Kavgam adolf hitler



Yüklə 1,9 Mb.
səhifə4/40
tarix26.10.2017
ölçüsü1,9 Mb.
#14502
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

BÖLÜM 2


Genel fikirlere sahip olduktan, günlük meseleler hakkında sağ-Um ve kesin fikir edindikten sonra karakter bakımından olgunlaşan insan siyasi hayata atılabilir. Eğer, sağlam ve kati fikir edinememiş ile, bir gün herhangi bir mesele hakkında aldığı kararı değiştirecek, yahut takip ettiği ve eksik bir şekilde bilgi edindiği bir doktrine bağlanacaktır. Birinci hal karşısında kendine bağlı olan taraftarlarını kaybedecektir. Liderin bu hatası, idaresi altında bulunan kimselerin hemen gözüne batacaktır, ikinci halde ise, lider yaydığı fikirlere ne kadar az inanırsa ve bunları haklı çıkarmak için ortaya koyacağı mütalaa ne kadar boş olursa, seçtiği vasıtalar da o kadar basitleşir. ı Sonunda siyasi görünümlerini, ciddi bir şekilde kendi şahsı ile somutluluğunu üzerine almaz. Halbuki insan, hayatını ancak inandığı Şeylerin uğruna feda eder. Bu arada kendine bağlı olanlardan istedikleri şeyler de, adi şeyler olmaya başlar. Artık liderlikten çıkar ve politikacı olur. Bu tip siyasilerin gerçek ve yegane kanaatleri, kanaatsizlikten ibaret olur. Bu arada, bu gibilerin şahsında küstahlık ve yalan söylemek sanatı da toplanır.

Eğer namuslu insanların oyları ile böyle bir kimse meclise girerse, bu kimsenin yapacağı iş “altın yumurtlayan tavuğu” kendisi Ve ailesi için korumak üzere girişebileceği mücadeleden ibarettir. Geçim derdi yüzünden siyasete atılan herkes onun en amansız düşmanı olacaktır. O her yeni harekette ve seçkinleşen her yeni adamın karşısında kendi korkunç akıbetini görecektir.

Bu “parlamento tahtakurularından ilerde tekrar bahsedeceğim. Bu arada hemen şunu da söyleyeyim ki otuz yaşındaki bir adam için bütün ömür boyunca öğrenilecek daha birçok şeyler vardır. Fakat bütün bunlar, o yaşa kadar kazanılan umumi mefhumlar arasında bir doldurma, bir tamamlama işinden ibaret kalacaktır. Yeni yeni kazandığı bilgiler, ana prensiplerini bozmayacak ve hatta dağıtmayacaktır. Ondan bir şey öğrenmiş olan taraftarları, ilerde birtakım lüzumsuz bilgilerle kafalarım doldurmuş kimseler durumuna düşmeyeceklerdir. Liderin fikri gelişmesi taraftarlar için bir garanti ola çak, onun yeni alıntıları yalnızca doktrinlerinin oluşumuna hizmet ve yardım edecektir. Ayrıca, bunlar taraftarlarının nazarında, müdafasını yaptığı fikrin doğruluğunun bir delili olacaktır. Yanlışlığı tahakkuk eden ve bu yüzden umumi nazariyelerini terke mecbur kalan bir lider, bu durum karşısında siyasi ve genel bir harekette bulunmaktan kendini alıkoymalıdır. Çünkü kilit noktalar üzerinde bir kere hataya düşen bir lider, ilerde de ikinci bir hata işleyebilir. Vatandaştan onu kabul etmesini, kendisine itimat beslemesini isteme ye hakkı yoktur.

Halbuki bu hususa pek az uyulmaktadır. Bu da kendilerinin siyaset yapmaya haklı olduklarını iddia edenlerin ne kadar adi kimseler olduklarım ortaya koyar.

Fakat bütün bu alçak adamların arasından seçkin bir adam çıkar mı hiç?

Siyasetle meşgul olduğumun farkındaydım. Fakat gene de kendimi ileri sürmeye çekmiyordum. Beni cezbeden şeyleri küçük bir çevrede anlatıyordum. Böylece küçük bir çevrede söz söylemenin faydalarını görüyordum, insanların son derece basit olan fikir ve kanaatlerine nüfuz etmeyi öğreniyordum. Bunun için de en kısa zamanda kültürümü arttırmaya çalıştım.

Bu çalışmama Avusturya’da en uygun yer Viyana’dan başka bir yer olamazdı. O zamanki Almanya’ya kıyasla, ihtiyar Tuna Monarşi’sindeki siyasi işler daha çok ve daha ilgi çekici durumdaydı. Sadece Prusya’nın bazı kısımları, Hamburg ve Kuzey Denizi kıyıları bu görüşün dışında kalıyorlardı. Avusturya’daki Alman nüfuzu, bu devle tin kurulmasında sadece tarihi bir rol oynamakla kalmamış, aynı zamanda suni bir kuruluş olan Habsbourglar Imparatorluğu’nu yüz yıllar boyunca ayakta tutan manevi kuvveti de temin etmiştir. Zamanla bu devletin hayatı ve geleceği imparatorluğun çekirdeğinin sağlıklı biçimde yaşamasına daha yararlı oluyordu. Eğer eskiden yonetimi babadan oğla geçen devletler, imparatorluk ve siyasi hayat için devamlı olarak taze kan gönderen bir kalbi andırıyorlarsa, Viyanı da bu gövdenin beyniydi. Viyana’nın dış görünüşü tahtına kurulmuş bir kraliçe manzarası arz ediyordu. Bu haşmet Viyana’ya çeşitli ırkları bir araya toplayan siyasi otoriteyi sağlıyordu. Viyana güzellik ile oradaki ihtiyarlık belirtilerini saklıyordu. Avusturya imparatorluğu’nun bünyesindeki milletler birbirleri ile kanlı mücadelelerle sarsılırlarken, yabancı devletler ve Almanya, Viyana’nın güzel hayalinden başka bir şey düşünemiyorlardi. Bu yıllarda Viyana son defa VI büyük bir gelişme gösterdiği için böyle bir hayalin beslenmesi normaldi. Başarılı ve dahi bir belediye başkanının idaresi ile, ihtiyar Tuna Monarşisi’nin imparatorlarının hükümet merkezi, gözleri kamaştıran genç bir hayata başlıyordu. Halkın arasından çıkarak doğu sınırını kolonize eden büyük Alman, nedense resmen devlet adam-Un arasına dahil edilmiyordu. Halbuki Dr. Lueger imparatorluk merkezinin belediye başkanı olarak her sahada başarılı oldu. Dr. Lueger ekonomik alanda, güzel sanatlarda tam bir başarı gösterdi. O günlerde ortalıkta dolaşan siyaset adamlarının hepsinden daha büyük bir devlet adamı olduğunu zorlu yollardan geçerek ispat etti. Eğer Avusturya denilen millet iddiası yıkıldı ise de bu Dr. Lueger’in siyasi kabiliyetine bir zarar getirmez. Çünkü on milyonluk çekirdek bir milletle, elli milyonluk bir devleti devamlı şekilde ayakta tutmak imkansız bir şeydir. Yeter ki kesin ve belirli bazı düşünceler tam gerektiği anda meydana gelmiş olsunlar.

Avusturyalı olan Almanın düşünceleri çok genişti. Büyük bir imparatorluk kadrosu içinde yaşamağa alışmıştı. Bu durumdan meydana çıkan vazife alışkanlığını ise hiçbir zaman kaybetmemişti. Avusturya tacının küçük sınırlarının nihayetindeki devlette imparatorluk sınırlarını görüyordu. Talih onu Alman vatanından ayırmıştı. Bundan dolayı, ecdadının sonsuz çekişmeler içinde doğudan koparmış oldukları parçayı Alman olarak devam ettirmeyi, şahsı için ezici de olsa görev kabul etmeye gayret gösterdi. Avusturyalı olan Almanların bütün kuvvetlerinin bir göreve yöneltilmediği de bir gerçekti. Keza bazıları kalpleri ve hatıraları ile anavatana yönelmiş değillerdi. Doğdukları memleketi düşünenler azınlıktaydı.

Avusturyalı olan Almanların görüşleri daha geniş bir ufku kaplıyordu, imparatorluğun çeşitli iktisadi işlerim omuzlarlardı. Önemli teşebbüslerin hemen hemen tamamını ellerinde tutarlardı. Müdürlerin, teknik elemanların ve hizmetlilerin büyük bir kısmı bunlardan çıkardı. Dış ticaret hemen hemen Yahudilere ait idi. Yahudilerin el atmamış oldukları sahalarda Avusturyalı Almanların iş tuttukları görülürdü. Siyası yönden ise Devlet tamamen Avusturyalı Almanlar tarafından ayakta tutulurdu. Askerlik hizmeti onu, doğduğu ilin küçük sınırlarından çok uzak yerlere gönderiyordu. Yeni kura erleri muhakkak ki bir Alman alayına hizmet ediyorlardı. Ama ne var ki bu Alman alayı Viyana’da veya Galiçya’da bulunduğu kadar, Hersek’te de üslenebilir di. Subayların büyük bir kısmı, kurmay heyeti gibi henüz Almandı.

Güzel sanatlar ve ilim de Alman ürünüydü. Sadece modern sanat çalışmaları türünden uydurma şeyler hariçti. Bu sahte sanat eserlerini bir zenci milleti de yapabilirdi. Gerçek sanat eserinin ilhamına Almanlar sahiptiler. Viyana güzel sanatların bütün kollarında hiçbir zaman kuruma tehlikesi olmaksızın Tuna Monarşisi’nin sanat ihtiyacını sağlayan ve bitmek bilmeyen bir kaynaktı. Sözün kısası, Alman unsurları sayıları pek az olan Macarlar hariç tutulursa, bütün dış siyasetin ana direği idiler. Ama bu imparatorluğu kurtarmak için yapılacak her şey manasızdı, çünkü gerekli olan esaslı şart ortada yoktu. Avusturya İmparatorluğu’nda çeşitli milletlerin parçalanmayı sağlamaya çalışan kuvvetlerine galip gelebilmek için tek çare vardı. O da devleti merkeziyet usulüne göre idare etmekti. Eğer dahili teşkilatlanma çalışmaları sonuçsuz kalsaydı, bu başarısızlığın sonucu olarak da imparatorluk yok olup gidecekti.

Görüşlerin henüz berrak olduğu devirlerde bu fikir devletin yüksek kademesinde tartışıldı. Fakat kısa bir süre içinde devletin federasyon usulüne daha yakın bir şekilde teşkilatlanma çalışmaları sonuçsuz kaldı. Bu başarısızlığa sebep de imparatorluk içinde bir çekirdek sınıfın duruma hakim olmaması idi. Bu başarısızlığa Avusturya Devleti’ne özgü ve Bismarck tarafından Alman Reich’ı kurulduğu zaman görülmüş olanlardan tamamen farklı bazı iç durumlar da eklendi. Almanya’da kültür bakımından müşterek bir temel olduğu için sadece siyasi geleneklerin üstün gelmesi söz konusuydu. Çünkü Reich, bazı küçük yabancı parçalar hariç tutulacak olursa sadece tek bir milletin temsilcilerini içeriyordu. Avusturya’da ise durum, bunun tam aksi idi. Avusturya’da, Macaristan göz önünde tutulmazsa her memleketli kendilerine has bir büyüklüğün siyasi hatırası tamamen ortadan kalkmıştı, ya da bu belirli hatıralar, zamanın örtüsü altında silinmiş VI fark edilmez hale gelmişti. Fakat bu duruma karşılık, milliyet prensibi ileri sürülünce, çeşitli memleketlerde ırki eğilimler güç kalındılar. Bu eğilimler milli devletler monarşisinin sınır boylarında filizlenmeye başladığı için hedefe varması kolay olacaktı. Bu yerlerdeki ırklar toz halindeki Avusturya toplulukları ile aynı kandan veya yakın ırktan oldukları için, Avusturya toplulukları üzerinde Alman Avusturyalıların çekiciliklerinden çok daha büyük bir çekici kuvvete sahip oldular. Hatta Viyana bile bu mücadeleye dayanamadı.

Budapeşte, gelişmesi sonucunda bir şehir haline gelince, Viyana ilk defa olarak bir rakiple karşı karşıya kaldı. Bu rakibin görevi çifte monarşinin birliğini korumak yerine, daha çok devletin sınırları içindeki milletlerden birini takviye etmek oldu.Kısa bir süre sonra Prag’da aynı görevi yüklendi. Bunu Laibach takip etti. işte bu eski eyalet şehirleri, özel memleketlerin hükümet merkezleri mertebesine çıkarken ayrıca bir fikir hayatının merkezleri de oluyorlardı. böylece ırka dayanan siyasi içgüdüler bir derinlik kazandılar ve ruhi temellerin üzerine oturdular. Elbet bir gün, çeşitli ırkların ileri atılma arzuları, devletin müşterek menfaatlerinin meydana getirdiği birlik olma kuvvetinden çok daha şiddetli olacaktı, işte o zaman Avusturya bitecekti.

ikinci Joseph’in ölümünden sonra, bu gelişme açıkça kuvvetlenip, sağlamlaştı. Bu gelişmeye, kısmen monarşik idarenin kendisi, kısmen imparatorluğun dış durumunun ortaya koyduğu durumlar sebep oldu.

Devletin korunması için kavgaya girişilecek ise, mücadele ciddi »lirette kabul edilmeli ve sebatlı bir çalışma ile sağlam bir merkeziyetle hedefe ulaşılmalıydı. Bunun için her şeyden önce tek bir resmi dil kabul edilmeliydi. O ana kadar tamamen lafta kalmış olan milli birliği tahkik etmeli idi. Devletin yaşayabilmesi için gerekli teknik çareler hükümetin eline verilmeliydi.

Müşterek bir milli duygu ancak okul ve propaganda aracı ile ve çok uzun bir zamanda yaratılabilir. Bu hedefe ulaşmak için on yıl, yirmi yıl yetmez. Yüzyılları göze almak gerekir. Bu durum tıpkı sömürge kurma işinde olduğu gibidir. Sömürgelerin kurulmasında da sebat ve iktidar, sınırlı bir zaman içinde harcanan enerjiden çok daha önemlidir.

idarede mutlaka bir birliğin gerekli olduğu üzerine ısrar edilmemelidir. Bütün bunlardan bir tanesinin bile yapılamadığım, daha doğrusu neden yapılmak istenmediğini araştırıp bulmak, benim için çok faydalı oldu. Bu ihmalkarlığa sebep olan, imparatorluğun çökmesinin de tek sorumlusudur.

Yaşlı Avusturya İmparatorluğu’nun hayatı, diğer devlerden herhangi birinin hayatından çok, hükümetin kudret ve kuvvetine bağlı idi. Avusturya’da milli bir devlet temeli eksikti. Böyle bir devlet eğer gereği gibi sevk ve idareyi elinde tutamazsa, daima ırki menşei dolayısıyla devamlılığını, sağlayabilecek bir kuvvete sahip bulunur. Irki devlet, bazı kereler nüfusunun tembelliği ve bunun oluşturduğu direnme kuvveti sayesinde uzun, kötü idare devirlerine pek rahatsız olmadan şaşılacak bir tahammül gösterebilir. Bir vücutta her türlü hayatiyet kaybolduğu ve bir ceset karşısında kalındığı sanıldığı zaman, bir ölü kabul edilen vücut ayağa kalkarak insanlara, hayatın kudreti ve kuvveti hakkında şaşırtıcı belirtiler gösterebilir. Fakat çeşitli topluluklardan meydana gelen, kan birliği ile kurulmayıp sadece müşterek bir pençenin idaresi altında oluşan imparatorlukta ise iş tamamen başka şekilde cereyan eder. idarede gösterilen her zaaf hareketi devletin topluluklarda, kış aylarında uykuya yatan hayvanlardakine benzeyen bir uyuşukluk meydana getirmez, iş tam aksine cereyan eder. Her ırkta bulunan ve idarenin hakim olduğu devirlerde meydana çıkmaya fırsat bulamayan özel içgüdüler harekete geçmeye başlar. Bu tehlike ancak yüzyıllarca devam eden müşterek bir terbiye, müşterek geleneklerle ve müşterek menfaatlerle hafifletilebilir. Bu bakımdan bu türlü devletler ne kadar yeni olurlarsa, hükümete ve rejime de o kadar bağlanırlar.

Çok defa değerli devlet adamlarının eserlerinin devam etmediği ve bu gibi kimseler ölünce de yok olduğu görülüyor. Yüzyıllar boyunca bu tehlike küçük görülmüş diye, şimdi de küçümsenemez. Çünkü rejim zayıflayınca bu kuvvet tekrar uyanır.

Habsbourg Hanedanı’nı en büyük hatası işte bunu anlamamış olmasıdır. Kader, bu hanedanın fertlerinden yalnız birine memleketin geleceğini aydınlatma imkanını verdi. Fakat sonunda yine de meşale bir daha yanmamak üzere söndü. Alman milletinin imparatoru ikinci Joseph, atalarının başarısızlıklarını son anda tamir edemezse, hanedanının bir ırklar topluluğunun kasırgası içinde yok olacağım, büyük bir endişe ve azap içinde anladı, insanların dostu olan ikinci Joseph atalarının yetersizliklerine karşı, insanlığın üstünde bir kuvvet ile dayattı ve yüzyıllar boyunca devam ede gelen korkunç ihmali on yıl içinde tamire çalıştı. Eğer kırk yıl daha çalışma imkanına sahip olsaydı, kendinden sonra gelen iki nesil de aynı ruh ve aynı şevkle çalışarak mucizenin meydana gelmesini sağlayabilirdi. Ne yazık ki, on yıllık bir çalışmadan sonra her şeyi ile bitkin bir halde öldüğü zaman, eseri de kendisi ile beraber toprağa gömüldü.

ikinci Joseph’ten sonra gelenler ne irade ne de düşünceleri itibariyle bu işi başarabilecek yapıda değillerdi. Yeni zamanın ilk devrim hareketleri Avrupa’da başladığı zaman, Avusturya içinden yavaş yavaş tutuşmağa başladı. Sonunda yangın patlak verince; alevler toplumsal, politik veya sınıf farkı sebeplerinden çok, ırk kaynağından çıkan ve gelişen hamlelerle büyüdü.

1848 devrimi, Avrupa’nın her tarafında bir sınıf mücadelelerinin başlangıcı olurken, Avusturya’da yeni bir ırklar mücadelesinin başlangıç noktasını teşkil etti. Alman milleti ise bu ihtilalin kaynağını unutarak veya görmeyerek kendi hedefine koşarken, kendi mahkumiyetini imzalıyordu.

Daha başlangıçta ortak bir dil ortaya konmadan kabul edilen parlamento, temsili monarşi rejimi içinde Alman üstünlüğüne ilk darbeyi indirdi. Fakat bu darbenin indirilmesi ile devletin kendi de mahvoluyordu. işte böylece ortaya çıkan sonuç bir imparatorluğun çöküş tarihinden başka bir şey değildi. Bu çöküşü takip etmek çok faydalı bir ders olduğu kadar, heyecan verici bir şeydi de... Sonunda tarihin kararı bin bir çeşit ayrıntının arasından meydana çıktı. Avusturyalıların çoğu yıkılmanın bariz işaretleri arasında yollarına körler gibi devam ediyorlardı. Bu sanki ilahların Avusturya’yı yok etmek istediklerini ispatlayan bir şeydi.

Bu kitabın konusuyla ilgili olmayan ayrıntıya girmek istemem. badece, ırkların ve devletlerin yok olmalarının sebeplerini teşkil eden ve henüz tazeliği muhafaza eden olayları, siyasi görüşlerimde bir temel nokta oluşlarından dolayı daha derin ve ayrıntıya inerek incelemek niyetindeyim. Avusturya Monarşisi’nin kafası üzerine devrilmesini burjuvaların pek az basiretli olan gözlerinde bile haklı çıkarabilecek müesseselerin başında, parlamento geliyordu. Bu müessesenin görünüşe göre örneği klasik demokrasi memleketi olan İngiltere’de idi. Orada başarılı olan bu müesseseyi pek az değiştirerek Viyana’ya getirdiler ve adına Reichstag dediler.

İngilizler iki meclis sisteminin şenliğini yaparlarken, “bina”lar birbirlerinden bir parça farklı idiler. Bir zamanlar Barry, Taymis Nehri’nin dalgaları içinden parlamento binasını yükseltirken, Britanya İmparatorluğu’nun tarihinden faydalandı ve binanın 1200 bölümü ile konsil ve sütunlarının süslerini oradan aldı. Heykeller ve tablolar Lordlar ve Avam Kamaralarını ingiliz milletinin şan ve şerefinin mabedi haline getirdi.

işte Viyana için ilk zorluk bu noktada çıktı. Danimarkalı Han-sen, milleti yeni temsil eden müessesenin mermer sarayının son “pignon”unu bitirdiğinde bu binanın süslemesini eski çağlardan ödünç aldı. Sonunda “Batı Demokrasisi”nin tiyatroyu andıran binasını, Yunan ve Roma devlet adamları ile filozofları süsledi. Alaylı bir benzetiş gibi binanın üstünde yükselen “guadrige’ler dört-bir yana doğru atılarak, içteki faaliyetin dışardan görünüşünü en iyi şekilde çizmiş oldular.

Milletler, bu süslemeyi bir hakaret ve tahrik unsuru sayarak bu binada Avusturya tarihine saygı gösterilmesine razı olmayabilirlerdi. Ancak bu bina, Reich’ta da olduğu gibi, Viyana’da da Dünya Savaşı’nın gürültüleri arasında Alman milletine takdim edilebildi.

Daha yirmi yaşımda yokken ilk olarak Meclisin bir celsesini takip için Franzensring Sarayı’na girdiğim zaman büyük bir tiksinme hissinin pençesine düştüm. Meclisten zaten nefret ediyordum. Bu nefret bir müessese sıfatıyla nefret değildi. Liberal davranışlarım bana başka bir hükümet şekli düşünmeme imkan vermiyordu. Herhangi bir diktatörlük fikri Habsbourg Hanedanı’na karşı olan durumumla kıyaslanınca bana hürriyet, akıl, mantık aleyhinde bir hıyanet gibi görünüyordu, İngiliz parlamentosuna karşı duyduğum hayranlığın bunda büyük payı vardı. Bu hayranlık, gençliğimde okuduğum gazetelerin üstümde bıraktıkları tesirden doğuyordu. Avam Kamarası’nın İngiltere’de üstüne düşen görevleri ciddiyetle yerine getirmesi ve bu durumu Alman basınının övücü yazılarla anlatması bende büyük bir etki yapmıştı. Bir milletin kendi kendini idare etmesinden daha yüksek bir hükümet şekli düşünülebilir mi? Avusturya Meclisi’ne karşı oluşuma sebep, hatalarına şerefli örneğinde tesadüf edilmemesi idi. Bu arada yeni bir delil daha tespit ettim. Gizli ve genel oy usulünün kabul edilmesine kadar mecliste küçük de olsa bir Alman çoğunluğu vardı. Bu durum insanı düşündürüyordu. Çünkü milli bakımdan Sosyal Demokrasi’nin şüpheli tutumu, Alman milletinin bir menfaati söz konusu olduğu zaman onu daima milletimin aleyhine olan kararları tercih etmeye zorluyordu. Bu eğilim, ekalliyeti (yabancı milletleri) kaybetmek korkusundan ileri geliyordu. Demek ki, Sosyal Demokrat Parti’si daha o zamanlarda, Alman partisi olarak kabul edilemezdi. Fakat genel oy usulünün kabulü ile sayıca Alman üstünlüğüne son verdi. Sonunda Almanlığı yok etmeye fırsat hazırladı.

Artık bundan sonra benim içgüdüme dayanan muhafazakarlığını, içinde Alman olan her şeyin savunulması gerekirken aslında savunmak şöyle dursun, hıyanete uğrayan halkın meclisi ile hiç bağdaşmıyordu.

Bu kusur, oy usulünden çok Avusturya Devletinin kendinde idi.İhtiyarlamış devlet, mevcudiyetini muhafaza ettiği müddetçe, Alman milletinin mecliste birinci derecede bir mevki elde edebilmesine hiçbir zaman imkan vermeyecekti.

İtibara layık olduğu kadar tarafımdan kabul olunan böyle bir

yere, ilk defa olarak bu ruhi durum içinde girdim. Şunu da belirteyim ki, ben buraya gelirken binanın muhteşem asaleti karşısında bir

saygı besliyordum. Bu bina Alman toprakları üstünde bir Yunan harikasıydı.

Birden şahit olduğum olay karşısında isyana kapıldım. Önemli bir iktisadi meseleyi görüşmek üzere birkaç yüz halk temsilcisi toplunu halindeydi. Çekilen nutukların fikir bakımından değerleri yok denecek kadar basitti. Bazı halk temsilcileri Almanca yerine ana lisanları olan Slavca, bazıları da mahalli lehçe ile konuşuyorlardı. Bu karmakarışık topluluk çeşitli ses ve edalarla birbirlerinin sözlerini kesiyordu. Bu arada bir ihtiyar da durmadan çıngırağı çalarak öğütlerle, halk temsilcilerini sükûta davet ediyor, meclisin haysiyetini korumaya çalışıyordu. Doğrusu gülmekten kendimi alamadım. Birkaç hafta sonra tekrar geldiğimde daha başka bir manzara ile karşılaştım. Salon bomboştu, içerdekilerin bir kısmı uyuyordu. Biri de kürsüye çıkmış nutuk veriyordu. Bir başkan vekili güya oturumu idare ediyordu. Salona bakıldığında bir can sıkıntısı görülüyordu.

Zaman buldukça meclise gitmeye devam ettim. Bu acınacak devletin vatandaşının seçtiği halk temsilcilerinin çalışmalarını takip ediyor, az çok zeki bulduğum bir simayı incelemeye çalışıyordum. Sonunda mesele hakkında şahsi bir fikrim oldu. incelemelerim bende, daha önce bu müessese hakkında beslediğim olumlu kanaatlerimin değişmesine ve reddedilmesine yol açtı.

Artık meclisin Avusturya’da aldığı adi biçime değil, meclislerin kendileri aleyhinde bulunuyordum. Bu zamana kadar bütün hatanın ve eksikliğin mecliste bir Alman çoğunluğunun mevcut olmamasından ileri geldiğini zannetmiştim. Böylece zihnimde bir sürü sorular belirdi.

Demokrasinin temeli olan çoğunluğun kararı prensibi ile tanışmağa başladım. Milletlerin temsilcileri sıfatıyla görev yapan kimselerin fikri ve ahlaki değerlerim ciddi bir dikkatle tetkik ediyordum. Böylece hem müessese hem de o müesseseyi meydana getiren kimseleri öğreniyordum. Birkaç yıl içinde son zamanların en meşhur tipi, bütün teferruatı ve açıklığı ile gözlerimin önüne serildi. Bu tip parlamento üyesi idi. Hayalimde canlanan şekil o günden beri esasları hiçbir değişikliğe uğramadı. Böylece gerçek hayattan alınan dersler, beni bazı kimselere az da olsa cazip gelen, fakat insanlığın çöküşünde rol oynayan sosyal bir nazariye içinde yolumu kaybetmekten kurtardılar. Bugünkü Batı Avrupa’da, demokrasi Marksizm’in bir müjdecisidir. Kanaatimce Marksizm’i demokrasisiz tasavvur etmek imkansızdır. Bence demokrasi bu dünya vebası için bir çoğalma alanıdır. Bulaşıcı hastalığın mikropları bu alan üzerinde çevreye yayılmaktadır.

Marksizm bütün ifadesini o düşük cenin halindeki parlamentoculukta bulur. Bu parlamentoculukta; her türlü ilahi kıvılcım, yoğrulmuş olan çamura can vermekten maalesef uzak kalır. Kaderime, bu konuyu bana Viyana’da bulunduğum günlerde inceleme fırsatı verdiğinden dolayı minnettardım. Çünkü aynı günlerde Almanya’da bu konuyu kolayca çözümleyivermem mümkündü. Eğer parlamento denilen bu müessesenin gülünç yüzünü Berlin’de tespit etseydim, hiç şüphe yok ki bu ana kadar kazandığım fikirlerin yarısını bile öğrenemeyecektim. Neticede, dışardan gözüken sebeplere dayanarak, halkın ve Reich’m kurtuluşunu imparatorluk fikrinin takviye edilmesinde görenlerin safına geçecektim. Halbuki bu adamlar vaktin gelip gelmediğini bilmedikleri için bu kurtuluşu da tehlikeye düşürüyorlar di.

Avusturya’da ise her hatadan diğerine bu kadar kolaylıkla düşmekten çekinmeğe gerek yoktu. Çünkü parlamento bir değer taşımıyorsa Habsbourglar da ondan geri kalmıyorlardı, hatta belki de çok daha aşağı idiler. Parlamentoculuğu reddetmekle her şey halledilmiş olmuyordu. Mesele bütün güçlüğü ile ortada duruyordu. Reichstag’ı (Parlamentoyu) ortadan kaldırmak, hükümeti yöneten bir kudret olarak yalnız Habsbourg Hanedanı’nı tek başına bırakmak demekti. Bu ise özellikle benim için kabulü imkansız bir fikirdi. Bu özel meseleyi çözmekteki zorluk, beni bu meselenin içine dalmaya zorladı. Eğer bu böyle olmasaydı, o günkü gençliğimle muhakkak ki bu işi yapamazdım.

Beni en çok düşündüren bir husus vardı: Bu hiç kimseye bir sorumluluk yüklenmeyeceğinin açıkça ilan edilmesi idi. Parlamento ‘herhangi bir hususta karar alıyordu. Eğer bu karar feci sonuçlar doğuracak olursa, bu karardan dolayı kimse sorumlu tutulamıyordu. Eşi görülmemiş feci bir sonuçtan sonra ya hükümet istifa ediyor ya da parlamento feshediliyordu. Bu bir sorumluluk kabul etmekmiydi? Şahıslarda meydana gelen ve devamlı sallanan çoğunluğun sorumlu tutulması hiç mümkün olur mu? Sorumluluk, eğer belirli bir kimse tarafından omuzlanmamış ise, bu işte bir mana var mıdır? Doğuşu ve yapılışı bir sürü şahısların irade ve eğilimine bağlı olan faaliyetlerden dolayı bir hükümet başkanını sorumlu tutmak mümkün olur mu?

Bugüne kadar yapılan tatbikat, devlet işlerini sevk ve idare eden bir şahsın, bir plan hazırlayıp bunun kıymetini boş kafalı koyun sürüsüne izah edip, bu heriflerin lütufkârane onaylarını almaktan başka bir şey midir?


Yüklə 1,9 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin