça garip bir zat. Gün ışığı görmemiş, bir kulübede yıllarca garip yaşamış da bugün insan içine çıkmış gibi, üzerinden yalnızlık ve miskinlik dökülen bir adam. Görünüşü ilk bakışta ürperti verse de sakalı, bıyığı, duruşu öylesine bakımlı ki; içinin güzelliği yansımış dışına. Dilenci yada meczup denmeyecek kadar olgun bir duruşa sahip. Sen kimsin, ne hakla beni durduruyorsun, demek gelmiyor içimden.
Kolumu tutan kuru ve soğuk parmaklarda özel bir samimiyet hissediyorum. Mıknatısa kapılan demir tozu gibiyim şu an.
- Söyle! Yazıyor, anlatıyorsun! Onu en güzel tarif eden cümle, diyerek herkese anlattığın o cümleyi söyle hadi!
Evet o cümle. Uçakta, havaalanında, otobüste hep söylediğim, ruhuma işleyen o güzel cümle. Değerli İslam Alimi Mustafa İslamoğlu’nun Kabe’yi tarif eden cümlesi: İnsanoğlunun kalbi taş kesilmesin diye, taşın kalp kesildiği yerdir Kâbe!
Güzel söylemiş, diyor yanımdaki zat. Hakkını vermiş Kâbe’nin, hakkını vermiş Kâbe dostlarının. Ya sen?.. Beytullah ’a dair yazmadın, hele Ehl-i Beyti hiç anlatmadın…
- Amaaa, diyecek oluyorum.
- Aması yok, anlatmadın! Bilmiyorsun ki anlatasın? Bilsen atlardın hemen!
Bilmiyorsun dedi. Ama biliyorum bir şeyler. Ne desem ki? Bilmediğimi kabul edersem bildirir mutlaka, ukalalığın lüzumu yok, kabul edeceğim :
- Evet, bilmiyorum, Allah rızası için bildirir misiniz?
- Aslında biliyorsun da ayna tutulmadıkça göremiyorsun kendini.
Gözlerine ve simasına bakıyorum. Pırıl pırıl bir çehre. Aynam işte. Yüzüne dönüp soruyorum :
- Ehl-i Beyt ile Beytullah bağlantısı?
- Seninki de soru mu? Açık işte.. Beytullah burası Ehl-i Beyt de onun halkı…
Oluk oluk geliyor insanlar tavafa. Bir yanda namaz kılanlar, bir yanda Kur ’an okuyanlar, bir yanda kardeşlerine hurma ve zemzem ikram ederek hayırda yarışanlar. Bir derya ki bitesi değil, bir çağıltı ki dinesi değil.
- Bana ehl-i beyti anlatın, nolur açın biraz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin diye çok konuştuk da, onlarla bize fark ettirilmek istenenden galiba perdelendik.
- Önce yanlışı düzeltelim.
- Yanlış?..
- Hane halkını saydın, hane reisini unuttun. Ehl-i Beyt 4 değil, 5 zat.
Reisleri Efendimiz (sav). Efendimiz olmasa ötekiler olmaz, ötekiler olmasa ehl-i beyt oluşmaz.
- Eyvallah…
Gözlerini Kâbe kapısına çeviriyor. Uzun uzun bakıyor yarı açık altın sırmalı örtüye. Mültezeme el sürenleri, Hacer-i Esvede yanaşmak için itişip kakışanları derin derin süzüyor. Kâbe’nin kapı olan yüzünü, Makam-ı İbrahim cephesini bir kitabe okurcasına inceliyor. Kim bilir az sonra neler dökülecek dilinden?..
- İçinde kapı geçen hadisi oku bakalım.
Pat diye gelen soruya cevap vermek güç. Ama burada dilim çözülüyor. Hemen okuyorum :
- Ben İlmin şehriyim Ali kapısıdır! Hz. Muhammed (sav)
- Yaaa Haydaaaarrrr! Yaaa Murtezaaaa! Yaaaa Aliiii! Ya Şah- ı Velaaaayet, diyerek yüksek sesle haykırıyor kapıya doğru.
Dostları ilə paylaş: |