Ebced, hevvez, hutti, kelemen, saafes, karaşet, dağzigilen
A 1, B 2, C 3, D 4, H 5, V 6, Z 7, H 8, T 9, Y 10, K 20, L 30, M 40, N 50, Se 60, Ayın 70, F 80, Zi 90, K 100, R 200, Ş 300, T 400, Dat 500, Zı 600, G 700, Lam 800.
Ah derken, üst üste iki A vardır. Bunların ebced hesabına göre 1+1=2 eder. H de 5 rakkamını gösterir. O zaman AAh. 7 yapar ki, âşıkların uzattıkları Ahh. Gönlün yedi kat semâsından geldiği için yakıcıdır.
Biz gelelim Hazreti Ali’nin kuyusuna.
Bu ilâhi nağmeye dayanamayan bir kamış büyümüş fakat bu sedânın cevherini özünde toplamış, gel zaman, git zaman, bir çoban bunu keser. İçini boşaltır, başımızdaki delikleri hesap ederek yedi delik deler.
Bu deliklerin içine girseniz, son durak akıldır. Anın için bir delik de bu yedi deliğin karşısına sekizinci delik delmiş. Başlamış çalmağa. Tekemmül etmiş kavala. Ney demişler. Hû diye üflemekle bir çok nağmeler elde etmişler. Hazreti Mevlâna da Ney'i, kâmil insana teşbih eder. Neydeki nağmeler kendinden değildir. Üfleyendedir. Bunun gibi insanı kâmilin de sözleri kendinden değildir. ALLAH’dandır, anın için o sözler hayat veren birer Nef’hadır. Kuyu, bir sırdaşın gönül kuyusudur.
Gerek kamış, gerekse tellerden gelen sesleri kendilerinden sanma. Hakikî sahiplerinin tezahürüdür. Yalnız kamışın içi boş olduğu gibi, insanın da gönül âlemi temiz olursa bizleri öldüren, dirilten, sevindiren, ağlatan ne nağmeler duyulur.
Fahr-i Âlem Efendimiz, Cenâb-ı Hakkın habibi olduğu halde ve mî’râcını yaparak vûslatı hakikiye ermişken bu âlemi teşriflerinde yanındakilerin adımına ayak uyduruyor. Aşk ve gönül hikâyelerinin sonu yoktur. Ve bu iki görünen tek varlığın evveli de yoktur.
Sus diye emir alıncaya kadar devam edelim. İbâdet, hüzün, tefekkür, zikir, riyâzet bunlar gaib zannedilen hakiki varlığın eteklerine yapışan ellerdir. Sonu, o zâta varan yollardır.
Korkmayın, sevin, sevilin. Gayba imân edin. Gaybda ruhların âlemi vardır. Varlığı yokluğa verip âlemi oradan temâşâ etmelidir. Herkes o âlemi göremez.
Hazreti Mevlânâ’nın «gelin, gelin, yüz kere tövbenizi bozmuş olsanız bile yine geliniz. Yalvarınız, seher vakitlerinde ağlayınız. Yaptıklarınızın cezâsını geciktirmekteki maksad af dilemenizi temin etmek, yalvarmanıza mühlet vermek içindir. Dediklerimi yapın, korkmayın, ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü O'nun büyüklüğünü, lütuf ve keremini takdir edemezsiniz» sözleri ne kadar derindir.
O bizim yabancımız değildir. Gayet yakından tanırım. Aramızdan su sızmaz, beni söyleten O'dur. Sizlere müjde vereyim, ne yaptınızsa yaptınız. Can ve gönülden nedâmet duymanız şartiyle, O'nun sevgilisine uymak sûretiyle, pişmanlığınızı isbat etmek şartiyle korkmayın. Utanarak yere bakmanız kâfidir.
Hiç şüphe etmeyiniz ki, hayat sahnesinde bir cümbüşün husule gelmesi için herkes aynı rolü yapamaz. Aynı rol yapılsa yeknesaklık olur, zevk olmaz.
İnip çıkmalar, düşüp kalkmalar, gülüp ağlamalar aynı hareketlerdir. İki göz var ama görme keyfiyeti birdir. İki kulak var ama biri başka diğeri başka işitmez, iki eliniz var, fakat birinin yaptığını digeri bozmaz, netice birdir.
Bu âleme temiz geldik, kirlenmemiz mukadderdir. Tekrar temiz olmamız için mücadele lâzımdır. Ben temizim diye aylarca su yüzü görmeyen, yıkanmayan kimse pis pis kokar.
Kur’ân-ı Kerim hikmetlerle dolu bir kitaptır. Dünya delillerle doludur. İnsan, her şeyi kendinde bulmalıdır. Anın için (Ey habibim kendi kitabını oku, bugün için bu sana yeter.) emri gelmiştir. Siz de O habibin ümmetindensiniz. O hitâb aynı zamanda sizedir. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla demek istenmiştir.
Kendinizi bilirseniz, gönül kitabını okuyabilirseniz, ayağınızı arştan ferşe indirmezsiniz, aynanın ayna olabilmesi için bir tarafın kara olması lâzımdır, her şey zıddiyle meydana çıkar, âşikâr olur. Kemâlâtâ eren noksan ve çirkin görmez, aşk bir gönlü istilâ etti mi, ayıplar ve noksanlar gözükmez, çünkü her nakış aynı nakkaşın yed-i kudretinden çıkmıştır. Hayır şerle, kemâl noksanlıkla, güzel, çirkinlikle anlaşılır; bir camın iki tarafı da kirli ve kara olursa, ona ayna denmez, bütün renklerden ve şekillerden feragat ederseniz, yâni fena makamına erişmedikçe Hakk kapısını bulamazsınız. Hiç bir ferd gönüle varan yolun dördüncü kapısı olan mutma’inne mertebesine gelmedikçe, fazilet ve kemâlâtı ilâhiyeden nasibini alamaz, en yüksek makam kulluk makamıdır. Yokluğunu, aczini, fakirliğini idrâk etmek, Rab ile karşı karşıya gelmek ve üstün sıfatları ona bırakmak demektir.
Cenâb-ı ALLAH, huzurunda tutmak istediklerine fakirliğini, hastalığı, ilmin sonundan gelen cehli, yâni kulluğu bahşetmiştir. Bunların kıymetini bilmek lâzımdır. İnsan, kâinatın özüdür. İnsanın özü de gönüldür. Hakkın tecelliyatına ayna olan bir sırdır. Namazlarda yüzümüz kıbleye, ruhumuz gönlümüze karşı olmalıdır. Kâmil insanın namazı, isimlerin, sıfatların ve eserlerin zatına olan iştiyakının aynıdır. Çünkü her mahlûkun kıblesi, insanı kâmildir. Kâmil, ârif ve vâsıl olmayanların her hâli belâdır. Cefadır. Kâmillerin, vasıl olan âriflerin ise belâları vuslat ve huzurdur. İnsan kanaat sahibi oldukça hürdür. Kanaat sâhibi değilse üstüne düştüğü şeyin esiridir. Ömrünüz dünya nimetleriyle pek hoş geçebilir, fakat devamı yoktur. Bu muvakkat hoşluğa aldanmayın, sana yeten az, seni azdıran çoktan hayırlıdır. ALLAH için olmayan her hatıra, her tefekkür, ALLAH ile aranızda perdedir, hadisi şerif muktezasınca, yeryüzünde olanlara acıyınız ki, gökte olanlar da size acısın.
İlmin anahtarı sormaktır. Münakaşa değildir. Münakaşa ile insanlar birbirlerini incitirler. Neticede bir şey elde etmiş olmazlar. İlim, idrâk, tecrübe farkları varken, barika-i hakikat meydana gelmez. Âriflerin sohbetinde bulunanlar, onlardan öğrendikleri şeyler kadar mârifete ererler.
Öğrendiklerini hayatlarına uydururlarsa, bildiklerini candan öğrenmişlerse, onların lâtife ve işaretlerini anladıkları kadar da Hakka yaklaşırlar. Âriflerin huzurunda edebli olmak lâzımdır. Edebli olunmazsa söylenen sözler yararlı olmaz, zararlı olur.
Cenâb-ı Hakkın dünyaya ihtarı (Ey dünyâ! Bana kulluk yolunda yürüyene engel olma! Beni unutup senin peşinden koşanlara da yüz verme ve zahmet çektir.) Siz Hakkın maiyetinde olursanız âlem de sizin maiyetinizde olur. ALLAH’ı anmadan geçen her saat boş yere geçmiştir sayılır, zamanınızı değerlendirmek ve kendi değerinizi anlamak istiyorsanız ALLAH’ı sık sık anınız, ALLAH’ı bütün sevgilerin üstünde tutunuz.
Ey muhterem kardeşlerim!
Şeriatın haricinde gibi gördüğünüz ve aykırı zannettiğiniz bu sözler bir hakikattir. İster kabul edin, istemezseniz kabul etmeyin. Ben size Fahr-i Âlem Efendimizin şefaatini dağıtıyorum. Biz ölü yıkayıcı değiliz. Atları tımar eden seyis değiliz(*)1. Aşk ve vahdet sırlarının toplandığı projektörü gönlünüze tutan bir kulum. İçinizden yetişmiş bir âcizim, size Peygamberimizin arkasından giden nûrlu bir yolun kılavuzluğunu yapıyorum. Yiyin, için, eğlenin, ALLAH’ı unutmayın. Peygamberimizi sevin, ibadeti ihmal etmeyin. Ey âlemi envar, ey Hakk güneşi, senin kıymetini bilemiyorlar, hattâ inkâr ediyorlar, fakat körlerin güneşi inkârından ne çıkar, tasdikinden ne çıkar, göz kör olduktan sonra eline seyyar elektrik lâmbasını dahi alıp yürüse düşmekten kendini kurtarabilir mi? Hz. Mevlânâ'nın buyurdukları gibi, hastalığım geçsin diye bana fâtiha okuyorlar, halbuki beni hasta yapan fâtiha. Evvelâ fâtiha’yı ben okudum, gönlümün kapıları açıldı. Aşk âleminin bahçeleri ve muhteşem sarayı gözüktü gözüme. Ben de kendimi gaib ettim. O âleme mahsus sözler söylemeye başladım. Şu 28 harf çerçevesi içinde gönlümün esrarını sizlere fâş ediyorum.
Gönül ve aşk âlemi, nûr âlemidir. Sizin geceniz benim gündüzümdür, gündüzünüz gecemdir. Beni deli zannedip hasta iyi olsun diye üzerime fâtiha okuyorlar. Halbuki o fâtiha, o fetih ve fütühat sûresi beni bu hale soktu. On deli arasında bir akıllının varlığı nasıl acınacak bir hal ise, on akıllı arasında bir delinin varlığı da öyledir. Bu âlemde ekseriyet sizde. Halbuki İsâ'nın nefesi bizde. Ölüleri dirilten o nefes sözlerimizdedir. İsrâfilin nefhası bizdedir. Sûrû kalemimizdedir. Bir nefeste sizi öldürüp yok yapacak, ikinci bir üflemede sizi hakiki mâşûka ulaştıracak ve onunla beraber ebedi kılacak. Nefha-i sûrû her an öttürmeğe başladık. Kulaklarınızı tıkamayın, çınlasın, iniltimizi, feryâdlarımızı duyun. Aşk ne imiş, tadın, darı tanesi yemeğe alışan bülbül ruhunuza, saman ikram etmiyoruz.
Kamışta şeker nasıl gizlenmişse, insânı kâmilin toprak olan vücûduna da Hakkın nefhaları gizlenmiştir. Vücûdlarımızda gönül aynasının gizlendiği gibi, toprak gibi alçak gönüllü ve temiz yürekli olun, bu sözlerle gönül tarlanıza buğday ve pirinç taneleri ekmiş oluyoruz. Hakktan inâyet bir iki mevsim sonra mahsul vereceksiniz. Herkes birbirinin hem cebraili, hem ezraili, hem isrâfili, hem de mikâilidir. Düşünün, heceleyin, yanlış anlamayın, hakikî sevginin adresi bizdedir. O sevgili seyre çıkınca, bir gün sizin de gönül evinize uğrayacaktır. Ârif kimseler gönül kapısından ayrılmazlar, bir gün olur da dost gelirse karşılayayım, beni evde bulsun, boş dönmesin diye. Ona, şanına münasib bir karşılama yapayım diye. Zavallı canlar toprağa esir olmuşlar, dağlara, taşlara, yıldızlara köle olmuşlar. Aşk bunları esâretten, kul ve kölelikten kurtarmak istiyor. Evvelâ meyvenin dalını çekin, sonra meyveyi koparıp ağzınıza atınız, dalı çekmeden meyve ağzınıza girmez.
Meryem oğlu İsâ'yı çok sevmeğe başlamıştı. Hattâ Hakkı bile unutmuştu. Gâipten bir ses geldi (içindeki temiz ruh haleti sebebiyle sana yaz ve kış rızık veriyoruz. İç âlemden yaradanın sevgisini silersen istediğin her şeyi zorlukla bulursun.)
Bu söz o zaman Meryem'e idi. Şimdi de Türk ve İslâm evlâdlarınadır. Ermiş hanımlardan Râbia hatun vardır. Meşhurdur. Bir gün birisi bu hanımın peşine takılıyor. Yüzünü kızartıp evlenmek teklifinde bulunuyor. Çok sevdiğinden ve ancak kendisiyle mesut olabileceğinden bahs ediyor.
Hanım dinlemiş dinlemiş, arkamdan kız kardeşim geliyor. O benden daha genç ve daha güzeldir, diyor. Adamcağız bu kadından daha genç ve güzel olan kardeşi, acaba nasıl bir âfettir, diye başını çevirip arkaya bakmasıyla yüzünde bir tokat şaplıyor. Rabiâ hanım (Seni utanmaz, yalancı, ahlâksız seni. Eğer sözünde sadık olup beni sevseydin, arkana dönüp bakmazdın. Başka bir sevgili aramazdın. Defol.) deyip yoluna devam eder.
Âlemleri yaratan ALLAH’ü azimüşşândır. Her şeyi de bizim için yaratmıştır. Evvelâ onu seversek, onun sevgisini tercih edersek, gönlümüze onun sevgisinden başka bir şey sokmazsak, ihtiyacımız olan her şeyi bize verir.
O dururken mahlûklarına, hizmetimize verdiği nesnelere dönersek, ona yüz çevirip arka dönersek, tabiî tokadı yeriz. Çok can yakıcıdır, bu Hakk'ın sillesi.
Hazreti ALLAH’dan istediğiniz şeyin en çoğu, O’nun indinde çok ufak ve ehemmiyetsizdir. O’nun Şânı ile mütenâsib bir talepte bulunursanız, onun en ufak lütfunun bile ölçüsünü hesaplaya-mazsınız.
Hazreti ALLAH’ın mekri, yâni kulları yola getirmeğe mahsus mücahedeye sevk eden hilesi, O’nun hilmiyetinde gizlidir. Her türlü nimetleri verir. Kıymetini bilmeyene ve bu nimetleri verenin kendisi olduğunu anlamayana da felâketler yağdırır, uslanmaları için kullarına mühlet verir. Gaflette devam edenlerden de bu lûtuflar gittikçe eksilmeye başlar.
Âşık, gönül âlemine dahil olup yedinci mertebeye varınca, feryâdı, iniltisi kalmaz. Zatının deryâsına girmiştir. Gâib olmuştur. Artık namsız ve nişansız olan o âşıka mâşûk derler.
Gözlerinden ve hattâ mesâmatının her deliğinden aşk fışkırır. Her tarafı göz olmuştur.
Cenâb-ı ALLAH kullarını aşk-ı hakikiye alıştırmak için bazen mecâzi aşktan hisse bahş eder. Ayşe’yi Ahmed’e, Hasan’ı Fatma’ya sevdirir. Bir taraftan sevilmesini istediği kimseye bir câzibe, bir güzellik verir ki, zavallı âşık gayri ihtiyari pervane gibi onun etrafında döner, diğer taraftan âşıka da yanmak, yakılmak, inlemek, feryâd etmek için kuvvet bahş eder.
Mecâzi aşktan ümidini kesenlere de (gel benim has kulum. Yüzünü bana dön) der. Bu söze uyan mesuttur. Kul, bu aşk ve gönül yolunda merhaleler kateder. Rabbimizin hoşuna giden bu tevekkül ve terakki sahibine (ey benim sevgili kulum, dile benden ne dilersin. Senin arzun benim fermanımdır) buyurur. Malûm ya, aşka ilk mertebelerde meyil, muhabbet, aşırı sevgi denir. Ve nihayet mecâzi aşk hakiki aşk olarak tecelli eder ve son bulursa dere, çay, ırmak, nehir gibi sonu denize varır.
Hazreti Mevlânâ’ya bir dervişi «aşk nedir?» diye soruyor. O da ayağa kalkıyor, sağ avucunu semâya, sol avucunu yere baktıracak şekilde uzatıyor, boynunu sola büküp sağa bakıyor ve dönmeğe başlıyor. Kendisi mihverde dönerken dervişleri de hem kendi etraflarında, hem de Hazreti Mevlânâ’nın etrafında dönüyorlar. Güneş manzumesini tanzir ediyorlar. O zaman aşkın târifinde (Ben ol da gör) buyuruyor. Aşk târif edilmez. Ancak âşık olmakla onun hakikati anlaşılır. Harfler ve kelimeler, onu târifde âcizdir. Kudretleri yoktur. Onu anlamaktan akıl da âcizdir. Malûm ya, sözleri tanzim eden akıldır. O âciz kalınca, sözün zuhuruna meydan kalır mı?
Yine bir kitabında, aşk âleminde (aklı maaş yâni yemek içmek gibi maddi şeyleri düşünen akıl, çamura batmış eşşeğe benzer) diyorlar. Diğer taraftan Fahr-î Âlem efendimiz (akıl ubudiyyeti eda içindir. Rububiyyeti idrâk edemez) buyuruyorlar.
Akıl, şeriat işlerini ayarlar. Sağa sola inhiraf etmeyen bir hayat yolu çizer. Maişet ve medeniyet peşinde koşar. Akıl on mertebeye yükseldikten sonra kemâle erer. Bu âlemin ve bu âlemdeki zevklerin hepsinin geçici ve ölüme mahkûm olduğunu düşünür. Daha ileri gidemez, yanmaktan korkar. Aşk gönülden tecelli ettiği gibi, gözden ve kulaktan alınan feyizlerle de galeyan haline gelir.
Gönül âlemine açılan birinci kapıdan ancak masivâ denilen sûret âlemine ferâgat gösterenler geçebilir.
İkinci kapı, yaptığı hareketlerin fenalığını düşünerek kendisine levmeden ve bir daha yapmamaya, o eski şuursuz hale dönmemeye azmedenlere açılır.
Üçüncü kapı, mânâ âleminden ilham almaya başlayan kimselere açılır.
Dördüncü kapı; bu kapı Hakk kapısıdır. Bu yollar doğru yoldur, bizi aslımıza ulaştırır. Gittikçe artan nûrlu bir âlemden geri dönmeği aklına bile getirmeyen kimselerin kapısıdır.
Beşinci kapıya ulaşan yolcu, artık anlamıştır ki, ölü hiçbir şey yoktur. Her şey hayattadır. Bizim varlığımız, sahilde ışıklar yandığı bir gece suya akseden ve hareket eder gibi görünen yakamozlu bir hayattır. Bu dünya hayatıdır.
Asıl hayat yukardadır. Vücûdlar hareket kabiliyetini oradan alıyorlar. Diğer bir tabirle (insanlar uykudadırlar. Ancak öldükten sonra uyanırlar) kelâmı kudsisini anlayanlara açılan bir hayat kapısıdır.
Onun için insanlar kemâle erdikçe, olgunlaşdıkça bu hakikati anlarlar. Bu hakikati anlayanlara da ölmeden evvel ölmek yâni ibtilâ ve ihtiraslara son vererek hakikate doğru yönelmek ihtiyacını tam mânâsiyle duymuşlardır.
Ezelde içilen Tahûr şarabiyle ekseri insanlar sarhoş olmuşlardır. Ayılma hali gösterenler olduğu gibi tamamiyle ayılanlar, kendini bulup bilenler de vardır ki, bu ayıklara Ârif, Kâmil, Vâsıl, Âşık, ermiş… derler. Gözden gönüle, gönülden Hakka yol vardır. Göz bebeğinin etrafındaki daireler de mânâlıdır. Gönüle giden yoldaki kapıların adedi kadardır.
Gözden gönlün hâlini anlayanlar vardır. Gönül ehli yüzünüze gözünüze bakar, o sizin özünüzü sizden evvel bulmuştur. Huzurda mısınız? Serâpta ve telâşta mısınız? O bilir.
Hele bir iki kelime de konuştunuz mu (herkes küpündeki malı satar) sözü yok mu? Sizin ne gibi hallerde bocaladığınızı anlar. Eğer ukalâlık edip de itiraz ederseniz, teferruata girişip anlayamadıklarınızı sormaya ve münakaşaya kapılırsanız (evet, evet haklısınız) der ve renginize boyar, geçer gider. Şimdi herşeyi gaib etmişsinizdir. Sükût eder dinler ve anlayamadığınızı sonradan düşünüp hecelerseniz, edepten ayrılmazsanız, bir çocuk gibi elinizden tutar idrakinizi sözleriyle, misalleriyle yükseltir. Âdetâ ruhunuz beden kesafetinden kurtulur, o âlemleri özlemeğe başlarsınız. O sohbetleri daima ararsınız. Sizi kademe kademe kendi hizasına getirir.
Eğer evvelâ kendi makamından konuşsa bir şey anlamanıza imkân yoktur. Onun sözleri, Hazreti İsâ’nın ölüleri dirilten nefhası gibidir. İsrafil aleyhisselâmın sûrû bir üflemesiyle taze hayat vermesinin aynı gibidir.
Yâni Lâ ilâhe illâllah - Sen, ben, hiç bir ilâh yok, ancak ALLAH var. Dünya şarabı ağızdan içilir. Sarhoş eder. İnsana her fenalığı yaptırır, habâsetlerin, fenalıkların anasıdır.
Aşk şarabı gözden içilir. Dudaktan verilir. Kulaktan alınır, sarhoş eder. Ölümsüz bir hayata eriştirir. Bütün günahlarınızı yakar. Benliğinizi yıkar. Sizi sultanı aşka ulaştırır.
Altıncı kapı bütün varlıkların, Hakkın zatiyle var olduklarını anlayanlara açılır. Vahdeti vücûdun idrâki buradan başlar. Hıristiyanlar ve bunlara uyanlar, bu ilme panteizm derler, tevhid ilmi diyemezler. Çünkü arapçadır. Akılları ermez, bilmezler ki kendileri de o deryânın birer katresidirler.
Aziz kardeşlerim.
İşte bu dakikada Reşad isminde çok sevdiğim bir arkadaşımın vefat haberini aldım. Cenâb-ı ALLAH cümlemizi imân selâmetinden ayırmasın. Taksiratımızı af etsin. Âmin.
Dostları ilə paylaş: |