Kıbrıs Yazıları sayı 3. Güz-Yaz 2006
BİLİM Mİ- SANAT MI- PROPAGANDA MI?
TARİH NEDİR?
Bu soru, büyük İngiliz tarihçi Edward Hallet Carr’ın, 1960’tan bugüne kadar, dünya tarih yazıcılığına yön vermiş, çok ünlü eserinin de adıydı.
Nedir tarih?
Geçmişteki “büyük adamların” maceralarının anlatıldığı bir menkıbeler silsilesi mi?
Ulusların geçmişte ne gibi kahramanlıklar yaptığını anlatarak, bugünkü sefaletlerini unutmalarına yarayan bir efsaneler toplamı, hamaset edebiyatı mı?
Bugünkü politikacıların, güncel iddialarına kanıtlar arayarak onları haklı çıkarmaya çalışan bir uğraş mı?
Toplumsal sınıfların nasıl oluşup geliştiğini anlatan bir ideolojik gayretkeşlik mi?
Yoksa geçmişte her ne olduysa onu doğru anlayıp, kendi dimağının süzgecinden geçirerek, gelecekte de neler olabileceğine değgin, kendinize ait bir projeksiyon oluşturma çabası mı?
Eminim ki okur, kendi meşrebine göre bu sorulardan birini seçmiş, ötekileri elinin tersi ile bir kenara itmiştir. Ama tarih, bunların hepsidir. Herbiri de ayrı ayrı zamanlarda egemen olmuş, tarih yazıcılığı disiplinleridirler. Bunlardan herbiri, bir ayrı tarih yazma disiplinidir. Tarih yazıcıların tümü, bunlardan birini benimser ve kendi “ tarihini” kaleme alır.
Ta 19.yy’a kadar, tarih zaten genel olarak yazılmaz, sözlü edebiyatın içinde anlatılan efsaneler, menkıbeler biçiminde kuşaktan kuşağa aktarılarak, gelişe değişe giderdi. Yazılı örnekler olan vakayinameler, padişahların ( büyük adamların) kendi ödedikleri yazıcıların, kendilerine methiyeler düzmesinden ibaretti. Daha çok hristiyan dünyasında yer bulan kronikler ise nesnellikten tümüyle uzak (tarih ve nesnelliği ayrıca ele alacağız) belirli kişilerin kimi olayları kendilerince yazıya dökmesinden ibaretti.
Ulusların geçmişte yaptıkları büyük işlerin anlatılması esasına dayanan tarih yazıcılığı, 19.yy’ın ulus devletler kurma çağının tarihçilerinin, ve daha çok da Alman ekolünün tarih yazımı üslubu olup, Hitler ile doruğa çıktıktan sonra, 1948’den itibaren ayakları toprağa basmıştır. Bu ekolün kurucusu, tarih yazıcılığını bir sosyal bilim haline getirdiğini iddia eden ve bugün de genel kabul görmüş olmamakla birlikte, üniversite tarih kürsülerinin kurucusu olması bakımından, tarih yazarlığına getirdiği varsayılan “nesnel kurallar” nedeni ile “meslekten tarihçilerin” büyük değer verdiği Leopold von Ranke’dir ki kendisinin, bütün tarih yazma gayretini Bismarck’a teorik zemin yaratmaya adadığı, bilinir.
Tarihi “büyük adamlar”ın değil de toplumsal sınıfların yaptığına inananlar, Karl Marx’ın tarih anlayışının yolundan ilerleyenlerdir. Onlara göre tarihin bütün sırlarını, toplumsal altyapının yani üretim biçimlerinin gelişmesi sürecinin içinde izah edebilirsiniz. Ve Marx’ın ünlü deyişiyle “tarihte her ne olduysa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur”… 19.yy koşullarında bu anlayışa hak vermekle birlikte, ben 20.yy tarihçiliğinin, özellikle Carr ve Sir Elton arasındaki sürtüşme ile şekillenen ve Fransa’da Marc Bloch ve Lucien Fabvre’ın yönetimindeki Annalés dergisi çevresinde toplanan, en özgün örneği Fernand Braudel olan düşünürlerin katkılarıyla, son biçimini alan, tanımını akla daha uygun bulurum.
İki noktayı eksik bırakmış bulunuyoruz ki bunlardan ilki İbn-ı Haldun’dur. Daha Endülüs Emevileri zamanında yazan bu büyük ustayı incelemeye sabrı ve nefesi yetenler, her ne kadar da efsane ve menkıbe anlatıcılığı yaptığını, sonucu itibarı ile her tarihsel sorunu gidip Tanrı’ya bağladığını, yani kendi çağının ilkeleri ile yazdığını görürlerse de; metodoloji olarak tarihi araştırma için koyduğu ilkelerin, Marx’ı da, modern tarih metodolojisi uzmanlarını da etkilediğini anlayabileceklerdir. Eksik bıraktığımız ikinci nokta ise, Post- Modern tarih anlayışıdır. Post-modern düşünürler, “tarih” diye bir bilim olmadığına, edebiyat ve diğer sosyal bilimlerin tarihi zaten anlattığına inanır ve üniversitelerin Tarih kürsülerinin, gereksiz olduğunu, zira bunun bir bilim olmadığını savunurlar. Aslına bakılırsa, 19.yy ortalarına kadar tarih zaten edebiyatın içinde yer almakta olup, halâ da bağımsızlığını kazanmış olmadığından, postmodernistler yeni birşey söylüyor değillerdir. Kaldı ki bir yandan tek bir tarih olmadığı, kültür, iktisad, sosyal, sanat ve zihniyetler için ayrı ayrı tarihler yazıldığı; öte yandan da en “ciddi” akademisyen tarihçilerin bile, tarihin bir bilim olup olmadığına henüz karar verememiş olmaları ( zira bilimsel tüme varım yöntemleri her zaman tarihi anlamaya yetmediği gibi, sonuçta “yorumsuz tarih olmaz” demeyen tarihçi de bulunmadığına göre, bu bir subjektivite= öznelliktir ve subjektif bir bilim olamaz) ve nihayet, ayni Osmanlı Tarihini bırakınız popüler tarihçileri, akademisyenlerin bile her birinin başka başka yazdıkları düşünülürse, postmodernizmi anlamak, çok zor değildir.
Aslına bakarsanız, post-modern düşüncenin tarih tezi, bir yandan Carr’ın Tarih Nedir’de söylediği gibi “ madem ki uyduracaksınız, hiç değilse zevkle okunacak şeyler uydurun!” önermesinin tekrarıdır; öte yandansa, Prof. Mete Tunçay’ın dediği gibi, “evrensel bir tarihe inanmamakla 19.yy tarih yazıcılığı anlayışına yani her ulusun kendi tarihini yazıp (uydurup), kendi ulusunu övmesine yol açma tehlikesine neden olabileceği için; yeni bir görüş olmayıp, eskilerin tekrarından ibarettir. “
E.H.CARR - TARİH NEDİR VE BRAUDEL?
1961’de, İngiltere’de meslekten olmayan bir tarihçi, “Tarih Nedir?” diye incecik bir kitapçık yayınlar... Edward Hallet Carr adını taşıyan bu eski diplomat, gazeteci bir anda İngiliz bilim çevrelerinde tarihin duayeni sayılan Sir Geofrey Elton’un fikirsel rakibi haline gelir. Yüzyıl başlarından beri, Fransa’da da Annales diye bir tarih dergisi çıkmaktadır. Bu dönemde, onun başında da Fernand Braudel bulunmaktadır. Özellikle Uzun Zaman adlı makalesi ile, Carr ile nerede ise örtüştüğü görülen Braudel, İngiliz meslektaşı ile birlikte, 20.yy tarih yazımcılığı ve tarih felsefesinin zirvesine tırmanır, yüzyılın en büyük tarihçileri ünvanına layık görülürler... Günümüzde, tarihin yazılış metodu ele alındığında, Carr ve Braudel’den söz edilmemesine, olanak yoktur. Bu iki düşünürün ortaya koydukları yeni tarih anlayışı, ne geçmişteki olayların abartılarak anlatılması, ne belgelerin kutsanması, ne de kanıtlanmış olguların, ard ardına dizilmesine dayanır.
Carr ve Braudel ( ve elbetteki onun hocaları Fabvre ile Bloch’un) karşı çıktıkları tarih yazma anlayışı neydi? Ve bu anlayışa ilk defa onlar mı karşı çıkıyorlardı?
Leopold von Ranke’nin 19.yy’da formüle ettiği, “kanıtlanmış olguların ardarda dizilmesi” esasına dayalı, güvenilir kaynak olarak yalnızca devlet arşivlerini kabul eden, “belgelerde ne varsa o doğrudur” diyen, tarihi bir diplomasi tarihi olarak algılayan, tarihi “büyük adamların” yaptıklarına indirgeyen; yâni tarih yazıcılığını ulus devletin emrinde bir propaganda metinleri yazarlığına çeviren ve bunu da “nesnel tarih yazıyorum, doğrusu budur ve asla ve kat’a başka türlüsü olamaz” diye sunan anlayış, Klâsik Historisizm diye anılır. Buna ilk karşı çıkan ise Karl Marx’tır. Marx, tarihi büyük adamların değil, toplumsal sınıflar arasındaki savaşımın yaptığını ileri sürer ve kendi tarih anlayışını, Tarihsel Maddecilik diye isimlendirir. Ona göre tarihin gizleri, büyük adamların yaşam öykülerinde ya da savaş hikâyelerinde değil, toplumsal ilerlemeyi sağlayan üretim güçleri arasındaki mücadelenin, üretim sürecinin gelişmesinin, sayfaları arasında olup, doğal bilimlerde olduğu gibi toplumsal bilimlerde de insanın iradesi haricinde şekillenmekte olan yasalarca, yönlendirilir. Günümüzün en önemli marxist tarihçileri olan Hobsbawm ve Thompson, bu alanın tartışılmaz otoriteleri arasında yer alırlar.Tarih konusu açıldığında, aynen politika, felsefe ve ekonomide de olduğu gibi, Karl Marx hakkında, ayrı bir bölüm yazmak gereği vardır. Zira o, kendisine taraftar olsun olmasın, yirminci yüzyılın bütün tarihçilerini etkilemiş bir düşünürdür. Bu çalışmanın ileri kısımlarında böyle bir bölüm olduğu için, bu bahsi kısa kesip, 1930’larda Fransa’da ortaya çıkıp, bütün 20.yy tarihçilerini etkileyen bir başka akımdan söz edelim. Lucién Fabvre ve Marc Bloch önderliğinde ortaya çıkıp, Fernand Braudel ile doruğa varan bu akım, Annalés Ekolü diye anılır. Toplumsal Tarih Yıllığı Dergisi (Annalés, yıllıklar demektir) etrafında toplanan 1930’ların genç tarihçilerinin ortaya çıkardığı bu yeni anlayış, tarihin total olarak yazılmasını öngörür ve kısa zaman aralıklarının ele alınmasının, o zamanı anlamaya yetmeyeceğini, ileri sürer. Fernand Braudel’in ll. Filip Zamanında Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adını verip, Alman esir kampında kaleme aldığı doktora tezi ile en yetkin örneğini veren bu tarz, üniversiteye sunulduğunda, jüri arasında bir bölünmeye yol açmış, zamanın otoritelerinin bir kısmı bunun bir dahinin çalışması olduğunu savunurken, geriye kalanlar böyle bir tarih çalışması olamayacağını, ileri sürmüşlerdir. Zaman, ilk grubu haklı çıkarmıştır. Nitekim Braudel daha sonra kaleme aldığı Fransa Tarihi ve Maddi Uygarlık gibi eserleriyle, 20.yy’ın en önemli tarihçisi olduğunu, kanıtlar.
Kıta Avrupa’sında bunlar olurken, İngiltere’de ortaya çıkan bir eski gazeteci, diplomat 1961’de, bir kitapçık yayınlar: What’s the History, Tarih Nedir? Son kırk yıla damgasını vuran bu yazarın adı Edward Hallet Carr olup, tarihin metodu olarak ileri sürülen bütün verileri bir bir ele alarak, hiç de nesnel olunamayacağını ortaya koyar. Ve “tarihten önce tarihçi incelenmelidir” der... “Tarihçinin nesnelliği, nesnel olunamayacağını bilmesinden ve kendi zamanını aşabilmesinden ibarettir” diye de ekler...
Günümüzün yeni tarih yazıcılığı kuramı ise her alanda olduğu gibi Post Modernizm.... Keith Jenkins gibi Anglo Amerikan yazarların önderliğindeki bu akım, aslında tarih diye bir bilim bulunmadığını, üniversitelerin tarih bölümlerinin kapatılmasını ve tarihin yine ediplerin-filozofların tekeline bırakılmasını, zaten “meslekten tarihçiler” okunmayan risaleler yazdıkça, bunun kendiliğinden olacağını savunuyorlar. Post modernist olmamakla birlikte, onların “meslekten tarihçilerin” okunmayan tarihleri ile ilgili görüşlerine hak veren, Richard J. Evans gibi ciddi tarihçiler bulunduğunu da ekleyerek, konuyu kapatalım.
NESNEL TARİH OLUR MU
Carr’a göre tarih yazmak, geçmişteki olaylara bakan tarihçinin, bunları kendi zihinsel süzgecinden geçirip, kendi yorumu ile geleceğe yönelik projeksiyonlar yapmasıdır. Ve elbette ki bu faaliyet, seçilen konudan başlayarak, yazarın ulaşabildiği kaynaklar, onlar arasından yaptığı seçim, okuduğunu anlayabilecek zeka ve bilgiye sahip olabilmesi, anladığını yorumlarken kullandığı kendi inançları, düşünce yapısı ve hatta kişiliği ile bağımlı olduğundan, nesnel değildir. Tarihçinin nesnelliğinin, nesnel olmadığının farkında olma yeteneği ile ölçüldüğü ve büyük tarihçinin ele aldığı olguları inceleyip geleceğe yansıtırken, yorumlarında, o anda kendisinin bulunduğu konumu aşıp aşamaması ile ilgili olduğu görüşü de Carr’a ait bir görüştür.1
Braudel ise, artık bütün sosyal bilimlere hakim olunmadan, tarih yazılamayacağını ve tarihin bazı kesitlerini ele alıp incelemekle (kısa zaman), doğru tarih yazmanın mümkün olmadığını ileri sürer, Uzun Tarih adlı makalesinde. Zira, o ele alınan dönemin nasıl ortaya çıktığı ve neye yol açtığı anlaşılmadan, o dönemi anlamak mümkün değildir. Bir başka yerde ise , “yalnız bu yüzyılla ilgili yüz çeşit tarih yazılabileceğini” söyler.2 Çağımızın bir başka büyük tarihçisi John Tosh, “ Tarihte tartışma götürmez nitelikteki bilgi alanları, doğal bilimlere oranla çok sınırlıdır. Günümüzde tarihte nesnellik savunusu yapanların, yeterince yüzleşmediği bir sınırlamadır bu...”der.3 Iggers, “ Tarihin hiçbir maddi nesnesi olmaması yüzünden, tarihsel araştırmalarda nesnelliğin olanaksız olduğunu” belirtir ve tarihçinin “içinde düşündüğü dünyanın mahkûmu” olduğunu, ileri sürer.4 Richard Evans da “bugün artık kesin tarih olamaz”der.5
Araya iki de Türk tarih hocası katmamız gerekirse; Prof. Mete Tunçay, Mersin’de düzenlenen l.Ulusal Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmada, tarihçinin ele aldığı olayların doğru olması gerektiğini, yoksa nesnel tarih diye birşey olamayacağını söyler...6 Prof. İlber Ortaylı da Lefke Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta, tarih öğrencilerine, “genel ve doğru bir tek tarih bulunmadığını, her yazarın kendi tarihini yazdığını” söylemiştir.7
Evans, tarihi fizik kadar kesin ve nesnel yapmak iddiasındaki Ranke’nin bile nesnel olmadığını, tarafsız olmadığı çok iyi bilinen Venedik arşivinden başka kaynak kullanmadığını, yazar.8 Braudel, yalnız 20.yy hakkında “bin tarih portresi” yazılabileceğini söyler.9 Fontana da “tarihin göreceliğinin en güzel kanıtı, ayni olay üzerinde yorumların değişik oluşudur.”der10 ve Fransız İhtilâli’nin bazı tarihçinin gözünde insanlığın ilerlemesinin köşe başlarından biri; bazısının gözünde ise bir yıkım ve isyan dönemi olarak tanımlanmasını örnek verir.
Tarihçinin objektif olma şansı bulunmamaktadır. Daha konuyu seçerken, yazar bir taraf konumuna gelmektedir. Yorum, yazarın zekasına, bilgi düzeyine, dünya görüşüne, ulaşabildiği kaynaklara, bu kaynakların gerçek anlamını anlayabilecek bilgiye sahip olup olmamasına, niyetine ve daha bir sürü faktöre bağlı olup, öznelliğin ta kendisidir.
PEKİ AMA YA BELGELER
Tarih konusunda kafa yormamış “aydınlar”, propaganda metinlerini tarih diye sunanlar ve 19.yy Rankeci tarih disiplini takipçileri, çeşitli amaçlarla “tarihin nesnel” olabileceğini ileri sürerken, Ranke’den beri nesnellik iddialarını arşiv çalışmalarına ve orada buldukları “belgelere” dayandırırlar.
İleride de ele alacağımız “belge fetişizmi”nin de nesnellik konusunda tarihçiye hiçbir yararı olamaz. Zira tek başına “belge”nin nesnel olduğunun hiçbir kanıtı yoktur. Devlet yazışmalarının, o günkü politikacı / yönetici / egemen aleyhine olmasını, kim bekleyebilir. Kronik yazarının, vak’anüvisin kendisinin geçimini sağlayanın aleyhine olabilecek birşeyi kaydetmesini, kim ümit edebilir. Geçmişe değgin anılar, yazarının fikrinden başka neyin ifadesidir? Olayların olduğu gibi aktarıldığının garantisi, nedir? Mahkeme tutanaklarının, olayı doğru aktardığının, egemen leyhine adaletin tahrif edilmediğinin teminatı, nerededir?
Carr şöyle der: “ 19.yy olgular fetişizmi bir belgeler fetişizmi ile tamamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler, olgular tapınağındaki “kutsal sandık” taydı. Saygılı tarihçi onlara başı önünde yanaşıyor ve onlardan huşû dolu bir sesle söz ediyordu. Bir olguyu belgelerde bulursanız, o öyledir. İşin aslına bakarsanız bu belgeler- resmi buyrultular, anlaşmalar, kira kayıtları, hükümet raporları, resmi yazışmalar, özel mektuplar, anılar- bize neyi söyler? Hiçbir belge bize o belgeyi yazanın, kendisinin ne düşündüğünden –neyin olmuş olduğunu, düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiğini ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkalarının onun kendisinin ne düşündüğünü sanmalarını istediğinden, ya da kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla birşey söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe, bir anlam taşımaz. “11
Evans, ayni konuya şöyle yaklaşır: “ Tarihsel belgelerin dili, hiçbir zaman saydam değildir ve tarihçiler bunların içinden bakarak arkalarındaki gerçekliğin kolayca görülemeyeceğini, uzun bir zamandır biliyorlar.”12... “ Geçmiş öyle sıradan bir metinden çok daha fazla birşeydir ve geçmişi bir metin olarak okumaya çalışmak, onun gerçekliğinin yalnızca küçük bir bölümünü zaptetmek demektir.”13 “ Tarihçinin ne yazdığı ile belgenin ne söylediği, iki ayrı şeydir...”14 Ve arşivlerle ilgili olarak Evans’ın düşündükleri de şunlar: “ Arşivler kimi belgelerin tesadüfen saklandığı, kimi belgelerin ise bilinerek yok edildikleri ya da rastlantısal olarak kayboldukları yerlerdir.”15
Tosh, “gelecek kuşaklar için yazılmış anlatılar”ın özellikle güvenilmez olduğunu, “ kilise ve hükümdar kroniklerinin partizan” olduklarını, “otobiyografilerde bile” çarpıtma bulunduğunu anlatır. Ve ekler ” Güvenilir midir? Bu soru, paleografi ve diplomatik gibi her türlü yardımcı tekniğin kapsamını aşar... Bunu cevaplayabilmek için tarihsel bağlamı bilmek ve insan tabiatını kavrayabilmek gerekir. İşte bu noktada, tarihçi kendi benliğine döner.”16 Kendine dönmek! Yâni, yazarın kendi subjektivitesine... Yazarın aklına, bilgisine, zekâ düzeyine ve hatta komplekslerine... Zaten Carr da bundan dolayı, “Tarihçinin kendisi, tarihin ürünüdür... Tarihten önce, tarihçi incelenmelidir.”der.17 Bizim kültürümüzde bunu yapmanın olanağının bulunmadığını, konunun hemen “kişiselleşmek” diye algılanacağını da ekleyerek, devam edelim.
Bu konuya noktayı koymak için, bir büyük tarih ustasının Lucién Fabvre’ın belgeler konusunda söylediklerini de ekleyelim:
“ Kuşkusuz tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belgeler yoksa onlarsız da yapılabilir ve yapılmalıdır... İnsandan kalma olan, insana bağlı olan, insana yarayan, insanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını, zevklerini ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa, bunların hepsiyle tarih yapılabilir ve yapılmalıdır.”18
O zaman tarihçi, hadi yorumda nesnel olmasın ama, olayların aktarımında, doğruyu nasıl bulacaktır?
Peki, tarafsız tarih yazmak mümkün müdür?
Değildir...
E.H.Carr, şöyle der:
“ Tarihî olguların oluşturduğu tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel sert bir çekirdeğin var olduğuna inanmak, ahmakça ama silinmesi güç bir yanılgıdır.”19
TARİH VE POLİTİKA:
John Tosh, “ Tarih siyasal bir savaş meydanıdır” der.20 “ Otoriteye başkaldıranlar da bu başkaldırıyı boğmaya çalışanlar da tarihin desteğini yanlarına almaya çalışırlar... Oysa günümüzde iktidarın tarih yorumu ders kitapları, basın ve televizyon dolayısıyla heryere nüfuz ediyor.”
Jenkins de der ki: “ ... Bir şeyin söylenmesini engelleyen ve sadece belli şeylerin söylenmesine izin veren şey, nihai olarak iktidardır: Hakikat onu doğru kılacak güce sahip birilerine bağlıdır...(Doğru olsun, olmasın)”21
İster “mektepli”, ister amatör olsun; ister modern, isterse antik zamanlarda kaleme sarılmış bulunsun, hiçbir tarih yazarı yoktur ki politik bir güdülenmeden nasiplenmiş olmasın. Muhalif de muvafık da, resmi tarihçi de alternatifçisi de, Marxist’i, Rankeci’si, Annalesçi’si de tarihçilerin tümü, tarihi politik bir amaçla yazarlar. Aralarındaki fark, politik hedeflerinden ibarettir. En “nesnel” olduğu iddiasında bulunanlar, aslında en indigemeci propaganda yazarlarıdırlar. En bilimsel olduğu iddiasında olanlarsa, kürsü başkanlığı, profesörlük, bir konferansa daha katılma, daha çok ödenek, adam yerine konmak ya da akademiden politikaya sıçrayıp bakanlık kapmak, amacına kılıf arayanlardır, aslına bakarsanız.
Jenkins, “tarih kısmen insanların kimliklerini yaratma tarzıdır” der ve ekler: “ Böylesine önemli bir meşrulaştırıcının, maddi ihtiyaçlardan ve iktidar ilişkilerinden doğduğu, açıktır... Tarih kuramdır, kuram ideolojidir ve ideoloji de çıkardır.”22
Tosh da “ Tarih yorumu şu ya da bu şekilde ahlâki ve siyasi tutumların şekillendirdiği değer yargılarıyla ilgili bir konudur” 23 derken, ayni gerçeğe parmak basmaktadır. “ Çalışmalarının bugünkü toplumsal konumlarından bağımsız olduğunu idda eden tarihçilerin, böylelikle çalışmalarının nesnelliğini garantiye aldığını düşünmek, yanılgıdan ibarettir”24 cümlesi de Tosh’undur.
Zira her tarih yazarı, konu seçerken, başlangıcı saptarken, hangi olgulara dayanacağını kararlaştırırken, o olguları açıklayacak belgeleri arayıp bulurken ve nihayet yorumunu yaparken, kendi dünya görüşünden, kendi iktidar tahayyülünden, o iktidarla kendisi arasındaki ilişkilerden bağımsız davranamaz. Bu, sözkonusu bile değildir. Tarih, bilim olmak iddiasında bulunan bilimsel disiplinler arasında, politikanın en çok ihtiyaç duyduğu alan olduğu için, politik öngörüsü, tercihi olmayan birisi, zaten bu alana girmezdi. Girseydi bile, politikacılar ona rahat huzur vermezlerdi.
TARİH BİR BİLİM MİDİR?
Burada hemen bir saptamada bulunalım ki tarihin bir bilim olduğu iddiası, “meslekten tarihçiler”in söyleyegeldiği gibi önce Leopold von Ranke tarafından ortaya atılmış olmakla birlikte, böyle bir bilimsellik iddiasının genel kabul görmesine neden olan, “profesyonel tarihçiler” değil, Karl Marx’ın bizzat kendisidir. Marx, kendi sosyalizm anlayışını öncekilerden ayırmak için, kendi anlayışını “Bilimsel Sosyalizm” diye tanımlamıştır. Bu isimlendirmenin, kendisinin ütopik sosyalistler diye tanımladığı öncüllerinden iki farkı vardır. Marx, doğal yasalar gibi, toplumsal yasalar da bulunduğuna inandığı için, ekonomide yaşamı yönlendiren ana etkenin “artık değer” olduğunu ileri sürmüştür. Tarihsel gelişimin de üretim güçleri arasındaki çatışmaların bir sonucu olduğunu düşünen Karl Marx’ın sosyalizm düşüncesine ikinci katkısı da tarihi bu gözle yorumlayan Tarihsel Maddecilik adını taşıyan ve bugün de pek çok tarihçiyi etkileyen önermesidir. Bilimsel sosyalizm’in önerdiği herşey bilimsel olduğuna göre, Marx’a göre tarih de doğal bilimler gibi bir bilim olup, doğal bilimlerde olduğu gibi tarihte de olayların gelişimini önceden öngörmemizi sağlayacak, genel yasalar vaz etmek mümkündü. Bu satırların yazarı, tarihsel materyalist görüşe katılmakla birlikte, tarihte geçmişe bakıp, geleceği de birebir öngörecek genelleyici yasaların bulunmadığını düşünmektedir. Ünlü galat-ı meşhur’un aksine, “Tarihte tekerrür yoktur”... Zira tarih içinde ayni koşulların bir kez daha oluşması mümkün değildir. Zaten, tekerrüre inanmak, Karl Marx’ın kendisine ters düşmek olurdu, zira tarihte ayni koşulların birden çok kez oluşması için, ilerlemenin durması, zamanın donması gerekirdi. Birbirine hiç benzemeyen, değişik ortamlarda, farklı koşullarla ortaya çıkmış ve bir defa yaşanmış olaylara bakarak, yeterli örneklemeyi elde etme olanağı yoktur ki geneli, yâni zamanın tümünü bağlayacak bilimsel yasalar vaz edilebilsin.
Tarihsel olayların yaşanmış ve bitmiş, bir daha tekrarlanamaz, denenemez ve kanıtlanamaz oluşu, tarihin bir bilim olmayıp, sanat ve hatta zenaat olduğunu ileri süren düşünürlerin başlıca dayanağıdır. Marx’ın tarihi bir “bilim” olarak yorumlaması, yorumun gerekçeleri ve açınımı göz önüne alınmadan, basit bir slogan olarak ele alınıp, bellendiği zaman, içeriğinden de soyutlanıp, skolastik bir ilke halini alır. Karl Marx, evet tarihi bir bilim olarak el alıyordu ama hangi şartlarda ve nasıl bir tarihten söz ederek? Alman İdeolojisi’nin el yazması nüshasında, altını bizzat Marx’ın kendisinin çizdiği bir dipnot vardır. Düşünür oraya şöyle yazmış:
Dostları ilə paylaş: |