Panjermanist hareket, eğer büyük halk topluluklarının psikolojisini bu kadar yanlış anlamamış olsa idi, hiçbir zaman bu hatayı işlemeyecekti. Hareketin şefleri, hedefe ulaşmak için psikolojik sebeplerden dolayı halka kendilerini eleştirenleri ve hasımlarını göstermeselerdi, kavga edebilecek bir kuvvetin tamamen dağılmasını önlerler ve böylece Panjermanist hareketin hücum yönü bir tek : düşmana çevrilmiş olurdu.
y Bu siyasi partinin, alacağı kararlarda her şeye girişen, fakat hiçbir zaman sayesine erişemeyen tedbirsiz, basiretsiz ve ileriyi görmeyen kimseler tarafından idaresi kadar tehlikeli bir şey yoktur. Fakat f herhangi bir din veya mezhep, hakikaten tenkide müstahak ise hiç-I. bir zaman unutulmamalıdır ki, tarihte siyasi bir partinin bu gibi durumda dini bir ıslahat icrasına muvaffak olabildiğine dair bir örneğe rastlanmaz. Tarih, tatbik edilmeleri söz konusu olduğu sırada unutmamak için incelenmez ve okunmaz. Veyahut tarihteki gerçeklerin, bugünkü duruma uygulanamayacağını düşünmek için tetkik edilmez. Tarih, ibret ve ders almak için incelenir ve okunur. Bunu yapmaktan aciz bulunan insan, kendisinin siyasi bir lider olduğunu hiçbir zaman aklına getirmemelidir. Böyle bir kimse kendini beğenmiş, adi bir şeytandır. Bütün çabalamaları, ameli kabiliyetsizliğini saklamaya yetmez.
Genellikle siyasi liderlerin bütün hünerleri, halkın dikkatini tek bir karşı çıkan üzerine çekmekten ibarettir. Hiçbir zaman bu dikkatin dağılmasına meydan bırakmazlar. Bir milletteki bu kavga iradesinin hedefi ne kadar yoğun olursa ve böyle bir hareketin çekici kuvveti ne kadar büyükse, çarpışma kudreti de o nispette büyük olur. Halka çeşitli düşmanların aynı sınıfa mensup olduklarım telkin etmek hüneri, siyasi liderlere has bir şeydir. Çünkü düşmanın çok ve çeşitli olduğu kanaati, zayıf ve tereddüt sahibi kafalar için kendi davalarından şüpheye düşmelerine sebep olur. Halk, bir çok düşmanla mücadele halinde bulunması durumunda kendine şu suali sorar. Diğerlerinin haksız olup, yalnız bizim hareket ve davranışımızın haklı olması kabil midir? işte bu soru sorulduğu takdirde halkın bütün kuvveti felçli bir duruma girer. Bunun için daima çeşitli ve sayıca çok düşmanı, kendi taraftarlarımıza tek bir düşmanla mücadele ediliyormuş şeklinde göstermek gerekir. Bu, kendi halkımızın inancını kuvvetlendirir ve bu inanca saldıranlara karşı toplu galeyanı artırır, işte Avusturya’da Panjermanist hareket bunu anlamadı ve sonunda başarılı olamadı.
O gayeyi pek doğru görmüştü, iradesi temizdi, fakat seçtiği yol yanlıştı. Bu hareketin çöküşünü bir dağın zirvesine çıkmak isteyen ve bu zirveden gözlerim ayırmadan azim ve kuvvet dolu bir halde yola çıkan, fakat yokuşun zorluklarını ve imkanlarını dikkate alma yan adamın başarısızlığa uğramasına benzetebiliriz.
Kendisinin rakibi olan Hıristiyan Sosyal Parti de ise bunların aksi görülüyordu. Hıristiyan Sosyal Parti’nin tuttuğu yol isabetli seçilmişti. Fakat gaye açık olarak tasavvur edilmiyordu. Panjermanist hareketin hataya düştüğü yerlerin hemen hepsinde Hıristiyan Sosyal Parti’nin çalışmaları etkili ve akla uygun oldu. Bu parti halk topluluklarının önemini takdir ediyordu. Daha ilk günlerden itibaren, toplumsal alandaki siyaseti ile bunu ispatladı. Özellikle küçük ve orta sınıf esnafını ele geçirmek için çalıştı ve böylece sebatkar ve fedakarlığa hazır taraftarlar topladı. Dini müesseseler aleyhindeki her çeşit mücadeleden uzak kaldı. Bu sayede de kuvvetli bir propagandanın önemini anladı, halka kendini saydırmak hünerinde, büyük bir sanatkar olduğunu ispat etti. Eğer Avusturya’yı kurtarmayı başaramadı ise, buna amaçlarına tam bir açıklık getirememesi sebep oldu.
Yeni hareketin Yahudi aleyhtarlığı ırkçı prensiplere değil, dini inanışlara dayanıyordu. Bu hata ikinci bir hata işlenmesine yol açtı. Hıristiyan Sosyal Parti’nin kurucuları Avusturya’yı kurtarmak isterken partinin ırk prensiplerine dayanmasına gerek olmadığım sanıyorlardı. Böyle hareket edilirse kısa bir süre sonra devletin sonu gelir diyorlardı. Özellikle Viyana’da parti ileri gelenlerinin fikirlerince ihtilaf unsurları bir yana bırakılarak birlik olunması isteniyordu. O günlerde ise Viyana’da çeşitli ırklar vardı ve özellikle Çekler bulunuyordu. Bunun için ırk meselelerinde hoşgörülü davranarak, onların Alman aleyhtarı bir parti kurmalarım önlemek istiyorlardı. Sayıları pek çok olan küçük Çek esnafını Manchester liberalizmine karşı mücadele ile partiye çekmek istediler. Yahudiler aleyhindeki, dini bir temele dayalı mücadelenin ihtiyar Avusturya’daki unsurları, bütün milli ihtilafların üstünde bileştirecek bir yol olacağını sandılar. Böyle bir temele dayalı mücadele Yahudileri pek korkutmadı. Çünkü bir parça vaftiz suyu, hem Yahudi’yi ve hem de onun ticaretini daima kurtarabilirdi.
Bütün konunun ciddi ve bilimsel bir analizini yüzeyde kalan teşebbüslerle yapamazlardı. Bu da böylesine bir Yahudi aleyhtarlığına akıl erdiremeyenlerin Hıristiyan Sosyal Parti’den yüz çevirmeleri sebep oldu. Bu fikrin çekiciliği, dar zekalı bir çevre içinde kaldı. Hissi düşüncelerden sıyrılarak gerçek bir anlamaya doğru hamle yapılmıyordu. Yarım yapılan işler Hıristiyan Sosyal Parti’nin Yahudi
aleyhtarlığı konusunda takip ettiği siyasetin değerini sıfıra indirdi.
Yapılan, sözde bir Yahudi aleyhtarlığından ileri geçemedi ve muhalif hareketten çok daha tehlikeler doğurdu. Çünkü düşman kulağından yakalandığı düşüncesiyle, huzur içinde derin bir uykuya dalındı. Gerçekte ise, bizi burnumuza halka geçirip sürükleyen o idi. Sonunda Yahudi, böylesine bir Yahudi aleyhtarlığına öyle güzel alıştı ki, bunun ortadan kalkması, onu kendi aleyhindeki faaliyetin devam etmesinden daha çok üzecekti. Böylece milliyet üzerine kurulu devlet fikrinden büyük fedakarlıklar yapmak gerekti ve Cermenliğin müdafaasında da çok daha ağır fedakarlıklara girişildi. Viyana’da bile milliyetçi olmak cesareti gösterilemiyordu. Bu konudan kaçınılıyor ve Habsbourglar Devleti’nin kurtarılacağı ümit ediliyordu, işte bu şekilde devlet yok olmaya sürüklendi. Bu yüzden ilk parti için önemli olan hareket kuvvetinin en kudretli kaynağı kaybedildi ve Hıristiyan Sosyal Parti herhangi bir partiye benzedi. Bu iki hareketten birini, kalbimin şiddetli çarpışları ile, diğerini, de o günlerde bana Avusturya’da bütün Alman ırkının asil bir sembolü gibi görünen o kimseye karşı duyduğum hayranlık hissinin şevki ile inceledim. Dr. Lueger öldüğü zaman, o muhteşem cenaze alayı Ringstrasse’ye doğru hareket ettiğinde, bu hazin merasimde bulunan yüz binlerce kişinin arasında ben de vardım, içimdeki heyecana, bu şahsın bütün eserinin boş olduğu hissi karışıyordu. Çünkü devlet korkunç bir şekilde çöküyordu. Eğer Dr. Kari Lueger Almanya’da yaşamış olsaydı, milletimizin en büyük simaları arasına girerdi. Bu tahammül edilmez devlette yaşamış olması, gerek eseri ve gerek kendisi için bir felaket oldu. Öldüğü zaman Balkanlardaki küçük parlamalar, gün geçtikçe daha şiddetli bir hal alıyordu. Kader kaçınılacağını sandığı hususların meydana geldiğini görmekten onu korudu.
Bu hareketlerden birinin aciz kalışının ve diğerinin de başarısızlığa uğramasının sebeplerini aradım. Sonunda şu kanaate vardım. Panjermanist hareket Almanlığı ihya etme prensibini tasarlama şeklinde haklı idi. Fakat bu iş için seçtiği vasıtalar şansız çıktı. Milliyetçi oldu, fakat maalesef halkı kazanacak kadar sosyal olamadı. Onun Yahudi aleyhtarlığı, dini düşünceler yerine ırklar meselesini iyi anlama esasına dayanıyordu. Fakat belirli bir mezhebe karşı mücadelesi bir prensip ve taktik hatası idi.
Sosyal Hıristiyan hareket, Almanya’nın dirilmesi gayesinde hiçbir açık düşünceye sahip değildi. Toplumsal meselenin yabancılara karşı mücadelesinde aldandı ve milliyetçi (nasyonalist) fikrin kudreti hakkında fikir sahibi olamadı.
Eğer Hıristiyan Sosyal Parti, halkı anlama meselesine, Panjermanist hareketin ırklar meselesine verdiği önem kadar sarılsa idi, yani milliyetçi olsa idi, yahut Panjermanist hareket milliyetçilik ve Yahudi aleyhtarlığı konularındaki isabeti kadar, Hıristiyan Sosyal Parti’nin Sosyalizm hususundaki vaziyetini anlasa idi, ortaya çıkan hareket Alman ırkının kaderinde çok önemli ve olumlu bir rol oynayacaktı. Eğer bu böyle olmadı ise bunun suçu Avusturya Devleti’nin özüne aittir.
Partilerin hepsinde fikirler tam manasıyla olgunlaşıp, kesin şekillerini almadıkları için hiçbir partiye girmedim. Daha o günlerde bu hareketlerin sonuçsuz kalacağını, Alman ırkını gerçekten milli bir kalkınmaya kavuşturmayacağım anlıyordum. Habsbourglar Devleti’ne karşı duyduğum kin ve nefret bu devirde gitgide çoğaldı. Yabancı siyasi konularla meşgul oldukça, bu devletin Almanların felaketine sebep olmaktan başka bir işe yaramayacağı fikri bende dal budak salıyordu. Alman milletinin kaderinin Almanya’da değil, Reich’ın kendisinde çizileceğim her gün daha açık bir şekilde görüyordum. Bu sadece genel siyasi sebeplerden dolayı değil, aynı zamanda kültür yönünden de böyle olacaktı. Avusturya kültür ve güzel sanatlarda da Alman milleti için tam bir anlamsızlık örnekleri veriyordu. Bu rezalet mimari sahada daha çok göze çarpıyordu. Arnuvoar tık bu hususta büyük zaferler kazanamazdı. Çünkü Ringstrasse bittikten sonra Viyana’da gelişen planlara kıyasla Almana pek önemsiz işlerden başka bir şey kalmamıştı.
Akıl ve gerçek beni Avusturya’daki acı, fakat verimli geçen çıraklığıma devam etmeye zorluyordu. Fakat kalbim ise oradan ayrıl mıştı. Böylece çifte hayat sürmeye başladım.
Bu devletin boşluğunu ve onu kurtarmanın imkanı olmadığını anladıktan sonra, beni ezen bir sıkıntının pençesine düştüm. Onun bütün yapacağı teşebbüslerin Alman ırkını felakete sürükleyeceğini de hissediyordum. Bu devletin gerçekten büyük ve değerli her Almanı küçülteceğine ve ona engel olacağına kanaat getirdim. Çünkü Alman milletinin aleyhine olan her faaliyeti teşvik edip, kolaylaştırıyordu. Monarşinin merkezi Viyana’da, Çeklerden, Lehlerden, Macarlardan, Rutenlerden, Sırplardan ve Hırvatlardan meydana gelen ırki alaşım bende tiksinti uyandırıyordu. Bu arada insanlığın çöküşünü hazırlayan mikrop Yahudileri de unutmamak gerek, îşte bu büyük şehir, nikah düşmeyen akrabalar arasında meydana gelen evlenmeye benziyordu.
Gençliğin dili, Aşağı Bavyera Bölgesi’nde konuşulan lehçe idi. Ben, ne bunu unutabiliyordum ne de Viyana diline bir benzetme ‘ yapabiliyordum. Bu şehirde kaldığım sürece, Almanya’nın bu eski kültür merkezim yok etmeye başlayan bu yabancı ırklar topluluğuna karşı kinim kabarıyordu. Bu devletin ömrünü uzatmaya çalışmak ,bana çok gülünç geliyordu. O sırada Avusturya öyle eski bir mozaik gibiydi ki, parçaları bir araya toplayan çimento artık dayanıksız bir duruma gelmişti. Bu şaheser elle dokunulmadığı sürece, sizi eşsiz bir varlık görünüşü ile aldatmaktaydı. Fakat buna dokunulur dokunulmaz, tuzla buz olacaktı, işte bu darbenin ne zaman indirileceği söz konusu idi
Benim kalbim daima Alman imparatorluğu için çarptı, Avusturya Monarşisi için değil. Bu ihtiyar monarşinin çökme saati, bana her zaman Alman ırkının kurtulmasının başlangıcı gibi geldi. Bütün bu sebepler beni, gençliğimden beri duyduğum gizli hülyaların ve gizli aşkın çektiği yere gitmeye zorladı. Zamanı gelince bir mimar olarak, milletime kaderimin bana verdiği küçük ve büyük çerçeve ‘‘içinde samimi görevleri yerine getireceğimi ümit ediyordum. Sözün 1 kısası kalplerindeki en ateşli emellerinin gerçekleştiği yerde yaşamak ve faaliyette bulunmak saadetine sahip kimseler arasına katılmak istiyordum. Kalbimin emeli ise, sevgili vatanımın, müşterek büyük vatan olan Alman Reich’ı ile birleşmesinden ibaretti.
Bu büyük isteğin değerini anlamayanların sayıları bugün bile Çoktur. Fakat ben, kaderin bu saadeti tattırmadığı kimselere hitap ediyorum. Anavatandan ayrı düştüklerinden dolayı, ana dilin kutsal hazinesi uğruna mücadele etme zorunda kalanlara, vatana bağlı Oluşları yüzünden kötü hareketlere uğrayanlara ve sevgili ana toprağın kalbine dönme imkanını verecek saadet dolu günü elem dolu bir şevkle bekleyenlere sesleniyorum. Ve biliyorum ki bu kimseler beni anlayacaklardır.
Alman olup da, sevgili vatana mensup olmak imkanını bulamamanın ne olduğunu bütün varlıkları ile bilenler, vatandan ayrı düşmüş kimselerin kalplerinde her an yanan derin sıla hasretini takdir edebilirler. Bu sıla hasreti herkesi üzüyor, herkesi neşe ve saadetten yoksun bırakıyordu. Bu hal, vatanın kapısı açılıncaya ve müşterek kan, müşterek imparatorlukta barış ve sükûn buluncaya kadar devam edecektir.
Viyana benim için acı bir okul oldu ve içimde öyle kaldı. Fakat benim için çok verimli bir okuldu. Viyana’ya henüz yarı çocuk yaşta iken gelmiştim. Bu şehri terk ettiğim zaman ciddi bir adam olmuştum. Hayat hakkındaki genel düşüncelerimi ve özellikle siyasi inceleme şeklim orada öğrendim. Bu öğrendiklerime bazı ekler yaptım, fakat hiç terk etmedim. O yılların bütün değerlerini ancak şimdi anlayabiliyorum.
Hayatımın bu devresini geniş bir şekilde anlattım. Bu mütevazı başlangıçtan sonra, beş yıl kadar kısa bir süre içinde halk topluluklarının büyük bir hareketi olmaya başlayan parti için gerekli konuları ve ilk hayat derslerini aldım. Eğer şahsi fikirlerden meydana gelen bir sermaye, bende daha ilk yıllardan itibaren kısmen kaderin baskısı ve kısmen de şahsi inceleme ve okumalarım sayesinde birikmemiş olsaydı; bilmem Yahudilere, Sosyal Demokrasi’ye, Marksizm’e ve toplumsal konulara karşı ne tavır alırdım. Çünkü, vatanın başına gelen felaketler, binlerce kişiyi yıkılmanın iç sebepleri hakkında düşünmeye sevk ettiyse de; bu çöküş, insanı mücadele yıllarından sonra kaderleri ile baş başa kalmış olanların elde edebilecekleri dayanıklılığa hiçbir zaman ulaştırmaz.
BÖLÜM 4
1912 yılının baharında Münih’e gittim, Sanki yıllarca orada .oturmuşum gibi şehir bana hiç yabancı gelmedi, incelemelerim beni defalarca bu Alman sanatının merkezine götürmüştü. Münih bilinmezse Almanya görülmüş sayılamayacağı gibi, Münih tanınmadıkça Alman sanatı hakkında da bir fikre sahip olunamaz. Bütün güçlüklere rağmen burada geçirdiğim devre hayatımın en mesut zamanı oldu . Çalışıyordum. Aldığım ücret pek az bir şeydi. Resim yapmak !in yaşamıyordum. Kendi geçimimi sağlamak için resim yapıyorum. Resim yapmamın sebebi, hayat imkanlarını öğrenmek ve bu anda ilerlemeyi devam ettirebilmek içindi. Günün birinde tasavvur ettiğim gayeye ulaşacağımdan eminim. Bu kanaat bana çalışmarımda büyük bir enerji kaynağı oldu.
Hayatın basit ve küçük üzüntülerine kolayca ve kayıtsız kalarak tahammül göstermek için bu husus bana yetiyordu. Üstelik buna, daha ikametimin ilk anından itibaren bu şehre karşı ruhumu çevreleyen derin sevgi de karışıyordu, işte bir Alman şehrindeydim. Viyana ile ne büyük fark vardı. Burada konuşulan dil bana gençliğimi hatırlatıyordu ve lehçe itibariyle benimkine yakındı. Böylece her şey benim için çok değerli ve yüce oldular. Fakat beni en çok Hofbrahaus’tan Oddon’a ve Oktoberfest’ten Pinacotheque’e uzanan o eşi görülmemiş manzaralar çekiyordu. Bugün dünyada diğer yerlerin hepsinden çok bu şehre bağlanışımın sebebi, benim gelişmemi ayrılma kabul etmez şekilde uygun gelmesi ve bunda büyük rol oynamasıdır. Fakat burada gerçekten gizli bir memnuniyet duyduysam, bunu Wittelsbachların bu harikalar dolu şehirlerinin soğuk bir akıl ile değil de ancak hassas bir ruha sahip kimseler üzerinde yapacağı etkiye bağlamak gerekir.
Münih’te mesleki çalışmalarımdan başka, özellikle siyasi ve dış olayları devamlı olarak incelemek beni cezbediyordu. Almanya’nın anlaşmalarla ilgili politikasını inceleyerek dış siyasetini anlıyordum. Bu anlaşma siyasetini daha Avusturya’da bulunduğum sıralarda bile kesinlikle hatalı buluyordum. Fakat Viyana’da Reich’ın kendisi ne kadar büyük hayallere kaptırdığım göremiyordum. O günlerde müttefikimizin ne kadar aciz olduğunu Berlin’in bildiğini ve pusuya yatmış düşmanları uyandırmamak için Bismarck tarafından başlatılmış siyasete devam edildiğim sanıyordum veya bunu böyle kabul etmek istiyordum. Fakat halkla temas edince, bu fikrin yanlış olduğunu büyük bir korku ile gördüm. Aydın çevreler dahil, her tarafta Habsbourglar Monarşisi hakkında zerre kadar bir bilgi olmadığını tespit ettim ve hayretler içinde kaldım. Halk bile müttefikin ciddi bir devlet olduğunu, tehlike anında askeri kuvvet vereceğini sanıyordu. Monarşinin daimi bir Alman Devleti olduğuna ve buna güvenilmesi gerektiğine inanılıyordu. Burada da kuvvetin sayı ile ölçüleceği sanılıyordu. Nedense Avusturya’nın çok eskiden beri bir Alman Devleti olmaktan uzaklaştığı ve iç durumunun her gün çökmeye doğru yaklaştığı görülemiyordu. Ben bu durumu diplomatlardan çok daha iyi biliyordum. Bu diplomatlar, kadere doğru, her zaman olduğu gibi gözleri kapalı ilerliyorlardı. Yukarıdan kamuoyuna verilen gıda, halkın duygularında aksetmiyordu. Tepedekiler de müttefike karşı altın danaya beslenen ibadetin aynını tekrarlıyorlardı. Samimi olarak eksik olan şey, nezaketle telafi edilmek isteniyordu. Söz her zaman peşin para yerine geçiyordu.
Viyana’da iken devlet adamlarının nutukları ile Viyana gazetelerinin makaleleri arasında açık farkı gördüğümde beni bir hiddet dalgası kapladı. Viyana ne de olsa bir Alman şehri idi. Fakat Viyana’dan veya Alman Avusturya’dan uzaklaşıp, imparatorluğun Slav şehirlerine varıldığında büyük farklar derhal göze çarpıyordu. Prag’da bu üçlü devlet komedisi hakkında neler söylendiğini bilmek için Prag gazetelerine şöyle bir göz atmak yeterdi. Bu diplomasi oyunları hakkında orada alaydan başka bir şey yoktu. Barış sırasında, iki im parator birbirlerine sevgi gösterilerinde bulunurlarken, anlaşmanın Niebelungenlerin ideallerinin hayali gerçekleşme safhasına gelindiği an feshedileceği açıkça söyleniyordu. O halde neden, birkaç yıl sonra anlaşmaların tatbik edilme saati geldiğinde italya’nın üçlü anlaşmadan çekilip, iki müttefikini yüzüstü bırakmasına ve hatta düşmanla anlaşmasına hayret edildi? Oysa, italya’nın Avusturya ile beraber savaşması mucizesine bir an bile inanabilmek için diplomat körlüğüne yakalanmış olmak gerekirdi. Yalnız Habsbourglar ve Almanlar, italya ile yapılan anlaşmaya taraftar gözüküyorlardı. Habsbourglar zaruret dolayısıyla ve hesaplarına uygun geldiği için Avusturyalı Almanlar da iyi niyetle bir anlaşmaya inanıyorlardı. Çünkü bu üçlü anlaşma ile Alman imparatorluğu’na büyük hizmetlerde bulunacaklarını, onun kuvvetini arttıracaklarını sanıyorlardı. Bu İnanışta siyasi bönlüğün de etkisi vardı. Bu beslenen ümidin, tahakkuk etmeyeceği bir yana, böylesine bir hareketin Reich’ı uçuruma Sürükleyeceği ve buna da devlet kadavrasının sebep olacağını bilmemek bence aptallıktı. Bu anlaşma yükünden Avusturyalı Almanlar, Cermenlikten çıkmağa daha çok mahkum oluyorlardı. Gerçekte Habsbourglar, Reich ile yapılan anlaşma ile o yönden gelecek bir saldırıyı önlediklerini sanıyorlardı. Halbuki böyle bir saldırıya pek haklı olarak maruz kalabilirlerdi. Anlaşma onlara iç siyasetlerinde Cermenliği ezmek yolunda daha rahat hareket etmelerini sağlıyordu. Avusturyalı Almanlar arasında pek adice yürütülen Slavlaştırma hareketine karşı yükselecek itirazları anlaşmayı vesile ederek susturacaklarım düşünüyorlardı. Hani Reich Almanya’sı bile Habsbourglar Hükümeti’ni tanır ve ona güven beyan ederken Avusturya’daki Almanlara ne oluyordu? Yoksa bütün Almanların gözünde vatan haini olarak damgalanmak için, karşı mı durmalıydılar? Halbuki bu Almanlar yıllarca Almanya uğrunda her türlü fedakarlıklara katlanmışlardı.
Eğer Habsbourg Monarşisi’ndeki Cermenliğin kökü kazanırsa bu anlaşmanın ne değeri kalırdı? Üçlü anlaşmanın değeri Almanya için Avusturya’daki Alman nüfuzunun devamına bağlı değil miydi? Yoksa Habsbourgların bir Slav imparatorluğu ile saltanat sürebileceğine inanılıyor muydu?
Gerek Alman siyasetçilerinin ve gerek kamuoyu tarafından Avusturya’daki milliyetler konusunda alınan vaziyet budalalık ve manasızlıktan başka bir şey değildi. 70 milyonluk bir ırkın geleceği ve emniyeti bir çürük anlaşma üzerine bina ediliyor ve aynı zaman da her geçen yıl, müttefik devlet anlaşmasının temelini teşkil eden unsuru sistemli bir şekilde kemiriyordu. Gün gelecek, ortada Viyana siyasetçileri ile yapılan anlaşmanın kağıdından başka bir şey kalmayacaktı, italya ile durum, esasen ilk günlerden beri bunun aynı idi.
Eğer Almanya’da ırklar tarihi ve psikolojisi biraz dikkatle ince-lense ve açıklansa idi, Ouirinal ile Viyana imparatorluk Sarayı’mn kol kola savaşa gireceklerine hiçbir zaman ihtimal verilemezdi. Herhangi bir italyan hükümeti, tek bir italyan askerini, şiddetle nefret edilen Habsbourgların katıldığı bir savaşa, düşman sıfatının dışında bir sıfatla göndermeye kalkıştığı anda, bütün bir italya bir volkan gibi patlayacak hale gelir. Çoğu zaman Viyana’da italyanların Avusturya Devleti’ne bağlılığından alayla ve kinle bahsedildiğine şahit oldum. Yüzyıllar boyunca italya’nın bağımsızlığı aleyhinde Habsbourgların işledikleri hatalar o kadar çoktu ki, unutulması imkansızdı. Böyle bir istek esasen gerek italyanlarda ve gerek hükümetinde de yoktu. Bundan dolayı italya için Avusturya ile yapacağı iki şey vardı. Ya anlaşma ya da savaş, onlar birincisini seçip, ikincisine rahatça hazırlanabilirlerdi.
O halde neden anlaşma yapılıyordu? Almanya’nın anlaşma siyaseti rahat olduğu kadar, kendisi için de tehlike arz ediyordu. Demek ki Reich’ın geleceği Alman milletinin imkanlarının devamına bağlı kalıyordu.
Bu durumda ne yapılmalıydı?
Almanya’nın nüfusu her yıl dokuz yüz bin kişi artıyordu. Bu yeni vatandaşları beslemek yıldan yıla zorlaşıyordu. Kıtlık tehlikesi baş gösteriyordu. Bu kıtlık tehlikesinin önünü almak için çare bulunamazsa bir gün felaketle burun buruna gelmek mümkündür. Böyle korkunç bir ihtimalden kaçınmak için dört çare vardır.
1) Bu tehlike karşısında başvurulacak çarelerden biri: Fransızların yaptıkları gibi doğumların artmasını yapay bir şekilde sınırlamaktı.
Tabiat, kıtlık veya uygun olmayan iklim şartlarında ve verimsiz topraklı yerlerde, bazı memleket veya bazı milletler için nüfus artmasını sınırlar. Bu arada hiçbir zaman doğurma kabiliyetine engel olamaz, ancak doğan ferdin yaşamasını önler. Fertleri çetin bir mahrumiyet karşısında kuvvetsiz ve aciz bırakır ve böylece bunları hayattan ayırır. Diğer taraftan hayatın zorlukları ile mücadeleye fırsat verdiği fertler, her türlü yokluğa katlanırlar. Bu fertler dayanıklıdırlar ve nesil vermeye kabiliyetlidirler. Tabiat ferde karşı sert hare-t kette bulunur ve hayatın mücadeleleri ile yarışabilecek çapta değilse İ Onu derhal sahneden geri çekerek milleti kuvvetli bir halde idame eder. Bu suretle sayının azalması, kişiyi ve sonuç olarak da milleti daha kuvvetli yapar.
Fakat insan kendi zürriyetini sınırlamaya kalkarsa, işte o zaman iş değişir, insan tabiat ile aynı malzemeden yapılmamıştır. O beşeri bir yaratıktır, însan doğanların yaşamasına karşı engeller çıkaramaz. Ancak doğurma işine engel olabilir. Hiçbir zaman milleti düşünmeyen, yalnız kendi şahsını düşünen insanın bu davranışı daha insani ve daha adilane görünürse de tamamen yanlıştır. Tabiat insanları çocuk yetiştirmekte hür bırakmakla beraber, zürriyetlerini çok çetin bir sınavdan geçirir. Sayıları çoğalan fertler arasında yaşamaya layık olarak en iyileri seçer. Bunları muhafaza eder ve ırkı koruma görevini bunlara vererek zürriyeti devam ettirme olanağına sınırlar. Fakat, insan doğan her canlıyı ne pahasına olursa olsun korumaya çalışır, ilahi iradenin bu şekilde düzeltmesi, insana akla uygun gelir, insan| bu yeni noktada da tabiatı alt ettiğinden ve tabiatın yetersizliğini ortaya koyduğundan dolayı sevinç duyar. Fakat ne var ki bu zavallıdır, gerçekten sayının belirli bir miktarda kaldığını ve bu arada ferdeğerinin de azaldığım istemeyerek de olsa görürler. Çünkü doğurma melekesi sınırlandırılıp da doğum azalınca, en kuvvetli ve en flağlamların yaşamalarını sağlayan tabii hayat mücadelesinin yerine,pek açık olarak en hastalıklıları ve zayıfları kurtarmak işi ortaya çıkacaktır. Sonunda tabiatın iradesi hafifletilecek ve böylece gittikçe berbatlaşan bir nesil ortaya çıkacaktır.
En son şu olur ki, günün birinde dünyada hayat böyle bir kuvvetin elinden alınır. Çünkü insan, milletlerin sürekliliğini sağlayan ebedi kanuna ancak bir süre karşı koyabilir, intikam dakikası er geç gelir çatar. Daha kuvvetli olan bir millet, daha zayıf olan bir milleti ‘kovacaktır. Çünkü hayata doğru nihai saldırış, ferdiyetçi bir insaniyetin manasız engellerini ortadan kaldırarak; yerlerini daha kuvvetli İrfanlara vermek için zayıfları yok eden tabiata uygun bir beşeriyete yer sağlayacaktır. Bu durumda Alman milletinin geçimini kim, nüfusunun artmasını sınırlama yoluyla temin etmek isterse, Alman milletinin geleceğini elinden alıyor demektir. 2) Nüfus artışı karşısında alınacak ikinci tedbir de dahili kolonizasyondur. Bir toprağın verimini belirli bir noktaya kadar çoğaltmak imkan dahilindedir ve bu artma bir noktaya kadardır. Bu yüzden, nüfus artışı, bir müddet toprağımızın verimini arttırmak suretiyle karşılanabilir. Fakat ihtiyaçların nüfus artışından daha çabuk arttığı da gözden uzak tutulmamalıdır, insanların yiyecek ve giyecek ihtiyaçları, birkaç yüzyıl önce yaşamış insanların ihtiyaçlarından mukayese kabul etmez bir şekilde artmıştır. Bundan dolayı üretimdeki her artmanın, nüfusta da bir çoğalma meydana getireceğini düşünmek çılgınlıktır. Asla, toprağın fazla ürününün, insanların hükmedici ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıldığı doğru değildir. Fakat, bir yandan en büyük sınırlama ve öte yandan üstün bir gayretle çalışılsa dahi, yine toprağın gereği olarak son bir noktaya varılabilir Mümkün olan her türlü mesaiye rağmen bir gün gelecek ki, artık topraktan daha fazla ürün almaya imkan kalmayacaktır. Er geç kaderin çizdiği korkunç son bu olacaktır. Kıtlık hasılatın düşük olduğu yıllarda ortaya çıkacak, artan nüfus ile kıtlık stoklaşacak ve an çak ürünün bol olduğu yıllarda doldurulan ambarlar sayesinde darlık çekilmeyecektir. Fakat açlık bu milletin ebedi arkadaşı durumu na girecektir. O zaman tabiat işe müdahale edecek ve yaşamak için seçilecek olanları tespit etmek ve atamak gerekecektir. Yahut, insan lar çoğalmayı suni olarak sınırlama (doğum kontrolü) yoluna gide çekler ve milleti bekleyen ve daha önce sözünü ettiğimiz hazin akı beti hazırlayacaklardır.
Dostları ilə paylaş: |