KARATREN
Ö N S Ö Z
Karatren, Yalnız Osmanlı yada Türkiye Cumhuriyeti döneminde etkin rol ve roller uygulamışdı. TREN, 1800 yıllarından 1950 yıllarına kadar hem toplu taşıma, hem de toplu yük taşımada tek ulaşım aracı oldu. Avrupa ülkeleri orta Asya ile Avrupa arasında insan ve eşya hatta petrol taşımada etken olduğu inkar edilemez. Bu trafik içinde Anadolu’ nun etkin olduğu açık ve net görülür. Bu nedenle, Ülkemizde Demiryolu etkinliği kendini gösterir. İngiltere, İzmir – Aydın ; İzmir – Buca arasındaki demiryolu inşaatlarında büyük imtiyaz elde ettiler.
Almanya; Padişahın teknik danışmanı ve Alman Demiryolları mühendisi Von Pressel’i Basra Körfezine kadar uzanacak Mersin – İskenderun demiryolu inşaatını üstlenir. Ancak Osmanlı Hükümeti, bu inşaat üzerindeki yol boyunca, tüm yol kenarındaki alanın da kendilerinin yönetimine hediye edilir. Bu imtiyaz, Osmanlı ile Alman Hükümeti arasındaki bu özel imtiyaz 1888 yılında imzalanır. B B B olarak ( Berlin – Bağdat – Basra ) hat inşaatı 2.ci Dünya Harbine kadar devam eder. Bu hattın Adana – Mersin Arasındaki demiryolu inşaatı 1886 yılında tamamlandı. Yapılan bu demiryolu inşaatında hizmet verebilmesi için, Alman Hükümeti, asker ve askeri malzeme taşınması için, Türk Hükümeti’ ne de 46 adet Lokomotif verirler.
G İ Rİ Ş
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun ilk yıllarında karayolu değil, demiryolu kullanıldı. Türk – Alman ortaklığı buna neden olduğunu söylememiz olağan. Kara Yolumuz olmadığından, şüphesiz her türlü ulaşım için de Demiryolu kullanılacaktı. Hatırlarsınız, 10.cu Yıl Marşımız da ‘’Anayurdu Baştanbaşa Demir ağlar la ördük’’ deniyor. Ekonomik kriz nedeniyle ve 2.ci Dünya Savaşında kader birliği yaptığımız Alman Ordusunun yenilgisi üzerine, Ülkemizde Demiryolu İnşaatı yapılamadı. Ancak 1950 yılından itibaren, dünya ekonomisine sahip olan A.B.D ‘’Marşal Yardımı ‘’ ismi altında birçok ülke ile birlikte, Ülkemize de bu Marşal Yardımı geldi. Bu yardımın ana teması, ülke içinde demiryollarına alternative olarak KARAYOLLARI inşaatı etkin oldu. Dış Ülkeleri değil, kendi Ülkemize baktığımız da büyük birhızla Karayolları inşaatı hız kazandı. Ancak bizim konumuz, Demiryolları. Ülkemizde demiryolları ile yapılan ulaşım için bu konuda eğitimli ve yetenekli eleman olmalıydı. Hatta bu çalışanların da toplum içinde ücret – forma (giysi) ve özenti farklılıklar olmalıydı ki, halkın gözünde bir ayrıcalık olmalıydı. İşte Avrupai tanıtım da etkin oldu. Demiryollarında çalışanların giydikleri üniforma ile aldıkları ücret de daha tatminkardı. Bu ayrıcalık olmasaydı, elbette bu ulaşım sektöründe gereksindiği sayıda eleman bulamazdı. İşte bu ayrıcalık sonucunda arzu edilen yada planlanan sonuca ulaşıldı.
Babam, Konya’da olmasına rağmen, Demiryolu inşaatında çalışmak üzere, Adana’ya gitmiş. Demiryolu inşaatını ‘’tünel’’ kısmında çalıştığını, konuşmalarından anımsıyorum. Hatırlayabildiğim kadarı ile tünel inşaatlarındaki çalışma ve yaşam koşulları ile, Alman Yöneticileri arasındaki karşılıklı iletişimi hatırlıyorum. Babamın anlattığı anılarında, Alman Yöneticileri, babamın ismi Kâmil. Bu ismi tam telaffuz etmekte zorlanmaları, yada aşağılamak için mi ? kullandıkları beni yıllardır düşündürüyordu. Babama, Kâmil yerine deve anlamına gelen Almanca‘’ Kamel’’ – İngilizce ‘’Camel’’ olması söyleyişi olarak bir fark yok. Ancak bunu söylerken, yorum farkı ortaya çıkar. Karşılıklı konuşma yada toplu bir ortamda kişiler konuşurken, yüz hatlarında farklılıklar olursa, işte konuşulan kelimenin de anlamı farklı olur. Örneğin ’Kamel’’ yada ‘’Camel’’ derken, yüz ifadenizde farklılık varsa anlamı ‘’Deve’’ olarak kullanılmış olur. Bu konuda yorum serbest, anlatımında, Almanlarla birlikte çalışırken, çok iyi anlaştıklarını hatta kendisine kemıl denirken, gülerek seslendiklerini, bu konuda tahminlerin üzerinde gururla anlatırdı. Ben de ilkokul öğrencisi iken, babamın bu olumlu anlattıkları karşısında gizli gizli gurur duyardım. Duyduğum gurur sadece babamın yabancılarla olumlu ve uyum içinde çalışma ortamında olduğuna inanırdım. Ancak ne zaman Ortaokul öğretimine başladığımda, babama duyulan sevgi ve saygı olarak ismini Kâmil olarak değil Kamel yani DEVE anlamına kullanıldığını, kişilerin gülerek yada gülümseyerek Kemıl demesinin anlamı ortaya çıkıyor.
Babam, tünel inşaatı bitiminden sonra, Adana Tren İstasyonun da çalışmaya başlar. Annemle 04. 11. 1933 günü evlenir. Daha sonra Konya’ya yerleşirler. Babam, kendisine ‘’ Almanların gülerek kamel olarak hitap ettikleri, her geçen gün nefret ve tiksintimin arttığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta bu tiksinti ve nefret duygularım daha da genişlediğini söylemek isterim. Bu duygularım, yalnız Alman değil – İngiliz – Fransız ve İtalyan’lar gibi, ülkeme ve insanlarıma zarar veren yabancı ülke insanlarına karşı duygularımı önleyemiyorum. Ancak bu konuda davranış yöntemlerim, günümüzün koşullarına uygun olduğunu söyleyebilirim. Örneğin, bir kişi şahsıma yada aile fertlerime karşı insanlık dışı davranış yada zarar verirse, karşılıklı vurdu kırdı şeklinde değil, en ağır küfürlerde bulunuruz. İşte, bende bu tepkimi de küfür ederek değil, küfürde kullandığımız kelimeleri, annesine yada eşine değil, daha farklı şekilde eyleme geçeriz. İşte bende yabancı bayanların kendi istemi üzerine eyleme geçtim. Hatta geçiyorum. Elbette bu eylemi, bende onların yaptığı gibi gülerek yapıyorum. Bu eylemden bende intikam duygumu gerçekleştirirken, onlarda bu eylemden memnun olarak, teşekkür ediyorlar.
K O N Y A
Karatren Hikayelerime ikinci nokta olarak Konya ‘dan başlama noktasına geldim. Treni ilk tanıdığım yer Konya oldu. Adana’dan ne zaman geldiğimizi hatırlamıyorum. Konya’da 2.ci oturduğumuz ev Atatürk Anıtından Tren İstasyonuna giden yol üzerinde idi. Anıt ’tan 200 metre ilerde, sağ taraftaki sokak içerisinde yine yol kavşağından 100 metre ileride sağ taraftaydı. iki katlı olup, ayrıca bodrum katı ile fazla büyük olmayan bahçesi vardı. Ev ile İstasyon arası da 500 metre uzaklıktaydı. Hemen hemen hergün babama sefer tası içerisinde öğle yemeği götürürdüm. Anıt ile İstasyon arası tamamen yolun iki tarafı büyük ve yüksek ağaçlarla kaplıy- dı. Hangi yönetici tarafından ağaçların köklerinden sökülerek nereye götürüldüğünü bilmiyorum. Ana cadde asker tıraşı olmuş gibi bir görünüm aldı. Yol, ağaçlı iken yağmurlu bir günde, ağaçlardan kurbağa- ların yere düştüğünü yani ağaçtan kurbağa yağıyor –du. Kurbağaların sayısı yüzlerce değil, hatırladığım kadarı ile 8 – 10 kadar olduğu idi. Öğrendiğime göre, fiziki Yönden ‘’hortum’’ adı verilen atmosfer olayının sulardaki kurbağaların bulutlara kadar taşınması olayı, sonucunda bulutların yoğunluğu nedeniyle belli bir süre havada kalmaları bulutların yağmur olarak yere inmeleri durumunda su damlaları ile tekrar yeryüzüne inmeleri olayı olduğunu öğrenmiştim. Kurbağalar doğrudan sert bir ortama inmiş olsalardı. Vefat ederlerdi. Ağaçların üzerine düşmeleri, onları ölümden kurtarmış oluyordu.
Her gün babama öğle yemeği götürmek için istasyona gittiğimde, hava uygun olduğunda istasyonu tanımaya çalışıyordum. Yolcu taşıyan ve eşya taşıyan vagonları… Hatta bu vagonları peşlerine takan lokomotiflerin heybetli görünümleri beni ürkütürdü. Hele istasyona girerken ve çıkarken çıkardıkları sesler bana bir başka duygu ve heyecan veriyordu. Bu lokomotiflerin nasıl çalıştığını gözlemek bir ayrıcalıktı. İçeri atılan kömürler. Bu kömürlerin yanması ile üstten konan suların kaynayarak çıkardığı buharın gücü ile lokomotifin devasa tekerlerin dönüşünü bugün dahi utamam. Kullanılmış kömürlerin kül ve cürufların dışarı atılışı ile bu atıklardan az yanmış hatta tam yanmamış kömürler, kadınların ve çocukların ellerindeki sepetlerle, torbalara hatta kovalara konması esnasında istasyonda çalışan personel tarafından engellenmesi için çaba göstermesi toplum sorunlarını açık ve net olarak ortaya koymuş oluyordu. 1950 yıllarında gözlediğim bu toplum sorunlarının ana nedeni 2.ci dünya savaşı etkileri büyük rol oynadığını bilmemiz gerekli. Babamın devlet memuru olması dışında, 1950 li yıllarda Devlet DemirYolların da çalışan görevlilerin diğer kamu yerlerinde çalışanlarından daha fazla ücret almaları bir ayrıcalık oluyordu. Bu nedenle, evimizde kömür sobası yanarken, ekonomik sıkıntı yaşayan ailelerin Anadolu’nun soğuk kış günlerindeki çektikleri zorlukları anlamakta annemiz bizlere gerekli açıklama yaptıklarını hatırlarım. Hatta halamların da babaları (vefat etmesi) olmadığından yılın büyük kısmını özellikle kış günlerini bizimle olmalarını annem zaman zaman hatırlatırdı. İşte istasyonda çalışan görevliler tarafından kömür toplayanları gördükçe babama yalvarıyordum. Aslında babam da istasyonda çalışan diğer işçilerden farkı yoktu. Yani sıradan bir işçiydi. Sadece babamın çalıştığı yer 15 – 20 metrekare genişliğinde bir atölyeydi. Babam, diğer meslektaşlarına biraz daha hoşgörülü olmasını hatırlıyorum. Bu konuda hatırladığım bir anımı şu anda sizlere hatırlatmayı uygun buluyorum.
Babam Devlet Demiryolları hizmetinden kendi isteği ile emekli olunca, bir süre kardeşi Rakım Çumralı ile birlikte çalışmasına ayak uyduramamış. Belli bir süre boş olması kendisini rahatsız etmiş. O günlerde Bayındırlık Bakanlığı, Konya’da Karayolları Bölge Müdürlüğü kurar. Bu Müdürlükte atölyede çalışacak ilk işçi olarak işe başlar. İşyeri evimize 50 (elli) metre uzaklıktaydı. Belli bir süre sonunda babamın kontrolünde birkaç işçi daha işe başlıyordu. Karayolları, Amerikan Birleşik Devletleri güdümünde olan ‘’ Marşal Yardımı ‘’ ismi altında hizmetlerini karayollarının yeniden yapımı ve onarımı olması kısa zamanda büyük aşama göstererek Konya, tamamen Bölge Müdürlüğü haline getirdi. Şu anda aklınıza bir soru geldiğini biliyorum. Şöyle ki; Devlet Demiryolları ile birlikte KARATREN öyküleri neden yön değiştirdi sorusu ile birlikte, Demiryolları ile Karayollarının arasındaki bağlantının neden yada nereden çıktı… gibi düşüncelerini anlıyorum. Elbette bağlantıyı ilginç bir şekilde sizlere yansıtmak istiyorum. 1960 öncesi zamanın iktidar partisinin il başkanı, mesleği doktor olan bir kişi (ismini söylemek istemiyorum aynı zamanda Karayolları Bölge Müdürlüğün de DOKTOR olarak çalışıyordu. Babam, karayolla-rın da işçi olmasına rağmen bu doktor, yolda yürürken babamla karşılaştıklarında büyük bir saygı ile eğilerek babamın ellerinden öpmek isterdi. Bu konuda babama nedenini defalarca sormama rağmen konuyu hemen değiştirirdi. Uygun bir günde durumu anneme sormuştum. Annemin anlattığına göre; - Babam devlet demir yollarında çalışırken, ilkokul çağındaki bir çocuk yanmış kömürler ( cüruf ) arasından az yanmış yada az yanmış kömürler arasından ailesi için kömür toplayan bir çocuğu babama getiriyorlar. Çocuk, babama, ‘’ – babasının olmadığını, annesi ve 3 kız kardeşi ile birlikte yaşadığını, kışın soğuktan hastalanmamak için kömür topladığını, okuldan çıktıktan sonra da bir marangoz atölyesinde çalıştığını anlatmış. ’’ Daha sonar ağlayamaya başlamış.
Bunun üzerine babam, bu çocuğa yardımcı olmaya başlamış. Sabah erken gelerek, sepetine yeterli kömür koyduğunu; aylık ücretini aldığında da belli bir miktar para verdiğini, bu maddi desteğin, yıllarca devam ettiğini, hatta delikanlı olduğu zaman da Ankara da Tıp Fakültesinde okurken dahi maddi yardım yaptığını’’ annem anlatmıştı. Bu konuda babama bir kelime dahi söyletememiştim. Doktor Bey, babamı yolda gördüğü zaman palto yada ceketinin düğmesini ilikleyerek, babama ‘’babam nasılsın…sağlığın iyimi …. Bana emirlerin var mı…?’’ şeklindeki sözlerini daha iyi anlamaya çalışıyordum. Babamın yıllar boyunca biz çocuklarından ayırmadan bir çocuk aracılığı ile bir aileye destek vermesi, bunun da sadece eşi olan annemle paylaşması…. Ama konuyu çocuklarından uzak tutması yorumunu sizlere bırakıyorum. Ancak yıllar sonra, babamın ( 17. 03. 1957 ) tarihinde vefat etmesinden sonra, bende lise öğrencisiydim. Bir gün öğleden sonra saat: 15.10 da okuldan çıkıp, koşarak Şeker Fabrikasına çalışmaya gidiyordum. Bu arada yine bu doktor ile başka bir koşulda karşı karşıya geldiğimi yine sizinle paylaşmadan yapamayacağım.. Şöyle ki, Zamanın iktidar partisi il başkanı olan bu doktorumuza birkaç kez işyerine gitmiştim. O özel günlerde Şeker Fabrikasına ‘’mevsimlik işçi’’ alınacağını ancak işe gireceklerin mutlaka İktidar Partisinden özel kart getirerenlerin, Fabrikanın muhasebe servisinde çalışma yapacağını, bu serviste çalışanlar için fabrikaya geliş - gidiş lerinde SERVİS aracından yararlandığı gibi, günlük çalışma ücreti de diğer düz işçilere ödenen ücretin iki katı olacaktı. Bunun için doktor beyin şehir içindeki özel işyerine giderek kendisinden ‘’özel kartviziti’’ istemiştim. Aldığım yanıt çok ilginç olduğundan sizlerle paylaşmak istiyorum. Yanıtı – ‘’ Daha anlamadın mı? Biz iktidar Partisiyiz. Siz muhalefet Partilisiniz. ’’ Demesi üzerine, bende : - Beni tanımadı galiba… Ben lise ögrencisiyim… Partili olmamız söz konusu olamaz, en azından babamı tanıyorsun. Ben de çalışarak anneme ve kardeşlerime bakmak istediğimi anlattım. Doktor bey, susmayı tercih etti.
Bunun üzerine, yumruğumu masasına vurarak : - Siz iktidar partisi olarak, mezar taşlarındaki isimleri, partinize üye olmuş gibi yayın yapıyorsunuz. Ancak babam ve amcalarım Muhalefet Partisine OY VERMİŞSELER… ama Komünist değiller, psikolojik olarak . Muayehanesini terk ettim. Bu olayı sizlerle yıllar sonrası paylaşmamın tek nedeni ilk önce rahatlamak , diğeri ise ‘’Ödenemeyen en önemli BORÇ ….MİMNET BURCU olduğunu’’ sizlere hatırlatmak istedim. Şimdi esas konumuza kaldığımız yerden devam edelim.
İlkokul Öğrencisi dönemimiz de, yaz tatillerinde, desti ile tren yolcularına su satardık. Yolcu, Kompartımanın da oturduğu yeri başkasına kaptırmamak - yanındaki eşyasını başkasına kaptırmamak için trenden inerek akan çeşmeden su içemezlerdi. Yolcuların soğuk su içmeleri için, çarşıdan yeni aldığımız toprak testinin dışına su değdirmeden, içini su doldurulur. Su, testi içinde 8 – 10 saat durduğunda, içindeki su belli bir miktar azalır. İçindeki su, içerden dışa doğru sızıntı yapması, daha sonar testiye konan suyu ‘’SOĞUK’’ olarak kalmasını sağlar. Büyüklerimizden aldığımız deneysel bilgiyi yine sizinle paylaşmış oluyorum. Tren Yolcularına soğuk Su satmanın kişileri nasıl rahatlığını gözümüzle görüyordum. Bu gördüklerimi de bugün dahi hatırlamak bir ayrıcalık denememiz için bir fırsat verin.
İlk Okulu bitirdiğimde, babam da Devlet Demiryolları görevinden emekli olmuştu. 1950 yılından itibaren de yine yaz aylarında istasyona giderek, desti içinde su satmak değil, Desti ile birlikte su satmaya başlatım. Bu çalışmalarımla, trendeki yolcuların yolculukları esnasında yaşadıklarını daha rahat gözleme olanaklarım olduğunu söylemek isterim. Buradaki gözlemlerimi, sizlerle ileriki sayfalarda ÖYKÜ olarak sizlerle paylacağım . Yanılmıyorsam Karatren ile 8 – 10 defa seyahat ettim. Bu seyahatlerim içinde yaşadıklarımı ve gözlemlerimi öykü olarak sizlerle paylaşacağım. Bu paylaşma elbette olayları noktasına kadar yada kelimesine kadar aynen olmayacak. Bayanlarımızın doğal halleri ile makyajlı oluşları, biz erkekler gözünde farklı ise, Öyküler de makyajlı olarak sizlerin görüşlerine sunmak istiyorum. Önemli olan sizinle karşılıklı görüşmemizde iletişimi kurabilmek olmalı. Tahminime göre her öyküde olmasa bile birkaç tanesinde kendinizi bulacaksınız.
ÖYKÜ : 1 – Yıl 1940 yaz ayları ama hangi ay olduğunu hatırlamıyorum. Ankara’ dan Adana’ya gidiyorum. Bu yolculuğu 3 yaşındaki oğlum ile yapıyorum. Selamüaleyküm, arkadaşlar bize de yer var mı ?
-
Elbette, bu trende herkese yer var. Yolculuk nereye…
-
Adana’ya
-
Kucağınızdaki, torununuz olmalı. Annesi yok mu ?
-
Hayır, benim oğlum. 40 yaşından sonra evlenirsen, işte torun gibi çocuklarımız olur. Peki sizler nereye gidiyorsunuz…
-
Ben Sarayönü’ne,
-
Bende Konya’ya
-
Ya sen nereye….
-
Bizde çoluk çocuk Adana’ya…. Kardeşime, Ankara çok soğuk yaşayacak imkanımız kalmadı. Aldığım maaşı 3 çocuğa yetiştiremiyorum. Hele kış aylarında, sobada yakacak ne odun nede kömür alamıyoruz. Yaşlı bir annemiz vardı. Onu da iki ay önce kaybettik.
- Başınız sağ olsun…Ne iş yapıyorsun…
- Ben pazarlarda hamallık yapıyorum. Aldığımız üçret çocukların okul masraflarını karşılamıyor. En azından Adana’da hamallık, işleri çok iyi olduğunu kardeşim söyledi. Ayrıca kışları soğuk olmuyormuş. Soba yakmaya gerek duyulmuyormuş. Ne yaparsın... ağa, genç yaşta evlendirildik. Bu yaşta çoluk çocuğa karıştık.
-Ağa, sen geç evlendiğine göre, torun yaşında evlat sahibi olmuşun. Herhalde senin için zor olmuyor. Adana’da mı oturuyorsun ? Herhalde iyi bir işin olmalı…..
-Çalışma şartları çok ağırdı, bir süre Adana da Almanlarla birlikte tren için yapılan tünel inşaatlarında çalıştım. Elbette ben de senin gibi olmasa da normal yaşımda evlenmiştim….Ama çocuğum olmuyordu. Sonunda eşimden ayrıldım . Bir süre Almanlar la birlikte işyerinin şantiyesinde kaldım. Biraz para biriktirerek oğlumun annesi ile evlendim.
-Peki Ankara’dan Adana’ya gidiyorsunuz. Adana da oturduğunuza göre Ankara ya ziyarete mi yoksa iş için mi ? gelmiştiniz.
-Hiç biri, oğlum 9 aydır Ankara’da hastanede tedavi görüyordu. Geçen hafta hastaneden aldığımız yazıda, oğlumun gözlerinin tamamen kör olduğunu….9 aylık tedavinin sonuç vermediğini, gelip almamızı istediler.
- Peki gözlerinin kör olmasının nedeni neymiş ?
-Bu konuda doktorlar hiçbir açıklama yapmadı –lar. Sadece tedavi olma imkanı olmadığını söylediler.
- Nasıl olur ….bunlar doktor değil mi ? Hastalığın hangi nedenle tedavi olamayacağını söylemesi gerekir. Peki bu hastalığın oluşumunda, size göre neden olabilir. Sizin bu konuda neler biliyorsunuz? Kusura bakmayın yaşım sizden küçük ayrıca okur – yazar değilim. Cahilim….özür dilerim.
- Ne demek, bir şeyler bilmenin yaşı olmaz. Ayrıca ben de cahilim. Övey annem beni okutmadı. Hala bu yaşıma rağmen okur – yazar değilim. Sadece adımı soyadımı yazabiliyorum. Genç yaşta gönüllü olarak askere gittim. Burada övey anneden kaçmak idi. Neyse bunlar geride kaldı.
- Kusura bakmayın, biz kendi sorumlarımızı konuşurken sizinle konuşamadık. Sizler nerelisiniz. Ankara’dan gittiğine göre, memleketine mi dönüyor- sun…yoksa arkadaşlar gibi Ankara’dan mı kaçıyorsun.?
- Hiçbiri değil, ne Ankara’dan dönüyorum… Nede Ankara’dan kaçıyorum.
- Peki bunların dışında ne olabilir ?
- Kayınpederim, üç ay önce vefat etti. Kayınvali -de Sarayönü’nde yalnız kaldı. Bizden başka evladı yok. Kadıncağız yaşlı olduğu için memleketinden ayrılmak istemiyor. Rahmetli Kocasını çok seviyordu. Hemen hemen haftada birkaç gün eşinin mezarını ziyaret ediyormuş.
- Peki anneniz yalnız başına ne yiyip içiyor ? Geçim için insanın belli bir geliri olmalı. Sarayönü, Konya gibi soğuk bir yer. En azından kışın yak -cak ihtiyacı da önemli.
- Dediğiniz çok doğru. Ancak kayınvalide, hamarat. El işi yapıyor. Yün örüyor, oya işi yapıyor. Evlenecek gençlerin ihtiyaçları olan el işleri yaparak geçimini sağlıyor. İşte bu yalnız- lığını gidermesi için yanımıza almak istiyoruz. Allaha şükür, bugün için sağlığı yerinde… Ama bu yalnızlığın birde 3 – 5 sene sonrası var. Biliyorsunuz…Almanlar la, diğer Avrupa devlet- leri savaşıyor, bizde korkuyoruz, Almanlar, bize de savaş İlan edebilirler. Bunları düşünmemiz gerekir. Bakarsın….savaş nedeniyle evimizden dahi çıkamaz oluruz. Bu nedenle şimdiden tedbirimizi aşmak istiyoruz. Allaha Şükür, ismi kayınvalide ama gerçek annem gibi seviyorum. Takriben 10 yıllık evliyiz. Ne rahmetli kapeder -den nede kayınvalide den hiçbir eleştiri almadım. Sürekli olarak duasını bizden esirgemez. Evlendiğimiz günden beri, eşime, çocuklarımıza ve bana sürekli iyi görüşlerini biliyor ve görüyoruz.
-
Ne güzel, böyle kayınvali de ve kayınpeder…. dostlar başına, gerçekten çok şanslı bir damat -mışsın.
-
Konuşmaya daldık. Pencere kapalı olmasına rağmen ,içerisi is ile doldu. Bu kadar kurum içeriye nasıl doldu.
-
Lokomotifin kömür yakması sonucunda, penceremiz ne kadar kapalı olsa da kompartımanın kapısı sürekli açılıp kapanması ile içeriye yeteri kadar kurum girmiş.
-
Posta Treni olduğu ile, Konya’ya gidebilmek için Eskişehir’e daha sonar Afyon’a gideceğiz. Ancak yarın gece Sarayönü’nde olabiliriz. Sabaha karşı Konya’da oluruz.
-
Amca kusura bakmazsanız, size bir önerim olacak. Düşüncenizi bilmiyorum ama yinede söylemek istiyorum. Akşam olmak üzere. Eskişehir’e geldik. Biraz sonra uyuyacağız. Gece ya da sabah konuşma fırsatı bulamayız. Onun için size söyleyeceğim. Kızmayacağınıza söz verin. Nede olsa 4 – 5 gündür trendesiniz. Ayrıca evladınızın sağlığı çok önemli. Bakın 6 saattir, beraberiz. Oğlunuz sürekli kucağınızda, hatta eli de gömleğinizin içinde elini sokmuş durumda. Bu durum, hem babasını özlemiş ve kendisini güvence içinde hissetmesi gerekir.
-
Haklısınız….günlerce yolculuk yapıyorum. Bu yolculuk kesinlikle beni yormadı. Beni yoran evladımın sağlığı. Bir ömür boyu, kör olması yaşamını nasıl etkileyecek. Bunları düşünmek beni yordu.
-
İzin verirseniz, size baba demek içimden geliyor. Bunu size olan saygı ve tek evladınızın sağlık sorunlarına olan ilginize saygı duyuyorum. Sevgili babacığım, eşim kayınpeder ve kayınvalide Sarayönü’nün yerlisi. Bildiğim kadarı ile ‘’OCAK’’ tabir edilen bir anlayış var. Bu konuda ‘’el’’ tabir edilen yetenekli büyüklerimiz halâ var. Bu büyüklerimizin yeteneklerinden yararlanmanızı öneriyorum. Yapılacak şey, sadece dua okuyarak eli ile elektriklenme yaparak, tedavi etmek… Yolculuğunuz nasıl olsa Sarayönü’nden geçecek. Sarayönü’n de bir gece otelde kalırsınız. Hatta bir haftalık fiziki ve ruhsal yorgunluğunuzu gidermiş olursunuz. Daha sonra kime sorarsanız, herkes size ocak olan kişi bulabilir.
-
Sevgili genç arkadaşım, önerine saygı duyuyorum. Sarayönlü olan sevgili eşiniz ile eşinizin ailesi hakkında neler düşündüğünüzü taktirle karşılıyo- rum. Ancak yaşımın verdiği tecrübeye ve yaşadığım ortamı da dikkate aldığımda, şunu söylemek isterim. Eğitim görmüş ve uzman kişilerden aldığım bilgi ile uzmanlıkları olanlar bir çare bulamazken eğitimi olmayan birine hatta dua için ölmüş kişilere dua dediğimiz kelimeleri söyleyerek tedavi olunur mu ? Bu konuda bana söyleyecek bir sözünüz olmalı. Sizi dinliyorum.
-
Sevgili amcam, ben hem genç hemde cahilim. Bu konuda söyleyecek bir kelime söyleyecek durumda değilim. Sizin bu konuda yorumunuza hiçbir şey söyleyemem.
-
Amcabey, bilimle değil, dua etmenin yetkin birisine yaptırmanın ne zararı olabilir. Kayıp edecek bir şeyiniz olabilir mi ?
-
Vallahi, bu konuda şunu söylemek isterim. Dirilerden bir yarar görmedim ki, ölülerden ne yarar görebilirim. . . Şunu bilmenizi isterim. Allaha inanırım. Elhamdülillah Müslümanım. Ama bilime de inanırım.
-
Özür dileriz. Yapacak bir şey yok.
-
Zaman ne çabuk geçmiş. Afyon’u geride bıraktık. Bir saat sonra Sarayönün de olacağız. Hanım, yavaş yavaş çocukları uyandır. Uyku sersemlik -leri gitsin. Valizi de hazırla. Çocukları ben alırım.
-
Bey sen merak etme, her şeyimiz hazır. Önemli olan çocuklar uyku sersemliklerini atmış olsunlar. Belki annem uyumamış bizi bekliyor.
-
Tahmin ediyorum. Annemiz bizi belki de torunlarını görmek için pencere önünde bekliyor . Bak iyi dinle Tren’in düdüğü ötüyor. Bu düdüğü duyanlar, en derin uykularında olsalar dahi…..
-
Hadi amca, birkaç dakika sonra SARAYÖNÜ’ nde olacağız. Burada kalacak yeriniz yoksa, bizde kalabilirsiniz. Annemiz, Tanrı misafirini sever. Sabaha kadar dinlenirsiniz. Annemin tanıdığı komşuları vardır. Ne kaybedeceksiniz. Yine de dinlenmiş olursunuz. Yarın ki trenle Adana’ya gidersiniz. Hadi bey amca bizi üzmeyiniz. Tanrı misafirimiz olun. Siz dinlenmek istememiş olabilirsiniz. Ama zavallı çocuğunuzu düşünün. Çocuğunuzu sevdiğinize göre bu teklifimizi kabul ediniz.
-
Beyefendi, arkadaşları üzmeyiniz….Bakın sizi evlerine Tanrı Misafiri olarak davet ediyorlar. Bizde sizi değil oğlunuzun sağlığını düşünüyoruz. Gençleri kırmayınız.
-Peki, bu davetinizi oğlum için kabul ediyorum. Sadece şu gördüğünüz küçük bir valizim var. İnşallah anneniz, bizim gelmemize kızmaz. Haydi inelim. Konyalı arkadaşlar, sizlere hayırlı yolculuklar. Şayet Adana’ya gelirseniz bizim eve de beklerim. Hatta siz arkadaşım Adana’da iş bula - mazsanız demiryollarında beni arayarak görüşe - biliriz. Ben de size yardımcı olurum. Hatta hanımlarımız anlaşırsa ailecek te görüşerek yeni bir dost kazanmış oluruz.
-
Amca bey, evimiz çok yakın. Saat 01.30 bu saatte araba bulunmaz. Arabacılar bu saatte hayvanlarını dinlendirirler. Gün boyu sağa sola malzeme taşıyorlar. Bak hanım, annen daha uyumamış. Lambanın ışığı pencereden görülüyor.
-
Vah anacığım, şimdi ne kadar heyecanlı. Amcamızı ve küçük misafirimizi görünce kim bilir nasıl sevinecek.
-
Gençler, anneniz elbette çocuklarını ve torunlarını görünce, sevinecek. Ama bizleri görünce kim bilir nasıl şaşıracak.
-
Anne Nasrettin Hoca’nın fıkrası hatırlayacak, kazanın tencere doğurması gibi bir şey. ( Bu benzetmeye hepsi güler.)
-
Hasan haydi, kapıyı çal. Anneanneni sevindir. Hasan koşarak, kapıyı çalar. Anında kapı içerden açılır. Kapıyı açan kayınvalide büyük bir coşku ile kapıyı açar. Karşısında kendi yaşlarında bir adam ve kucağında 3-4 yaşlarında bir çocuk. Gecenin ilerlemiş bir saatinde gördüğü bu konuk için ne diyeceğini bilemez. Gözleriyle, ilk önce kızının gözlerine, daha sonra damadının gözlerine bakarak, ’’kim bunlar’’ anlamında gözleriyle sorusunu sorar….
-
Bak anne, size Tanrı Misafiri getirdik. Amca ile küçük delikanlı bu gece bizim misafirimiz. İzin verirseniz içerde konuşalım. Çocukların hem karınları aç, hem de uykusuzlar. Bizde zifir gibi is içindeyiz. İzin verirseniz, misafirimiz hem tuvalete gitsin…. Hem de elini - yüzünü yıkasın.
-
Tabi oğlum, ilk önce torunlarımın elini yüzünü yıkayım. Daha sonra çocuklar bir - iki lokma yerken; misafirimiz tuvalet ihtiyacını giderir. Daha sonra sizler tuvalet ihtiyacınızı giderirsiniz. Beyefendi, şaşkınlığımı bağışlayın….Size hoş geldiniz diyemedim. ‘’- Hoş geldiniz…’’ çok yorgun olmalısınız. Lütfen kendinizi misafir olarak değil, ailemizin büyüğü olarak görünüz. Delikanlı torununuz galiba… Yolculuk kendisini çok yormuş.
-
Anneciğim, beyefendi yeteri kadar yorgun…
-
Özür dilerim kızım. Biz kadınların, konuşması erkeklere benzemez. Beyefendi, şöyle buyurun. Her tür ihtiyacınızı kendi evinizdeymiş gibi giderin.
-
Teşekkür ederim, hanımefendi. Tanrı Misafiri olarak evinizde beni ve oğlumu kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. İzin verirseniz, içeri girip çıkayım. Daha sonra sıra gençlere gelsin. Teşekkür ederim.
-
Haydi çocuklar, beyefendi hemen çıkar. Hanginizin acelesi varsa, o hazır olsun.
-
Hadi hanım, sıra sende. Senin ihtiyacın daha fazla.
-
Teşekkür ederim. Benim centilmen kocam. Görüyor- musun anne, ne kadar centilmen kocam var. Kendinden önce, eşini ve çocuklarını düşünür.
-
Haydi beyefendi…..Haydi Çocuklar….gece yemeğine buyurun. Yemekler soğudu. Acele etmeyen aç kalır.
-
Arkadaşlar, bir tek lokma yiyecek durumda değilim. 5 gündür, uykusuz ve yorgunum. Yatacak yer gösterirseniz….memnun oluruz.
-
Amca, size hak veriyoruz. .. Annem, size şu odada yer hazırladı. Oğlunuz bizim çocuklarla birlikte yatarlar. Önemli olan sizin sağlığınız. Siz sabah ne kadar sağlıklı uyanırsanız….oğlunuza o kadar yardımcı olursunuz. Size hayırlı uykular. Sabah istediğiniz zaman kalkarsınız. Şu anda saat sabahın O3.oo olmuş.
-
Teşekkür ederim. Sizlere de iyi uykular. Sizde en az benim kadar yorgunsunuz.
-
Çocuklar, bana anlatın bakalım. Bu adamcağız torunu yerine oğlum dediğine anlam veremedim. Torun mu ? Yoksa oğlu mu ? Nasıl tanıştınız. Şimdiye kadar sizde görmediğim olayları görmenin şaşkınlığı içindeyim.
-
Anacığım, uzun uzun anlatmak yerine, kısaca özetleyim. Ankara’da trene bindiğimizde, amca ile karşılaştık. Adamcağız Adana’da oturuyor. Demir- yollarında çalışıyormuş. Kucağındaki oğlu, ikinci eşinden. Çocuğu herhalde geçen yıl gözleri kör olmuş. Anlattığına göre, dokuz aydır, Ankara’da ki hastanede tedavi görmüş. Ancak geçen hafta hastane, kendisine yazı göndererek yapılan tedaviden olumlu sonuç alamayınca, gelin çocuğunuzu alın; demişler. Adamcağız 40 yaşın -dan sonra ilk çocuğunun aniden gözlerinin görmemesi haliyle anne ve babayı üzmüş. Mikrobik bir hastalık olsaydı. Hastane bir çözüm bulabilirdi. Adamcağızın dediğine göre nazar değmiş olabileceğini söyledi. Bizde bu konuda kendi aramızda konuşurken, aklımıza sen geldin. Bir aralık, Komşulardan ocak olan birilerin olacağını düşünerek, bizimle birlikte Sarayönü’ne gelmesini rica ettik. İlk önceleri kabul etmedi. Bize, ‘’yaşayan insanlardan yardım, görmediğime göre, ölülerden yardım isteyemem.’’ Demesi üzerine, biz ısrarcı olduk. Bizimle birlikte, aynı kompart - manı paylaştığımız diğer ailelerinde ısrarı mı ? yoksa aşırı yorgunluğu mu ? Yada denize düşen yılana sarılır. Yada ne olabilir, bu konuda yorumu size bırakıyoruz.
-
Anladım…. mikrobik olsaydı, elbette hastane bu hastalığa bir çözüm bulabilirdi. Demek ki, hastalık mikrobik olamaz. Nazar değmiş olabilir. Siz merak etmeyin. Sabah ben hallederim. Haydi sizde yatın. Sabah bir başka gün olacak. İyi uykular. Sabah erken kalkmayın, rahat rahat yatın. Nasıl olsa beyefendi, öğleye kadar uyur. Kalktığında inşallah kendisine iyi bir sürpriz yaparız. Delikanlı sabah erken kalkar. Ama beyefendi üzgün ve yorgun hatta günlerce uykusuz olduğu için belki öğleye kadar uyur.
-
Bende öyle tahmin ediyorum.
-
İyi uykular…Allah rahatlık versin.
- Günaydın anne……
- Günaydın kızım. Ben kahvaltıyı hazırlarım. Sende yavaş yavaş çocukları uyandır.
Bende Hatice hanıma bakayım. Kendisi bu konuda uzman. Ben birkaç dakika sonra gelirim.
-
Tamam anne …..Kahvaltıya Hatice hanım da gelsin.
-
Günaydın Güler, kaç gündür annenle beraber sizleri bekliyorduk. Maşallah sizi iyi gördüm. Çocuklarda iyidir. Herhalde biraz sonra kendilerini göreceğim.
-
Hatice Hanım…..anne….çocuklar kalktı, onlarda geliyor. Haydi biz kahvaltımızı yapalım. Erkekler daha sonra yaparlar.
-
Güler, hadi anlat bakalım….Olayı en iyi sen bilirsin.
-
Hatice teyze, tren kompartıman da bir amca ve oğlu ile tanıştık. Adana da oturuyorlarmış. Oğlu 9 aydır Ankara da ki hastanede gözünden tedavi görmüş. Doktorlar tedavi edemeyince, babaya haber gönderip, çocuklarının tedavisi olamadığın- dan almasını istemişler. Adamcağız bir haftadır yollarda. Hastaneden çocuğunu alıp Adana’ya gidiyor. Mikrobik bir hastalık olmadığına göre, bu delikanlının tedavisi yaparsın zannediyorum.
-
Elbette kızım…Mikrobik olmadığına göre, evvel Allah delikanlıyı sağlığına kavuştururuz. İzin verirseniz, şu çayımı içeyim.
-
Sağ ol Hatice teyze,
-
Delikanlıyı uyandırmadan buraya getirin. Şu divanın üzerine koyun. Üzerine de bir pike örtelim. .
Hatice hanım, şalvarının cebinden çıkardığı paslı bir bıçakla, delikanlının başından ayağına doğru…Daha sonra ayağından başına doğru çenter. (çentme işi, birşeyi kesermiş gibi yapmak,) Bu girişimden sonra kendisine özgü duasını
yaptıktan, delikanlının yüzünü iki eliyle okşar.
-
Hatice hanım, ‘’Haydi geçmiş olsun’’ diyerek, kahvaltısına devam eder.
-
Takriben 15 – 20 dakika sonra delikanlı uyanır. Babasını arar. Babasının uyur olduğunu söyleriz. Hiç yabancılık çekmeden kahvaltısını yapar. Bizimle rahat rahat konuşur. İsmini söyler. Kahvaltı sonrası bizim çocuklarla birlikte sokağa çıkarak oynar.
-
İnşallah… haydi Hatice teyze göster yeteneğini…..
-
Bak….bak…..delikanlı kendine geliyor. Sakın heyecan yaratmayın. Sessiz ve sakin olun. Çocukcağız aylardır, etrafında kimseyi görme -miş… Şu anda şaşkın bir durumda.
-
Sonucu merakla bekliyorum. Bak.. bak etrafına ve bizlere nasıl hasret ve şaşkınlıkla bakıyor. Herhalde bizleri, hastanenin hemşiresi zannediyor.
-
Olabilir. Hepimiz ortada hiçbir şey yokmuş gibi kahvaltımızı yapalım…
-
Gül abla karnım açıktı…AAAAAA…abla seni görüyorum.
-
Elbette, bende seni görüyorum. Mehmet gel kahvaltını yap, şu anda hastanede değil, evdesin. Baban çok yorulmuş uyuyor. Haydi kahvaltını çabuk yap ta, arkadaşlarınla birlikte sokakta oynarsınız.
-
Ama ben neredeyim…Sizi tanıyamadım. Annem nerede..?
-
Mehmet, çabuk kahvaltını yap.. Baban sana, annenin nerede olduğunu söyler.
-
Peki, öyle açıkmışım ki , ne verirseniz yerim.
-
Gül abla doydum. Sokağa çıkabilir miyim…?
-
Elbette, gel ayakkabını giydireyim. Haydi koş, kapı önünden ayrılma. Baban seni merak eder.
Peki diyerek sokağa çıkar.
-
Bakın, evi değil ama sokağı yadırgadı. Önemli değil, yaşıtlarını görürse, şaşkınlığı geçer. Bak ….Bak Hüseyin geliyor. Hüseyin girişken çocuk , çabuk anlaşırlar.
-
Hakikaten anne …bak bak nasıl konuşuyorlar. Biraz sonra diğerleride gelir.
-
Komşum, şu anda ne kadar mutluyum. Babası uyanınca ne yapacak. Allah Korusun. Adamcağız, heyecandan ‘’kalp Krizi ‘’ geçirmesin..Lütfen alıştıra alıştıra anlatalım.
-
Anlatacak hiçbir şey yok... Mehmet normal olarak uyandı. Kahvaltısını yaptı . Ayakkabısını giydi ve sokağa çıktı. Tamam mı ?
-
Bak ….Bak…. amca uyandı. Oda da Mehmet’i arıyor. Göremeyince, diğer odalara bakıyor. Şimdi de tuvalete gitti. Hem ihtiyacını giderecek, hem de oğlunu arıyor. Büyük bir korku ve heyecanla yanımıza gelecek,
-
Arkadaşlar, Mehmet nerede…? Göremiyorum…
-
Amca bey, şu pencereden dışarı bakın…Görürsünüz
-
Aman Allah’ım ayağı bir şeye takılıp düşecek…
-
Olur mu, baksanıza arkadaşlarıyla nasıl konuşuyor….Nasıl oynuyorlar.
-
Çocuklar…inanamıyorum…Oğlum sokağa çıkmış…Arkadaşlarıyla oynuyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Neler oluyor….Ne yaptınız… İnana -mıyorum.
-
Sarayönü’ne geldiniz….Baba oğul bir güzel uyudunuz Biz hiçbir şey yapmadık. Biliyorsunu, akşam birlikte yattık. Ancak siz çok yorgun ve uykusuz olduğunuzdan şimdi kalktınız.
-
İzin verirseniz size tüm sevgi ve saygılarımı sunarım. İlk fırsatta eve gitmek istiyorum. Eşim de gözleri görmeyen oğlunu beklerden, gözleri gören oğluna kavuşacak. Tren ne zaman Adana’ya gidecek. ?
-
Her halde 2 saat sonra burada olur. Yarın sabah Adana’da olursunuz.
-
İki saat belki geçer…Ama sabahı nasıl yapaca –ğım. Yarın eşine ne söyleyeceğim. Hala inanamıyorum. Gidip doya doya sarılıp öpmek istiyorum.
-
Amca lütfen çocukların oyunlarını bozmayın. Nasıl olsa 2 saat sonra sabaha kadar beraber olacaksınız…
-
İnanamıyorum…. Oğluma ne yaptınız…Nasıl hiç görmeyen gözler, görür duruma geldi. Hiç tanımadığı ve bilmediği çocuklarla arkadaşlık yapıyor.
-
Amca tren geldi. Acele ediniz. Size iyi yolculuklar dileriz. Sevgili eşinize de saygılarımızı sunarız. -Dostlar, Allah sizden razı olsun. İlk fırsatta eşimle birlikte teşekkür için geliriz. Ama sizleri de Adana’ya bekleriz. Her şey için tekrar teşekkür ederiz. Hadi Mehmet, arkadaşlarına el salla. Tanrı’ma bin şükür…..Sağlıklı olarak OĞLUMA KAVUŞTURDUN….