Kıbrıs Yazıları sayı Güz-Yaz 2006 BİLİm mi- sanat mi- propaganda mi?



Yüklə 217,96 Kb.
səhifə3/4
tarix16.12.2017
ölçüsü217,96 Kb.
#35069
növüYazı
1   2   3   4

John Tosh, tarih yazımında empati ve düşgücünün sanatsal etkisini şöyle açıklar:

“ Tarihsel düşgücünün doğru kullanılmasına dayanan sağlam bir bakış açısı, edebi yatkınlık geliştirilmeden okura aktarılamaz”65

Konuyu, Eric Hobsbawm’ın sözleri ile kapatalım:

Tarih bir tahayyül etme sanatı olsa bile bulunmuş nesneleri icad etmeyen, onları düzenleyen, bir tahayyül sanatıdır. Gerçi tarihçi olmayan insanlar, özellikle de tarihsel malzemeleri kendi amaçları doğrultusunda kullananlar, aradaki bu ince ayırımı vurgulamayı, bilgiçlik taslamak ve önemsiz bir çaba olarak görebilirler.”66


YORUM:

Okur, buraya kadar aktarılanlardan, yorum olmazsa, tarih olamayacağını gördü. Bir kitabımda dünyanın bütün tarihçilerinin bildiği bu önermeyi yaptığım için, DAÜ Tarih Bölümü’nde kendisine ders de verdirilen (sonradan doçent ünvanı da aldı) Nuri Çevikel, doktora tezinde beni “metodoloji bilmemek” ile suçlamıştı. İşin garip tarafı o metne “doktora” da verildi, Hacettepe Üniversitesi tarafından. Bunu not etmemin nedeni, gelecekte sözkonusu üniversitenin tarih bölümünün bilimsel ciddiyeti konusunda doktora tezi yazmaya kalkacak geleceğin “meslekten tarihçileri”ne, ( eğer gelecekte de böyle bir tanımlama olacaksa ) şimdiden bir katkıda bulunmak. Mollalıkla, akademisyenliği birbirine karıştıranları, tarihe mal etmezsek, Türk bilim dünyasının içinde bulunduğu durumun nedenlerini gelecek kuşaklara anlatamayız.

Jenkins, “Benim açımdan yorumu belirleyen şey, yöntem ile kanıtın ötesinde bütünü ile ideolojidir”67 demektedir.

John Tosh, tarihçinin tarihsel olaylar arasından, Carr’ın deyimi ile “çağına damgasını vuran” tarihsel olguları seçip; anlayıp, anlatması faaliyetinin sağlıklılığını, onun zekâsı, düşgücü ve empati yeteneğine bağlar. Ve tarihçinin “bilim adamlığı”nın, güçlü bir sözel donanım ve edip kişlikle birleşmemesi halinde, onun geçmişi anlayabileceğini, ama anlatamayacağını ileri sürer.68

Tosh’un bütün kriterlerinin öznel olduğuna, hiçbir nesnel ölçüt ileri sürmediğine dikkat çekip, ilerleyelim. Ama ilerlemeden önce, yazarın, iyi edip olmadan iyi tarihçi olunamayacağına değgin görüşünü de okura bir daha anımsatalım.

Carr, tarih yazımında yorumun rolünü ve altında yatan saikleri şöyle anlatır:

... Tarihte yorum her zaman için (tarihçinin NB) değer yargılarına bağlıdır ve nedensellik de yoruma bağlıdır.”69

Evans, “tarihin kendisi dondurulmuş yorumdur70 der. Keith Jenkins ise “ Sözkonusu olan asla kuru kuruya bir olgu meselesi değil, açıklamaların inşaası sırasında olguların karşılıklı olarak taşıdıkları ağırlıklar, konumlar, bileşimler ve anlamlardır. Bu kaçınılmaz bir yorum boyutudur ve... problematik bir nitelik taşır” diye yazar.71

Özetle, tarihin, yazarının geçmişe ait yorumu olduğu, İbn-i Haldun’dan beri bilinen bir gerçektir.72

TARİHTE YÖNTEM VE KURAM:

19.yy ortalarında, Leopold von Ranke, tarihi bir sosyal bilim haline getirmek iddiası ile ortaya çıkalıdan beri, üniversite kürsülerinden tarih adına seslenmeye başlayanlar, bu “bilimsellik” iddialarına dayanak olarak, geliştirilmekte olan Tarih metodolojisini göstermişlerdir. Tarihsel araştırma, belirli bilimsel kurallar çerçevesinde yapılacak, ve bu yolla “tarafsız, nesnel, bilimsel tarih” yazılacaktı. Aradan geçen, yüzelli yılı aşkın zamandan bu yana yazılan tarihler, özellikle de “mektepli” tarihçilerin yazdıkları, ne kadar tarafsız, nesnel ve bilimsel olunabildiğinin, kanıtlarıdırlar. Tarih ile siyaset arasındaki sıkı ilişki, siyasetçilerin her çağda kendi süfli amaçlarına, ulvi bir kılıf uydurmak üzere tarihten yararlanmayı alışkanlık haline getirmiş olmaları ve “meslekten” tarihçilerin iyi niyetlilerinin bile hiç bir zaman, “ödenek çıkarmak, terfi etmek, kürsü başkanı olmak” gibi amaçlardan azâde olmamaları; kötü niyetli ve yeteneksiz olanlarınınsa “adam yerine konmak, konferanslara davet edilebilmek, bakan v.s. olabilmek” üzere siyasetçilere hep muhtaç olmaları; onların o yöntem iddialarının hiç de nesnel, tarafsız, bilimsel tarih yazabilmelerine cevaz vermemiştir.

Ranke’nin kendisinin, Bismarck’a zemin oluşturmak üzere çalıştığı bilinir. Sir Elton, Britanya aristokrasisinin sözcüsüdür. Hobsbawn Marxist, Jenkins post-modernist, Annales ekolü yazarları açıkca sol görüşlüdürler. Hepsinin de belirleyici yanı, kafalarındaki iktidar tahayyülünden ibarettir. Bunların hepsi de “meslekten tarihçiler” olup, herbirinin kafalarındaki “metod” da farklı farklıdır. Tosh her ne kadar da “onlar kuramdırlar, tarihin bilimsel metodunu Ranke tarif etmiştir” dese de, örneğin Jenkins buna açıkca karşı çıkmakta, ve Ranke’nin, Marx’ın, Weber’in, yapısalcıların, Annales ekolünün, postmodernizmin herbirinin kendi metodları olduğunu öne sürmektedir.73 Jenkins şu soruyu soruyor:

Diyelim ki siz, en doğru tarihsel metodun Marx’ınki olduğunu benimsiyorsunuz. Peki o zaman, madem ki her olayın zemininde ekonomik gerekçeler yatmaktadır, başlangıcı nereden alacaksınız?” Her Marxist tarihçiye göre, ayrı bir başlangıç olmayacak mıdır? Yâni tek bir tarih metodu bulunmadığı gibi, ayni metodu benimseyenlerin de ayni olayı başka başka ele alması, ayni süreci farklı yerlerde başlatıp, farklı yerlerde bitirmesi, mümkündür.



Örneğin, kapitalizmin başlangıcını nereden itibaren ele almak gerekir? Marx “feodalizmin bağrından” der, Weber çok daha eski zamanları adres diye verir. Öte yandan, ayni Karl Marx, “Hareket noktamız, ilk ilişkidir”74der. Bugünkü enflasyonun tarihini yazarken, Fransız İhtilâli mi başlangıç olmalıdır, Reformasyon mu, Fabvre’ın yaptığı gibi 12.yy mı yoksa antik Yunan’dan da eski olan tecimsel faaliyetler mi? Marxist tarih metodu, bunun yanıtını elbette ki veremez. O zaman, bilimsel standardizasyonun ölçütü nasıl tespit edilecektir?

Walter Benjamin, bilimde kuramın geneli tanımlamak iddiasınıdan dolayı soyut olduğunu, yönteminse nesnel olmak zorunda olduğunu söylüyor.75 Önerildiği varsayılan bu “bilimsel” tarih metodu ise ne nesnel, ne de evrensel! En azından, dört ya da beş farklı metodolojisi olan bir bilimselliğe inanmak da mümkün değil.

Öte yandan, tarihçiyi olgu seçiminden, kaynak araştırmasına; yorumdan, geçmişi yeniden inşaa etme sürecine kadar yönlendiren bir başka güdülenme, bir başka büyük yönlendirme vardır ki yazdığı her satıra damgasını vurmaktadır. O da:

İdeolojidir...

Carr işte bundan dolayı “Tarihten önce, tarihçiyi inceleyiniz” der; “her tarihçi çağının sözcüsüdür” diye yazar. “Tarihçinin kendisi, tarihin ürünüdür.” diye ekler.76

Jenkins’e ait olan saptamaya, bana göre Tosh da katılır. O “tarihte tahrifatın önüne ancak sağlam bir teoriye sahip olunmakla geçilebilir” der ama, teori diye Marxizm’i tanımlar ve kendisi marxist değildir.77

Tarih yazıcılığında, temel yönlendiricinin taşınılan ideoloji olduğu söylendikten sonra, eklemek gerekir ki tarihçi ile partizanı da birbirinden ayırmak gerekir. İdeoloji, inanıldığı veya savunulduğu sanılan herhangi bir “izm” olarak ele alınmamalıdır. İdeoloji, bireylerin içinde bulundukları toplumun yüzlerce yıllık geçmişinden kaynaklanan kültürü ile doğan, yaşamın her alanında yaşanılan mutluluklar, mutsuzluklar, başarı ve başarısızlıklar, bilgilenme ve bilgisizlikler, tatmin ve tatminsizlikler, ve hatta hırslar ve duygulanmalar ile gelişen, son derecede bireysel bir yaşam felsefesidir bana kalırsa. En sürüye ait olanda bile, saklanan bireysel özgünlükler bulmamak, insan doğası ile örtüşmezdi. Ne var ki kişideki bu düşünce kompleksinin oluşumunda, toplumun belirleyici yönü, dikkatle ele alınmalıdır. Bir paradoks gibi görünse de en bireyci olduğunu sanan kişide bile, belirleyici olan, toplumsal yaşamdan edinilen izlenimlerle oluşturulan düşüncelerdir. 16.yy’da yaşayan insan ile 21.yy’da yaşayan insanların, huyları ayni olsa bile; ideolojileri ayni olamaz. Zira, farklı toplumsal koşulların ürünleridirler. Ama 16.yy’da, ya da çağımızda yaşayan iki farklı insan da farklı ideolojilere sahip olabilirler. İdeolojiyi bu anlamda ele aldıktan sonra üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, ideolojisinin yönlendirmesi ile tarih yazan tarihçi ile, ideolojiyi temsil ettiği varsayılan birilerine hoş görünmek üzere kaleme sarılan indirgemeciler arasındaki farkı da gözler önüne sermektir. Örneğin, Eric Hobsbawm’ın marxist bir tarihçi olduğunu; Carr için “stalinist” denildiğini,78 Thompson’un marxizmi savunduğunu bilmeyen yoktur ama onlar ile Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi Tarihi yazarları arasında, dağlar kadar fark vardır. Stalinist olduğu ileri sürülen Carr, Stalin’i eleştirdiği için, Sovyetler Birliği’nde afaroz edilmiştir.79 Lucien Fabvre’ın, Marc Bloch’un ya da Fernand Braudel’in Marx’a karşı olduklarını, onu savunmadıklarını hiç kimse ileri süremez ama, Annales ekolünün Marxist tarih yazdığını söyleyecek bir babayiğit de bulunamaz. Kendisi bir marxist olan Hobsbawm, “bizim Annales ile fazla bir farkımız yok”80 derken, ekolün kurucularından Fabvre, Marxist indirgemeci tarihçilere demediğini bırakmaz. Onları Marx’tan “klasik bir Alman filozofu olan Marx’tan, sapmakla” suçlar.81

İdeolojinin yönlendirmesi ile tarih yazmak başka birşeydir, ideolojiyi temsil ettiği varsayılan bir “merkez”in kararlaştırdığı bir politik hedefi haklı çıkarmak üzere tarihten argüman aramaya girişmek ise, bambaşka... İlki, şu ya da bu düşüncenin etkisi ile geçmişte neler olduğunu anlayıp anlatmaya çalışan, bunun için ideolojisine bağımlı olarak, inandığı bilimsel yöntemle geçmişi araştırıp, anladığı gibi anlatan bir bilim adamı / sanatçı / zenaatkâr’dır. İkincisi ise basit bir propaganda metinleri yazarı.

KARL MARX VE TARİH:

Eric J. Hobsbawm, “ Günümüzde Marxist olmayan bir tarihçinin, tarihçi olarak günlük çalışmalarının seyri içinde, Marx’tan veya herhangi bir Marxist tarihçinin eserlerinden hiç söz etmemesi, muhtemelen imkânsızdır.” 82 der.

Tosh da doğru bir tarih yazmak için, sağlam bir teoriye sahip olmasının şart olduğunu ileri sürdükten sonra, günümüzdeki en sağlam teorinin de Marxizm olduğunu, kendisinin marxist olmadığını ortaya koyarak, ileri sürer.83 Lucién Fabvre’a göre: ” ... Tarihçi Marx’tan bir satır bile okumamış olsa, kendini başka alanlarda anti- marxist saysa bile, Marx’ın aşikâr bir ustalıkla ifade ettiği fikirlerin çoğu, bir kuşağın ortak hazinesini oluşturan tabanın içine çoktan beri dahil olmuştur...”84 bu bakımdan ondan etkilenmeden tarih yazmak, olası değildir. Burada bir daha tekrarlamak zorundayız ki Fabvre, Fransız Annalés ekolünün kurucusu olup, Marxist bir yazar olarak kabul edilmemektedir.85

Iggers, “Marx olmaksızın, kendisini hem Marx’a muhalefetiyle, hem de Max Weber’in çalışmalarıyla tanımlayan modern sosyal bilim kuramının büyük bir bölümü düşünülemezdi bile”86 diye yazar. Fernand Braudel, ünlü Uzun Zaman adlı makalesinde, “ Marxizm’in bu yüzyıl esnasında mesleğimizi nasıl bir kuşatma altında tuttuğu farkedilecektir... Bu muazzam etki, mesleğimizin çok sayıdaki dönüşümünde rol oynayarak, onu alışkanlıklarını bırakarak yenilerini edinmeye; kendinin, çıraklıklarının ve hatta başarılarının dışına çıkmaya zorlamıştır.87 der.

Bu büyük tarihçilerden sadece Hobsbawm’ın marxist olduğunu tekrarlamamızı, okur herhalde hoş görecektir. Peki Karl Marx ne demiştir, tarih hakkında ne yazmıştır ki karşıtları tarafından bile, onun 20.yy tarih yazıcılığında, belki de tarih “biliminin kurucusu” olduğu ileri sürülen Ranke’den daha çok etkisi olduğu, düşünülmektedir?

Karl Marx’ın tarih anlayışı ile kendine kadar gelen, tarihi büyük adamların, olağanüstü zekâların, tanrının; yâni insan üstü güçlerin yaptığına dair inanca, tam ters bir anlayıştır. Karl Marx’ın yakın dostu ve fikir yoldaşı Fredrich Engels tarafından “Tarihsel Materyalizm” diye adlandırılan tarih anlayışı, (yaygın kanaatin tersine bu tanım Marx’a değil, Engels’e aittir) tarihi, insanla başlatır. İnsan cinsinin, gereksinimlerini sağlamak üzere, doğayı kendi lehine değiştirmek için alet kullanarak, hayvandan farklılaştığı an, üretime başladığı an; Marx’a göre tarihin de başlangıcıdır.88 Alman İdeolojisi’nde Karl Marx, kendi tarih anlayışını şöyle özetler:

“ Bu tarih anlayışı demek ki temel olarak, gerçek üretim sürecinin gelişmesine dayanır, ve bu görüş, hayatın doğrudan maddi üretiminden hareket eder. İnsan ilişkilerinin biçimini bu üretim tarzına bağlı ve üretim tarzı tarafından... meydana getirilmiş olarak, bütün tarihin temeli olarak kavrar. Bu da onu...çeşitli teorik üretimlerin ve din, felsefe, ahlâk v.b. bilinç biçimlerinin tümünü onunla açıklamaktan, ve onun oluşumunu bu üretimlerden hareket ederek izlemekten ibarettir... Bu da doğal olarak işi bütünlüğü içinde göstermeye (ve değişik yönlerinin karşılıklı olarak etkileşimini izlemeye) olanak verir. Bu tarih anlayışı... pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar... Tarihin, dinin, felsefenin devindirici gücü eleştiri değil, devrimdir.”89

“ İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar. Doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.”90

“ Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler kurarlar. Bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasi ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir. Tam tersine onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da onların hukuki ifadesinden başka birşey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman toplumsal devrimler çağı başlar... İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı da büyük ya da az bir hızla altüst eder...”91

Ünlü Komünüst Manifesto^ya yazdığı önsözde, F. Engels, Marx’ın tarih anlayışını şöyle özetler:

“ Her tarih döneminde, egemen olan iktisadi üretim ve mübadele biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal örgütlenme, o dönemin üzerinde kurulu olduğu temeli oluşturur. Ve o dönemin politik ve düşünme tarihi, bu temele dayanarak açıklanabilir.”92

Marx’a göre toplumsal ilerleme böyle gelişir ve tarihi de üretici güçlerin çatışması oluşturur. Büyük adamlar, kahramanlar ve benzeri tarih konuları deyim yerinde ise sadece “doğru yerde ve doğru zamanda” orada bulundukları için şanslı olan kişilerdir ve toplumsal gelişmenin durumu, o kişiler olmasaydı da olaylar, ayni sonuçları doğururdu. (Belki de adı başka olan “kahramanlar”la N.B.) “ Tarih çok kere sıçramalarla ilerleme kaydeder ve onu her yerde izlemek gerekir ki bu da, sadece pek önemli olmayan birçok malzemenin ele alınmasını gerekli kılmaz, ayni zamanda, düşünce zincirinin de sık sık kesintiye uğramasını gerektirir.”93 Belki de bundan dolayı Marx’ı anlamak, kolay değildir.

Engels’in, Marxizm’im klâsiklerinden biri olan Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, adlı eserinde, sanki de bu yanlış anlamaları öngörmüş gibi şöyle bir pasaj bulunur:

“ Bütün geçmiş tarih... kendi çağlarının ekonomik koşullarının ürünüdür.. Toplumun ekonomik yapısı, her zaman, belirli bir tarihsel dönemin hukuki, politik kurumlarının olduğu kadar, dinsel, felsefi ve öteki ideaların bütün üst yapısının asal bir açıklamasını ancak kendisinden başlayarak yapabileceğimiz, gerçek temeli oluşturmaktadır.” 94 Engels, sonradan “vulgerleştirilerek” tarih eşittir ekonomi tarihine dönüştürülecek olan bu anlayışın özünü de ayni yerde şöyle anlatıyor:

“ Bundan önceki o insanın varlığını, bilinci ile açıklama yöntemi yerine, insanın bilincini, varlığı ile açıklamanın yöntemi bulunmuştu”95

Yâni, “bilinç varlıktan ibarettir” denilmiş, değildi!

Marx, Fabvre’ın deyimi ile “zor bir düşünür”dür. Kendine kadar olan hemen bütün düşünürlerden farklı bir düşünceyi, farklı bir üslupla anlattığı için, anlaşılması çok kolay değildir. Bu bir yana, günümüzde Marxist olduğunu ileri sürenlerin çoğunluğu da, aslında onun eserlerini okumuş değillerdir. “ ... Doğrudan Marx’ı ya da onun eserlerinin akademik yorumlarını okumuş olan bir avuç denilebilecek insan dışında herkes, onu, insan tabiatına ilişkin koyu bir determinizm ve katıksız bir sinizm ile özdeşleştirir.”96

Belki de egemen eğitim sisteminin etkisiyle, çağımızda insanlar zor sorunları kavramak için onları basitleştirme yoluna giderler. Bu belki eğitim düzeyindeki matematikte mümkündür ama felsefede uygulanabilir olduğunu söylemek çok zordur. Sonuçta Karl Marx’ı bilmeyen “Marxistler” onun tarih anlayışını aşağıdaki şekle dönüştürerek algılarlar:

“ Tarih, kayıtsız şartsız ekonomik güçlerin kontrolü altındadır. Bütün toplumlar, ayni evrelerden geçerek sosyalizme giderler. Bütün çağlarda insan davranışlarının ana saiki maddi çıkarlar olmuştur. Sınıflar bu çıkarların kollektif temsilcileridir ve bütün tarih de bu sınıfların çatışmasından ibarettir. İdeoloji, sanat ve kültür de ancak bu çatışmanın aynası olarak ele alınırsa bir anlam taşır. Hiçbirinin kendi tarihsel dinamiği yoktur. Tarihi yapan kitlelerdir ama onlar bile önceden belirlenmiş bir şemaya göre gelişirler, onun dışına çıkamazlar.”

Ortalama insanın ve daha kötüsü Marxist olduğunu sanan ortalama “marxist”in, Karl Marx’a malettiği bu tarih anlayışı, doğru değildir. Bu Marx’ın kaba bir indirgenmesi ve şematize edilmesidir. Ne tarih, ne yaşam ve ne de Marx’ın kendisi bu kadar basit olmayıp; çok daha derinlikli şeylerdirler. Yukarıdaki önermelere bir yanıt olması bakımından, Engels’in aşağıdaki mektubu ilginçtir:

“ Materyalist tarih anlayışına göre tarihte nihai olarak belirleyici olan unsur, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Karl Marx ne de ben bundan daha fazlasını söylemişizdir. O yüzden birileri çıkıp da bunu çarpıtarak, ekonomik unsurun yegâne belirleyici unsur olduğunu söylerse, bu önermeyi anlamsız, soyut ve boş bir ibare haline getirmiş olur. Ekonomik koşullar, alt yapıyı meydana getirir ama üst yapının belirli unsurları da tarihsel mücadelenin akışını etkiler ve birçok durumda da bunların şeklinin belirlenmesinde baskın gelirler.97

Marx’ın kendisi de daha 1877’de, bir mektupta şöyle diyordu:

“ Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuna ilişkin tarihsel şemamı, hangi tarihsel koşullar içinde bulunursa bulunsun, her halkın izlemesi mukadder olan genel bir tarih-felsefe teorisine dönüştürdüler.”98

Lucién Fabvre’ın Marxist tarihçileri “Klâsik bir Alman filozofu olan Marx’a dönmeye” davet etmesi, bundan dolayıdır. Öte yandan çağımızın bilinen en önemli Marxist tarihçileri arasında yer alan Thompson da “ bir kapanma olan Marxizm ile Marx’tan gelen açık araştırma ve eleştiriye dayalı bir gelenek olan Marxizm’in birbirlerinden ayrılması gerektiğini” ileri sürer. Birincisini, “teolojik bir alan” yâni bir tür din, skolastik ( ortaçağın düşünce biçimi...Kitapta varsa doğrudur!) bir kavram olarak yorumlar.99

Devrim sürecinin başlaması için olmazsa olmaz koşul olarak, sınıf bilinci’ni (Yâni öznel bir koşulu) ortaya süren bir düşünür, ancak bu kadar kaba bir biçimde indirgenip, basitleştirilebilirdi. Marx’ın anlattığı alt yapı ile üst yapı arasındaki dialektik ilişkiyi anlayamayıp, bunu iki boyutlu bir tahakküm ilişkisi sanan “marxist” tarih yazarları, ona karşıtlarından daha çok zarar vermektedirler. Engels Anti Dühring’de şöyle demektedir:

“ İnsanlık tarihi alanında, sağlam bilgimiz, (örneğin) bioloji alanından çok daha sınırlıdır... Bu alanda son tahlilde kesin hakikatler, mutlak olarak değişmez has hakikatler avına çıkan biri... Napolyon’un 5 Mayıs, 1821 de öldüğü gibi, en kötü cinsten yavanlık ve beylik düşünceler dışında, çok az avla dönecektir.”100


TARİHÇİLER ve TARİHLERİ:

Tarihçi deyince, bundan tarih yazan insanları anlamak gerektiğini bir kez daha aktaralım. Bu bizim değil, Tosh’un, Fabvre’ın, Carr’ın bütün ciddi tarih düşünürlerinin fikridir. Lise tarih öğretmenleri, hiç üzerlerine alınmasınlar. Onlar, ellerine verilen bir metni, anlatmakla yükümlü uygulayıcılardır. Tarihçi ise tarihsel bilgi ve yorum üreten kişidir.

Fontana, şöyle diyor:

“ Tarihçi, kendini yetiştiren toplumsal düzenin açıktan savunucusu olmadığında bile, eğer gerçek yaşamın yanında ya da hatta onun üzerinde, dünya ölçüsünde geçerli bir akademik değerin varlığını tasarlıyorsa...(düzeni savunanlardan NB) daha az tiksinti verici olmayan bir suç ortaklığı içinde bu düzenle işbirliği yapıyor demektir.”101

Hobsbawm ise akademik tarihçilerin, gönüllü olarak sistemin memurları, işçileri durumuna düştüklerini ileri sürer.*

Jenkins, bir adım daha ileri gider. Üniversitelerin milyonlarca dolar ödenek aldıktan sonra, sistemi eleştirmeye güçlerinin olamayacağını ve akademik doğru ile gerçek’in “iktidarın doğruları” ve “iktidarın gerçekleri”nden başka hiçbirşey olamayacağını savunur.102

Evans, Tarihin Savunusu’nda bu görüşlere karşı çıkarak, homojen bir “akademisyenler grubu”ndan söz edilemeyeceğini, üniversitenin de toplum gibi heterojen bir yapı gösterdiğini, akademisyenler arasında; toplumda da olduğu gibi her türden insanın bulunabileceğini söyler.

Evans’ın savunusunun kendi bile, “akademik tarihçiler”, “meslekten tarihçiler” gibi tanımlamaların, kendi başlarına hiçbir değer taşımadığının zımnen kabulüdür. Ne var ki, çağdaş tarih düşünürleri arasında, mektepli tarihçilik ekolünün en önde gelenleri olan Tosh ve Evans’ın bile bu “tarihçi grubu” ile ilgili olarak kabullendikleri bir gerçek vardır ki, o da şudur:

Yüklə 217,96 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin