BOLUM 11
Bazı gerçekler, toplum içinde o kadar yaygındır ki, bu sebepten dolayı cahil halk bunları gözünün önünden geçtiği halde göremez, birkaç defa karşılaştığı halde tanımaz. Bu gibi kimseleri, biri gelip de daha önceden bilmesi gereken bir şeyi söylediği vakit, hayretler içinde kalır. Toplum içinde öyle meseleler vardır ki “Christoph Colomb’un yumurtası” kadar basit bir şekilde halledilebilir. Fakat Colomb cinsinden kimseye pek az rastlanır. Mesela, bütün insanlar, dünya üzerinde dolaşır, dururlar ve her şeyi öğrenmek ve bilmek isterler. Fakat hiç kimse dünya üstündeki canlıların çeşitli gruplara ayrılmış olduğunu göremez. En ufak ve üstünkörü bir inceleme, dünya üstünde yaşamak iradesinin aldığı hadsiz hesapsız şekillerin el sürülmez, değiştirilemez bir kanuna bağlı olduğunu gösterir. Her hayvan aynı gruba (türe) mensup diğer bir hayvanla cif deşebilir. Leylek leylek ile, ispinoz ispinoz ile, fare fare ile, kurt kurt ile ve diğerleri gibi. Bu arada şunu da belirtelim ki, bazı fevkalade haller bu kaideyi bozabilir. Mesela esaretin veya aynı gruba dahil olanların çiftleşmelerine engel olan herhangi bir sebebin yükleyeceği zorunluluk. .. Fakat bu durumda da tabiat bu karşı kovuşla mücadele etmek için bütün imkanlarını harekete geçirir. Tabiatın protestosu; piçleşmiş grupları zürriyetlerini devam kabiliyetlerini sımsıkı kısıtlamak biçiminde ortaya çıkar. Birçok hallerde tabiat onları, hastalıklara yahut düşmanlarının hücumlarına dayanmak, karşı koymak melekesinden yoksun bırakır.
Bu pek tabii bir şeydir: Birbirine eşit olmayan iki yaratığın birleşmesi sonucu meydana gelecek mahsul, iki ebeveynin değerleri arasında bir değere sahip olur. Yani çocuk, canlılar merdiveninde aşağı ırka mensup olan ebeveynden daha yüksek bir yerde, fakat yüksek bir noktada olan diğer ebeveynden ise daha aşağı bir seviyededir. Bu bakımdan çocuk ilerde bu üstün ırka karşı girişeceği mücadelede yenilecektir. Böyle bir çiftleşme, canlıların değerlerini yükseltmeyi gaye edinmiş olan tabiatın iradesine ters düşer. Tabiatın bu gayesi çeşitli değerlerdeki kimselerin çiftleşmeleri ile gerçekleştirilemez, ancak en yüksek değeri temsil edenlerin tam ve kesin zaferleri ile sağlanır. Daha kuvvetli olanın rolü hükmetmektir, daha zayıf olanla kaynaşmak değildir. Eğer üstün ırk böyle davranmazsa kendi büyüklüğünü feda etmiş olur. Bu kanunu, sadece doğuşları itibariyle zayıf olan yaratıklar zalimane bulabilirler. Fakat bu husus da, o-nün zayıf ve sınırlı bir kimse oluşundan ileri gelir. Çünkü bu kanun onun vücudunu ortadan kaldırmasaydı, bütün canlıların gelişmesi akla sığmaz bir şey olurdu.
Tabiatta ırkın temizliğini aramak ve devam ettirmek için var olan bu genel eğilimin sonucu, sadece özel ırklar arasında dış görünüşlerindeki bir farkta değil, her birinin kendisine has vasıflarının benzerliği haiz olmasıdır. Tilki daima tilkidir. Kaz her zaman kazdır. Bu misaller çoğaltılabilir. Diğer taraftan şunu hemen belirtelim ki, aynı ırka mensup fertler arasında teşhis edilen farklar, hassaten, sahip oldukları enerji, canlılık, zeka, ustalık ve direnme gibi kabiliyetlerin toplamındaki eşitsizlikten ileri gelir. Fakat hiçbir zaman tabii bir istidat şevkiyle, kazlara karşı “iyi kalple” hareket edecek bir tilkiye veya sıçanlara karşı merhamet besleyen kediye tesadüf edilemez. Sonuç olarak, ırkların birbirleri ile mücadelelerine sebep, derin bir antipatiden ziyade, açlık ve aşktır. Her iki halde de tabiat memnun bir şahittir. Her günkü ekmek uğrunda yapılan mücadele zayıf ve hastalıklı ve cesareti az olan mahlukların mağlubiyetini doğurur. Öte yandan dişiyi kendine çekmek ve onu büyülemek için giriştiği mücadele ancak en sağlam şahsa zürriyet yetiştirmek hakkını verir veya bu işi başarmak imkanım ona sağlar. Fakat kavga, daima grubun sıhhatini ve kuvvetini geliştirecek vasıtadan ibaret kalır veya onun gelişmesinin ilk şartı olur. Eğer bu, başka türlü cereyan etse idi, sonraki gelişmeler durur ve çok geçmeden gerileme başlardı.
Gerçekten bütün insanlar zürriyet yetiştirmekte aynı imkanlara sahip olsalardı, daha az iyi olanlar, en iyilere nispetle çok oldukları için, çok çabuk çoğalacak, sonunda en iyiler ikinci plana düşeceklerdi, işte bundan dolayı en iyiler lehine zorlayıcı tedbirlerin vazıyete müdahale etmesi gerekir. Tabiat zayıfların sayılarını sınırlamak için, onları şiddetli ve zor hayat şartlarına tabi tutar. Tabiat sadece arta kalan seçkinlere çiftleşme için izin verir. Ölçü olarak kuvvet ve sıhhati kabul etmek suretiyle yeni ve sıkı bir seçme yapar. Tabiat zayıf kimselerin kuvvetlilerle çiftleşmelerini istemez, yüksek bir ırkın, basit bir ırka karışmasını kabul etmez. Çünkü, binlerce asırdan beri tabiatın beşeriyeti yüceltmek için takip ettiği gaye bir anda boş bir iş haline sokulmuş olur. Bu kanunun hadsiz hesapsız delillerini bizim önümüze seren tarih, gayet açık olarak şunu kaydetmiştir:
Saf bir ırk kendi kanını daha aşağı bir topluluğun kanı ile karıştırdığı takdirde, ortaya çıkan melezlik medeniyet getirecek olan milletin felaketi şeklinde tecelli eder. Renkli ırklarla pek az karışmış olan Cermen unsurlarının meydana getirdiği Kuzey Amerika halkı, Orta ve Güney Amerika’ya nispetle başka bir topluluktur ve başka bir medeniyet arz eder. Orta ve Güney Amerika’da Latin ırk, yerlilerle daha çok karışmış olduğu için, Kuzey Amerika halkı, kıtanın hakimi durumuna geçmiştir. Bu hal, herhangi bir bulaşıklık olmadığı takdirde devam edecektir.
Sözün kısası bu ırk çatışmasının sonucu şudur: a — Yüksek ırkın seviyesi düşer, b — Fiziki ve fıtri bir çöküş başlar.
Bunlara da sebep olmak yaratıcımız olan Tanrı’nın iradesine karşı günah işlemektir. Fakat bu hareket, günahın meydana getirdiği cezayı görmektir, insan, tabiatın kendi sıfatıyla var olmasına saygı duyacağı prensiplerle mücadeleye girişmiş olur. işte tabiatın isteğine aykırı hareket etmekle, kendinin mahvını böyle hazırlar. Gerçi burada özellikle ibrani olan, aynı zamanda ahmakça bir itiraz, modern barışçılığın itirazı lafa karışır: “insan tabiata galip gelmelidir!” Yahudilerden çıkan bu saçma sözü milyonlarca insan hiç düşünmeden tekrarlar ve sonunda tabiata karşı bir zaferi tahakkuk ettirdikleri hülyasına dalarlar. Fakat delil olarak ortaya boş bir fikirden başka bir şey koyamazlar. Ayrıca bu söz o kadar manasızdır ki doğrusu bundan bir dünya görüşü veya düşüncesi çıkarmak imkansızdır.
Gerçekte insan, tabiatı hiçbir hususta yenememiştir. Ancak insanın yapabildiği tek şey, tabiatın gizli taraflarını ve sonsuz sırlarını kapadığı büyük örtünün sadece küçücük bir ucunu kaldırmaya teşebbüsten ibarettir. İnsan hiçbir zaman bir şey icat etmemiştir, sadece bildiklerini bulmuştur. İnsan tabiata hakim değildir. Sadece bazı kanunları ve tektük doğal gizlilikleri bildiği için, bunlardan habersiz olan diğer canlıların hakimi durumuna geçmiştir. Bütün bunlar bir yana bırakılırsa, bir fikir, insanlığın hayatı ve geleceği için konmuş şartlara üstünlük sağlayabilir. Çünkü fikrin kendisi de insana tabidir. Bu dünyada insan olmazsa fikir de olmaz. Demek oluyor ki fikir, daima insanların varlığına, sonuç olarak bu varlığın ilk şartı olan kanunlara bağlıdır. Daha da fazlası vardır. Belirli fikirler bazı kimselerin var oluşlarına bağlıdırlar. Özellikle bu fikirlerin kökleri ilmi ve belirli bir gerçeğe değil, his alemindedir veya samimi bir tecrübeyi aksettiren şeydedir. Gerçekte mantık ile hiçbir ilgisi bulunmayan, yalnız hissiyatın ve ahlaki düşüncelerin belirtilerim temsil eden bütün bu fikirler, insanların varlığı ile bağlantılıdır. Bu fikirleri, insanların düşünme güçleri ve yaratıcı kabiliyetleri meydana getirmiştir. Fakat bu fikirleri tasarlayan insanların ve ırkların bekası, bu fikirlerin devamlılığı için önemli bir şarttır. Mesela, dünyada barışçı fikrin üstün gelmesini samimi olarak isteyen kimse, dünyanın Almanlar tarafından fethedilmesi için her şeyi yapmalıdır. Aksi takdirde dünyadaki son barışseverin, son Alman ile ölmesi mukadderdir. Çünkü yeryüzünün diğer insanları, tabiata ve akla ters düşen bu saçmalığın tuzağına maalesef milletimizin yaptığı gibi kendilerini kaptırmamış-lardır. Demek ki, barış devresine ulaşmak için, ister istemez azimli bir şekilde savaşa karar vermek zorunluluğu vardır. Amerika’dan gelmiş olan kurtarıcı Wilson’un gerçek planı bu idi, hiç değilse hayalperest Almanlar böyle sanıyorlardı. Bu şekilde gayeye ulaşıldı.
Gerçekte barışsever ve insaniyetçi fikri üstün olan bir kimse, yeryüzünün hakimi olacak şekilde dünyanın geniş bir bölgesini fethedip hakimiyetini kabul ettirdiği zaman pek iyi bir şey yapmış olur. Bu fikir ameli uygulaması zor ve nihayet imkansız duruma geldiği nispette zararlı sonuçlar doğurabilir. Demek ki ilk önce savaş, sonra barışçılık.
Yoksa insanlık gelişmenin en son ve en yüksek noktasını atlayıp, geçmiştir. Son nokta, herhangi bir ahlaki fikrin hakimiyeti değildir, barbarlığın ve daha sonra karmakarışıklığın hakimiyetidir. Dünyamız milyonlarca yıl boşlukta dolaştığı halde üzerinde insan görülmemiştir. Eğer insanlar birkaç gevezenin yaydıkları fikirleri dinleyip ve tabiatın tunç gibi sert kanunlarını tanımayı ve bunlara sıkı bir şekilde uymayı öğrenerek yüksek bir noktaya ulaşabileceklerini unuturlarsa, bir gün dünyamızın eski şartları dahilinde yoluna devam etmesi mukadderdir.
Bugün hayran kaldığımız ilim, güzel sanatlar, teknik ve icatların hepsi bazı ırkların, belki de ilk önceleri tek bir ırkın yaratıcı faaliyetlerinin sonuçlarıdır. Medeniyetin devamı bu milletlere bağlıdır. Bu milletler yenilir ve yok olurlarsa, dünyanın güzelliğini meydana getiren şeyler kendileri ile birlikte toprağa gömülür..
Örneğin, toprağın insanların üzerindeki etkisi ırklara göre değişecektir. Bir ırkın üzerinde yaşadığı toprağın veriminin az oluşu, o ırk için kudretli bir teşvik unsuru olacaktır. Bu durum o ırkı büyük şeyler yapmaya sevk eder.
Başka bir ırk için ise toprağın çorak oluşu bir sefalet ve sonunda da beslenememe sebebi olur. Dışardan gelen nüfuzun ırkların üzerinde yapacağı tesirin şeklini, o ırkların samimi dayanakları tespit eder. Bazı ırkları açlıktan ölmeye mecbur bırakan bir şey, diğer ırkları çetin mücadelelere ve çalışmalara kabiliyetli hale getirir. Geçmiş dönemlerin bütün büyük medeniyetleri, yaratıcı ırkın kanının zehirlenerek ölmesi sonucu çökmüştür. Bu çeşit çöküşlerin en büyük sebebi, insanların medeniyetlere değil, medeniyetlerin insanlara bağlı oldukları prensibinin unutulmasıdır. Belirli bir medeniyeti muhafaza etmek için, o medeniyeti yaratan kimseyi korumanın lüzumu, gözlerden kaçmıştır. Fakat bu koruma hali zaruretin tunç gibi sert kanununa, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferine bağlıdır. Demek oluyor ki yaşamak isteyen kavga etmelidir. Kanunu devamlı bir mücadeleden ibaret olan bu dünyada, mücadeleden kaçınan kimsenin yaşamaya hakkı yoktur. Bu acı gibi görünür, fakat gerçek böyledir. Ama tabiata üstün geldiğini sanan ve gerçekte tabiata küfür eden kimsenin akıbeti çok daha acıdır. Irk kanunlarını unutan ve onlara hakaret eden insan ulaşacağını sandığı saadetten kendim mahrum eden ve üstün ırkın zaferlerle dolu yürüyüşüne engel olur. Böylece her çeşit insanın gelişmesinin ilk şartını zaafa uğratır, insan hassasiyetinin yükü altında ezilerek, canlılar grafiğinde yükselmeden aciz hayvanlar seviyesine düşer, ilk medeniyeti hangi ırk ve ırkların meydana getirdiklerini ve insanlık kelimesinin ifade ettiği manayı gerçekleştirdiklerini bilmek hususunda münakaşa yapmak boş ve lüzumsuz bir harekettir. Meseleyi bugüne ait olan noktasında vazetmek daha kolaydır. Bu noktada verilecek cevap da daha açık ve . basittir. Bugün medeniyetin sonucu olarak önümüzde duran, güzel sanatların, ilimlerin ve tekniğin ürünlerinin tamamı, hemen hemen sadece üstün ırkların yaratıcı faaliyetleri sayesindedir. Bu gerçek, onlara insaniyetin hakkı olarak yegane temsilcisi oldukları hükmünü vermemize imkan hazırlar. Sonuç olarak “insan” adı ile anladığımız ilkel tipi onlar temsil ederler. Onlar, irsi insanlığın Promete’si-dirler. Dehanın ilahi kıvılcımı eski günlerden beri hep onların alınlarından fışkırmıştır. Israrla dilsiz sırları örten geceleri bilgi adı altında aydınlatan ateş, daima yeni baştan parlamış ve böylece insana bu dünyada yaşayan diğer yaratıkların hakimi olması için ulaşması gereken hedefi göstermiştir. Eğer ateş ortadan kaldırılsaydı yeryüzünü büyük bir karanlık basacaktı. Böylece birkaç asır için de medeniyet yok olup gidecek ve dünya çöle dönecekti. Eğer insanlık, medeniyet yaratan, medeniyetin emanetlerini muhafaza eden ve medeniyeti yok eden diye, üçe bölünse idi, birinci bölümü yalnız üstün ırklar temsil ederlerdi, insan eli ile yapılan bütün yaratmaların temellerini ve büyük işlerini bu üstün ırklar meydana getirmişlerdir. Onların dış görünüşleri ve aldıkları renk, çeşitli milletlerin özel vasıflarının tesiri altında kalmıştır.
insan gelişmesinin ortaya koyduğu bütün binaların planlarını ve büyük kesme taşlarını hep üstün ırk sağlamıştır. Yalnız icra keyfiyeti her ırkın kendine has ruhuna karşılık gelmiştir. Mesela, birkaç yıla kadar Asya, gelişmesinin temelini Yunan, Rus ve Alman tekniği seviyesine çıkaran medeniyete, benim medeniyetim diyebilecektir. Bu medeniyetin sadece dış görünüşü, hiç olmazsa kısmen Asya’nın verdiği ilhamların vasıflarını taşıyacaktır. Japonya, sanıldığı gibi, medeniyetine, Avrupa medeniyetim eklemiyor, tam aksine Avrupa’nın ilim ve tekniği Japon medeniyetinin özel vasıflarını teşkil e-den şeye yakından bağlanıyor. Bu ülkede hayatın esaslı temeli artık orijinal Japon medeniyeti değildir. Gerçi Japon medeniyeti bu hayata kendisine has bir renk ve tarz veriyorsa da, (yani esaslı farklar sebebiyle Avrupalıların gözlerine çarpan o dış görünüşü sağlıyorsa da) buradaki hayatın temeli Avrupa ve Amerika’nın yani üstün ırkların ilmi ve teknik çalışmalarının sonucu olarak sağlanmaktadır. Doğu da, bu çalışma sayesinde elde edilen sonuçlara dayanılarak insanlığın genel gelişmesi takip edilebilmektedir. Günlük ekmek için yapılan mücadele, bu çalışmanın temelini sağlamış ve gereken silah ve hareketleri yaratmıştır. Japon karakterine sadece dış şekiller yavaş yavaş uyum sağlayacaktır. Eğer bugünden itibaren üstün ırkın tesiri Japonya’nın üzerinden kalkacak olsa ve Avrupa ile Amerika’nın yıkılmaları sağlansaydı, Japon milletinin teknik ve bilimde kaydettiği ilerlemeler bir süre daha devam edebilirdi. Fakat birkaç yıl sonunda kaynak kuruyacaktı. Japonlara özgü nitelikler tekrar ortaya çıkacaktı. Böylece bugünkü medeniyeti de, yetmiş yıl önce üstün ırkın medeniyetinin dalgası ile çekip çıkarıldığı derin uykunun içine tekrar gömülüp kalacaktır. Bu gerçeği göz önünde tutarak, Japonya’nın bugünkü gelişmesi üstün ırkın tesiri sayesinde olduğu söylenebilir. Buna göre pek eski zamanlarda da yabancı bir tesir ve ruh o eski devrin Japon medeniyetini uyandırmıştır. Bu fikir ve düşünceyi doğrulayan en güzel delil, bu medeniyetin daha sonra işlemez hale gelip, tamamen taş gibi donarak kaskatı olmasıdır. Bu olay bir millete ancak ilk yaratıcı hücre ortadan çakıldığı veya ilk hamleyi vermiş ve medeniyetin ilk gelişmesine gereken malzemeyi sağlamış olan dış tesir kaybolduğu zaman meydana gelebilir.
Bir ırkın, medeniyetinin esaslı unsurlarım yabancı ırklardan alarak, temsil ettiği ve harekete geçirdiği, fakat daha sonra üzerindeki yabancı etki kaybolunca uyuşup kaldığı tespit edilirse, bu ırkın medeniyetin taşıyıcısı olduğu söylenebilir, fakat medeniyeti doğuran millet olduğu iddia edilemez.
Çeşitli milletler bu açıdan incelenecek olursa, fiiliyatta önceden medeniyeti kuran milletler olarak değil, daima medeniyeti bir emanet olarak başkalarından almış topluluklar şeklinde görünürler, işte bunların gelişmeleri hakkında şunlar söylenebilir: Sayıları gerçekten gülünç kabul edilecek kadar az olan üstün ırklar, diğer yabancı milletleri hakimiyetleri altına alıyorlar ve yeni toprakların kendilerine arz ettikleri hayat şartlarının, yani toprağın verimli ve iklimin müsait oluşu sayesinde veya aşağı ırka mensup insanların sağladıkları işgücü bolluğundan faydalanarak, onlarda uyuklar bir halde bulunan fikri ve teşkilatçı melekeleri geliştiriyorlar. Binlerce yıl, hatta birkaç asır içinde meydana öyle medeniyetler çıkarıyorlar ki, önceleri bu aşağı ırkların hayat tarzlarına, verimli toprağın ve kontrol altına al dlkları insanların ruhlarının özel durumlarına karşılık gelen vasıfları | Içeriyorlar. Fakat sonunda toprakları fethedenler kanlarının temizliğini korumalarına imkan veren ve önceleri emirlerine uydukları prensibe sadakatlerini kaybediyorlar. Kendi halkı yerlilerle birleşmeye başlıyor. Böylece kendi hayatlarına son veriyorlar. Çünkü cennette işlenen ilk günah daima suçluların uzaklaştırılması sonu-I cunu vermiştir, işte bin yıl veya daha çok bir zaman sonunda eski hakim ırklardan görülebilen son iz, çok kere kanının, hakimiyeti al-I tına aldığı ırka bıraktığı açık renkte ve eskiden meydana getirmiş olduğu medeniyetin taş gibi donmuş halinde görülebilir. Çünkü üstün ırkın gerçek ve manevi kanı hakimiyeti altına aldığı milletlerin kanları içinde kaybolduğu gibi, medeniyetin ilerlemesi için yolunu aydınlatan meşalenin alevini sağlayan yanar madde de yok olmuştur. Nasıl ki, üstün ırkların kanları, eşlerinin doğurduğu çocukların renklerinde kendilerinin hatıralarını devam ettiren hafif bir nüans bırakmışsa, kültür hayatını boğan kimse de, eskiden ışığı getirmiş olanların henüz yaşamakta olan meydana çıkarma özelliklerinin yaydığı ışıklarla daha az karanlık hale sokulmuştur. Bunların ışınları unutulmuş bir çatlak arasından parlar ve çok zaman dikkatsiz gözlere önlerinde şimdiki milletin hayali bulunduğu zannını verirler. Halbuki gözlemci, bu hayali ancak geçmiş devrin aynasında görmektedir. Böyle bir milletin tarihi seyri sırasında eskiden kendisine medeniyet getirmiş olan ırkla ikinci defa olarak veya daha çok temasa geçmesi ve önceki karşılaşmaların hatırasının hafızalardan silinmiş olması mümkündür. Bu millete eski hakim ırk veya ırklardan kalmış olan kan, şuursuz bir şekilde tekrar bu kültürün himayesine | girer. Eskiden ancak zor kullanılarak sağlanan şey, şimdi tam istekle ?! meydana gelebilir. Böylece yeni bir medeniyet devresi meydana çıkar ve bu devre üstün ırkın, yabancı milletlerin kanları ile piçleşmesine kadar ayakta kalır.
Medeniyetin gelecekteki dünyayı kaplayan tarihi için araştırmaları bu yöne çevirmek ve şimdiki tarih ilmimizde olduğu gibi dış olayların tespiti içinde boğulmamak bir görev olacaktır. Medeniyetin taşıyıcısı olan milletlerin uğradıkları bu gelişme hakkındaki geniş bilgi, dünya üzerinde medeniyeti gerçekten kurmuş olanların, üstün ırkların gelişmelerine ve tesirlerinin ortadan kalkmalarına ait tabloyu da çizeceği muhakkaktır. Günlük hayatımızda olduğu gibi, dehanın meydana çıkabilmesi için özellikle nasıl uygun bir fırsata, hatta gerçek bir hamleye ihtiyacı varsa, deha ile vasıflanmış ırk hakkında da durum böyledir. Her gün kü hayatın değişmez akışı içinde, birinci derecede değerli kimseleı bile, manasız görünebilirler ve çevresinde bulunanlardan pek az siv-rilip yükseklere çıkabilirler. Fakat çevresindeki diğer insanları sasır tan bir vaziyet içinde bulunur bulunmaz, basit gibi görünen bu kimsede çok kere o vakte kadar kendisini günlük hayatın adi çerçevesi . içinde görmüş, olanları hayretler içinde bırakacak bir şekilde, dahiyane kabiliyetler meydana çıkar. Bundan dolayı bir peygamber kendi ülkesinde pek ender olarak otorite sahibidir. Bu olayı gözlemek için savaştan daha iyi bir fırsat hiçbir zaman bulunamaz. Dış görünüşleri itibariyle akıllı oldukları tahmin edilemeyen gençlerde, savaşın kötü anlarında, arkadaşlarının cesaretlerini kaybettikleri sıralarda, birdenbire birer kahraman ruhu ile karşılaşılır. Bunların büyük enerjileri ölüme meydan okur. Bu gibi kimseler buz gibi soğukkanlılıkla en karışık işleri hesap ederler. Eğer bu sınav saati gelmemiş olsa idi, hiç kimse beyinsiz gibi görünen bu gencin bir kahraman ruhu sakladığının farkına varamayacaktı. Dehanın meydana çıkması için daima bir çarpışma gerekir. Bazılarını yere yapıştıran kaderin topuz darbesi, başkalarına birdenbire çelik sertliği verir ve her günkü tekdüze hayatlarının zarını patlatarak hayretler içinde kalmış dünyanın gözü önünde onları birer ilah gibi yükseltir. Halk bu duruma karşı inat eder, önceleri kendisinden farksız gördüğü bir kimsenin, böyle birdenbire başka bir tohumdan fışkırmış olmasına inanmak istemez, işte bu durum, her değerli adamın ortaya çıkışında meydana gelir.
Mesela bir mucidin şöhretinin icadını ortaya koyduğu vakit parladığını söylemek hata olur. Deha kıvılcımı yaratıcılık melekesi ile birlikte adamın alnında doğduğu andan itibaren parlar. Hakiki deha fıtridir. Hiçbir zaman terbiyenin veyahut eğitimin sonucu değildir. Şahıs söz konusu olduğunda gösterdiğim bu misal ırklar için de aynıdır. Yaratıcı bir faaliyet içinde bulunan ırklar, dünyaya gelişlerinden beri yaratma kabiliyetine sahiptirler. Hatta bu kabiliyet derine inemeyen gözlemcilerin gözlerinden kaçsa bile bu böyledir. Burada da dehalara sahip bir ırkın şöhreti, o ırkın göstereceği faaliyetin sonucudur. Gerçekte dünyanın diğer milletleri, dehayı görüp tanımaktan acizdirler. Bu milletler ancak dehanın ortaya koyduğu icatları, keşifleri, binaları, yani şekilleri ortada olan ve elle tutulabilir hale gelmiş görünümlerini görebilirler. Fakat burada da dünyanın dehayı tanıyabilir duruma gelmesi için uzun zamana lüzum vardır. Büyük bir değere sahip şahısta dehanın sonuçları veya fevkalade kabiliyetler özel teşvikle fiiliyata çıkarsa, milletlerin hayatlarında da başlangıçta varolan yaratıcı melekeler ve tesirler kuvvetler ancak belirli birtakım şartlar kendilerini davet ettikleri zaman ortaya çıkarlar. Bu gerçeğin en olumlu örneğini medeniyetin gelişmesini bir emanet olarak elinde bulunduran üstün ırklar verirler. Kader onları özel şartlar içinde bulundurur bulundurmaz, bu üstün ırklarda varolan büyük kabiliyeti, daha hızlı bir tertiple geliştirmeye ve bunları elde tutulur birer şekiller veren kalıplara dökmeye başlar. Bu gibi durumda üstün ırkların meydana getirdikleri medeniyet, hemen daima toprağın, iklimin ve hakimiyetleri altına aldıkları insanların özelliklerine bağlıdır. Buradaki son unsur en kesin ve en tesirli olanıdır. Bir medeniyetin doğuşunun bağlı olduğu teknik şartlar ne kadar ilkel ise, makinelerin yerini alacak olan bir insan gücünün mevcudiyeti de o kadar lüzumlu olur. Üstün ırklar, basit ırkların insanlarını kullanmak imkanım bulmamış olsalardı kendilerini medeniyete götüren yol üzerinde hiçbir zaman ilk adımı atamayacaklardı.
Ehlileştirmeye muvaffak oldukları hayvanlar olmasa idi, bugün üstün ırklar o hayvanları lüzumsuz kılan tekniğe sahip olamayacaklardı. Binlerce sene, at insanların işine yaradı, onlara yardımcı oldu, gelişmenin temelini kurdu. Fakat neticede otomobil vücut buldu. Böylece at gereksiz hale geldi. “Arap mecbur olduğu işi yaptı, Arap artık gidebilir.” darbımeseli, maalesef derin bir mana ifade eder. Birkaç yıl içinde at, artık her türlü faaliyetten uzak kalacaktır. Fakat, bu eski mesai birliği olmasa idi, insan bugünkü seviyesine erişmek için hiç şüphe yok ki, büyük zorluklar çekecekti. Aşağı ırkın insanları yüksek medeniyetin meydana gelmesinde ilk ve esaslı bir unsur olmuştur. Bu kabil insanlar maddi kaynakların kıtlığını bertaraf ediyorlardı. Bu maddi kaynaklar olmadan gelişme imkanı tasavvur edilemezdi. Şurası muhakkak ki, ilk insan; medeniyeti, ehlileştirilmiş hayvanlardan ziyade, basit ırklara mensup insanları kullanması sayesinde meydana getirmiştir. Ancak zayıf ırkların köle haline sokulmalarından sonra, bu hal hayvanların da başına geldi. Bazı kimselerin iddia ettikleri gibi bunun tersi olmadı. Çünkü sabanın önüne ilk önce mağlup ırk koşuldu. Daha sonra at insanın yerini aldı. Bu olayı beşeriyet bakımından adi bir şey olarak kabul etmek deli bir barışçı nın işidir. Şimdi bu adamlar, o deli barışçıların, birtakım şarlatanca laflarını kullanmak hususunda kendilerinin faydalandıkları medeni yetin bugünkü derecesine ulaşabilmek için, böyle bir tekamülün meydana gelmiş olmasının, şart olduğunu anlayamıyorlar, insanlığın gelişimi sonsuz bir merdiven üzerinde bir yükselmedir. Aşağı basamaklar aşılmadan, yukarı varılamaz. Sonuç olarak, üstün ırk, gerçeğin kendine işaret ettiği, gösterdiği yolu aşmak zorunda kalmıştır. Yoksa, hiçbir zaman üstün ırk modern bir eşitliğin kendi hayalinde canlandırdığı yolu aşmak zorunda değildir. Gerçek yol sarp ve zahmetlidir. Fakat bu kimselerin hayalleri onları kendilerini bu gayeye yaklaştırmaktan ziyade uzaklaştırır. Üstün ırkların, basit ırklara rastladıkları yerde, onları iradelerine tabi kılmaları sonucu medeniyetlerin doğmuş olması tesadüf değildir. Aşağı ırklar, meydana gelmek üzere olan medeniyetin hizmetinde, ilk teknik alet olmuşlardır. Üstün ırkın daha sonra, takip edeceği yol sarih olarak çizilmişti. Fakat üstün ırklar, basit ırka mensup olanları emirleri altına aldılar ve ameli faaliyetlerine bir düzen verdiler. Bu durum kendi irade ve gayelerine uygun olarak meydana geldi. Fakat aşağı ırk mensuplarına zahmetli olmakla beraber, faydalı bir faaliyet yüklerlerken onlara belki de eski hürriyetleri adına verdikleri şeylerden istifade ettirdikleri zaman nasipleri olan kaderden daha iyi bir kader sağladılar. Üstün ırk, hakim vasfını muhafaza ettiği sürece, yalnız hükmeden olarak kalmadı, geliştirmekte olduğu medeniyetin de muhafızı oldu. Çünkü bu medeniyet, üstün ırkın ehliyet ve kabiliyetini ve kendi hüviyetini aynen muhafaza etmesi esasına dayanıyordu. Tebaalar yükseldikçe efendi ile uşağı ayıran perde de yavaş yavaş ortadan kalktı. Üstün ırklar kanlarının temizliğini korumaktan vazgeçtiler. Böylece meydana getirdikleri cennette yaşamak hakkını da kaybettiler. Üstün ırklar zillete düştüler ve medeniyet yapıcı kabiliyetlerini kaybettiler. Fikri bakımdan olduğu gibi fizikçe de tebaalarına ve yerli halka benzediler. Atalarının yerli halkın üzerinde sağladığı bütün üstünlükleri kaybettiler. Bundan dolayı bir süre medeniyetin birikmiş olduğu ihtiyat malzeme ile yaşayabildiler. Sonra taş kesilme hareketi yapacağını yaptı ve medeniyet unutulma çuku ni oluşumlara meydan açarlar. Kanların karışması ve bunun sonucu olan ırkların seviyelerinin düşmesi, eski medeniyetlerin ölmelerinin tek sebebidir. Çünkü, milletlerin mahvına savaşların kaybedilmeleri değil, saf bir kanın özelliği olan direnme kuvvetinin ortadan kalkması sebep olmuştur.Dünya yüzünde saf ırk olmayan her şey rüzgarın sürükleyip götürdüğü bir saman çöpünden ibarettir.
Dostları ilə paylaş: |