TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
GENEL KURUL
KARAR
SUAT ÖZEN BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2012/1144)
Karar Tarihi: 8/4/2015
R.G. Tarih- Sayı: 3/7/2015-29405
GENEL KURUL
KARAR
Başkan : Zühtü ARSLAN
Başkanvekili : Serruh KALELİ
Başkanvekili : Alparslan ALTAN
Üyeler : Serdar ÖZGÜLDÜR
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
Recep KÖMÜRCÜ
Burhan ÜSTÜN
Engin YILDIRIM
Nuri NECİPOĞLU
Hicabi DURSUN
Erdal TERCAN
Muammer TOPAL
M. Emin KUZ
Hasan Tahsin GÖKCAN
Kadir ÖZKAYA
Raportör : Aliye YILDIZ VARSIN
Başvurucu : Suat ÖZEN
Vekili : Av. Sema AKINCI
-
BAŞVURUNUN KONUSU
-
Başvurucu, taşınmazının kıyı kenar çizgisi içinde kalması nedeniyle Hazine tarafından aleyhine açılan dava sonucunda tapu kaydının iptaline, taşınmaz üzerindeki binanın yıkılmasına karar verildiğini, zararının tazmini için açtığı davanın zamanaşımından reddedildiğini, kendisine herhangi bir ödeme yapılmaksızın taşınmazının elinden alındığını belirterek, mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş, tazminat talep etmiştir.
-
BAŞVURU SÜRECİ
-
Başvuru, 12/12/2012 tarihinde Dikili Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
-
İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca, 19/12/2013 tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
-
Bölüm Başkanı tarafından 6/11/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.
-
Adalet Bakanlığının 8/1/2015 tarihli görüş yazısında, Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarına atfen görüş bildirilmeyeceği beyan edilmiştir.
-
İkinci Bölüm tarafından 12/3/2015 tarihinde yapılan toplantıda, başvurunun niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanmasını gerekli görüldüğünden, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca görüşülmek üzere Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.
-
OLAY VE OLGULAR
-
Olaylar
-
Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir:
-
Başvurucu İzmir İli Dikili İlçesi, İsmetpaşa Mahallesi, 12 ada 1 parselde tapuda kayıtlı taşınmazı satın almış, taşınmaz üzerine iki katlı bina inşa etmiştir.
-
Hazine, anılan taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığından bahisle 21/4/1977 tarihinde başvurucu aleyhine Dikili Asliye Hukuk Mahkemesinde tapu iptal, men'i müdahale ve kal istemiyle dava açmıştır.
-
Mahkeme, E.1989/136, K.1991/15 sayılı kararıyla dava konusu taşınmazın denizin ayrılmaz parçası kumluk saha üzerinde bulunduğu ve devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğundan tapusunun iptaline, başvurucunun müdahalesinin men'ine, üzerindeki binanın kal'ine, yıkımın davalılar tarafından yapılmaması halinde Hazine tarafından yıktırılmasına karar vermiştir. Temyiz üzerine karar Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 3/2/1992 tarihli ve E.1992/1275, K.1992/798 sayılı kararıyla onanmış, karar düzeltme talebi aynı Dairenin 2/11/1992 tarihli ve E.1992/10520, K.1992/12611 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Karar 2/11/1992 tarihinde kesinleşmiştir.
-
Dava konusu tapunun hükmen terkini, 15/5/2001 tarihinde Dikili Tapu Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmiştir.
-
Geçen süre zarfında başvurucu binayı kendisi yıkmamış, idare de 18 yıl boyunca binayı yıkmadığından başvurucu taşınmazı kullanmaya devam etmiştir. 3/5/2010 tarihli tespit ve tahliye tutanağı ile başvurucu tahliye edilmiş ve idarece binanın yıkımı icra kanalıyla gerçekleştirilmiştir.
-
Başvurucu, taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kalması nedeniyle bedel ödenmeksizin tapusunun iptaline karar verildiğini, yıkım işleminin uzun süre uygulanmaması nedeniyle taşınmazı kullanmaya devam ettiğini ve taşınmazın yıkımı nedeniyle zarara uğradığını belirterek, uğradığı zararların tazmini talebiyle 26/10/2010 tarihinde Dikili Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır.
-
Yargılama aşamasında alınan 13/7/2011 tarihli bilirkişi raporunda mevcut verilerle binanın değeri 51.598,40 TL, arsanın değeri 184.200,00 TL olmak üzere taşınmazın toplam değeri 235.798,40 TL olarak tespit edilmiştir.
-
Mahkeme, 5/12/2011 tarihli ve E.2010/363, K.2011/384 sayılı kararıyla, başvurucuya ait taşınmazın tapusunun iptali, müdahalenin men'i ve yıkıma ilişkin kararın kesinleştiği 2/11/1992 tarihinden itibaren 22/4/1926 tarih ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık süre geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermiştir.
-
Temyiz üzerine karar, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 9/4/2012 tarihli ve E.2012/1640, K.4155 sayılı kararıyla onanmış, karar düzeltme talebi aynı Dairenin 8/10/2012 tarihli kararıyla reddedilmiştir.
-
Anılan karar başvurucuya 20/11/2012 tarihinde tebliğ edilmiştir.
-
Başvurucu 12/12/2012 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
-
İlgili Hukuk
-
22/04/1926 tarihli ve 818 sayılı Mülga Borçlar Kanunu'nun "müruru zaman" kenar başlıklı 60. maddesinin (11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 72. maddesiyle benzer) birinci fıkrası şöyledir:
"Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namiyle nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz."
-
Mülga 818 sayılı Kanun'un "on senelik müruru zaman" kenar başlıklı 125. maddesi (6098 sayılı Kanun'un 146. maddesiyle benzer) şöyledir:
"Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir."
-
Mülga 818 sayılı Kanun'un "müruru zamanın cereyanına mani olan ve müruru zamanı tatil eden sebepler" kenar başlıklı 132. maddesinin (6098 sayılı Kanun'un 153. maddesiyle benzer) ilgili kısımları şöyledir:
"Aşağıdaki hallerde müruru zaman cereyan etmez ve cereyana başlamış ise inkıtaa uğrar:
…
6 - Alacağı, bir Türk mahkemesi huzurunda iddia etmek imkanı olmadığı müddetçe.
Müruru zaman, tatil eden sebeplerin zail olduğu günün hitamından itibaren başlar veya tevakkuftan evvel başlamış olan cereyanına devam eder."
-
Anayasa Mahkemesinin 25/2/1986 tarihli ve E.1985/1, K.1986/4 sayılı kararıyla iptal edilen 27/11/1984 tarihli ve 3086 sayılı Kıyı Kanunu'nun Geçici 2. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"1972 yılından önce kıyıda doğmuş özel mülkiyete konu yapılar ile bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki, mevzuata ve imar planına uygun olarak yapılan yapılar hakkında bu Kanun hükümleri uygulanmaz."
-
İNCELEME VE GEREKÇE
-
Mahkemenin 8/4/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 12/12/2012 tarihli ve 2012/1144 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
-
Başvurucunun İddiaları
-
Başvurucu, taşınmazının kıyıda kalması nedeniyle Hazine tarafından aleyhine açılan dava sonucunda tapu kaydının iptaline, müdahalenin men'i ile taşınmaz üzerindeki binanın yıkılmasına karar verildiğini, bu kararın kesinleşmesine rağmen 18 yıl boyunca taşınmazda kalmasına Hazinenin zımnen izin verdiğini, binanın 2010 yılında yıkılması ile fiili zararın bu tarihte oluştuğunu, bu nedenle zararının tazmini için dava açtığını, ancak davanın zamanaşımından dolayı reddedildiğini, tazminat isteme hakkının varlığını binanın yıkımından sonra 2010 yılında öğrendiğini, kararın kesinleştiği tarihten 2007 yılına kadar iç hukukta tazminat ödeme müessesesinin bulunmadığını, kendisine herhangi bir ödeme yapılmaksızın taşınmazının elinden alındığını belirterek, Anayasa’nın 35. ve 36. maddelerinde güvence altına alınan mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
-
Değerlendirme
1. Mülkiyet Hakkının İhlali İddiası
-
Başvurucu, sahibi olduğu taşınmaz 1992 yılında Mahkeme kararıyla elinden çıksa da üzerindeki binanın yıkımının 2010 yılında yapılması nedeniyle zararın bu tarihte doğduğunu, Mahkemenin hatalı zamanaşımı yorumuyla taşınmaza bağlı tazminat haklarının kısıtlandığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
-
6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:
"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."
-
Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup, Mahkeme, ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında, anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Mahkemenin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olmaları nedeniyle, bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınmaları gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15).
-
Üzerinde maliki konusunda uyuşmazlık bulunan bir taşınmaza ait mülkiyet hakkının varlığını tespit mahkemelere bırakılmıştır. Buna göre, kıyılar dâhil taşınmaz mallarda mülkiyet hukukuna yönelik, hakkın özünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümü adli yargının görev alanı içerisinde kalmaktadır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu, E.1996/5, K.1997/3, K.T. 28/11/1997). Bir taşınmaz üzerinde hak iddia eden kişinin söz konusu hakkın varlığını mahkeme önünde ispat etmesi gerekmektedir.
-
Başvurucu adına tapuda kayıtlı, ancak kadastro tespitiyle mülkiyeti tartışmalı olan taşınmazın tapusunun iptali ile bu taşınmaz üzerindeki evin yıkılmasına dair Mahkeme kararı 2/11/1992 tarihinde Yargıtay'ın karar düzeltme talebini reddiyle kesinleşmiştir. Mahkeme kararı kesinleştikten sonra taşınmazın mülkiyeti artık başvurucunun hak alanından çıkmıştır. Bu karara dayanarak evin yıkımının daha sonraki bir tarihte yapılması, bu hukuki durumu değiştirmez ve başvurucunun hak alanında herhangi bir değişikliğe sebep olmaz. Başvurucunun 2010 yılında açtığı ve başvuruya dayanak olan davanın konusu, dava tarihinde başvurucu adına kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetine ilişkin olmayıp, başvurucunun bu davadaki talebi taşınmaza bağlı tazminat istemidir.
-
Bu durumda başvurucunun somut başvuruya konu taşınmaza bağlı olarak ileri sürdüğü tazminat taleplerinin, başvurucunun taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının 1992 yılında kesinleşen Mahkeme kararıyla son bulması ve 10 yıllık zamanaşımı süresinin geçmiş olmasına bağlı olarak reddedildiği ve mülkiyete ait uyuşmazlığın 1992 yılında kesinleştiği anlaşılmıştır.
-
Anayasa ve AİHS'in ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı, mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvence olup ulusal mevzuatta belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma şansının yüksek olduğunu gösteren yerleşik ve istikrarlı bir yargı içtihadına dayanmayan (Bkz., Kemal Yeler ve Diğerleri, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36-37), 1978 yılında yapılan kadastro çalışması sonrasında kimin mülkiyetinde olduğu tartışmalı olan, 1992 yılında kesinleşen mahkeme kararıyla başvurucu ile hukuki ilişkisi kesilmiş taşınmaza bağlı 2010 yılında açılan ve 2012 yılında kesinleşen mahkeme kararıyla reddedilen bir tazminat talebinin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir ( Leyla Daimagüler ve Diğerleri, B. No: 2012/1143, 17/7/2014, §36).
-
Açıklanan nedenlerle, başvurucunun tazminat istemine dayanak yaptığı taşınmazla hukuki ilişkisinin bireysel başvuruların incelenmeye başlandığı tarih olarak belirlenen 23/9/2012 tarihinden önce 1992 yılında kesinleşmiş olduğu anlaşıldığından başvuruya konu mülkiyet hakkına yönelik şikâyetin, diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin "zaman bakımından yetkisizlik" nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Adil Yargılanma Hakkının İhlali İddiası
-
Başvurucu, sahibi olduğu taşınmaz 1992 yılında Mahkeme kararıyla elinden çıkmış olsa da, üzerindeki binanın yıkımının 2010 yılında yapılması nedeniyle zararın bu tarihte doğduğunu, Mahkemenin 818 sayılı Kanun'da yer alan; alacağı, Türk Mahkemeleri huzurunda iddia etmek imkânı olmadığı müddetçe zamanaşımının duracağı hükmünü değerlendirmeye almadığını, bu nedenlerle zararın doğduğu tarihi ve zamanaşımını yanlış yorumladığını belirtmektedirler.
-
Başvurucu zamanaşımı konusunda zararın yıkımla gerçekleşmiş olmasına ve 2007 yılından önce bu tür tazminat davaları mahkemeler tarafından reddedilmesine rağmen somut başvuruya konu tazminat davasında verilen ret kararıyla mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürse de, başvurucunun şikâyetinin özü Mahkemenin zamanaşımı konusunda hatalı yorum yaptığı ve yanlış karar verdiği iddiasına dayandığından ve mülkiyet hakkıyla ilgili olarak zaman bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemezlik kararı verildiğinden bu şikâyet adil yargılanma hakkı kapsamında incelenmiştir.
-
Anayasa'nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 49. maddesinin (6) numaralı fıkrasında, bireysel başvurulara ilişkin incelemelerde kanun yolunda gözetilmesi gereken hususların incelemeye tabi tutulamayacağı, 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği belirtilmiştir.
-
Bir anayasal hakkın ihlali iddiası içermeyen, yalnızca derece mahkemelerinin kararlarının yeniden incelenmesi talep edilen başvuruların açıkça dayanaktan yoksun ve Anayasa ve Kanun tarafından Mahkemenin yetkisi kapsamı dışında bırakılan hususlara ilişkin olduğu açıktır (Miraş Mümessillik İnş. Taah. Reklam. Paz. Tic. A.Ş., B. No: 2012/1056 § 34, 16/4/2013).
-
İlke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda bariz takdir hatası veya açık keyfilik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede, kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular bariz takdir hatası veya açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesince incelenemez (Necati ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
-
Hukukun genel ilkelerinden biri hukuk güvenliği prensibidir. Bu ilke, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmelerini, devletin de hukuki düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (Zafer Öztürk, B. No: 2012/51, 25/12/2012, § 18).
-
Belli bir hakkın mahkemede ileri sürülebilmesi ya da hak arama hürriyeti kapsamında bir davanın açılabilmesi için öngörülecek süreler hukuk güvenliği ilkesi gereği olup, adil yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirilemez. Anılan süreler, mahkemelerin zamanın geçmesi nedeniyle güvenilirliği kalmayan, eksik ya da ulaşılması zor kanıtlara dayanarak uzak geçmişte meydana gelmiş olaylar hakkında karar vermelerini istemekle oluşabilecek adaletsizliklerin önüne geçmek ve hukuk güvenliğini sağlamak gibi önemli ve meşru amaçlara hizmet ederler. Süre sınırlaması getiren bu müdahaleler, devletin takdir yetkisi içinde olup, ulaşılmak istenen meşru amaçla orantılı oldukça ve hakkın özünü zedelemedikçe Anayasa'da yer alan adil yargılanma hakkını ihlal etmiş sayılmazlar (Stubbings ve Diğerleri/Birleşik Krallık, 22083/93; 22095/93, 22/10/1996, § 51).
-
Başvurucu adına kayıtlı, ancak kadastro tespitiyle mülkiyeti tartışmalı olan taşınmazın başvurucuya ait tapusunun iptali ile bu taşınmaz üzerindeki evin yıkılmasına dair Mahkeme kararı, 2/11/1992 tarihinde Yargıtay’ın karar düzeltme talebini reddiyle kesinleşmiştir. Kesinleşen Mahkeme kararı evin yıkımının başvurucu tarafından yerine getirilmesini, bunun yapılmaması halinde idarenin yıkımı gerçekleştirerek bedelini başvurucudan alması hükümlerini içermektedir. Başvurucunun bu yıkımı gerçekleştirmediği, idarenin kendiliğinden de binayı yıkmadığı taşınmazda, başvurucunun yararlanmayı sürdürdüğü anlaşılmıştır. Başvurucu 2010 yılında gerçekleştirilen yıkım nedeniyle uğradığı zararın tazmini için dava açmış, davanın zamanaşımı nedeniyle reddedilmesi üzerine zararın yıkımla gerçekleştiği ve davada zamanaşımının bulunmadığı itirazıyla temyiz başvurusu yapmıştır. Yargıtay ilgili Dairesi bu talebi mülga 818 sayılı Kanun'un 125. maddesinde yer alan 10 yıllık zamanaşımı süresinden sonra dava açıldığı gerekçesiyle reddederek İlk Derece Mahkemesi kararını onamıştır.
-
Somut davada İlk Derece Mahkemesince uyuşmazlığın çözümü için gerekli bilgi ve belgeler toplanarak inceleme yapılmış ve bilirkişi raporları alınmış, başvurucuya bahsettikleri itirazlarını sunmak üzere imkân verilmiş ve başvurucu itirazlarını Mahkemeye sunmuştur. İlk Derece Mahkemesi ve Yargıtay bu iddia ve itirazları değerlendirerek 10 yıllık zamanaşımı nedeniyle davanın reddi yönünde karar vermiştir.
-
12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 33. maddesi gereği hukukun uygulanması ve yorumlanması hâkimin resen gözeteceği bir husustur. Bu kapsamda hak düşürücü sürenin dava konusu uyuşmazlıkta uygulanması da hâkimin takdir yetkisi içinde olup (Mardin Süryani Katolik Kilisesi Vakfı, B. No: 2013/757, 13/6/2013 § 31), kanunun açık hükmü karşısında beklenmesi gereken bir sonuçtur. Derece mahkemelerinin kararlarında hak düşürücü sürenin uygulanması konusunda bariz takdir hatası veya açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu olamaz.
-
Bununla birlikte başvurucunun zararın gerçekleşmesi kavramını zararın kendisi tarafından hissedilmesi şeklinde anladığı ve bu nedenle binanın yıkımı ile zararın gerçekleştiğini ileri sürdüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca başvurucu 2007 yılından itibaren bu tür tazminat taleplerinin yerel mahkemelerce kabul edildiğini ve 818 sayılı mülga Kanun'un 132. maddesine göre alacağı, Türk Mahkemelerinde ileri sürme olanağı olmadığı sürece zamanaşımının duracağı itirazında bulunsa da, Kanun incelendiğinde tazminat talebinin 10 yıl içinde mahkeme önüne getirilmesi gerektiği anlaşılmıştır.
-
Açıklanan nedenlerle, başvurucunun adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasının kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, derece mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya açıkça keyfilik içermediği anlaşıldığından, başvurunun diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin "açıkça dayanaktan yoksun olması" nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
-
Serruh KALELİ, Serdar ÖZGÜLDÜR, Erdal TERCAN ve Engin YILDIRIM bu görüşe katılmamışlardır.
-
HÜKÜM
Açıklanan nedenlerle;
A. Başvurucunun,
1. Mülkiyet hakkının ihlali iddiasının "zaman bakımından yetkisizlik" nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, OYBİRLİĞİYLE,
2. Adil yargılanma hakkının ihlali iddiasının "açıkça dayanaktan yoksun olması" nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Serruh KALELİ, Serdar ÖZGÜLDÜR, Erdal TERCAN, Engin YILDIRIM’ın karşı oyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde bırakılmasına, OY BİRLİĞİYLE,
8/4/2015 tarihinde karar verildi.
Başkan
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Başkanvekili
Alparslan ALTAN
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
Üye
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Erdal TERCAN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
M. Emin KUZ
|
Üye
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Üye
Kadir ÖZKAYA
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucunun tapulu taşınmazının kıyı – kenar çizgisinde kaldığı gerekçesiyle, hazine tarafından açılan tapu iptal–tescil–kal davasının derecattan geçerek 2.11.1992 olan kesinleşme tarihi itibariyle başvurucu aleyhine sonuçlandığı ve taşınmazın hazinenin mülkiyetine geçtiği ve taşınmaz üzerindeki yapının yıkılmasına (kal’ine) karar verildiği maddi bir vakadır. Bu hukuki aşamaya karşın, anılan yapı davacı hazinece yıktırılmamış ve başvurucu 1992 yılından, yapının yıkıldığı 2010 yılına kadar 18 yıl boyunca fiilen taşınmaz üzerinde malik gibi tasarrufta bulunmuştur (oturmuştur).
Gerek 818 sayılı Mülga Borçlar Kanun’un 132/6. maddesinde gerek 6098 sayılı Borçlar Kanun’un 153/6. maddesinde, zamanaşımının işlemeyeceği, işlemişse dahi duracağı durumdan söz edilmekte ve alacağın bir Türk Mahkemesi huzurunda iddia edilmesi imkânı olmadığı müddetçe, zamanaşımının bu sebebin sona erdiği günün sona ermesinden itibaren işlemeye başlayacağı hüküm altına alınmaktadır.
Yargıtay’ın uzun yıllar devam eden yerleşik uygulamasında, kıyı–kenar çizgisinde ya da orman alanında kaldığı gerekçesiyle mahkeme kararlarıyla tapuları iptal edilen kişilerce açılan davalarda, mülkiyet zayii nedeniyle tazminat taleplerine hakları bulunmadığı yolundaki içtihadın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince kabul görmeyerek, bu yönde yapılan başvuruların ihlâlle sonuçlanması üzerine, son yıllarda anılan yerleşik içtihattan dönülmüş ve evvelce bu konudaki davalar kabul edilmezken, yeni uygulamada kabul edilir hale gelmiştir. Davanın somutunda, başvurucunun tapulu taşınmazının hazineye intikal ettiği 1992 yılında açacağı bir davanın kabul görmesi imkânsız olduğundan; taşınmazın mülkiyetinin kaybedilmesi tarihi itibariyle zamanaşımının işlemeye başladığından söz edilemez. Esasen başvurucunun temel şikâyeti, evvelce tapulu olan taşınmazı üzerine ruhsat alarak inşa ettiği evinin yıkılması karşılığında tazminat talebinin mahkemece zamanaşımı nedeniyle reddedilmesi olgusudur. Başvurucunun 2010 yılında gerçekleşen yıkım üzerine açtığı tazminat davasında derece mahkemeleri, mülkiyetin kaybedildiği 1992 yılını esas almış ve zamanaşımının başlangıç tarihi olarak bu yılı belirlemiştir.
Mülkiyet hakkı bakımından yapılacak bir değerlendirmede, mülkiyetin yargı kararıyla kaybedildiği tarihteki (1992) durum ile 18 yıl boyunca malik gibi taşınmaz üzerindeki evin kullanımı (ikamet etme) ve 2010 yılında yıktırılması sonrası doğan durumun birbirinden ayrılması zorunludur. Diğer bir değişle, 1992 yılında kesinleşen mahkeme kararının “mülkiyetten yoksun bırakma” kapsamında bir müdahale; 2010 yılındaki yıkım işleminin ise “mülkiyetin kullanılmasının kontrolü” bağlamında bir müdahale olarak değerlendirilmesi gerekli bulunmaktadır. Başvurucunun 1992 yılında kesinleşen mahkeme kararı nedeniyle yıkım tarihi olan 2010 yılında ulusal hukuka göre malik sıfatını taşımamasının bu değerlendirmeye olumsuz bir etkisi olmamalıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin “Depalle/Fransa, B. No: 34044/02, 29.03.2010, § 88” kararında da açıkça ifade edildiği üzere, malik sıfatı bulunmasa (ya da ortadan kalksa) dahi, başvurucunun 18 yıl süreyle bilfiil kullanmak suretiyle bilahare yıktırılan taşınmazla (evle) arasında oluşan bir “ayni menfaat”in varlığı karşısında; bu menfaatin başvurucunun “sahibi olduğu şey” teşkil ettiği ve nihayet evin yıktırılması işleminin bu ayni menfaate karşı bir müdahale oluşturduğu, dolayısiyle mülkiyet hakkına vaki bu müdahale karşısında başvurucunun tazminat talebinin doğal ve yeni bir olgu olarak değerlendirilmesi gerektiği, meşru beklentinin sonucu olan bu davranış biçiminin derece mahkemelerince “zamanaşımı” gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkının; buna bağlı olarak da adil yargılanma hakkının ihlâline yol açıldığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, ihlâl sonucuna varılması gerektiğini değerlendirdiğimizden; başvurunun kabul edilemez olduğu yolundaki çoğunluk kararına katılamıyoruz.
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucu, başvuruya konu tapuya kayıtlı taşınmazı, tapu kaydına güvenerek yıllar önce satın almış ve üzerine iki katlı bina inşa etmiştir. Daha sonra, Hazinenin 1977 yılında açtığı dava sonucu, İlk Derece Mahkemesi, 1991 yılında, taşınmazın denizin ayrılmaz parçası olan kumluk saha üzerinde bulunduğu, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu gerekçesiyle tapunun iptaline, başvurucunun müdahalesinin men’ine, taşınmaz üzerindeki binanın kal’ine, yıkımın davalılar tarafından yapılmaması halinde Hazine tarafından gerçekleştirilmesine karar vermiştir. Temyiz üzerine Yargıtay, 3/2/1992 tarihinde kararı onanmış, karar düzeltme talebini ise 2/11/1992 tarihinde reddetmiştir. Böylece karar, anılan tarihte kesinleşmiştir.
Bununla birlikte, başvurucu veya idarenin binanın tahliyesi ve yıkımına ilişkin herhangi bir girişimi olmamış, başvurucu yaklaşık 18 yıl boyunca taşınmaz üzerindeki binayı kullanmaya devam etmiştir. Tahliye ve binanın yıkımı, ancak 3/5/2010 tarihinde, icra kanalıyla gerçekleştirilmiştir.
Başvurucu, yıkım işleminin uzun süre uygulanmaması nedeniyle taşınmazı kullanmaya devam ettiğini ve taşınmazın yıkımı nedeniyle zarara uğradığını ileri sürerek 26/10/2010 tarihinde Hazine aleyhine tazminat davası açmıştır. İlk Derece Mahkemesi 5/12/2011 tarihli kararıyla, 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 125. maddesinde öngörülen ve somut olayda tapu iptali kararının kesinleştiği tarihten başlayan 10 yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir. Anılan karar, Yargıtay tarafından 9/4/2012 tarihinde onanmış, karar düzeltme talebi ise 8/10/2012 tarihinde reddedilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 1 No.lu Protokol’ün mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddesinde (P1- m.1) üç farklı kural ve bunlara paralel üç ayrı müdahale türü yer almaktadır: Birinci kural, birinci paragrafın ilk cümlesinde yer alan, diğer kurallara göre genel nitelikte olan “mülkiyetten barışçıl yararlanma” ilkesidir. Birinci paragrafın ikinci cümlesinde yer alan ikinci kural, “mülkten yoksun bırakma” ile bunun şartlarını; ikinci paragrafta yer alan üçüncü kural ise taraf devletlerin kamu yararına uygun olarak “mülkiyetin kullanımının kontrolü” yetkisini düzenlemektedir (Sporrong ve Lönnroth/İsveç [GK], B. No: 7151/75 7152/75, 23/9/1982, § 61). AİHM, P1-m.1’de bu üç farklı kuralın yer aldığını kararlarında sürekli olarak vurgulamakta, müdahalenin türünü, anılan kurallardan hangisinin kapsamına girdiğini dikkate alarak belirlemektedir.
AİHM, kıyı kenar çizgisinde kalan taşınmazlara ilişkin tapu iptallerini “mülkten yoksun bırakma” şeklinde bir müdahale olarak değerlendirmektedir (Tuncay/Türkiye, B. No: 1250/02, 12/12/2006, § 30). Somut olayda, başvurucunun tapusunun iptaline karar verilmesinin “mülkten yoksun bırakma” şeklinde bir müdahale olduğu, bu müdahalenin, 2/11/1992 tarihinde Yargıtay tarafından karar düzeltme isteminin reddedilmesiyle birlikte kesinleştiği ve söz konusu müdahaleye ilişkin şikâyetin Mahkememizin zaman bakımından yetkisi dışında kaldığı hususlarında tartışma bulunmamaktadır. Bununla birlikte, başvurucunun mülkiyetinden yoksun kaldığı binayı uzun yıllar kullanmaya devam etmesinin mülkiyet hakkı kapsamında korunması gereken nitelikte bir menfaat oluşturup oluşturmadığı ve buna bağlı olarak binanın yıkılmasının ayrı bir müdahale teşkil edip etmediği üzerinde de durulmalıdır.
Mahkememiz Çoğunluğu, somut olayda mülkiyete yapılan müdahaleleri ilk müdahaleye bağlı tek bir müdahale olarak kabul etmiş, binanın yıkılmasının ayrı bir müdahale teşkil edip etmediğini, bu müdahalenin zaman bakımından yetkinin içinde kalıp kalmadığını değerlendirmemiştir.
AİHM’e göre, P1-m.1’de yer alan “sahip olunan şey” (possession) kavramı, “özerk” bir anlama sahiptir. Bu kavram, iç hukuktaki sınıflandırmadan bağımsız olarak ele alınmalıdır. Davanın koşullarının bir bütün hâlinde, başvurucuya, P1-m.1’de güvence altına alınan maddi bir menfaat sağlayıp sağlamadığı her davada incelenmesi gereken bir konudur. Sahip olunan şey kavramı, maddi malların sahipliği ile sınırlı değildir. “Ekonomik değer” (asset) teşkil eden başka bazı haklar ve menfaatler de anılan kavram kapsamında değerlendirilebilir (Iatridis/Yunanistan [BD], B. No: 31107/96, 25/3/1999, § 54; Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, § 62). Bu bağlamda AİHM, kamu arazileri üzerinde yasadışı yapılan yapılarda uzun yıllar kamu makamlarının herhangi bir müdahalesi olmadan ikamet edenlerin, bu ikamet etmeye ilişkin maddi nitelikteki menfaatlerinin P1-m.1 anlamında “sahip olunan şey” niteliğinde olduğunu kabul etmiştir (Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 129).
Keza, Hukukumuzda da yasalara aykırı olarak kamu arazilerine yapılan yapıların tasfiyesi sırasında, yapıları kullananların ekonomik menfaatlerine zarar verilmemesi amacıyla, ilgililere, enkaz bedeli gibi bazı ödemeler yapılması öngörülmüştür. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, Medeni Kanun m. 718,2’de mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere taşınmazın üzerindeki yapıların da girdiği kabul ediliyorsa da, kamuya ait taşınmaz üzerinde bulunan bir binanın yıkımına karar verilmesi halinde, yukarıda belirtildiği üzere, bina malikinin taşınmazdan ayrı mülkiyet hakkına yahut bu hak kapsamında değerlendirilebilecek meşru beklenti hakkına sahip olup olmadığını ayrıca araştırmak gerekir.
AİHM içtihatları ve Hukukumuzdaki mevcut durum alındığında, somut olayda, başvurucunun, daha önce tapuya güvenerek yapmış olduğu, uzun yıllar kullandığı, yıkım kararı verildikten sonra da yine 18 yıl boyunca kullanmaya devam ettiği binada, doğan ekonomik menfaatinin, keza enkaz bedeli gibi ödenebilecek tazminat haklarının mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerekir.
Diğer taraftan AİHM, kıyılarda bulunan taşınmazlar üzerindeki binaların yıkılmasını “mülkiyetin kontrolü” şeklinde bir müdahale olarak kabul etmektedir (Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, § 80).
Açıklanan hususlar dikkate alındığında, somut olayda başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında kabul edilebilecek ekonomik menfaatine, taşınmazın mülkiyetinden yoksun bırakma şeklindeki ilk müdahale dışında, yıkımla birlikte mülkiyetin kontrolü şeklinde ikinci bir müdahalede bulunulduğu anlaşılmaktadır. Bu müdahale açısından ise zamanaşımının, doğal olarak yıkım tarihi olan 26/10/2010’dan itibaren başlatılması gereklidir. Bu duruma bağlı olarak, açılan davada başvuru yolları Yargıtay’ın karar düzeltme talebini 8/10/2012 tarihinde reddetmesiyle tüketilmiştir. O nedenle başvuru, bu açıdan Mahkememizin zaman bakımından yetkisi dâhilinde kabul edilmelidir.
AİHM’e göre, mülkiyet hakkına müdahale sırasında kamu yararı ile bireyin temel haklarının korunması arasında “adil denge” kurulmalıdır. Anılan dengeye ulaşma gereği, bir bütün hâlinde P1-m.1’in yapısından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, P1-m.1’in ihlali iddiasını içeren her davada, devletin eylemleri veya eylemsizliği nedeniyle ilgili kişinin “orantısız ve aşırı bir yük” yüklenmek zorunda kalıp kalmadığını belirlemelidir (Sporrong ve Lönnroth/İsveç, yukarıda anılan, § 69; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004, § 150). Bu ilkeler, Anayasa’nın mülkiyet hakkını düzenleyen 35., temel hak ve hürriyetlerin ölçüsüz sınırlandırılmasını yasaklayan 13. maddesi ile de uyumludur.
Somut olayda, Derece Mahkemeleri, mülkiyetin kontrolü şeklindeki ikinci ve yeni müdahaleyi dikkate almadan zamanaşımı süresini, birinci müdahaleden itibaren başlatarak, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilecek olan menfaatlerini konu alan davayı da yahut davanın bu kısmını da reddetmişlerdir. Böylece başvurucunun adil yargılanma hakkına aykırı davranıldığı gibi, bina üzerindeki ekonomik menfaatine müdahale edilmesine karşılık herhangi bir tazminat elde etme imkânından yoksun bırakılması nedeniyle mülkiyet hakkına da aykırı davranılmıştır. Sonuçta, herhangi bir tazminat ödenmemesi veya başka türlü bir giderimde bulunulmaması nedeniyle, toplumun kıyıların korunması şeklindeki genel yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki menfaatlerinin korunması arasında adil denge kurulamamış, başvurucu orantısız ve aşırı bir yük yüklenmek durumunda kalmıştır. O nedenle Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddeleri ihlal edilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, kabul edilebilirlik yönünden, binanın yıkılması şeklindeki müdahalenin, Mahkememizin zaman bakımından yetkisi dâhilinde ikinci ve yeni bir müdahale olarak kabul edilmesi; esas yönünden, Anayasa’nın 13. maddesi dikkate alındığında orantısız ve aşırı bir yük yüklenen başvurucunun 35. maddede korunan mülkiyet hakkının ve 36. maddede korunan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerektiği kanaatinde olduğumdan, Mahkememiz çoğunluğunun görüşüne katılmam mümkün olmamıştır.
Üye
Erdal TERCAN
Dostları ilə paylaş: |