Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı, fakat bir türlü yutamadı. Bir kaç defa
teşebbüs etti ise de, ilâcı yutmaya muvaffak olamıyordu. Sonra o kardeşi
çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. Yüz on kuruşa aldığını söyleyince, Üstad
on kuruş daha verdi ve öylece ilâcı rahatlıkla alabildi.. Ve bana dönüp
şöyle demişti: "Kardeşim, işte görüyorsun.. başkasının malını yiyemiyorum.
Boğazımdan geçmiyor.(139)”
Doktor Tahir Barçın'dan bir hatıra:
"Bir Hıdır-İlyas (Hıdırellez) günü kerametli tepeye gitmiştik. Üstad'la
beraber bir kaç kişi daha vardık. Tepeye çıktık. Üstad yüksek ve dik bir
yamaca oturdular. Biz ise kayıyorduk, tam oturamıyorduk. Üstad bizim o
halimize tebessümle bakıyordu. Daha önceleri de bu tepeye gelmişler. Bu
tepeye "Kerametli tepe" diyordu.
Üstad beraber gelen talebelerini göstererek: "Buraya bu keçeller ile beraber
gelmiştik. Ekmeği düşürdüler, ekmek tepeden yuvarlanarak aşağı gitti.
Onlar da ekmeğin peşinden koştular, fakat bulamadılar. Dereden elleri boş
döndü. Sonra ben kendilerini çağırdım, ekmek kendilerinden evvel
gelmişti. çünki "Bu dağın sahibi vardır, ekmeğimizi sizlerden evvel
getirdiler" dedim.
Üstad Hazretleri tebessüm ederek bu hatırayı böylece bize de anlattı ve
"Bu tepe bundan dolayı Kerametli Tepedir" dedi (140)”
Bu hadiseyi biz ayrıca Emirdağ'lı talebelerden de dinlemiştik. Somun
ekmeğinin mezkûr tepeden aşağıya doğru yuvarlanarak derenin dibine
gittiği zaman, onu bulup getirmeye giden talebeler boş dönmüşler..
Döndüklerinde Üstad onlara ekmeği göstererek: "Siz zannediyor musunuz
ki; benim hizmetimi gören sadece sizlersiniz!.. Sizin gibi hizmetçilerim
cinnilerden de vardır." Demiştir" diye bir kaç kişiden dinledim. Onlardan
birisi merhum Mehmet Çalışkan'dır.
2276
2277
(137)Son Şahitler-3, s: 77
(138) Aynı eser S: 79
(139) Son Şahitler-2 S: 128
(140) Son Şahitler-3 S: 112
2277
2278
2108
Emirdağlı Merhum Hamza Emek deki:
“Kerametli tepede bir ekmeğin aşağı dereye yuvarlanarak gitmesi ilh.
Hadisesinde o günü Üstadla beraber İsmail ve Nureddin ismlerinde iki
çocukta vardı...”
(Son Şahitler-4,sh.264)
Mübarek, ehl-i kalb meşhur Gönenli Mehmet Hoca anlatmış:
"Üstad 1953 yılında İstanbul'a geldiğinde, "Yarabbi, bu zatın bende hiç
kısmeti yok mu?" diye düşünüyordum. Evime davet ediyorum, gelmiyordu.
Devamlı olarak: "Söyleyin Hafız Mehmed'e, sakın yanıma gelmesin" diye
hocalarla haber gönderiyordu.
Bir Kurban bayramı idi. Sabah namazından sonra kapı çalındı. "Mehmed
kardeşim, Muhammed kardeşim!" diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım,
baktım ki Üstad... Boynuma sarıldı ve "Sen Kur'ana çok hizmet ediyorsun.
Benim yanıma gelenleri çok ta'ciz ediyorlar. Seni ta'ciz etmemeleri için,
benim yanıma gelmesin diye haber gönderdim.” dedi. Yanında talebeleri de
vardı. "İstanbul'da hiç bir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim."
dedi. Yanındaki talebeye işaret etti, "Ver kabımı, kısmetimi versin!" dedi.
Keramete bakınız, daha önce "Bu zatın kısmeti bende yok mu?" demiştim
ya, kısmetini almaya gelmişti işte... Evde yumurta tatlısı vardı, ondan
verdim.
O esnada bana demişti ki: "Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada,
bayram olsa; oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vacibtir. Mademki
Hazret-i Kur'ana hizmet için ortaya çıkmış olan bu kardeşimizi, şeyh-ül
islâm namına ben de seni ziyarete geldim" dedi. İşte böyle geçti aramızdaki
konuşmalar, Elhamdülillah!.. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey
borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.(141)"
Mehmet Fırıncı adıyla meşhur Mehmet Nuri Güleç anlatmış:
"Nurların İstanbul'da matbaalarda neşriyatı sırasında Isparta'ya forma
götürdüğüm bir defasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad
Hazretleri dersin sonunda şöyle bir sohbette bulunmuş, Zübeyr Ağabey
taze-taze nakletmişti: "Kardeşlerim! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse ve
dese ki: "Said, sen bu şimdiki mesleğinden bir parça ta'viz versen,
milyonlar insanlar kitaplarını okuyacak.. Fakat öyle yapmazsan, hem
bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa
2278
2279
çekeceksin... Ben derim ki: Hayır Üstad'ım, ben bu zulümlere, işkencelere
razıyım. Fakat mesleğimden en küçük bir ta'viz vermem" diye o Üstad'ıma
söyliyeceğim.(142)”
(141) Son Şahitler-3 S: 246
(142)SonŞahitler-3.Sayfa:246
2279
2280
2109
Aynı bu rivayeti Sungur Ağabeyden de dinlemişiz. Ancak Sungur
Ağabeyin rivayetinde: "Ben ehl-i imanın imanlarının kurtulması yolundaki
a'zamî ihlâs mesleğimden ta'viz vermiyeceğim. Nurların yeni yazılarla
neşriyatıyla manen zarar bile görsem, durdurmıyacağım" mealindedir.
Her iki halde de Hazret-i Üstad'ın kendi a'zamî ihlâs mesleğini
terketmiyeceğini söylemek istemiştir. O ise, bize göre onun kendi
hayatında yaşadığı tarzdır. Yalnız ve yalnız Risale-i Nur hizmetine kanaat
etmek, başka cereyanlara bakmamak, başka eserlere ihtiyaç hissetmemek
ve ayrıca a'zamî fedakârlık göstermektir.
Merhum Selahaddin Çelebi demiş ki:
"1952 senesinde Üstad İstanbul'da Akşehir Palas otelinin üst katında
kaldığı günlerde, kendilerini ziyarete gitmiştim. Güneşli bir sabahtı. Biraz
sohbetten sonra bana: "Selahaddin! Bu gün kısmet olursa, seninle eski
ikametgâhlarımdan olan Sarıyer'e gidelim" dedi.
Sonra bir taksi tutarak Sarıyer'e gittik. Orada kahveciden o semtin en
yaşlısını sordum. Kahveci: "Muhtar buranın en yaşlı sakinlerindendir" dedi.
Aradım muhtarı buldum. Ondan Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin otuz
sene evvel bu semtte oturduğunu, o evin nerede olduğunu sordum. Muhtar
hemen hatırladı ve tarif etti. Fıstıklı bağlar semtindeki yokuşun sağ
tarafındaki evin önünde durduk. Kapıyı vurunca bir hanım çıktı. Hanıma
"Müsaade ederseniz, Bediüzzaman Hazretleri bu evi ziyaret edecek. Çünki
kendisi otuz sene evvel burada kalmış" dedim. Hanım da, buyursunlar dedi.
Üstad'la beraber eve girdik. Merdivenlerden üst kata çıktık. Üstad
Bismillah diyerek bir odanın kapısını açtı. Büyük bir odaydı. Karyolada bir
genç hasta yatıyordu. "Geçmiş olsun, Allah şifalar versin" diye şifa duasını
etti. Sonra deniz tarafındaki odaya girdik. Cumbalı bir odaydı. Üstad
burada dua etti, çok hislendi. Bir müddet pencereden Boğaz'ın mevkiilerini
seyretti. Sonra bana dönerek:
"Selahaddin! Bu oda, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin Fütûh-ul Gayb
kitabıyla, Eski Said'in Yeni Said'e inkılâbına sahne olmuştur." dedi. Bir
müddet daha temaşa ve tefekkür etti. Sonra beraberce ev sahibinden
müsaade taleb ederek oradan ayrıldık.. (143)”
2280
2281
(143) Nurs Yolu S:51
2281
2282
2110
Muradiyeli Kamil Acar anlattı: (28.8.987'de Urfa'da anlatmıştı)
"1957'de Üstad'ımızın ziyaretine Ercişli Muzaffer Küçükyıldız'la beraber
gitmiştik. Muzaffer ise, Erciş'te oturan Arvasîlerden seyyid molla
Abdülvahhab'ın müridiydi. Hazret-i Üstad bizden memleketteki bir çok
kimseleri sordu, selâm gönderdi. Hatta daha önceleri adı geçen molla
Abdülvahhab'a da selâm gönderirken, bu defa Üstad bu zattan hiç
bahsetmedi. Selâm da göndermedi. Saf kalbli Muzaffer Küçükyıldız ise,
hararetle Üstad'ın onun şeyhine selâm göndermesini arzu ediyor ve
bekliyordu. Hazret-i Üstad memleketteki eski dost ve talebelerinin
isimlerini sayarak selâm gönderdiği sırada, Muzaffer Küçükyıldız:
"Kurban, ya seyyid Molla Abdülvahhab'a!..” diye sordu. Fakat Üstad ses
çıkarmıyordu. Bu zat ise, yani molla Abdülvahhab 1957 seçiminde
CHP'den aday olmuş, meb'us olmuştu. Anlıyoruz ki, Hazret-i Üstad ona
dargındı.”
Bu rivayet Ercişli Muzaffer Küçük Yıldızın Son Şahitler-5deki hatıralarına
uygun geldiğinden, buraya Mü.Küçük Yıldızın hatırası ayrıca decedilmedi.
Mustafa Sungur Ağabeyden bir iki rivayet: (Bu rivayetler bizim hatıra
dosyamızda mahfuzdurlar)
"Üstad'ımız bir gün buyurmuşlardı ki: "Eskide çok ehl-i tefekkür ve ehl-i
hikmet büyük zatlar tefekkür mesleğinde hakikata ulaşmışlar, fakat tedkik
mesleğinde galiben az sülûk edebilmişler." Bu münasebetle Marifetname
sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin ismi geçmişti. Buyurdular ki "İbrahim
Hakkı muhakkikindendir, fakat müdekkikinden değildir."
Sonra buyurmuşlardı ki; Ben hikmetteki tedkik mesleğinde eşyadaki
dekaik-i san'at üzerine bina edilen tefekkür mesleğinde sülûke muvaffak
oldum.”
Mustafa Sungur Ağabeyin ikinci hatırası:
"Üstad'ımız bazen yemin ederek diyordu ki: "Vallahi ben ağaç gibi
masnuat-ı ilâhiyyeye baktıkça, ruh ve kalbimin hisse-i zevk ve feyizlerinden
başka, nefsim itibarıyla da, yirmi sinemadan ziyade zevk alıyorum.”
2282
2283
Nitekim bu hakikatlı manayı Hazret-i Üstad onyedinci sözün fârisi beytleri
içinde, bir beytin Türkçe manasında şöyle diyor: "Hevay-i nefis ise: Şu
hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün
ezvak-ı mecaziyi ona unutturup, o hevay-ı nefsin hayatı olan zevk-i
mecaziyi terketmekle, bu zevk-i hakikatta ölmek istiyor."
2283
2284
2111
Abdullah Yeğin Ağabey anlattı:
"1953 yılında Üstad Hazretleri İstanbul'da bulunduğu aylarda bizler de
Isparta hapsinden tahliye olup yanına gitmiştik. Bir kaç gün yanında kaldık.
Bir gün otele siyasî polis şefi gelmişti. Üstad ona ve diğer polislere kendi
manevî kuvvet ve iktidarını anlatmak babından buyurmuşlardı ki: "Eğer
istesem, burada dağ gibi altunlar yığılır. Fakat ben bu kuvveti dünyaya ve
dünyevî işlere sarfetmem.”
Bunu dinliyen polisler dehşet ve hayret içinde kaldılar ve onlar da, bizim
gibi Hazret-i Üstada: "Üstadım, Üstadım demeye başlamışlardı.
Siz Mehdimisiniz?
Isparta'lı Kâtip Osman lâkabıyla meşhur Üstad'ın eski talebesi bize
anlatmıştı:
"Bir gün Üstad'ımızla yalnız kalmıştık. Dedim, efendim benim bir müşkilim
var...
"Nedir?" dedi.
Dedim: Biz sizi Mehdî biliyoruz. Siz ise, bu meseleyi hep setrediyorsunuz.
Siz hakikaten Mehdî misiniz, değil misiniz?..
Bu sualim üzerine Hazret-i Üstad, gayet ciddî bir tavır alarak dedi ki:
"Kardeşim, ben gelmeseydim, Mehdî gelmezdi. "Yahut da "Ben
gelmezsem, Mehdî gelemez. Mehdî'nin ömrü kısa olacaktır. Ben ona zemin
hazırladım. Proğram hazırladım."
DÖRDÜNCÜ KISIM
Risale-i Nur hizmetinin ehemmiyeti, büyüklüğü ve kıymeti hakkında:
Konya'lı Abdülmuhsin (Şimdi Almanya'da Berlin'de oturur. İsmi Muhsin
Alkonevi) dedi:
"İstanbul'da bir bayram günü Üstad, Gönenli Mehmet Efendi'nin evine
bayramlaşmaya gitti. Gönenli evde yoktu. Üstad kapıdan selâm ve bir not
bıraktı. Not ta ona hitaben:
2284
2285
"Kardeşim, siz olmasaydınız, Kur'an hizmetini biz yapacaktık. Biz iman
hizmetini yapıyoruz. Siz de Kur'an hizmetini yapıyorsunuz!..” dedi.(144)"
(144) Son Şahitler-1 S: 221
2285
2286
2112
Yine Muhsin Alev'den:
"Bafra'lı İhsan Efendi Emirdağ'da Üstad'ın ziyaretine gitmişti. Üstad ona:
"Kardeşim ben seni genç zannediyordum. Sen ihtiyarmışsın... Dön git
köyüne!..” demişti.
Sonra İhsan Efendi İstanbul'a gelmişti. Ali Fizat Başgil kendisinin sınıf
arkadaşıydı. Ona Nurlardan bahsetmiş. Başgil alaka ile dinlemiş ve
kendisine: Madem Üstad sana “köyüne dön" demiş.. Sen hemen köyüne
dön, diye İhsan efendiye söylemiş.
Bafra'lı İhsan Efendi köyüne gittikten bir hafta sonra orada vefat
etmiş...(145)"
Yine Abdulmuhsin'den:
"1952'de Necib Fazıl Üstad'ı Akşehir Palas otelinde ziyaret etmişti. Necib
Fazıl, Üstad'ın yanında ve hizmetindeki gençleri görünce; -tahmin
ediyorum- üzülmüş olacak. Çünki bu gençler kendisine de gidip
geliyorlardı. Üstad da onun bu duygusunu sezmiş olacak ki ona:
"Üzülme, üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak kabul
ettim. Seni de Risale-i Nura yirmi sene hizmet etmiş kabul ettim"
demişti.(146)"
Konya'lı Ahmet Gümüş dedi: (Bu zat 1958'de az bir müddet Üstadın
hususi hizmetinde de bulunmuştur.)
"Bir gün Zübeyr Ağabeyin bir rahatsızlığı dolayısıyla Üstad'ın dersine
iştirak edememişti. Üstad onu istedi, geldi. Sonra derse başladı ve dedi ki:
"Bu Said'ki hak için hiç bir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale
i Nurlara değil bir hastalığını, her şeyini feda etmiş fedakâr talebeler
lâzımdır.."
Emekli Astsubay, Hekimoğlu adıyla meşhur, bir çok eser vermiş Ömer
Okçu dedi ki:
"1959'da Üstad'ın ziyaretine gitmiştik. Benimle beraber bir kaç arkadaş
daha vardı. Ziyaret ettik, oturuyoruz. Üstad sohbet esnasında: "Almanya
2286
2287
ve Amerika'dan Risale-i Nurlar isteniyor. Buralara gidecek kardeşlerimiz
Risale-i Nur götürsünler" demişti. Hepimiz bu sözü işitmiştik.
Emirdağ'dan ayrıldık. Eskişehir'den de, kalan iki arkadaşımdan da ayrıldım,
trene bindim. Gayr-i ihtiyarî Üstad'ın "Almanya ve Amerikadan Risale-i
Nurlar isteniyormuş.. Oraya gidenler götürmeli..." sözünü hep
düşünüyordum. Bu cümlenin benimle ne alâkası var?.. Fakat neden ben hep
bunu düşünüyorum?..
(145) Aynı eser S: 214
(146) Aynı eser S: 319
2287
2288
2113
İki veya üç ay sonra idi, birden Amerika kurs emrim geldi. Erzurum'dan
trene binip giderken, beni uğurlayan biri milliyetçi, diğeri tarikatçı iki
arkadaş vardı. Milliyetçi olan İsmail Can bana: "Amerika'ya ne
götüreceksin?" dedi. Ben de Risale-i Nurları götüreceğim dedim. Bu
arkadaş bu hareketimi tasvib etmedi. Öbür tarikatçı olanı dedi ki: "Bu,
emri verene aittir. Bizi ilgilendirmez.” Halbuki ben bu şahsa Bediüzzaman'ı
ziyaret ettiğimden, onun söylediği sözlerden bahsetmemiştim.
Ankara'ya geldim, Risale-i Nurdan kısmen eski harf, kısmen yeni harf ile
bir bavul dolusu eserler temin ettim. Sair eşyamı da bir valize doldurdum
ve Esenboğa Hava meydanından pervaneli bir uçakla Amerika'ya
gideceğiz.
Aranmıyan tek bavul
Çıkış kontrolları başladı. İlk önce yüksek subayların eşyaları kontrol
edildi.Tâm yüz kişi idik. Sıra bana gelmişti. Risale-i Nur dolu olan
bavulumu -kontrol etmeden- bir memur aldığı gibi döner merdivene
attı. Böylece yüz kişinin bavulları içinde aranmıyan tek bavul, Risale-i Nur
yüklü bavul oldu. Halbuki benim valizim ise, didik didik aranmıştı.
Amerika'ya gittik. Oranın gümrükleri bizimkinden çok daha sıkıydı. Yine
aramalar başladı.. ve yine bizim Risale-i Nurla dolu bavula sıra gelince,
adamcağız bir "okey" çekti ve yine açılmıyan tek bavul bu bavul oldu.
Amerikan gümrükçüleri herkesin eşyasını çok dikkatle aradıkları gibi, bu
arada benim eşya valizimi de aramışlardı. Böylece Amerika'ya dahil olduk.
Hiç bir engelle karşılaşmadan...
Yerlerimize inince, Risale-i Nurları verecek adresi aramaya başladım.
Vaşhinton'daki The İslamic Center'e mektup yazdım. Bediüzzaman
hakkında bilgi verdim. Mektubumun cevabı geldi. Nurları istiyorlardı.
Fakat Türk personeli bizim yanımızdaki Risale-i Nurdan haberleri yoktu.
Amerikan toprağında da yine Türklerden gizli olarak ve gizlice bir
mezarlıktan geçtik. Yanımıza Nurları aldık. Otobüse bindik şehre indik.
Nurları taahhütlü olarak postaladık. Daha sonra bu eserlerin alındığına dair
mektup geldi. Teşekkür ediyorlardı..”
Muhterem Hekimoğlu'nun bu hatırasının devamında Amerika'da iken
görmüş olduğu bir mühim rüya ve rü'yadan sonraki işler de vardır. Biz bu
2288
2289
hatıraları bir kaç kere kendisinden dinlemişiz. Necmeddin Şahiner de
kısmen kaydetmiştir.
(147) Son Şahitler-1 S: 357
2289
2290
2114
Abdullah Yeğin Ağabey anlattı:
"Üstadımız bir gün fedakârlıktan bahsederken şöyle demişti:
"Benim şimdiki talebelerim; Ruslarla harb ederken benimle beraber Şarkta
kendini ateşe atan fedailerden daha da fedakârdırlar. Çünki bütün ömrü
feda etmek kolay değildir. Bir an için insan kendini ateşe atabilir ve şehid
olabilir. Amma devamlı surette sadakatla fedakârlık ise, öyle kolay
değildir. Onun için benim bu zamandaki talebelerim, eski Said'in
talebelerinden daha da fedakârdırlar. Ne vakit bu sır Şarkta inkişaf etse,
benim hemşehrilerim dine büyük hizmet ederler...(148)"
Abdullah Ağabeyin bu rivayetinin aynı mealini ben de (Abdülkadir Badıllı)
Üstadımızdan duymuştum. Sadece şu fark vardır, Bana: "Eski talebelerim
ruhlarını feda ediyorlardı. Şimdiki talebelerim ise hayatlarını feda ediyorlar.
Amma eğer Risale-i Nurla bu iman sırrı Şarkta inkişaf ederse, fıtrî cesaret
seciyesini taşıyan o milletin ordusuna hiç bir ordu karşı koyamaz. Hatta
Rus'u da alırlar" demişti.
Bayram Yüksel Ağabey anlattı:
"Matbaalarda yeni harflerle umumî neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda
Kur'an hattı ile Isparta'da teksir de devam ediyordu. Üstadımız Nur
talebelerinin her yerde dershaneler açmalarını teşvik ediyordu. Isparta'nın
köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı da davet ediyorlardı.
Dershane açması için onbeş-yirmi anahtarı bizlere teslim etmişlerdi...(149)”
Yine Bayram ağabey anlattı:
"Risale-i Nur matbaalarda neşir olunmaya başladığında, Üstadımız adeta
sevincinden yerinde duramıyordu. Bir faaliyet, bir gayret, bir cevvaliyet
içine girmişti. Öyle haller oldu ki, dünyayı teyeran etmek istiyordu.
Sevincinden Isparta'nın her tarafını, eski Nur menzillerini dolaşıp
geliyordu...(150)”
Yine Bayram Ağabey anlattı:
"Bir gün Hasan Basri Çantay'ı ziyaretimizde bize: "Kardeşim, sizleri tebrik
ediyorum. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Korkumuzdan ne eser
yazabiliyorduk ve ne de kimseye bir şey anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri
2290
2291
Risale-i Nuru te'lif etmeye başladı. Türkiye'de bu sayede okuma çığırını da
açtı...(151)”
Muhterem Ali Özek Hoca demiş: (Bu zat, İstanbul eski Yüksek İslâm
Enstitüsü müdürlüğü yapmış. Mısır-Ezher mezunu muhterem bir hocadır)
(149) Aynı eser S: 376
(150) Avnı eser S: 417
(151) Son Şahitler-1 S: 415
2291
2292
2115
"Biz Mısır-Ezher'de okurken, eski şeyh-ül İslamımız Mustafa Sabri Efendi
Kâhire'de Şehzade Şevket Beyin evinde kalıyordu. Biz Türk talebeleri
haftada, bazen onbeş günde bir ziyaretlerine giderdik. Kendileri de bizi
beklerdi.
Bir defasında, herkese memleketlerini sordu. Ben de, Muğla'nın Fethiye
kazasının Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Bizim Köy Elmalı'ya
yakındı. Elmalı'lı Muhammed Hamdi Efendinin hemşehrisi sayılırdık. Bu
vesile ile Mustafa Sabri Efendi, Elmalı'ya hayranlığını izhar etti. Yine böyle
bir ziyaret ve sohbet sonunda elini öperek Türkiye'ye izinli gideceğimi
söyledim.
Mustafa Sabri Efendi: "Öyle ise, sana üç vazife veriyorum" dedi. Verdiği
bu vazifelerden ikisi Kırkağaç Kavunu ile Leblebi idi.
Üçüncü vazife için de şöyle demişti: "Şeyh Said-i Nursi'yi göreceksin.
Bediüzzamanı ziyaret edip ne kadar talebesinin olduğunu soracaksın. Sana
bir rakam verecektir. Bunun üzerine "Neden Türkiye'de bir hareket
yapmıyor?
2292
2293
2116
Neden duruyor? Niçin bir İslâmî harekete karışmıyor?..” Bunları sor, dedi.
Ayrıca o zaman Mısır'da olan, Şimdi Emirdağ Belediye reisi Hacı Ali
Kılınçalp da Üstad'a selâm ve hürmetlerini söyledi.
Üstad'la Görüşüyoruz
İstanbul'a geldiğimizde, Bediüzzaman da Fatih Çarşamba da, ahşap bir
evde kalıyordu. Ziyaretimizde divan üzerinde, arkasında hafif eğik bir
yastığa yaslanmış, yatıyordu.
Mustafa Sabri Efendi'nin selâmını söyleyince, kalktı, doğru oturdu.
Aleykümüsselâm diye selâmı aldı. "Kelâmı nedir?" dedi. Ben, Mustafa
Sabri'nin selâmını henüz söylemeden "Bizim Hacı Ali ne yapıyor?" diye
sormuştu. Ben de onun da selâm ettiğini söyledim.
Mustafa Sabri Efendi, "ne kadar talebenizin olduğunu soruyor" efendim
dedim.
Üstad "Türkiye'de Risale-i Nur okuyan beşyüzbin şakirdim var" dedi. Sabri
Efendi, bu kadar talebesiyle neden İslamî bir cihada başlamıyor? diyor,
dedim.
Üstad: "Şimdi sen Mustafa Sabri Efendiye selâm söyle: Bizim davamız
imandır. Cihad imandan sonra gelir. Şimdi imana hizmet etmek zamanıdır.
Bizim vazifemiz imandır...” diyerek iman hizmeti üzerinde uzunca durdu
ve izahlarda bulundu.
Müsaade isteyerek ayrıldım. Sonraları da yine Mısır'a döndüm. Üstadın
söylediklerini Mustafa Sabri'ye naklettim. Dikkatle dinledi ve şu cevabı
verdi:
"Şeyh Said Efendi gerçekten haklıdır. Evet söyledikleri doğrudur. O,
davasında muvaffak oldu. Biz hata ettik. O memleketten hiç bir yere
ayrılmadı, sebat etti...” diye Bediüzzaman'ı tasvib etti.(153)”
(Hayreddin Karaman İslâmî sahada, bilhassa İslâm Hukuku vâdisinde
Hayreddin Karaman demiş ki: bir çok eserler bırakan muhterem değerli bir
hocamızdır)
“1950'lerde, Bizim Çorum'dan İstanbul'a ticaret vesilesiyle gidip gelen aile
dostumuz bir manifaturacı vardı. Bu zat her döndüğünde, İstanbul'daki
2293
2294
ulemadan bahsederdi. Bir defasında, İstanbul vaizlerinden Urfa'lı Mahmud
Kâmil efendinin Bediüzzaman için: "O yeryüzünde bir tanedir." dediğini
bize anlatmıştı.(154)”
(153) Son Şahitler-2 S: 31
(154) Son Şahitler-2 S: 54
2294
2295
2117
Eski DP Muş Meb'usu Gıyaseddin Emre anlatmış:
"Meb'usluğum sırasında İlâhiyat Fakültesi Dekanı Mehmet Karasanla
dostluk kurmuştuk. Bir gün odasında otururken, bir kaç profesör daha
vardı. Mehmet Karasan Bediüzzaman'dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O
zaman ben kendisine dönerek: "Siz onun eserlerini okudunuz; veya
kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız? Yoksa başkasının
telkiniyle mi bu kanaata vardınız? Eğer bir ilim adamı olarak tetkik
neticesinde bu kanaata vardı iseniz, mesele yok...” dedim.
Adam, benim Bediüzzaman'la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Amma
tabiî meb'us olduğumu biliyordu.
-Siz Bediüzzaman'ı tanır mısınız? dedi.
-Ben Bediüzzaman'ın bihakkin lâyık olduğu şekilde, haiz olduğu
faziletlerini ve vasıflarını izah etmeye çalıştım.
-Öyle ise dedi: Bir defa ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün!..
-Hay hay!.. diyerek bir gün beraberce Üstad'a gittik. Elini öpüp oturduk.
Henüz kendisini takdim etmeden "Mehmet Bey felsefe profesörüdür değil
mi?" diyerek, felsefeden girdi sohbete... Deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan
felsefesi bu, maddiyun felsefesi bu... diyerek bölümlere ayırıp anlattı. Sonra
felsefeden tasavvufa, İslam tasavvufuna geçti. Tasavvuftan tarikata intikal
etti. Bu üç dalı birbirine bağladı.(Yani aralarındaki zahiribenzerlikleri
demektir. A.B.)
Yanından ayrıldığımız zaman, Mehmet Beyin i'tirafı şu oldu: "Allah senden
Dostları ilə paylaş: |