Kavgam adolf hitler



Yüklə 1,93 Mb.
səhifə9/40
tarix27.10.2017
ölçüsü1,93 Mb.
#15810
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   40

Bu ihtimalin günü geldiğinde herhangi bir şekilde bütün bir in sanlığı kaplayacağı, dolayısıyla hiçbir milletin bu mukadder akıbet ten kendini kurtaramayacağı itirazı ilk bakışta doğrudur. Ama bu iddiaya da verilecek cevap vardır. Şurası bir gerçek ki bir gün gele çek, insanlık, artan nüfusun ihtiyaçlarını topraktan karşılayamaya çak ve nüfusun çoğalmasını sınırlamak zorunda kalacaktır. Bu durumda işi ya tabiata bırakacak veya kendisi bir yol bulacak ve bu denge kurmaya çalışacaktır. Biz şimdi şöyle ümit edelim ki böyle bir durum şimdiki imkanlara kıyasla daha geniş imkan ve vasıtaların bulunduğu bir sırada vukua gelsin. O zaman da bütün milletin bu durumdan üzüntü duyacaklardır. Halbuki bugün dünya üzerin de kendine gerekli olan toprağı elde etmeğe kuvveti yetmeyen millet, böyle bir durumdan rahatsız oluyor. Devrimizde halen istifade edilmeyen geniş topraklar vardır ve bu arazi işlenmeyi beklemekte­dir. Bu toprakları ilerde tabiat tarafından gönderilecek yeni milletler için tahsis edilmiş veya ayrılmış bir arazi olarak kabul etmek mana­sızlık olur. Bilakis bu topraklar, sahip çıkabilecek ve işleyebilecek millete nasip olacaktır. Tabiat siyasi sınırlar kabul etmez. O, yaratık­ları dünya üzerine serpiştirir ve kuvvetlerin serbest faaliyetlerini ta­kip eder. Cesaret ve faaliyet hususunda en kuvvetli olan, tabiatın sevgili çocuğu o “asil yaşamak” hakkını elde edecektir.

Bir millet dahili kolonizasyon faaliyetinin içine kapanırsa ve di­ğer taraftan diğer ırklar da dünya üzerine yayılırlarsa doğumları tah­dit zorunda kalacaktır. Oysa diğer milletler nüfusça çoğalmaya de­vam edeceklerdir. Bu milletlerin işgal ettiği alan ne kadar küçükse bu durum o kadar süratli ortaya çıkacaktır. Esefle belirteyim ki, bü­tün medeniyet verici ırklar, içine daldıkları barışçılık prensibi ile ye­ni topraklar kazanmaktan çok zaman vazgeçerek, dahili kolonizas­yon ile yetindiklerinden meydan değersiz milletlere kalmakta ve nü­fusun iskan edilebileceği yerler bunların ellerine geçmektedir. Bunun sonucu olarak şu durum ortaya çıkmaktadır:

En yüksek medeniyete ulaşmış ırklar, daha aşağı medeniyete mensup, fakat tabiat bakımından daha kaba ve sert yapılı ırkların . geniş arazi üzerinde sınırlamaya gerek görmeksizin nüfusça arttığı ı bir sırada, kendi yerlerinin sınırlı oluşu neticesinde çoğalamamakta ve doğum kontrolüne gitmek zorunda kalmaktadırlar. Diğer bir ta­birle, bir gün gelecek dünya kültürü daha az yüksek, fakat enerjisi fazla bir beşeriyetin eline geçecektir. Yani gelecekte iki imkan ortaya çıkacaktır! Ya dünyamız modern demokrasinin oluşumları ile idare edilecektir. Bu durumda da sayıca çok olan milletler terazide ağır basacaklardır. Veyahut dünya tabiat kanunları dahilinde idare edile­cektir. Bu vakit de, doğumları sınırlamış topluluklar değil, sert ira­deli milletler duruma hakim olacaklardır. Beşeriyetin hayatı bir gün büyük mücadelelere sahne olacaktır. Sonunda yalnız beka içgüdüsü Üstün çıkacaktır. Budalalık, korkaklık ve kendini beğenmişlikten oluşan insaniyet güneşte kalmış kor gibi bu içgüdü karşısında eriyip gidecektir. Beşeriyet daimi bir mücadele içinde büyümüş ve geliş­miştir. Daimi barış, beşeriyetin mezarını hazırlar.

Almanlar için “dahili kolonizasyon” kelimeleri uğursuzdur. Biz de hayatımızı uyuşukluk içinde kazanabileceğimiz fikrini doğurur. Bu nazariye bizim içimize bir kere yerleşirse, dünya üzerinde Al­manlara ait olan mevkii temin uğrundaki bütün gayretler bitmiş de­mektir. Bir Alman hayatını ve geleneğini bu vasıta ile temin edebile­ceğine inanırsa, artık her türlü faal savunma ortadan kalkar. Böylece bütün dış politika ile Alman milletinin geleceği toprağa gömülmüş olur. Bunun için bu uğursuz zihniyeti Alman milletine yerleştirme­ye kalkanın daima Yahudi olması hiçbir zaman bir tesadüf değildir. Yahudi bu gibi işlerden gayet iyi anlar, insanları yakından tanıdığı için, onların hayat uğrundaki çetin mücadelelerini manasızlaştıra-cak şekilde tabiata yumruk indirmeyi ve kendini dünyanın hakimi mevkiine çıkaracak çareyi bulduğunu birtakım hayalperestlere inandırır. Yahudi bu zavallı hayalperest kimselerin, kendisinin min­nettar birer kurbanı olduklarını da bilir.

Bir memleketin geniş topraklara sahip olması harici emniyetin esasını teşkil eder. Bir milletin sahip olduğu toprak ne kadar genişse o milletin tabii himayesi de o kadar büyük demektir. Belirli yere sa­hip milletlere karşı, daima daha çabuk, daha kolay, daha etkili ve daha askeri sonuçlar elde edilir. Toprağı daha büyük olan milletlere karşı durum değişir. Ayrıca devletin genişliği ciddi şekilde yapılma­yan saldırılara karşı bir korunma alanı meydana getirir. Çünkü ba­şarı ancak çok uzun ve çetin mücadelelerden sonra kazanılır. Birbi­rine baskın şeklinde yapılacak saldırılar ise, bu şekli göze almak için tamamen mecburi sebepler yoksa da pek çok görülebilir, işte böyle­ce bir devletin toprak itibariyle büyüklüğü tek başına milletin hürri­yet ve bağımsızlığın sürekliliğini sağlayan unsur olur. Dar toprak is­tilayı davet eder.

Almanya’da halkın çoğalması ile, genişlemeyen toprak arasın­daki denge oluşturmada bu ilk iki çareden de kaçınıldı. Buna do­ğumların sınırlandırılması meselesinde bazı ahlaki konular sebep oldu. Dahili kolonizasyondan ise, büyük araziye karşı bir hücumun hissedilmesinden ve mülkiyete karşı bir tecavüzün başlangıcından korkulduğu için vazgeçildi.

Bu durum karşısında artan nüfusa ekmek ve iş temin etmek için ancak iki çare daha kalıyordu:

3) Bu çarelerden biri yeni topraklar elde etmek ve her yıl artan nüfusu bu yeni topraklara yerleştirmek suretiyle milletin kendi geçi­mini kendisinin sağlamasına çalışmaktı. 4) Diğer çare ise sömürge ve ticaret politikası idi. Kendimize dış pazarlar bulmalıydık.

Bu iki yol tetkik edildi ve nihayet son şık üzerinde karara varıl­dı. Halbuki ilk çare daha uygun idi. Artan nüfusumuzu yerleştirece­ğimiz yeni yerler temin edilmesi gelecek bakımından da son derece faydalı olurdu.

Bütün bir milletin temeli olmak üzere sağlam ve kusursuz bir köylü sınıfı meydana getirmek ve bunu muhafaza etmek hususuna önem verilmelidir. Dertlerimizin çoğu şehir nüfusu ile köylü arasın­daki oransızlıktan doğmaktadır. Küçük ve orta köylülerden oluş­muş sağlam topluluk, eskiden beri toplumsal dertlerimize karşı bir korunma vasıtası olarak meydana çıkmıştır. Bugün de aynı toplum­sal rahatsızlıklar içindeyiz. Bir millete kapalı bir iktisadiyat çerçevesi içinde günlük geçimini sağlayan tek hal çaresi budur. Böyle olursa sanayi ile ticaret üstün ve zararlı durumlarından geri çekilerek milli bir iktisadiyatın genel çerçevesi dahilinde bir mevki alırlar. Ve so­nunda ihtiyaçlara denk hale gelirler. Artık, sanayi ve ticaret, milletin temeli olmaktan çıkarak, onun yardımcısı olurlar. Fonksiyonları ih­tiyaçlarımızla, bütün alanlardaki üretimlerimiz arasında doğru nis­peti korumaktan ibaret kalır. Bu durum, halkı yabancı devletlere ta­bi olmaktan bir dereceye kadar kurtarır. Sanayi ve ticaret müşkül günlerde devletin hürriyetini ve milletin bağımsızlığını sağlamaya yardım eder. Gerçi böyle bir toprak politikası ancak Avrupa’da uy­gulanabilir. Bu arada şunu da kabul etmeliyiz ki bir milletin öteki bir millete oranla elli misli fazla bir toprağa sahip olması, Tanrı’nın iradesine uygun düşmez. Böyle bir hal karşısında, siyasi sınırları do­layısıyla ebedi hukukun sınırlarından uzak tutulmaya rıza göster­mek caiz değildir. Eğer dünyada herkesin yaşamasına yeter derece­de yer varsa, yaşamak için gerekli olan toprağı bize versinler. Şüp­hesiz bunu gönül rızası ile yapmayacaklardır, işte o zaman da her­kesin kendi hayatı için mücadele etmek hususunda sahip olduğu hak, işe müdahale edecektir. Sonunda tatlılıkla çözümlenemeyen iş yumrukla halledilecektir. Ecdadımız, vaktiyle kararlarını bugünkü manasız barışçılık anlayışı içinde verseydi, şimdi elimizde bulunan milli toprağımızın üçte birine bile sahip olamayacaktık ve böylece Alman milleti de Avrupa’da geleceğini düşünmek derdinden (!) kurtulacaktı. Hayır, Reich’ın doğu sınırlarını biz atalarımızın gayretli çalışmalarına borçluyuz. Ayrıca milletimizin toprak bütünlüğünü sağlayan kuvvet de onların sayesindedir. Esasen bugüne kadar gele­bilmemizi sağlayan tek nokta bu toprak büyüklüğüdür. Toprak bü­yüklüğünün faydalarını ortaya koyan bir sebep daha vardır:

Avrupa’daki devletlerin çoğu bugün ters oturtulmuş piramitlere benzetilebilir. Bu devletlerin Avrupa’daki toprakları sömürgelerin o geniş arazisine, dış ticaretinin önemine kıyasla gülünç denilecek ka­dar küçüktür. Bu durum için, zirve Avrupa’da, kaide ise bütün dün­ya da denebilir. Sadece Amerika Birleşik Devletleri bu tarifin dışın­da kalır. Bu devletin kaidesi de kendi kıtasındadır. Dünyanın diğer bölgeleri ile sadece zirve ile temas kurarlar. Bu şekil o devletin iç kuvvetini meydana getirir. Avrupa devletlerinin zayıf noktalan da buradadır, ingiltere bile, Avrupa devletleri için söylediklerimi ters çıkartamaz. Çünkü Britanya İmparatorluğu söz konusu edilirken Anglo Sakson dünyasının varlığı unutulmamalıdır, ingiltere’nin sa­dece Amerika Birleşik Devletleri ile olan kültür ve dil beraberliğin­den dolayı, herhangi bir Avrupa devleti ile kıyaslanamaz.

Almanya için sağlam bir toprak politikasını başanya ulaştırabil­menin tek yolu Avrupa’da yeni yerler elde etmekle olurdu. Sömür­geler yoğun bir şekilde Avrupalılarla iskan edilmeğe müsait olma­dıkça bu gayeye hizmetleri dokunamaz. Hem 19. yüzyılda barış yo­lu ile Avrupa devletleri için böyle sömürge görevini görecek toprak­lar elde edilemezdi. Hatta büyük bir savaşa girişmeden bu şekilde bir sömürge siyaseti dahi takip edilemezdi. Halbuki böyle bir savaşı Avrupa’nın dışında yerler elde etmek yerine, Avrupa Kıtası içinde toprak elde etmek üzere göze almak çok daha uygun olurdu, işte böyle bir şeye karar verilecek olursa, artık her şeyi bırakarak sadece bu harekete sarılmak gerekir. Hepimizin iradesine ve enerjisine ihti­yacı olan böyle bir hareket, yarım tedbirlerle, tereddütlü davranış­larla gerçekleştirilemez. Bunun için Reich’ın bütün siyasetini sadece bu gayeye ayırmak gerekir. Bu hareketin kuvvetlendirilmesinden başka, herhangi bir düşüncenin gereği olan bir küçük jest dahi ya­pılmamalıdır. Bu gayeye teşebbüse sadece savaş imkan verirdi. Bu­nu bütün açıklığı ile kabul etmek gerekir. Silahlanma yarışı sakin bir gözle dikkate alınmamalıdır. Bütün anlaşmalar bu yönden ince­lenmelidir. Avrupa’dan toprak mı isteniyor? işte bu sadece Rus­ya’nın zararına olur. Bunun için de Reich, Alman kılıcı ile Alman sabanına toprak bulmak ve böylece milletin günlük ekmeğini sağla­mak üzere eski “Toton Şövalyeleri”nin yolundan yürümeliydi. Böyle bir siyaset için de Avrupa’da imkan dahilindeki tek müttefik ingilte­re idi. Bir kere ingiltere ile anlaşma yapıldı mıydı, Germenlerin yeni seferlerine başlanabilirdi. Bunda bizim hakkımız, ecdadımızın hak­kından az değildir. Barışsever halkımızdan hiçbiri doğunun ekmeği­ni yemekten çekinmiyor. O halde sapanın yolunu kılıcın açacağını da kabul etmek gerekir, ingiltere’nin sevgisini çekmek için hiçbir fe­dakarlıktan kaçınmamalıdır, ingiliz sanayii ile hiçbir rekabette bu­lunmamalı ve sömürgelerden, denizlerdeki üstünlüklerden vazgeçil­meliydi. Bu sonuca ancak kesin ve açık bir vaziyet ulaştırabilirdi. Ya sömürgelerden ve ticaretten vazgeçilecekti, veya bir Alman savaş donanmasından...

Hiç şüphe yok ki sonuç geçici bir sınırlama olacaktı, fakat aza­met ve üstünlük dolu bir gelecek vardı. Öyle anlar oldu ki, ingiltere böyle bir hususu görüşmeye müsait davrandı. Çünkü nüfus artışı yüzünden Almanya, ya ingiltere’nin yardımı ile Avrupa’da kaynak­lar elde edecekti ya da ingiltere yardım etmezse dünyanın herhangi bir yerine kayacaktı, işte bu durumu ingiltere çok iyi anlıyordu. 20. Yüzyılın başlarında ingiltere’nin kendisi Almanya’ya yaklaştığı sıra­larda, bu hususu gerçekleştirmek lazımdı. Daha ileri yıllarda açık oluşumlarını gördüğümüz bu istek o günlerde ortaya çıkıyordu, ingiltere hesabına kestaneleri ateşten çıkarmak düşüncesi Almanya’da hoşa gitmeyen bir durum yaratıyordu. Sanki, bir anlaşmanın her iki devlet için de kârlı olmayacağı kanaati vardı. Aslında ingiltere ile pek kolay bir anlaşma yapılabilirdi. Yalnız ingilizler, her istifadenin bir karşılığı olacağını bilen kurnaz kimselerdi.

Gayet iyi idare edilen bir Alman dış siyasetinin 1904 yılında Ja­ponya’nın rolünü benimseyebileceği de düşünülmeliydi. Bundan Almanya hesabına çıkacak sonuçlar tahminlere sığdırılamazdı. Her­halde dünya savaşı çıkmazdı. 1904 yılında dökülen kan, 1914-1918 yıllarında on misli fazla kan akıtılmasına engel olurdu, işte bunun sonucu olarak, acaba bugün Almanya dünya üzerinde nasıl bir yerde bulunurdu?

Bütün bunlar Avusturya ile anlaşma yapmanın manasızlığım ortaya koymaktadır. Bu devlet kadavrası, Almanya’ya beraber savaş­mak için yanaşmıyor, sadece sonsuz bir barışı korumak için sokuluyordu. Sonra bu anlaşmadan, monarşi içindeki Alman unsurları, ya­vaş, fakat er geç yok etmek için kurnazca faydalanacaktı. Gerçi bu­nu başarması imkansızdı. Bu durumda da anlaşmanın imkansızlığı ortaya çıkıyordu. Çünkü, kendi ülkesindeki Cermenliğin yok edil­mesindeki kuvvete sahip olmayan bir devlet Almanya’nın menfaat­lerine ne kadar yardımcı olabilirdi.

Almanya’da, Habsbourg Devleti’nden Alman ırkına mensup on milyon insana dilediği gibi hakim olmak imkanını çekip almak için milli his ve ruh yoksa, büyük bir cesarete ihtiyacı olan geniş planla­rın tahakkukunda Avusturya’dan yardım beklenmesine de lüzum olmazdı. Eski Reich’ın Avusturya meselesinde aldığı tavra bakılarak, kendi milleti için kesin mücadelede nasıl davranacağı anlaşılırdı. Hiç şüphe yok ki, Cermanızmin yıldan yıla daha çok baskı görmesi­ne fırsat verilmemeliydi. Çünkü, Avusturya’nın müttefik olarak de­ğeri, ancak Alman unsurunun varlığı ile sağlanabilirdi. Fakat idare­ciler bu yolu tercih etmediler. Mücadele etmek kadar, çekinip kork­tukları bir şey yoktu. Gerçi sonunda buna müsait olmayan bir za­manda mecbur kalacaklardı.

Kaderin pençesinden kurtulmak istiyorlardı. Fakat çabaları bo­şa çıktı. Dünya barışını korumanın rüyasını görüyorlardı. Sonunda Dünya Savaşı ile derin uykudan uyandılar. Bu barış rüyası, Alman­ya’nın geleceğine şekil vermek için üçüncü yola önem verilmesinin belli başlı sebebi olmuştur. Ele geçirilecek toprakların doğuda oldu­ğu biliniyor ve bunun için mücadele etmenin gereği kabul ediliyor­du. Fakat ne pahasına olursa olsun barış isteniyordu. Çünkü daha o günlerden itibaren Almanya’nın dış siyasetinin esas ağırlığı Alman milletinin bekasım sağlamak değildi. Dış siyasetimizin esas gayesi her çareye başvurarak dünya barışını devam ettirmekti, işte bu tu­tumun sonucu herkesin bildiği gibi olmuştur. Bu konuya özellikle tekrar döneceğim.

Şimdi bu durumda dördüncü ihtimal kalıyordu. Yani sanayide ilerlemek, dünya ticaretine ve denizlere hakim olmak ve sömürgeler. Böyle bir gelişmeye daha kolay ve daha çabuk erişmek gerekirdi. Ke­za bir toprağı kolonize etmek çoğu zaman yüzyıllarca sürer. Esasen onun derin kuvveti de buradadır. Ani bir parlama söz konusu değil­dir. Hem derece derece, hem derin ve devamlı bir hamle söz konu­sudur. Yani sanayi gelişmesinin belirtilerinden farklıdır. Sanayi gelişmesi çevreye birkaç yıl içinde kuvvetli ve parlak alevler saçabilir, fa­kat bunlar devamlı değildir, sabun köpüğüne benzer. Israrlı çalışma­larla çiftlikler kurup, buralara çiftçi aileleri yerleştirmek, bir donan­ma meydana getirmekten daha zordur. Fakat seri bir şekilde meyda­na getirilen donanmanın yok olması da çok çabuk olabilir. Esasen Almanya böyle hareket ederse bu yolun da er geç savaşa çıkacağını bilmeli idi. Çalçene heriflerin gururla söyledikleri ırkların “barış yolu ile fethi” sözüne, yani silaha sarılmadan muz aramak için nazik ol­manın ve iyi davranmanın yeteceğine, ancak çocuklar inanabilirler.

Hayır, biz bir defa bu yola girersek, günün birinde ingiltere’nin bize düşman olması mukadderdi, ingiltere’nin, Almanya’nın barışçı­lık faaliyetine şiddetli bir bencillikle muhalefet ettiğinden dolayı bi­zim bu harekete kızmamız budalalıktan da öte bir şey olurdu, işte biz bu kadar saftık!



Avrupa’da toprak ele geçirmek için Rusya’ya karşı ingiltere ile birleşmek gerekirken, sömürge ve dünya ticareti politikası da ancak Rusya ile birleşerek İngiltere’ye karşı takip edilebilirdi. Ancak bu takdirde, bu politikanın sonuçlarını kabul etmek ve özellikle bir an evvel Avusturya’yı bırakmak lazım gelirdi, işte ne taraftan bakılırsa bakılsın Avusturya ile yapılan anlaşma 1900 yılına doğru gerçek bir delilikten ibaretti. Fakat gerek ingiltere’ye karşı Rusya ile ve gerek Rusya’ya karşı ingiltere ile anlaşma yapmak hiç düşünülmüyordu. Çünkü her iki halde de savaş çıkardı, işte bu savaşı önlemek için, o ticaret ve sanayi siyaseti benimseniyordu, iktisadi ve barış yolların­dan dünyanın fethi her çeşit kuvvet politikasının kesin olarak boy­nunu koparıp atacak ve işini bitirecek bir usul sanılıyordu. Gerçi bundan tam emin değildiler. Özellikle ingiltere’den ara sıra hiç akıl almaz tehditler geldiği zaman inançları sarsılıyordu. Bundan dolayı bir donanma inşa etmeye karar verdiler. Fakat bu karar verilirken ingiltere’ye saldırmak ve onu yok etmek düşünülmüyordu. Tam tersine barışı korumak ve dünyanın barış yolu ile fethedilmesi faali­yetine devam edilmesi isteniyordu. Bundan dolayı, gerek sayı ve to­naj itibariyle ve gerek silah yönünden mütevazı bir donanma mey­dana getirildi. Niyet barışçılık emelim anlatmaktı.

Dünyanın iktisadi ve barış yollarından fethedilmesi konusun­daki saçmalıkların bir devletin dış siyasetinin en büyük prensibi de­recesine çıkarılması, kepazelikten başka bir şey değildi, ingiltere’yi böyle bir fethin imkan dahilinde olduğuna örnek gösterilmesi ise bu kepazeliği en açık şekliyle ortaya koyuyordu. Bizim tarihi, bir öğret­men olarak kabul etmemizin bu alanda bize çok zararları dokun­muştur. Bu zararları onarmak ise pek zordur. Birçok kimse tarihi hiçbir şey anlamadan ezberlerler, işte bundan dolayı ingiltere’nin, yukarıdaki düşüncelerin tam karşıtına örnek olduğunu anlamadılar. Çünkü hiçbir devlet iktisadi fetihlerini ingiltere’den daha sert ve kı­lıç zoru ile yapmamış ve yapmış olduklarım da ingilizler kadar azimle korumamıştır. ingiliz siyasetinin göze çarpan en büyük özel­liği siyasi kuvvetinden iktisadi fetihler yapması ve sonra her iktisadi başarısını siyasi kuvvet haline getirebilmesidir. Ayrıca ingiltere’nin kendi iktisadi çıkarları için savaşmayacak kadar korkak olduğuna inanmak çok büyük hata idi. ingiltere’nin milli orduya sahip olma­ması bu iddiaya hak verdirmez. Burada önemli olan ordunun geçici bünyesi değil, eldeki bu orduyu ileri sürmek niyet ve kararıdır, in­gilizler ihtiyaçları olan silaha daima sahip olmuşlardır. Onlar savaş­tan galip çıkmalarını sağlayacak silahları ellerinde bulundurmuşlar­dır. Ücretli askerler yettiği müddetçe savaşa bunları yolladılar. Fakat başarı için bu yetmeyince, kendi milletinin en değerli kanından yar­dım almak yolunu da bildiler. ingilizlerin mücadele iradeleri, sebat­ları daima aynı şekilde kalmıştır. Oysa Almanya’da okullarda, basın­da ve mizah yayınlarında ingiltere hakkında çok yanlış fikirler orta­ya kondu. Bu yanlış fikirler bizim hayal kırıklığına uğramamıza se­bep oldu. Her tarafa yayılan uydurma kanaat, sonunda ingiltere’yi hafife alma hissi doğurdu, işte bunun cezasını çektik. Bu yanlış fi­kirler ingilizlerin akıl almayacak kadar korkak ve sadece hilebaz bi­rer iş adamı oldukları fikrini yaydı. Bizim sözde iyi yetişmiş profe­sörlerimiz, ingiltere gibi geniş ve dünyaya egemen bir imparatorlu­ğun hile yolu ile ele geçirilemeyeceğini akıllarına getiremiyorlardı. Bu hatalı yolu ikaz eden az sayıdaki kişilerin sözleri ise dinlenmi­yordu. Tommiesler, Flanderlerde bizimle karşı karşıya geldiklerinde hayrete düşen arkadaşlarımın yüz ifadelerini hâlâ hatırlıyorum. Kavganın ilk günlerinden itibaren herkese bu Iskoçyalıların, mizah yayınlarında ve resmi ağızlarda anlatılan kimselere benzemedikleri­ni anladılar. Bu olay benim için, bazı propaganda şekillerinin fayda­sı hakkında inceleme yapmama sebep oldu. Bu yanlış düşünce, hiç şüphe yok ki onu yayanlara bazı faydalar sağlıyordu. Dünyanın iktisadi yönden fethedilmesinin mümkün olduğunu İspat için, yanlış olmakla beraber bu örnekten faydalanılabilinirdi. ingiltere’ye başarı temin etmiş bir şeyin bize de başarı sağlaması ge­rekirdi. Hatta Almanların yüksek görüşleri ve bizim ingilizlere has olan hilebazlıktan uzak oluşumuz biz Almanlar için bir üstünlük sa­yılırdı ve böylece küçük milletlerin sevgilerini ve itimatlarım kazan­mamız söz konusu olurdu. Bizim hürriyetimizin başkaları için derin bir nefret kaynağı olacağını bir türlü anlamıyorduk.

Üçlü anlaşmanın manasızlığını bize ancak, dünyanın iktisadi ve barış yolları ile fethedilebileceğine ait saçmalıklar açıkça anlatabilir­di. Hangi devletle anlaşma yapılabilirdi. Bir fetih için Avusturya ile Avrupa’da bile savaşa girilemezdi. Bu anlaşmanın doğuştan sakat oluşu buradaydı. Belki bir Bismarck çaresizlik içinde, böyle bir an­laşmaya katlanabilirdi. Fakat onun başarısız halefleri hiçbir iş yapa­madı. Hele Bismarck tarafından yapılan anlaşmanın en esaslı temel­leri, artık kalmamıştı. Çünkü Bismarck kendi zamanında, Avustur­ya’yı hâlâ bir Alman Devleti sayıyordu. Fakat oy usulünün yavaş ya­vaş kabulü ve parlamenter usullere göre idare edilme bu ülkeyi Almanlıkla hiçbir ilgisi olmayan karmakarışık bir hale getirdi. Irki bir siyaset yönünden de, Avusturya ile anlaşma yapmak, kötü ve yanlış bir yoldu. Çünkü Reich’ın yanında yeni bir büyük Slav Devleti’nin kurulmasına göz yumuluyordu. Hiç şüphe yok ki bu devlet, Rusya aleyhine değil de er geç Almanya aleyhine dönecekti. Tuna Monarşisi’nde, bütün birinci derece makamlardan Panjermanistler uzak­laştırılınca, anlaşma çürüyecek ve yıldan yıla zayıflayacaktı. Alman­ya’nın, Avusturya ile anlaşması 1900 yılına doğru, Avusturya’nın italya ile olan anlaşmasının aldığı şekle bürünmüştü.

Avusturya’daki Cermenliğin uğradığı zulüm ve baskıya karşı, protestoda bulunmak gerekirdi. Ancak böyle bir yol tutulursa, açık­tan açığa bir mücadeleye girmek gerekirdi.

Üçlü anlaşmanın değeri psikolojik yönden mütevazı idi. Çünkü bir anlaşma mevcut bir durumu korumak ve devam ettirmekle ka­lırsa, kuvveti de gitgide zayıflar. Halbuki bir anlaşma o anlaşmayı yapan devletlerin, bundan yararlanarak gelişmeyi düşünmeleri so­nucunda daha kuvvetli bir duruma gelir. Bunda da kuvvet karşı koymada değil, saldırmadadır. O günlerde bu gerçek bazı kimseler­ce kabul edildi ise de, maalesef mesleki çevrelerde anlaşılmadı. 1912 yılında, genel kurmaya bağlı bir subay olan Ludendorff bir muhtıra ile bu anlaşmanın zayıf yönlerini açıklamıştı. Ne yazık ki devlet adamları bu muhtıraya değer vermediler. Genellikle, akıl ve mantık sadece basit insanlarda daha etkili bir şekilde kendini gös­terse de, siyaset adamları söz konusu olunca bu prensip tamamen ortadan kalkar.

1914 Savaşı’nın Avusturya yolu ile çıkması ve Habsbourgların işin içinden sıyrılmağa imkan bulamamaları Almanya için bir bahti­yarlıktır. Eğer savaş başka bir sebepten ve yönden çıksaydı, Alman­ya yalnız başına kalırdı. Çünkü Habsbourglar hiçbir zaman Alman­ya yüzünden çıkmış bir savaşa katılmadıkları gibi, böyle bir kavgaya dahil olmak da istememişlerdir. Avusturya’daki Slavlar 1914 yılında monarşinin Almanya’ya yardım etmesine imkan bırakmadan mo­narşiyi parçalardı. Fakat o devirlerde Tuna Monarşisi ile yapılan bu anlaşmadan doğacak tehlike ve zorlukların artması ihtimalim anla­yabilenler pek azdı. Avusturya’nın pek çok düşmanı vardı. Bu köh­ne devletin mirasına konmak için her taraftan Tuna Monarşisi’nin parçalanması bekleniyordu ve Almanya’nın buna engel olacağı dü­şünülerek bize karşı da husumet besleniyordu. Sonunda şu karara varılmıştı, Viyana’ya ancak Berlin’den geçilerek kavuşulur. Bu yüz­den Almanya en çok ümit verici anlaşma imkanlarını kaybetti. Hal­buki bu anlaşma Rusya ve hatta italya ile gergin bir havanın esmesi­ne sebep oldu. Çünkü Roma’da halk Almanya’ya karşı olumlu dü­şünüyorsa da, Avusturya aleyhindeki düşmanlık her italyan’ın kal­binde yatıyordu. Sonra, ticaret ve sanayileşme politikasına girişilin­ce, Rusya ile savaş asla düşünülemezdi. Böyle bir şeyden ancak bu i-ki devletin düşmanları faydalanabilirdi. İşte bunun içindir ki baş­langıçta Yahudiler ve Marksistler her şeye başvurarak bu iki devleti birbiri ile savaşmaya zorladılar.

Bir de bu anlaşma daima Almanya için tehlike arz ediyordu. Çünkü Bismarck’ın Reinch’ına düşman olan bir devlet için, diğer devletleri Almanya’nın müttefiki olan Avusturya’nın zararına zengin olmak vaadi ile kışkırtmak, her zaman pek kolay bir şeydi. Viyana Monarşisi’nin aleyhine bütün Doğu Avrupa’yı, özellikle Rusya ile italya’yı harekete geçirmek imkan dahilindeydi. Eğer Almanya’nın müttefiki olan Avusturya herkesin ilgisini çeken bir miras teşkil et­meseydi, Kral Edward’ın nüfuz ve idaresi altında kurulan dünya anlaşması meydana gelmezdi, işte bu yüzden çeşitli niyetleri olan ve birine zıt gayelerin peşinde koşan devletleri aynı taarruz cephesi sürüklemek mümkün olmuştur. Almanya’ya karşı genel bir saldırı halinde bu devletlerin hepsi Avusturya’nın zararına zengin olmayı tasavvur edebilirlerdi. Osmanlı împaratorluğu’nun da bu felaketler getiren anlaşmaya açıkça değilse bile, dolayısıyla katılmış bulunması bu tehlikeyi daha da artırıyordu. Dünya maliyesini idare e-.... Yahudilerin ise henüz mali ve ekonomik kontrol altına almaları Almanya’yı yok etmek üzere çok eskiden beri besledikleri emellerini sonuçlandırabılmeleri için böyle bir yeme ihtiyaçları var­dı, işte, ancak anlaşmanın bu şekilde lehimlenmesi mümkün oldu.


Yüklə 1,93 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin