Âdet olmuş cümle âlem yılda bir kurban keser
Gün be gün saat be saat ben senin kurbanınım
deyiniz. Yolunda kurban olmağa lâyık bir varlığa kavuşunuz.
Hayatta bütün zevklere bir tuzak diyebiliriz. Çünkü biri bitmeden biri çıkar. Hakktan, hakikatten alıkor. Ömür geçer. İhtiyarlık başlar.
Hazreti ALLAH'a yüzümüz olsun diye aklımız başımıza gelir secdelere kapanırız, beşe beş katarız. Heyhat! Ne vücûdta tâkât, ne de akılda idrâk kabiliyeti kalmıştır. İşte 60-70 senelik yanmayan, yanamıyan bir kütükten ne beklenir. Ağaçlar yaşken eğilir. O zaman istediğiniz şekli verebilirsiniz. İşte cehennem yakmak için böyle odun arar, herkes oraya kendi odununu kendi götürür.
Bu yolda akıl ve fikir yoranlar, güç, kuvvet sarf edenler şöyle diyorlar, vücûd sarayında, ruh sultanı, eşi bulunan nefse «işte servet ve saray hepsi senin. Sen de benimsin» diyor.
Nefis, ruhu yalnız bırakıp sarayın aşağı tabakalarında çalışanlarla zevk ve sefa âlemleri kurmakta veya aşçı ile hizmetçilerle, bahçıvanla… meşgul ve gece gündüz onların işleriyle, rahatlariyle, eğlentileriyle alâkadar oluyor, uzun bir müddet sonra saray eskiyor, harap oluyor, yıkılıyor. Bu sefer nefis hanım, ruh sultanına «aman efendi, saray yıkılıyor, ne yapalım» diye koşuyor. Ruh ise «Ben geldiğim yere gideceğim, dedemin diyarına, sen de dâima meşgul olduğun maiyetinle nereye gidersen git. Mademki beni bıraktın. Daima süfliyatla uğraştın. Aslından, makamı esfelden, su ve toprak âleminden kurtulmağa çalışmadın. Haydi def ol, onların yanına» deyip vücûd sarayından uçup gidiyor. Saraydaki hizmetçiler, vücûdtaki kuvvetlerdir; mâsivâdır; Hakk'tan alıkoyan zevklerdir.
Eğer ruh ile iyi arkadaşlık etseydi, kocasıyla beraber cennet saraylarında Cemâli Kibriyâ ile müşerref olacaklardı. Ve bunlardan lâtifei kalbiyye denilen bir çocuk doğacaktı. O da babasına benzeyecek, ömür çağını ilim ve ibâdetle geçirecek veya anasına tâbi olup iptilâlarla, ihtiraslarla heba olup gidecekti. Şimdi nefis hanım şu şarkıyı söylemektedir:
Düştüm elemi gurbete dildârın elinden
Yandım alevi hasrete bed kârın elinden
Attım canımı câhi cefâya çıkabilmem
Hep çektiğim, ol şûhi sitemkârın elinden
Göz yaşım ile beslemişim kâkül-ü zülfün
Mevlayı seversen, sakın ağyarın elinden
Ey bâd-ı seba herkese bir nâme getirdin
Yok mu bize bir nâme aceb yârin elinden
Şettarlığımız âleme fâş oldu Kemâli
Rüsvalığımız hep bu dilizârın elinden
Mevlevi şeyhlerinden Kemâli Hazretleri (Mevlâ razı olsun), yaşlı kimselerin ağzından ne güzel terennüm etmiş. O’nun sûret gözleri görmüyordu, mânâsı açıktı. Aşk ve hikmet sırlarından gafil olanların da basiret gözleri görmeyen, görüyor zannedilen hakikat körleridir.
Bülbüli şeyda ne yapsın zar ve giryân olmasın
Gül gibi ömrü geçen netsin de nâlân olmasın
Ben Cemâli yâre nezr ettimdi cân kurban edem
Hangi müftü söylemiş âmâya; kurban olmasın
Her ne yüzle baksanız göz aynada kendin görür Vechini pâk eyle kim mir'âta bühtan olmasın
Bakma eşyaya gözün eşk ile tathir etmeden
Yok dürür bir şey ki, anda sırrı Kur'ân olmasın Herkesin şeytanı vehminden doğar anda ölür
Vehmini idrâk kıl gönlünde şeytan olmasın
Herkesin zannı kılar kendisini hâr ve aziz
Zannı ıslah eyle kim tââtin isyân olmasın
Ârifin gönlünde esrarı avâlim gizlidir
Pek sakın kim bir gönülde iki sultân olmasın
Sırrı aşkı şüpheli dillerde bulmak pek muhal
Sakla her nâ mahreme bu sır ilân olmasın
Bir nefestendir hayatın, bir nefestir sözlerin
Pek sakın nâ ehilden kim o sır tâlân olmasın
Ekmeli mahlûk iken düşme makamı esfele
Fehim kıl mevhum vücûdun Hakka tuğyan olmasın
Didei insan neye baksa görür Mevlâsını
Görmeyen hayvandır ol kesrette insan olmasın
Bir hâvanın nefhidir kâhi nefes kâhi kelâm
Bunların sırrı Kemâli; Nefyi Rahman olmasın.
Âşıkların Mâşûk oldukları devre de vardır. Fakat Rahmân'ın Cemâl ve Celâl parmakları bazen Celâl tarafına çevirerek dünyâya iâde eder.
Cenâb-ı ALLAH, o kulunun tekrar aşk mertebesinde yanıb yakılmasını ister, o da O'nun zevkidir. Çünkü âşık Cebbar'ın eliyle itilir. Râhim eliyle çekilir. Esasen âşık da uzaklaştığını anlayınca yanmaya başlar ve şöyle gazeller okur.
Ağlarım yıllarca bir tâb-ü tüvan kaldım yetiş
Bitti cismim ser be ser âh-ü figân oldum yetiş
Nâr-ı hasret yaktı senden gayri bende her ne var
Ateş-i aşkınla pâ malı cihân oldum yetiş
Gülmedim gülmek de sensiz istemem ey kânı hüsn
Her ümidim söndü her idbâre kân oldum yetiş
Kalmadı hiç bir emel ancak muradımdır ecel
Al elim Rahm eyle menfûr-i cihân oldum yetiş
Elli yıldır ağlarım sensin teselli âverim
Elli yıldır didei eşkile kan doldum yetiş
Sen buyurdun ümmete «âmâyâ şefkat, merhamet»
Hamdülillâh dahili emnü âmân oldum yetiş
Nûr içinde zulmete düştüm ve tende kalmışım
Hasta dil, âmâ, garib, mehcuri cân oldum yetiş
İstesem sensiz hayat. Noksan Kemâli neyleyim
Huyi bed, âvârei âhîr zaman oldum yetiş
Âşıkın Hazreti Mâşûkta fâni olarak vuslata ermesi bir an meselesidir. Eğer tatlılıkla huzurdan ayrılmışsa, kendisi gibi aşk yolunda fedâiler arar. Kâh mahbuba hitâb eder. Kâh gafillere.
Aman ey pâdişahım! Şah-ı mün'im bi âmân olmaz
Kapunda ben gibi düşkün, zaif ve nâ tuvan olmaz
Ne sabra takatım, ne ah ve feryâd etmeğe kudret
Ne yapsam bilmem ol mâha; figân etsem figân olmaz
Hava birdir nefes bir, ayrilan tenlerde can birdir
Anınçündür ki, cânân olduğu bir tende cân olmaz
Kimi kimden, neyi ihfa ve izhar eylemek mümkün
Gözün aç! Ârif-i nefs olana bir şey nihân olmaz
Şifâsı, nimeti cismin kalır girdübı unsurda
Tabiatta kalan ruhun hayatı Câvidân olmaz
Hümayı himmeti süfli tabiatte kalan bi baht
Esiri nefsidir. Dünyâları yerse doyan olmaz
Ey insanoğlu! ALLAH aşkına gel dinle bu pendim
Bu darül'imtihandan başka dâri imtihan olmaz
Gözün aç bak ki, her gün gitmede hem cins ve akranın Didişme bunca derdlerle bu yerde kâmuran olmaz
Sana senden yakın ALLAH’ı kendinden uzak görme
O ALLAH ki, bütün cân ve cihân ansız cihân olmaz
Yanar nârı sivâde, kavrulur sicni tabiatte
O dil kim Ârifi Peygamberi âhîr zaman olmaz
Zuhur etmezse «eynema tûvellu semme vechullah»
Anın zikri kabul-i bârigâh-i müstean olmaz
Dümmûû eşki haşyetle taharet etmeyen âşık
Selâti dâimundan lem'ai envâr âyân olmaz
Gönül sâhiblerini gözle görmek kaydına düşme
Baka âşıklarında kisve ve nâmü nişân olmaz
Nesimi «eynema küntüm» esen bir başa tâc olsa
Olur dağ üstü bağ, enhâr akar anda dumân olmaz
Rûmûz-i «Külli şey'in hâlikûn illâ»yı aşktan sor
Kemâlî ravii aşkın hadisinde yalan olmaz
Ey hanım kızlar, ey istikbalin anneleri!
Mektebe başlayıncaya kadar oynadığınız oyunları, yaptığınız küçüklükleri kâfi görün. Evinizin dışında neler oluyor? Neler bitiyor? Hayat nasıl şeydir? Din ne demektir? Ve daha bir çok problemler vardır ki bunları çözmek yolunda ilk adımı atmış oluyorsunuz.
Aileniz içinde din ile alâkadar kimse yoksa komşularınızdan öğreniniz. Size kâfir, dinsiz derlerse kızarsınız tabiî. Göçebe değilsiniz. Sizin de bir milliyetiniz var. Türksünüz. Dininiz var, islâmsınız.
Kâfir ve dinsiz değilsiniz. Âlemleri yaradan, kullarının selâmetini ve saadetini istediğinden islâm dinini bizlere bildirmiş. Dinimizin bildirdiğine göre, insanlarla beraber peygamberler de Tanrının emriyle tekâmül yolunda bir takım emirler almış ve yapmışlardır. Bunları kabul etmeyip âsi olanlar azab ve işkenceler içinde can vermişlerdir. O peygamberlere itaat edenler de rahat ve huzura kavuşmuşlardır. Sizin yazılarınız, resimleriniz, el işleriniz ilk evvel kargacık burgacık anlaşılması güç bir halde iken, yavaş yavaş tekâmül ede ede herkesin okuyabileceği güzel yazılar, herkesin beğenebileceği güzel eserleri vücûda getirmeğe başlıyorsunuz.
İşte peygamberler de yüksele yüksele, kemâle ere ere bizim peygamberimiz Hazreti MUHAMMED MUSTAFA’ya (S.A.V.) sıra gelmiş, en kâmil, en olgun, en hayırlı bir peygamber olarak ve Tanrı'nın çok sevdiği bir kul olarak üzerimize gönderilmiş, peygamberimiz, peygamberlerin en hayırlısı, en yararlısı, en sevgilisi olduğu için, biz de en sevgili ümmet olarak ona tâbi olmak şerefini kazanmışız. Peygamberlerin bir kısmı Tann’nın «yapsınlar ve yapmasınlar» diye emirlerini hâvi birer kitap veya sahifelere sahiptirler. Bizim peygamberimiz de Hakkın kelâmı olan Kur'ân-ı Kerim'i bizlere getirmiştir. Bu kitap ve ahkâm, islâmlarla beraber kıyamet gününe kadar bâki kalacaktır. Dinsiz milletler hayvan sürüsü gibidirler.
Din, elbise, konfor, medeniyet mizanları ile ölçülmez. Dini yaşatacak insanlardır. İnsanların da yaşamalan için bu dünyâ âleminde yiyip, içmeğe ihtiyaçları vardır. Demek evvelâ yaşamak lâzım ki, doğru yolda gidebilmek için varlık ve kuvvet sahibi olalım.
Adı, islâm isimlerinden birisi olur da dine ait hiçbir malûmatı yoksa dinsiz demektir.
Adı hristiyan olup da dininin icabatını yapanlar, dinsizlerden çok hayırlıdırlar. İyidirler, üstündürler. Medeniyet, vücûdun giyinip kuşanmasını, yemesini, içmesini, dünyâda insan rahatlığı için icap eden her şeyi ögreten ilimlerin hükümlerini icrâ etmesi demektir.
Şüphesiz bu lâzımdır. Gecekonduda ve çadır altında yatmakla, apartmanlarda yatmak başkadır. Zeytin, ekmek yemekle baklavalar, biftekler, püreler yemek başkadır. Hayvan derisini sırtlayıp çarık giymekle, bugünkü elbise ve ayakkabılar arasında şüphesiz fark büyüktür.
Din, insanları mânevi bir olgunluğa ulaştıran usulleri gösterir. Yâni ruhun terbiyesidir. Güzel ahlâkı öğretir. Eğer siz de ana ve babanızdan din bilgilerini öğrenemiyorsanız, mektepler de sizi tatmin etmiyorsa, komşularınızdan veya kitaplardan, camilerde vaaz eden hocalardan mutlaka öğrenmeniz lâzımdır.
Her evde bulunması lâzım gelen Tanrı kelâmının Türkçe'ye çevrilişini okumalı, anlaşılmayanı sormalıdır. Kızlar, büyükleriyle beraber olmadan gezmemeli. Dünyâda çeşid çeşid insanlar vardır. Bence arkadaşlarla uzun gezmelere çıkmak bile mahzurludur. Hele erkek arkadaşlardan tamamiyle kaçmalısınız. Onlardan yalnız birisiyle ancak evlendikten sonra tam bir arkadaş olabilirsiniz. Aksi takdirde sokak kızı olmağa mahkûmsunuz. Lekelenirsiniz.
Kendi lisanınız, islâm dininin lisanı varken ecnebi lisanlar size bir faide vermez. Onlara rağbet etmek de fuzuli bir meşguliyettir, masrafı mucibdir. Meselâ, size ingilizce ne zaman lâzım olur? Bir İngiliz’le evlendiğiniz zaman. Meselâ, size Fransızca ne zaman lâzım olur? Bir Fransız'la evlendiğiniz zaman. Halbuki siz bir İslâmsınız. Bir Hristiyan’ın emri altına girmeği ister misiniz? Belki isteyenler de vardır. Artık o kız Türk ve İslâm değildir. Kendini, ana babasını, memleketini, ALLAH'ını, Peygamberini düşünmüyor demektir. İnleye inleye yaşamağa, sürünmeğe, vatan hasreti içinde ölmeğe mahkûmdur. Kızların hayatta erkekler arasında işleri yoktur ve olmamalıdır. İyi bir ana olan kız, muvaffak olmuş demektir. Kızın çalışma yeri evidir. Dahildedir. Bence hayata hangi kızlar atılmalıdır?
1- Üveği ana veya üveği baba yanında rahatı kaçıp istikbalinden emin olamıyanlar,
2- Fakir olup da ihtiyar anasına ve babasına bakmak mecburiyetinde kalanlar,
3- Kendilerini çirkin görüp de koca bulmakta şüphesi olanlar.
Namus ve ciddiyetle hayata atılanlar da bir koca bulup evlendikten sonra işinden ayrılıp evinde analık yapmalıdır.
Daha fazla kazanmağı düşünen çiftlerin çoğu, mes'ut bir yuva kursalar da yaşatamazlar. Yaşatsalar bile çocuklarının terbiyesini temin edemezler. Bu defa çocuklar onun bunun elinde bedbaht olurlar. Kadınların çalışması, erkekler arasında işsizlik meydana getirir. Bir kadın yerine bir erkek çalışırsa, o erkek evlenecek, yuva kuracak, hem bir kadının iâşesini üzerine alacak, hattâ birkaç da çocuk sâhibi olacaktır.
Amirler, patronlar yanlarında kırıta kırıta çalışan kadınları tercih ederler ve onlarla sevişirler. Ama evdeki hanım bunu hissederse boş durur mu?
Bu defa silâhlar konuşur, intikamlar ve namus temizlemek için cinayetler başlar. Garb medeniyetinde ahlâk mefhumu başkadır. Domuz sürüleri gibi eşlerini kıskanmayan erkekten ve kadından hayır gelmez. Kadına hürriyet vermek için Garb yolunu izlemek, şahsi menfaat sahiplerinin tuzağıdır. Milliyet, din, şeref, namus elden gider. Mânevi ve ruhî olgunluklar akamete uğradıktan sonra bu medeniyetten ne hayır gelir?
Dokuz ay gebe üç ay lohusa olan bir kadından ne randıman alınır? Karşılıklı müsâmaha sahiplerinde fazilet aranır mı? Kadınlar cinsi aşklarını gizlerlerse ev hayatlarında da çok muvaffak olurlar, bu kadar uzun sözden maksadım da, bu aşk meselesine gelmektir.
Cenâb-ı ALLAH, kadınları Mâşûk rolünde yaratmıştır. Bunların aşkları da erkeklerinkinden fazladır. Fakat aşkını gizlemesini bilmeyenler, mes'ut olamazlar. Neticede harab olup, çok derin uçurumlara düşebilirler. Erkeklere, âşık olmak ve hamle yapmak hassaları verilmiştir. Yanlış anlaşılmış bir medeniyet yolunu takip edenler düşünmelidirler ki, gerek ferdler, gerek âileler arasındaki çöküntüyü ve zehirlemeyi giderecek panzehire sahip olmadıkça kızlarımız akın akın ecnebilerle evlenmek arzusunda oldukları gibi, erkeklerimiz de isterik arzularla işçi olarak gitmekle zayi olurlar. Acaba bunların kaçta kaçı yurda dönecek, kaçta kaçı da gittiği gibi gelecektir? Yarını bile düşünmekten âciz bir haldeyiz. On sene sonra nasıl bir hal alacağımızı da hesaba katarak uzun uzun düşünmek lâzımdır.
Vatanın istikbâli gençlerin eline geçer. İhtiyarlar devirlerini tamamlarlar, gençler de değerli, mütedeyyin, temiz ahlâklı anaların terbiyesiyle iyi bir genç olabilirler. Şu halde, iyi bir terbiye alan evlâdlar vatanına ve hemcinsine çok yararlı olurlar. Aynı zamanda anası babası çalışırken hizmetçilerin ellerinde kötü terbiye olanlar da vatanına ve hemcinsine zararlı olurlar ki onlar da zayi olmuşlar demektir.
Çocuklar yuvada ne görürlerse onu yaparlar, benimserler. İçki, kumar, eğlence âlemlerini kaçırmayan ana babanın çocukları da öyle alışır ve sefahat âlemlerinde heder olur giderler. Ve etrafı da aşılarlar. İyiye giden arkadaşlarını da baştan çıkarırlar. Kızların korkuları koca bulamamak, sevilmemek endişesidir ki, boştur. Her kız, her kadın güzeldir. Vücûdlar aşağı yukarı aynı vücûdlardır. Behimi arzuları tatmin ederler.
Fakat asıl güzellik ruhda olmalıdır. Erkeğe hizmet, iltifat, saygı göstermesini bilmelidir. Onun haz duyduğu hususatı keşfedüp ona intibak etmesini becermelidir. Az masrafla iyi ve temiz giyinmesini bilmelidir.
İbâdetini, Rabbini, Peygamberini unutmayan kadınlarda bir de nûrâni güzellik vardır. Kadın icâbında erkeğe karşı müsâmaha göstermelidir. Onun her hareketiyle yarış etmek ve tenkit etmeye kalkışmak, erkeklerin nefret ettiği şeylerdir. Kendinizi, yalnız kocanıza güzel göstermek için ne yapmak lâzımsa yapınız. Mubahtır, sevaptır.
Evinin işi dururken, el ve ayak tırnaklariyle uğraşmak akıllıca bir hareket değildir. Boyalarla, kaş ve kirpiklerle güzel yüzünü harab edip, acâyib şekillere girmemelidir. Kâfi miktarda temizlendikten sonra, misafir karşılamasını, edâlı hareketlerle, güzel sözlerle, zârif hareketlerle karşısındakinin gönlünü kazanmayı bilmelidir. Asıl olan, gönül temizliği, ahlâk güzelliğidir.
Cenâb-ı Hak, daha biz doğar doğmaz rızkımızı, kısmetimizi, eşimizi tayin etmiştir. Mukadder değilse, zâten istesek de olmaz, mukadderse, üzülmeğe değmez. Evvelâ ALLAH'ı seviniz. O'na kulluk ediniz. O, sizin yüzünüze ve gözlerinize öyle bir câzibe verir ki, hayret edersiniz. Güzel huylu nice çirkinler vardır ki, kocasının bir tânesidir. Nice güzel görünen kadınlar da vardır ki, üzerlerinde yılan donukluğu taşırlar.
Mecnun'a Leylâ'nın güzel bir kız olmadığını ve nasıl olup da sevdiğini sormuşlar. O da «Ona benim gözümle bakınız» demiş. Şu halde, sevmek keyfiyeti acaib bir haldir. Bir kızın bir ufak hareketi, işvesi, karşısındaki erkeğin gönlünde bir yara açabilir. Bakmasını, gülmesini de bilmek lâzımdır.
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş derler. Seçmekte acele etmemeli, sabırlı olmalıdır. Farkında olamazsınız ama sizin her hâlinizi tetkik edenler vardır. Her mahlûk sevişen bir ana ile bir babanın muhabbetinin mahsulüdür.
Her varlık, aşk neticesi dünyâya gelmiştir. Aşk ile yaşayıp, aşk ile ölmelidir. Aşırı hareketler, vücûdunuzu yıpratmaktan başka bir şeye yaramaz. Ağır, temkinli, hürmetkâr olunuz ki, erkeğinizden saygı ve şefkat göresiniz.
Bazı hafif meşreb erkekler ecnebi kadınların gayri samimi ve sever görünen hareketlerine aldanıp onlarla evleniyorlar. Bunlar da ekseriya din ile alâkası bulunmayan maddi insanlardır. Herkesle gezip tozan «ben hürriyetime sâhibim» diye, koca bulmak arzusuyla her taşa baş vuran kızların yüzde doksan dokuzu hayatta muvaffak olamazlar. Olanlar da kendileri gibi kılıbık, şıpsevdi erkeklerle mesut olamayan bir hayat sürerler.
Evinizin işinden yılmayınız. Mecbur olmadıkça ellere muhtaç olmayın. Kendi işinizi kendiniz görün. Bir âilenin her ferdi böyle düşünürse sonunda refaha kavuşurlar. Hem bu işler sâf bir duygu eseri olduğu için ibâdet sayılırlar. Yuvayı yapan dişi kuştur, hüsnü niyetle çalıştıkça. Yuvayı bozan da dişi kuştur, erkeğini idare etmesini bilemiyorsa. Her iki taraf da karşılıklı olarak ipin ucunu kaçırmamalıdırlar. Eşini seven onun sevdiklerini de sever, onun âile efradını küçük görmez, dolayısıyla ALLAH da onu sever.
Ey zenginler!
Hepimiz biliriz ki, bu âleme çıplak gelir ve çıplak gideriz. Eğer Hakkın lütfu olmazsa birkaç arşın bezden bile mahrum kalırız, yananlar ve boğulanlar gibi.
Para kazanmak iyi bir şeydir, bunu herkes beceremez. Parayı para kazanır. Para ile dostluk kazanmasını da bilmelidir. Muhtaç olanları da düşünmelidir. Dinimizin esası yardımdır. Şarap parası, kumar parası vermek haramdır. Para, ahlâkın da düşmanıdır. Parayı kazanmasını bildiğiniz gibi yerinde sarf etmesini de biliniz. Evinin idaresinde acemilik çekenler memleket de idare edemezler. Kendi nefsini idare edemeyenler bir ev de idare edemezler, dört öküzü suya götürüp getiremezler.
Memleket, borç içinde ecnebi piyasalardan yardım ararken, zenginlerimiz harekete geçmelidir. Çünkü para, bu memlekette kazanılmıştır. Fakirlere yardım etmelidir. Komşularınız aç iken otomobil sefalarını azaltmak, müsrifçe para harç etmekten sakınarak fakirleri doyurmak, giydirmek, okutmak, evlendirmek size vicdan huzuru, ALLAH muhabbeti verecektir. Unutmayınız ki, sadaka ömrü uzatır, belâları defeder. Duâlar da kaderi değiştirir, iyiliğe yöneltir. Hakkın huzuruna, elleri boş, fakat gönülleriniz dualarla dolu olarak giriniz.
Ey memurlar!
Amirlerinizin âleyhinde bulunmayın. Devlet malına tenezzül etmeyin. Halka hizmet, Hakka hizmettir. Kalp kırmadan hizmette bulunun ki, aldığınız para helâl olsun ve sizin de kalbiniz kırılmasın.
Ey amirler!
İyi hareketlerle memurlarınıza nümune olun. Garezkâr ve intikamcı olmayın, herkesi âilenizin bir ferdi gibi görün. Bu makam size bâki değildir. Muhalif bir rüzgâr sizi harman gibi savurabilir. Herkes her akşam vazifesi hitamında nefsini hesaba çekmelidir. Kötülükleri azaltarak iyiliklerini çoğaltmalıdır.
Ey dindaşlarım ve ey vatandaşlarım!
Evvelki yokluğumuzu düşünelim. Doğduk ve büyüdük, Rabbül’âlemin hazretlerinin, lütfiyle geçen her gün vücûdumuzda ve aklımızda bir terakki ve ilim hasıl oluyordu, gelişiyordu. Son noktaya vasıl olduktan sonra yine küçüleceğiz. Unutkan olacağız, hareketten kalacağız ve nihayet yok olacağız. Bu birkaç satırla ömrümüzün bütün mevsimlerini yaşamış oluyoruz.
Bütün bu keyfiyetler, kendi kendine olmadı ya. Bu âlemi nizam ve intizam dairesinde, tabiat kanunları çerçevesinde devir ede ede yaşamakta, âyân ve nihân olan büyük bir sâhibi vardır. Her eserin bir sâhibi vardır. Bu âlemin sâhibi de ALLAHÜ AZİMÜŞŞANDIR. Eşi yok, benzeri yok, yemez, içmez, bütün sıfatları ile hala faaliyettedir. Bütün kapılara sahiptir. Ondan başka güvenilecek, müracaat edilecek bir kapı daha yoktur.
Gelenleri, gidenleri görüyoruz. Bizleri sevdiği için yarattı, niçin bizden de sevgi ve alâka görmesin? Niçin yap ve yapma dediklerinin tam tersini yapıyoruz? Hatırımıza yarının endişesi hiç gelmiyor mu? Harekâtımızı kontrol için bir de peygamber ve kitap gönderdi. Onları da velilerle takviye etti ve devamlı kıldı. Konuşan bir kimsenin aklı, fikri, bütün duyguları, söyleyeceği sözlerin önünden yahud söylediği sözlerin peşinden gider. Hâtalı konuşmamak için bütün ruhiyle, varlığıyla böyle yapması lâzımdır. Söz, insanın gönlünden doğan, akıl tarafından da şekillendirilen, kendi mânâsının zâhir olmasıdır. Mânânın elbisesidir. Kendine göre biçer ve giyer. Yâni O, O’dur. Söz sahibinin ta kendisidir. Şu halde benim yazılarımdan, beni anlamak kabildir. Şeklimi de aşağı yukarı tahayyül edebilirsiniz. Ben bu kitabın ayniyimdir. Kur'ân-ı Kerim'den de Fahr-i Âlem Efendimizi takdir eder ve görmüş olabilirsiniz. Kâinat gibi bir eseri olan tek varlığın da ALLAHÜ AZÜMÜŞŞAN olduğunu anlayabilirsiniz.
Hazreti ALLAH, «damarlarınızdan yakınım» diye çok mânâlı bir söz söylemiştir. Kendini âşikâr etmiştir. Lâ ilâhe illallah diyerek de kendisini gizlemiştir ve aratmaktadır. Muhammed Resûlullah diye de bütün şa’şââsiyle ondan nûr saçtığını anlatmak istemiştir.
Şu halde güzel ahlâk ve ibâdet neticesi insan, mî’râc edip Hakkta yok ve nihayet Hakk ile bâki ve ölmez olabiliyormuş. Damgalı da olsa, damgasız da olsa altın altındır. Niçin sen bende, ben sende O'nu görmüş olmıyalım? Bir çocuk, ihtiyar oluncaya kadar bir çok istihaleler, tahavvüller geçirir, o çocuğun vücûd itibariyle büyük bir vücûdda devresi tamam olur. Fakat ruh, akıl, idrâk, şeriatın hükümlerini icrâdan sonra târikat denilen bir yol tâkip ederek aşk âlemindeki ebedî varlığa ulaşabilir. İşte ruhun muhtelif dereceleri, kemâle eremeyerek yoldaki rastladığı tuzaklara, şekillere, renklere takılıp noksan kalması, devrini yapamaması, noksanlarla arkadaşlık etmesindedir.
Bir ahbabınıza birkaç sahifelik bir mektup yazarsınız, zarfa kor gönderirsiniz. Mektup içinde bulundukça zarf da kıymetlidir. Çünkü gizlenmesi icab eden şeyleri örtmekte ve gizlemektedir.
Zarfı yırtıp atarsınız, mektubu elde tutarsınız. İşte insanın da ruhu, gönlü bir mektuptur, vücûd zarftır. Bu temsilden vücûdun, yâni zarfın kıymetini anlamış olursunuz. Tırnaklara varıncaya kadar boyamakla zâyi ettiğiniz vakitlere acırsınız. Çünkü sonu toprak ve leştir. Lâzım olan, gönül kitabıdır. Ruh âlemidir. Aşk sefasıdır. Şimdi o mektubun selâmları, sabahları, tıraşları da nihayet bir satırlık öz havadisi örter. Meselâ: Sizden para isteyecektir. İyiliğinizden bahseder, hâlini hikâye eder. Sizi över, iki üç sahife sonra maksada gelir. İşte insan da kâinat kitabının özüdür. Bütün varlıklar onun teferruatıdır. Onun zûhûra gelmesi için çalışmak-tadırlar.
Biz de, bizim emrimize verilen şekillere aldanarak, küçülürsek, üstümüzdeki yâni özümüzdeki hakikate erişebilir miyiz? İşte Kur'ân-ı Kerim âşıktan Mâşûka, özden sûrete Hakktan halka gönderilmiş mübarek bir kitaptır…
Sizi bir yere misafirliğe davet ediyorlar, yemekte bulunmanızı istiyorlar. Size ikrâm edilen yemekler nelerdir, biliyor musunuz? Ev sahibinin kendi sevdiği, seçtiği yemeklerdir. Sizin de seveceğinizi hesab eder.
Akıllı bir misafir yemeklere aldanmaz, çünkü bu bir tuzaktır. Bu kadar masrafı icâb ettiren sebep, aşktır. Size ilân-ı aşk edecektir. Veyahud o masrafların on misli fazla bir talepte bulunacaktır. İşte bu âlem misafirhanedir. Her şey bize lütf edilmiş bir ikramdır. Fakat tuzaktır.
Bizi besler, fakat canımızı ister, başımızı ister. İşte âşık bu nimetlere iltifat etmez. O zaten Mâşûkunu aramaktadır. Aşk âleminde malın, mülkün, hattâ vücûdun kıymeti mi olur? Mâşûkun sarayında başını vermeği göze alarak hele bir yok ol. Bak Sultan seni nasıl tekrar diriltir. Çünkü seni öldürmekten, bütün huylarını, elbiselerini soymaktan maksad, halvetine almak ve sana bir idrâk çocuğu nefh etmekten ibarettir. Çünkü saltanatının devamını istiyor.
Size O muhteşem sevgili, şu cihandan ibâret bir fasıl heyeti hazırlamıştır. Evvelâ o fasıl heyetinin içinde mûsiki âletlerini tanırsınız, kullanmasını öğrenirsiniz. Bütün makamlara âşinâ olursunuz. Size verilen vazife ile o fasla iştirâk edersiniz.
Sesiniz, bilginiz, sevgilinin hoşuna gitti mi, çalgı olan vücûdu yere çalarsınız, ruh olarak sevgilinin yanındaki mevkiinizi alır ve seyirci olursunuz.
Elinize bir perdavsız alınız, yere eğilip bakınız. Çok ufak hayvancıkların birbirlerini yediklerini veya kıvrım kıvrım süründüklerini görürsünüz. Perdavsızı bırakın. Meselâ: Bir ölü hayvanın leşine bakınız, üzerinde yeni teşekkül ederek hayata gelen kurtlar görürsünüz. Gözünüzü yerden uzaklaştırdıkça bir evvelkileri göremez olursunuz. Daha büyükleri yâni fâreleri, kedileri, köpekleri… görürsünüz. Arzdan biraz yükselin, eski gördükleriniz gözden gaib olmuştur. Şimdi insanların gidip geldikleri, çalıştıkları, ekmek parası için nasıl çırpındıklarını görürsünüz. Daha yükseklere uçunuz, arz, ay, güneş vesaire yıldızları büyüklü, küçüklü noktalar halinde görürsünüz. Yıldızları da göremeyecek kadar yükselin. Yokluk içinde bir şey göremez olursunuz, ancak kendinizi görür ve his edersiniz. İşte gönlünüzün nâ mütenâhiliği içinde de bu hale varırsanız, Hazreti ALLAH'ı sizinle beraber görürsünüz. İşte bu görüş ânında Hazreti Peygambere kavuşmuş olursunuz, çünkü bu, mî’râc sahibinin yükselişini taklid etmektir. Onun bize gösterdiği bu yoldan gidebilirsek Kur'ân-ı Kerim'i ezberden okumak kabildir.
Bazı gençler evlerine bir paket alıp götürmeğe utanırlar. Halbuki kimse onun farkında değildir ve bu hareket ayıplanacak bir hareket de değildir.
Bazı hanımlar yeni bir elbise, şapka, pabuç giyerler ve koskoslanırlar. Halbuki onun elbisesinin yeniliğinin kimse farkında değildir. O kendi kendini aldatır da farkında değildir. Mektebe giden ve ufak çapta bazı malûmat elde eden bir çocuğun gururundan geçilmez. Sanki öğrenilecek başka şey kalmamıştır.
İşte hep bu keyfiyetler nefis ve şeytan denilen kuvvetlerdendir. Koca vücûdlar ekseriya o ayırıcı, şaşırtıcı kuvvetlerin elinde oyuncak gibidirler. Ruh vücûdumuzdaki candır. Akıl ise nefsin mukabilidir. Vücûdumuzu ibadete sevk eder. Ruhumuzu bize bahş eden varlığa, yâni Cenâb-ı Hakka doğru sevk eder. Bunlar ölünceye kadar mücadele halindedirler. Biri yukarı, diğeri aşağıya çeker. İnsanlar bu sûret âlemine mensubdurlar. Mânâyı görmezler, bilmezler. Bu sûretin icâbâtını yaparlar. İşte peygamberler, kitaplar bizim aklımızın rehberleridir, yardımcısıdırlar. Hidayet ve şefâat bu ikisindedir.
Hazreti ALLAH'ın zâtının sıfatları ve sıfâtı sübûtiyesi vardır, sonsuzdur. Bizde de bu sıfatlar aynen vardır, fakat mahduddur. Hazreti ALLAH'ın Cemâl-İyilik, Celâl-Öfke sıfatları vardır. Bizde de bunlar vardır. İşte Hakka yönelmek, ibâdet, iyilik Cemâl sıfatımızın galebesinin neticesidir. Fena huylar, inkârlar, heva ve hevesimizde Celâl sıfatımızın galebesinin neticesidir. Mesele, bunları tefrik edebilmektedir. Doğru mudur? Eğri midir? Ayırmak lâzımdır. Kitap, sünnet ve şeriat bunların mihenk taşıdır.
Eğer bunlara uyuyorsa yapmalıdır, doğrudur. Uymuyorsa yapmamalıdır, eğridir. Meselâ nefis der ki «Adam sen de canına yazık değil mi? Bu soğukta abdest alarak üşüyeceksin, namaz kılarken pantalonunun ütüsü bozulacak. On iki saat aç durup da ne olacak? Bu kadar iyi yemekler varken, yenmez mi? Şimdi gençsin, ihtiyar olunca her ibâdeti yaparsın...»
Bu fikirler, şeriata, dinimize aykırıdır. İbâdette idman, açlıkta perhiz, vücûd dinlenmesi, zindelik vardır. Ama Cemâl sıfatını gözleyen ruh, gönül kulağıyla vicdanının sesini dinler «Seni yaratan Cenâb-ı ALLAH böyle istiyor. O ki, beni yarattı. Beni sevmiştir. Benim iyiliğimi ister. Beş vakit namaz vücûdumuzdaki beş duyunun şükrü içindir. Bu duyulardan hangisini bırakırsınız ki, onu gösteren namazları terk edin. Görmekten mi, işitmekten mi, koklamaktan mı, yoklamaktan mı, tatmaktan mı vazgeçersiniz?»
Namaz kılmayanlardan bu hislerin iç âlemine mukabil olanları Hakk tarafından alınır. İhtiyarlıkta dış âleme ait olanlar da alınır. Haydi şimdi ne yaparsanız yapınız. Siz günde iki defa yemek sûretiyle oruçtan mı kaçıyorsunuz? Haydi size bir tansiyon veya şeker perhizi veya bir mide hastalığı, haydi bakalım haşlama pırasa ile biraz patatesle yatın da görün.
Cenâb-ı ALLAH’ın bir de Cebbar sıfatı vardır ki, cebren kahren istediğini yaptırır.
Sevgili kardeşlerim, geliniz siz onun emirlerini seve seve kabul edin, zararlı çıkmazsınız.
Günler geçtikçe ve her yeni gün şunu da yaz diye gönülden emir alıyorum. Güneşi bilirsiniz. Gözü açık olanlar görür de bilir de, o güneşten arzımıza kadar uzanan ışık çizgilerinin üzerinde ve arzımıza değen yerlerindeki her zerre bile «ben güneşim» derse yalan söylemiş olmaz. Ne vakit ki güneş gâib olur, yâni arzımız güneşe arka döner, o zaman güneş olmadığımızı anlarız.
Fakat bu defa da yıldızlar lisana gelse, onlar birer birer «ben güneşim derse» o da yalan değildir. Bir cephesi güneşi görüyor ya. O taraf dolayısıyla arzımız da «ben güneşim» derse, aydınlık taraflarda kabul edilen bu söz dolayısıyla karanlık taraftakiler de o söze iştirak edebilirler.
Çünkü aynı arz üzerindedirler. Bir de kâinat manzumesinin tarihini düşünürsek bütün yıldızlar da asıllarına göre «ben güneşim» diyebilirler.
Fakat bu demek değildir ki, her varlık teker teker güneşim derse kâfidir. Asıl mesele bütün âlemin de güneş olduğunu kabul etmek lâzımdır. Gönlünde Hakkın nûru doğan ve yerleşen kâmil insanlar da böyledir. Cenâb-ı Hakk ise «Habîbim» dediği kimselerin gönlünde, nûrunu, tecellilerini, gizli hâzinelerinin anahtarlarını, dilerse âşikâr eder, dilerse gizler. O sevgili kulu, bu hâli bilir. Bu tecellî karşısında kendini görmez, unutmuştur. Onun feyzini alanlar da bu hâli kendilerinden bilirler. Bazen coşarak «Ene'l-Hakk» derler.
Coşmayanlar ise tenezzül ettikleri ilk anda edebe riâyet ederek «Hüve’l-Hakk» derler. Gözlerinin her değdiği şeyi Hakk görmek lâzımdır. O kimse bilir ki, karşısındakilere kendi nûrunun şevki vurmuştur. Onları inkâr edemez, çünkü kendini inkâr etmiş olur. Kendisi asıldır. Ona bakanlar hakikatlerini görürler. O, karşısındakine bakarsa aynaya bakmış olur. O zatın gönlüne gönül bağlayanlar, bu hâli muhafaza edebilirlerse, zevkten zevke, tecelliden tecelliye mazhar olurlar. Gönüllerinde aşk çerağı alev alev yanar. Beşeriyet icâbı o pınardan, o nûr menbaından ayrıldılar mı, gönülleri kararır, yanmağa başlarlar. O nûra alıştıkları için bu ayrılık ve hasret onlara çok ağır gelir.
Siz de namaz kılarken (Kâbe'ye gitmiş olmasanız da) gözünüzün önüne orayı getirseniz, orada namaz kılıyorsunuz demektir. Ara yerdeki bütün hâiller, perdeler, resimler bir mânâ ifade etmezler. Onlar yok demektir. Çünkü sizden â-lâka görmüyorlar.
İşte insanlar da Hakkın varlığıyla vardırlar. Bir taraftan da var görülen yoklardan ibârettir. O'nun nûrunun olmadığı bir yer yoktur. O'nun zâtının nûrunu taşıyan her şeyde vardır, fakat kendini bilmek lâzımdır. Asıl mesele buradadır. İlk, orta, lise, üniversite ne ise, İslâmlıkta da şeriat, tarikat, hakikat, marifet odur. Bu iki ilmin sûretteki insanı varlığa; tasavvuf ile alâkalı aşk kısmı yokluğa, hiçliğe, ebediliğe götürür.
Şimdi Mekke-i Mükerreme'yi gözünüzün önüne alınız veya oraya teveccüh ederek namaza durunuz. İşte bu sırâtı müstakimdir. Doğru yoldur. Her namazın her rekâtında (el-Hamd) sûresinde okunulan budur. Ve Hakkın bizlere olan hediyesidir.
Neticede şunu anlatmak istiyorum ki hedef olan Kâbe-i Muazzama'ya yâni gönül âlemine doğru giderken, sağa sola inhiraflar doğru değildir. Altına, gümüşe, apartmana, kadına, erkeğe takılıp putları kıble yapmak doğru değildir. (İhtiyarlıkta hakikate yönelirim) demek de doğru değildir. Çünkü ömrün sonunu bilemeyiz. Vücûdumuza ve aklımıza ârızalar geldikten sonra zaten iş işten geçmiştir. Evvelâ bu hakikati bilir, bulursak diğerleri nasıl olsa bizimdir. Kısmetimizdir. Kâbe'ye vardınız, ötesine geçtiğinizi farz edelim. Yine doğru yürümeli ki Kâbe'nin üzerinden geçen büyük kuşak çevresinden ayrılmayalım. Ayrıldığımız zaman yolumuzu şaşırmış ve uzatmış oluruz.
Kâmil insan, ârif insan, bir muma, bir kandile benzer. Eskiden câmilerde elektrik yerine kandiller yakılırdı. Cam ve hususî çanaklara zeytinyağı konur, içine bir de fitil uzatılırdı. Yağ seviyesinden yukarda kalan fitil başlarını kibritle tutuştururlar, yağ bitinceye kadar o fitiller yanardı. İşte o insanın ruhu, ilim ve idrâki o alevdir. Vücûdu da fitildir. Yağ ise onun yanmasını temin eden maddedir. Âriflerin gönlündeki irfân ve ilim yağını, hayat kabiliyetini Cenâb-ı ALLAH verir. Âşıklar da boyuna söylerler, yazarlar. Gaflet karanlıklarında olanları aydınlatırlar.
Ölenler için kandilin yağı bitti derler. Biz de bunu zamanımıza uydurursak ruh ile nefis, müsbet, menfi tellerdir. Ampul olan insan vücûdunun nûru, o tellerin birleşmesinden hâsıl olur. Ya dış teller çürür, kopar. Ampul söner yahud ampulün dışı kırılır, bazen de içindeki teller kopar, yine aydınlık gâib olur. Yerine karanlık kaim olur. Ta güneş doğuncaya kadar. Vücûdlarımızın yaşamasında gökten inen rahmetlerin tesiri büyüktür. Yenecekler, içecekler ancak bu sûretle temin edilmiş olur. İnsanların bir de gönüllerinde semâ, yâni gök yüzü vardır. Oradan da varlığımızın mânevi kısmına rahmet yağar, feyz, ilim ve hikmet yağar. Gönül âlemimiz bir kaya parçası gibi ise üzerine yağan rahmetler akar, gider. Temiz bir toprak gibi olan gönüller bu yağmurlardan istifade ederler. O gönül toprağına ne ekilse bire on, yüz mahsul verir. Ağaçlan doyurur. İşte rahmet Hakktansa, gönül toprağını kurtlardan, taşlardan, yabâni otlardan temizlemek de bizdendir.
«Kayaların toprak olabilmesi de Hakktan değil midir?» derseniz, evet, o da öyledir. Geçmiş kavimler, idrâksiz kimseler kaya gibidirler. Malûm ya, toprak da kayaların tekâmül etmesinden hâsıl olur.
Yâni varlıklar yok olacaklar ki, diğer bir varlık olarak meydana çıksınlar. Onların kemâlâtı değil midir ki kayalar azaldı, topraklar çoğaldı? Diğer peygamberler göçtü, fakat nûru sönmeyecek, modası geçmiyecek olan Peygamberimiz sonra geldi. Ümmetler de böyle sevgili kardeşlerim. Rağbet sonadır. Çünki hamlıklar olgunluğa dönmüştür.
İslâm dininin gösterdiği yollardan gitmiyenler ne kadar zengin olursa olsunlar, ne kadar keşf ehli olurlarsa olsunlar, medeniyet dedikleri dünyâ refahının kaçıncı mertebesinde bulunurlarsa bulunsunlar, Muhammed ümmeti olmak şerefinden mahrum kalınca noksan demektirler. Varlığın her cephesinde muvaffak olanlar hastalık ve ihtiyarlık çilelerine girerken intihar ediyorlar. İşte bilhassa Amerikalılarda zuhur eden bu hastalık anınçin müzminleşmektedir. Özlerinin, ruhlarının kemâlâtı yolunda çalışsalar ne kadar nûrlu bir hayat sürerlerdi. Mânevi olgunluktan yoksun kalmazlardı.
Filvâki onların günleri geceleri aydınlık, ama gönülleri kapalı ve karanlık. Dağlarda, ormanlarda, göklerde iş aramak, zevkle yaşama aramak keyfiyeti, gönül âleminde hız alamamalarındandır. İlim hâzinesi insanlara göklerden daha yakındır. Hangi tarafa yürürseniz orada ilerlemeniz muhakkaktır.
Elektriği, televizyonu, telsiz âletleri… keşf edenlere ilim deryâsından birer katre verilmiştir. Hattâ daha ileri gidelim, onlar onun için yaradılmışlardır diyebiliriz ve halimize şükr edebiliriz. Onların hali şuna benzer ki Amerika'nın doğu sahilinden batı sahiline gitmek için trene, uçağa binmiyorlar da, vapurla Afrika'nın güneyinden Hindistan ve Japonya civarından gitmek sûretiyle yolu uzatıyorlar. Fakat Kâbe hedefinin yolları müşkilâtlarla doludur. Buna da ömür vefa etmez.
Bu sabah radyoda sineklerden penguenlere kadar olan bir çok hayvanların aşkından bahsettiler.
Muhterem okuyucularım, bu âlem esasen aşk ve muhabbet esası üzerine yaradılmıştır. Yaradan fakat görülmeyen âşık rolünde iken, zuhur kemâle erince mahlûkatında tâbiye ettiği aşkı tedricen lisana getirince mâşûk olup gizlenmiş, âşık olarak âşikâr olmuştur. Bütün mahlûkatta aşk esası üzerinde derece derece renk ve şekillere bürünen bir varlık ve heplik makamı vardır.
Bitkilerden başlayalım: Bunların tohumları rüzgârın tesiriyle çiftleştikleri gibi, yere ekilen dâneler de erkek rolünde toprak muhafaza ederek, kemâle erdirerek büyük bir ana mevkiindedir.
Tabiî bu aşk ve sevgi hayvanlara da sirâyet edince her erkek dişisini aramağa koyulmuştur. İnsana kadar varan bu tekâmül tabiî çiftleşme sûretiyle tezâhür edecek ve bu sûretle nesilleri çoğalacaktır. Topraktaki dâneler de karnından çatlayarak ölmüş telâkki edilir, fakat ağaç, çiçek veya meyve şeklinde tezâhür eden yine o dânelerdir. Sevmek tabiî bir haktır. Dişi nâz mevkiindedir. Bekler ve nihâyet muvafakat etmek onun bileceği bir şeydir. Fakat aşkını gizlemeyi erkekten daha iyi bilir. Erkek hamlecidir. Niyâz mevkiindedir, yalvarıcıdır. Her ikisinin de birbirlerinden başka sevecekleri çok şey vardır. İşte bu aşırı sevgilere ihtiras dedikleri gibi insanın kendi yüksek mevkiini unutup da aşağı mertebelere göz koyması bir tenezzüldür. Bütün mahlûkatın gayesi insana kadar yükselmek, onda fâni olmak, nefsini insana fedâ etmektir. İnsanın da çırpına çırpına aşağılara inmesi doğru değildir. Ya ne yapsın insan?
ALLAH'dan başka olan her şeye mâsivâ derler. Mâsivâya bakmasın, gönül kaptırmasın, aşağı düşmesin. Kendi mânâsında, hüviyetinde, benliğine gizlenmiş olan Rabbini bulsun. Her şeye sâhip O'dur. Ve gizlendiği yer gönüldür. İşte Kur'ân-ı Kerim'deki esfeli safiline red edilen insan tekrar yükselip Hakk âşığı mevkiini almağa çalışmalıdır. Belki bir gün Mâşûk üniformasını da giydirirler de ebedî varlığa ulaşır, sonsuz âlemde hiç bir şeyin ölü olmadığını anlar.
Kudsi aşk, sultanî aşk hormonları ve uzviyeti harekete getirmez, kendi kendinde erir, kaybolur. Nûr olarak tezâhür eder. İşte o avdet zamanında gönül kitabını, Hakkın kelâmını dinler ve okur. İşte o zaman,
Dostları ilə paylaş: |