Biraz daha açmak gerekirse, bir insan bir başkasının hidayetine, doğru yola ermesine sebep olsa, onun işlediği sevapların bir katı da, o sebep olan şahsa veriliyor. Berikinin sevabından da birşey noksan olmuyor. Aynı şekilde, bir şahsın yanlış bir inanca sapmasına, yahut haram işlemesine sebep olan bir insan da, o ifsad ettiği kimsenin işlediği günahların bir katı kadar günaha giriyor. Berikinin günahından da bir şey eksilmiyor.
Buna göre, başkalarının dikkatini çekmek ve şehvetini tahrik etmek isteyen bir kızcağız, açık saçık kıyafetiyle, yüzlerce insanın günaha girmesine sebep oluyor ve kendisini büyük bir tehlikeye atıyor.
Son olarak, “Tanımadığım bir erkekle nasıl evlenebilirim?” diyen halanın kızına da bir çift sözüm olacak:
Senin bu ifadelerini bütünü ile bir anda reddetmek belki mümkün değil, ama yanlış anlaşılmaya meydan vermemesi için, şu hususun da açığa kavuşması lâzım:
Bu hürriyet sadece kadınlara mı tanınmış? Meseleyi iki taraflı ele alırsan, biraz daha gerçekçi düşünebilirsin.
Bir erkek de, pekalâ senin gibi düşünebilir ve bir kızcağızla aylar yıllar boyu, gayri meşru münasebetlerde bulunduktan sonra, “Bunu beğenmedim” der ve bir başkasıyla arkadaşlığa başlar.
Bu gibi sözler, tamamen hissî ve düşüncesizce söyleniyor. Madem ki, insanın Rabbi Allah’tır; şu koca kâinatı onun emrine veren O’dur. Ana rahminde insanı tavırdan tavıra geçiren ve en mükemmel bir varlık haline getiren O’dur. Öyleyse, bu insanın dünyada mesut olması ve âhirette mesûl olmaması için gerekli bütün esasları koymak da, ancak O’nun hakkıdır.
İslâm, insanın müstakbel eşini görüp tanımasına müsaade etmiştir. Gerektiğinde, -bir mahremlerinin nezaretinde- genç kız ve erkeğin görüştürülebilmeleri imkânını da tanımıştır. Ama, onları hiçbir zaman yalnız başlarına da bırakmamıştır. O nefisleri kabarık, hissiyatları coşkun insanları, başıboşluğa terketmemiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurur:
“Haberiniz olsun: Bir erkek, yabancı bir kadınla yalnız kalırsa, üçüncüleri şeytandır.”
Ve yine İslâm, bu dünyayı “oyun ve eğlence” âhireti ise “daha hayırlı ve bâkî” olarak tesbit etmiş ve evlilikte en önemli ölçüyü, din, ahlâk, namus ve iffet olarak belirlemiştir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz , bu hususta şöyle buyurur:
“Kadın, dört şey için nikâh edilir: Malı, soyu-sopu, güzelliği ve dindarlığı için. Sen bunlardan dindar olanı araştır, bul, mes’ud olursun.”
Bu hadîs-i şerif’ten sen de gerekli dersini al ve o dördüncü gruba dahil olmaya gayret et. Tâ ki, evliliğinde saadete erebilesin.
Bununla beraber istersen, evleneceğin erkeği her yönüyle araştır. Ama, öncelikle onun dinî ve ahlâkî durumunu öğren. Ahlâk derken “uysallığı”, “kadına şartsız itaatı” anlama.
Kendisini de görmek istersen, gör. Fakat unutma ki, beden ruhun elbisesidir. Sen onu görmekle, ancak “elbiseyi” tanımış olacaksın. Onu, ruhunu bütün incelikleriyle, ancak evlendikten sonra tanıyabilirsin. Evlilik öncesindeki yaldızlı sözler, boş vaadler seni aldatmasın.
Şunu da hatırdan çıkarma: Mes’ud olmak tek yönlü değil, çok yönlü bir mesele. Onu bütün yönleriyle düşünsen, altından kalkamazsın. Bir kaçını misâl vereyim:
Falan beyi, kendi aklınca beğendiğini ve onunla evlendiğini farz edelim. Şu sorularıma cevap verebilecek misin?
Acaba bu izdivacınız sonunda çocuğa kavuşacak mısınız?
Çocuğunuz eksik veya sakat olacak mı?
Senin yahut kocanın başına hangi tarihte, ne gibi bir felâket gelecek?
Seni dul, çocuklarını öksüz bırakacak bir kaza var mı önünüzde?
Hanginiz, kaç sene yaşıyacaksınız? Kocan senden önce vefat ettiği takdirde, kimlere muhtaç olacaksın?
Çocukların, hayırlı evlât olacaklar mı?
“Eden bulur,” kâidesince, acaba gençliğinde yaptığın ölçüsüzlükler, kızına ve oğluna da aksedecekler mi?
Devam etsem, bir kitap kadar soru çıkarabilirim.
İşte bütün bu hususlarda ister istemez Allah diyecek, O’na sığınacak, O’ndan yardım dileyeceksin.
Öyle ise işin başında O’nun rızası istikametinde bir yuva kurup, sonra bütün bunlar için O’na tevekkül etsen, daha iyi olmaz mı?
Böyle yaparsan, artık ondan sonra gelecek sıkıntılar, senin için bir ceza değil, bir imtihan suali, bir terakki vesilesi, bir sabır tâlimi olur. Bu şuura erersen, dünya seni sarsamaz, hâdiseler seni fazla üzemez. O metin ruhunla, bu dünyada bir cennet hayatı sürersin.”
Evet Hülya! Sen mektubunda özel bir soru sormadığından olacak, ben de bu mektubumda senden çok, başkaları ile konuşmuş oldum.
Bunda da bir hayır vardır, diyorum.
Selâmlar...”
•••
Bu, Hülya’ya yazdığım son mektup olmuştu. Kısa bir süre sonra, bir teşekkür mektubu geldiyse de, özel sorusu olmadığı için kendisine cevap yazmadım. Sadece, bayram tebriğiyle yetindim.
ARADAN BİRKAÇ yıl geçti. Bir otobüs yolculuğunda Hülya’nın benzeri problemleri olan bir gençle tanıştık.
Kaptanın hemen arkasındaki birinci ve ikinci sırada oturan gençler birbiriyle şakalaşıyorlar, olur olmaz şeyler için kahkahayı basıyorlardı. Birinci sıranın pencere kenarında oturan kırmızı montlu genç, bir ara sırtını pencereye dayayıp, sağ kolunu koltuğun üzerine uzatarak yüksek sesle söylenmeğe başladı. Dikkatleri çekmek istediği jestlerinden açıkça belli oluyordu.
“Elim kırılsaydı da bu şehri tercih etmeseydim” dedi. Kısa bir süre sustuktan sonra, “ne baş belâsı şehirmiş yahû” diyerek dikkatleri iyice çekti ve “inanılır şey değil kardeşim” dedi “bir kız arkadaşınızla ola ki ele ele tutuşsanız hemen yanınıza bir beyefendi yaklaşır ve ‘kardeşim biraz terbiyeli davransanız iyi olur’ diyerek, sizi nâzikane tehdit eder. Biraz daha ileri gidecek olsanız dayak yemeniz işten bile değildir,” diye devam etti. Sözlerinin tesirini ölçmek yahut bir tasdik edici bulmak ümidiyle yolcuları şöyle bir süzdü. Sonradan isminin Levent olduğunu öğrendiğim birisi, “Aaa” dedi, “bu kadarı da fazla doğrusu. Hangi asırda yaşıyoruz. Kimin kime karışmaya hakkı var” diye, ona destek oldu. Bir diğeri, “şu insan haklarını ve hürriyet kavramını bir türlü benimseyemedik,” diyerek onu tasdik etti.
Konuşmaları bir süre dinledim. Sonunda, “Bu kadar namus da fazla doğrusu” diye söze karıştım. Ve gençlerin şaşkın bakışları arasında devam ettim sözlerime:
“Ama eskiden öyle miymiş? Bir insan istermiş ki, zevce olarak seçtiği hanımefendi, daha önceleri kimseyle bir ilişki içinde bulunmamış olsun. Kendisini her şeyiyle müstakbel kocası için saklasın.”
İşte gençlerle sohbetimiz böyle başladı, yarım saatlik mola boyunca da devam etti. Bana en çok soru soran Levent olmuştu. Soruları samimi idi. Bilmediğini biliyor, bir şeyler öğrenmek istiyordu. İktisadî hayattan âhiret hayatına kadar her konuda sorular sordu. Elimden geldiğince kendisine faydalı olmaya çalıştım. “Bu sohbetlerimizi Hülya’nın da dinlemesini ne kadar isterdim,” diye geçti içimden. Ertesi gün, gençlerle yaptığım bu sohbetten Hülya’nın ilgi duyacağını tahmin ettiğim kısımlarını kaleme alarak, elimdeki son adresine postaladım. Bu kendisine gönderdiğim son mektup oldu.
Mektubumda önce söz konusu yolculuğumuzun bir özetini verdim. Sonra sözü otobüste okuduğum “Sahte Bakirelik” başlıklı bir yazıya getirdim. Bu yazı hakkında gençlerle bir hayli konuşmuştuk. Bunları Hülya’ya ana hatlarıyla şöylece aktardım:
Yazının her cümlesi demagoji ve dejenere doluydu. Yazı, bu milletin ruh dünyasının tamamen dışında, hatta ona düşman bir yabancı tarafından kaleme alınmış da altına Türkçe bir isim yazılmış gibiydi. Ve bir yerinde şu dehşetli cümle vurgulanmıştı: “Birçok gelenek, hızla değişen zamanın içinde eriyor. Bâkirelik de, bu değişmeden payını alacak.”
Yazar, bunu bir müjde olarak takdim ediyordu. Ona göre kendi kızları yahut torunları, başka erkeklerle diledikleri gibi düşüp kalkabilecekler, ne kendisi ne de müstakbel damatları bunu kesinlikle mesele yapmayacaktı. O mutlu(!) günün hasreti satırlardan sanki dökülüyor gibiydi. Önce sayın yazara şunu sormak gerekiyor: Zamanın erittiği her şey çirkin midir, yahut tam tersi “zamanın erittiği her şey güzel midir?”
Bu sorulara ne “evet” ne de “hayır” diye cevap veremeyiz. Zamanın bürüyüp götürdüğü nice üstün şahsiyetler de vardır, eritip öldürdüğü nice câniler, nice katiller de. Fikirler ve inançlar da böyledir. Zaman içinde gelişen sümbül veren üstün fikirler, hak inançlar olduğu gibi, aksine, zamanın içinde boy veren zararlı dikenler, batıl fikirler de var. Gündüzle gece arasındaki kovalamacanın bir benzeri de, bu doğru ve yanlış düşünceler arasında yaşanmış. Bazen biri, bazen diğeri insanlara hükmetmişler. Ama hâkim olsun, mahkûm olsun gündüz daima parlak, yine galip gelsin mağlûp düşsün gece her zaman zulmetlidir. Öyle ise, yazarın zannettiği gibi zamanın erittiği her şey mutlaka karanlık ve kötü değildir.
Yazar, bir yerde “kızlık, erkeklik kavramlarını doğanın verdiğini” yazıyor, namus kavramını fazla mesele yapmamak gerektiğini, dolaylı olarak, anlatmaya çalışıyordu. Yazara göre doğa, yani top yekûn şu kâinat, insanın organlarını yapmış, yaratmış, tanzim etmişti. Sayın yazar, gören, işiten, anlayan, korkan, seven şu harika insanın yaratılışını, iradesiz, şuursuz, kör, sağır tabiata ve onu meydana getiren cansız elementlere veriyordu. Böyle inanınca da sorumsuzca konuşabiliyor, yazabiliyor ve dilediği gibi yaşayabiliyordu. Öyle ya, insan şu dilini kendisine birinin taktığını bilecektir ki, onunla gelişigüzel konuşmaktan çekinsin. Aynı şekilde, şu elini takan birinin olduğuna inanacaktır ki, onunla rastgele şeyler yazmasın. Ama kendini doğanın yaptığına inanan bir insanın, sorumsuzca yazıp çizmesine de fazla şaşmamak gerekiyor. Halbuki şu gördüğümüz maddî âlemden bizim ancak maddemiz yapılıyor. Ruhumuz ve ona bağlı duygularımız, sevgimiz, korkumuz, vicdanımız, aklımız, hayalimiz kısacası bütün mâneviyatımız hep âlem ötesi değerler ve hiçbirinin doğa ile ilgisi yok.
Bedenimizin büyüyüp gelişmesi için, nasıl şu kâinattaki mükemmel nizama harfiyen uymamız gerekiyorsa, ruhumuzu korumamız, kalbimizi yüceltmemiz, aklımızı olgunlaştırmamız için de uymamız gereken kurallar, kanunlar olmalı. Bunları doğada bulamadığımıza göre, bizim mâneviyatımız madde ötesi bir kanunlar manzumesiyle sıkı bir münasebet içinde olmalı. İşte bu noktada, yazarın yanlış olarak “gelenek” dediği “din” ortaya çıkıyor.
Kâinatı bir fabrika gibi yaratıp tanzim eden ve ona insan mahsûlü verdiren biri var. Ve insanın ruh dünyası, kalp âlemi ancak O’nun emir ve yasaklarına tam uymakla şekillenebilir ve kâinat ötesi bir saadet âlemine ancak böylece yol bulabilir.
İlâhî fermana uyulmadığı takdirde, herkes kendisine göre bir hayat anlayışı, bir namus telâkkisi atar ortaya. Bunlardan hangisinin doğru olduğuna dair bir kıstas getiremez, bir ölçü bulamayız.
Yanlış inançlardan, batıl dinlerden uzaklaşmak insanı doğruya götürür. Ama uzaklaştığımız doğru ve hak ise, o zaman yanlışa girmemiz kaçınılmaz olur. Mânevî ikliminde hak dinin hüküm sürdüğü toplumumuzda, yazarın gelenek dediği bütün kutsal değerlerin bir kalemde çizilip atılması, bizi nereye götürecektir? Ben de yazarın diliyle konuşarak kendisine şunları soracağım:
Toplumumuzda büyüğe saygı, küçüğe şefkat bir gelenektir. Hırsızlık yapmamak, yalan söylememek, başkasının malına, namusuna kötü gözle bakmamak da birer gelenek. Düğün, bayram, hasta ziyareti, tâziye verme gibi daha nice geleneklerimiz var. Bütün bunların eritilmesi mi lâzım?
Hızla değişen zamanın içinde birçok geleneğin eridiğini sevinçle haber veren yazar, bilmiyor ki, tarih boyunca zaman nehrinde nice milletler akmış, bir süre birisi, bir süre de bir başkası hükmetmiş, sonunda her günün bir sonu olduğu gibi her devir de hükmünü tamamlamış ve yeniden başka kavimler, başka milletler bu dünyada imtihan olmaya başlamışlar.
Bilirsin, hidayet önderi olan peygamberlere, o Hak elçilerine kavimleri ağız birliği etmişçesine şu karşılığı vermişlerdi: Biz dedelerimizi ne üzere bulmuşsak o yola devam etmek isteriz.
Dedeleri putperestti. Onlar da bu geleneği devam ettirdi ve helâk oldular. Batıl gelenekleri, İlâhî emirlere feda edenler ise kurtuldu, ebedî saadete erdiler.
Gelenek yanlış ise, terki büyük saadet. Ama, ya doğru ise. O zaman, geleneğin terki, başka kültürlerden gelen bozguncu fikirlere kapı açmak olur ki, bunun neticesi dünyada zillet, âhirette ise ebedî hüsran ve azaptır.
Ben bu satırların yazarını şahsen tanımadığım için onun kişiliği hakkında bir şey söylemeyeceğim. Sadece, gençleri dejenere etmeğe çalışan bu tip insanlar hakkında bir takım ihtimâlleri sıralamakla yetineceğim:
Bunlar temiz olmayan bir gençlik dönemi yaşamışlardır. Mâzideki kabahatlerini gençleri de aynı yöne sevk etmekle örtmek isterler. Herkesin işlediği bir yanlışın, ayıp olmaktan çıkacağı vehmine kapılmışlardır.
Veyahut, bu tip yazıların sahipleri ahlâksız yuvalarla ticarî işbirliği içindedirler.
Ve nihayet en büyük ihtimâl ile, bunlar inançsızdırlar, materyalisttirler. Dünyada ot gibi bittiklerine ve yine ot gibi yiteceklerine inanırlar.
Bu âlemin tesadüfen meydana geldiğine, kendilerinin de yine tesadüfen insan olduklarına inanırlar.
Bu günü yarına ulaştıranın, dünyayı da âhirete çevireceğinden gâfildirler. Ölümü hiçlik ve yokluk kabul ederler. Ölüm ötesi hakkında ne bir ümitleri, ne bir sezişleri vardır.
Kendilerini başıboş, sorumsuz ve murakabesiz zannederler.
Bir bilyenin bile ustasız meydana gelemeyeceğini bildikleri halde, şu arz küresini sahipsiz, mâliksiz sanırlar. Bir mumun dahi kendi kendine yanamayacağını bile bile, güneşleri, yıldızları, birinin yakıp yandırdığını düşünmek istemezler.
Gerçekte bunun böyle olmadığını anlayacak güçtedirler. Gel gör ki, bunu kabul ettikleri takdirde kendilerinin de vazifesiz, başıboş olamayacaklarının şuuruna erecek ve yaratıcılarına karşı şükür ve ibadet vazifesiyle karşı karşıya geleceklerdir. Bozuk bir çevre edinmiş, belli alışkanlıkların esiri olmuş yahut belli ideolojilerle beni yakınmış bir insana bu ulvi vazife çok ağır gelir. Çare ise hazırdır: Bütün bunları düşünmeden yaşamak.
Yol arkadaşlarımızdan Levent bir soru sormuştu. Onu da kaydetmeden geçemeyeceğim: “Siz namus konusunda değişik kaynaklara indiniz mi? Bunlar içerisinde size en orijinal gelen hangisi oldu?” diye sormuştu.
Kendisine şu cevabı vermiştim:
Ben bu sahada bir hayli eser karıştırdım. Meseleye İslâm’ın bakışını da tespit etmek üzere aile ve namusla ilgili bütün âyet-i kerimelerin meâllerine ve tefsirlerine baktım.
Ve aradıklarımı Kur’anda buldum. Kalbimi ancak O tatmin etti; zira O, kalbimin yaratıcısının kelâmıydı.
Aklım ancak onunla doydu, çünkü O, aklımı yaratanın fermanıydı.
Bütün his dünyam ancak O’nunla aydınlandı, huzura ve sükûna kavuştu; çünkü O, his dünyamı tanzim edenin kitabıydı.
Bu konuyla ilgili olarak, O Hak Fermanında geçen bütün âyetleri burada aktarmam mümkün değil. Ancak, bana çok enteresan gelen bir hususa değinmeden geçemeyeceğim:
Kur’an-ı Kerim’de hitaplar bazen mutlak olarak “insana”, bazen de sadece “mü’mine” yapılır. Bu nokta çok önemlidir.
Namusla ilgili âyetlerde hitabın mümine yapıldığını görüyoruz. Demek ki, ırzını, namusunu korumak müminin vasfı. Ve iman zafiyeti nispetinde, namus hassasiyetinde de azalma görülüyor.
Bir âyet-i kerimede önce müminlerin felâh bulacakları, kurtuluşa erecekleri beyan edilir, daha sonra müminlerin dört sıfatı sıralanır. Bunlardan birisi de, “onlar ırzlarını korurlar” şeklindedir. (Müminûn Sûresi, 15)
Önümüzde önemli geçitler var. Bunları salimen geçip saadet menziline ermemiz, yâni felâhımız, kurtuluşumuz ancak imanla mümkün. Ve namus, imanlı insanın en önemli özelliklerinden biri.
Son olarak Levent’in “Hangi asırda yaşıyoruz? Kimin kime karışmaya hakkı var” şeklindeki öfke ve sitem dolu sorusuna verdiğim cevapları da sana aktarmak isterim. Gerçi daha önceki bir mektubumda hürriyet üzerinde durmuştum, ama şimdi yazacaklarımın farklı bir yönü olduğunu düşünüyorum.
“Hangi asırda yaşadığımız malûm, ama bu asırda kimsenin kimseye karışmadığını söylemek de güç.
Bu sözlerinizle umarım Avrupa ülkelerini kast etmiş, batıda kimsenin kimseye karışmadığını vurgulamak istemiştiniz. Bu kanaatiniz bir yönüyle doğru, diğer yönüyle ise asla.
Batıda herkes herkese karışır. Trafik işaretlerinden bilet kuyruklarına kadar her sahada. Yanlış bir hareket yapmaya görün, polise gerek kalmadan herkes sizi uyarır. Toplumun rahatı, ahengi, düzeni için her fert bir polis kadar hassastır. Sizi kendi keyfinize bırakmazlar. Orada buradaki kadar hür(!) ve sorumsuz yaşayamazsınız.
Ama insanı insan yapan değerlere gelince, bu konuda batılı hissizdir, vurdumduymazdır. Kişi dimağına dilediği kadar yanlış fikir doldursun, kalbi alabildiğine yanlış inançlarla dolsun, ahlâkı ne denli dejenere olursa olsun batılı bunu mesele yapmaz. Yeter ki onun trafiği tıkanmasın. Dünyası nizam ve ahenk içinde geçsin. Maddesine ilişilmesin, menfaatine dokunulmasın. Gerisi onun için önemli değildir. İşte bizim insanımız batıyı bu korkunç çehresiyle yeterince tanımadığı için, onun güzel elbisesine hevesleniyor ve aldanıyor.”
Bu sözlerime karşı Levent, nâzikane bir açıklama getirdi. “Yanlış anlaşılmasın,” dedi “ben batı hayranı falan değilim.”
Kendisini tebrik ettikten sonra bakışlarımı Levent ve arkadaşları üzerinde gezdirdim ve şöyle devam ettim konuşmama:
Siz batıyı sevmeseniz de batı sizi seviyor. Nasıl mı diyeceksiniz?. İspatı kolay. Size bir misâl vereyim. Siz İngiltere’ye gitseniz ve baksanız ki bir İngiliz genci türkü yahut şarkı söylüyor. Ona karşı içinizde hemen bir yakınlık duyarsınız. Hele bu bir kahramanlık türküsüyse ilginiz biraz daha artar. Ya bir de onun mehter marşı söylediğini duysanız., artık onun İngilizliğinden şüphe etmeye başlarsınız. İşte bir batılı da bizim batı müziğine hayranlık duyduğumuzu görünce öyle memnun oluyor. Müzik, kültürün sadece bir parçası. Buna giyiminizi, kuşamınızı, buna içkinizi, kumarınızı eklerseniz batılının gözleri sevinçten yaşarmaya başlar. Eğer bu garplı, tarihine bağlı ve bu bağlılığın zarurî bir gereği olarak bir Osmanlı düşmanı ise, sizin bu haliniz onu çok fazla memnun eder. “Dün isminden korktuğumuz hasmımızın namus ve haysiyetini bugün kendi evlâtlarına çiğnetebiliyoruz. Ne bahtiyarız!” diye, bizim sefâletimizin sefâsını sürer.
Sonra Levent’e dönerek, Bak Levent dedim: Kul hür olamaz. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık.
Sana bir soru sorayım. Sen elinle solunum yapıp, ağzınla işitip, kulağınla konuşabilir misin? “Elbette ki hayır” Niçin? Hür değilsin de ondan.
Seni yaratan, organlarını yapıp çatan, vazifelerini tayin eden biri var. O Zat, sana bir de irade vermiş. Onunla bu organları kullanıyorsun. Ama dikkat et. Sen organlarını yerli yerince kullanmaya mecbur olduğun gibi, iradeni de doğru kullanmalısın. Neleri irade etmenin sevap, neleri etmenin günah olduğu İlâhî iradeyle tespit edilmiş. Ve sana bu hususta bir tercih şansı tanınmış. Meleklerden farklı olarak bu dünyada bir imtihana tabi tutulman bunu gerektiriyor. Doğru cevabı bildiğin halde yanlışı da işaretleyebiliyorsun.
İşte, insan iradesine tanınan bu serbestlik, çoklarınca yanlış anlaşılıyor, doğru değerlendirilmiyor. Halbuki insanoğlu az kafa yorsa, kulun mutlak mânâda hür olamayacağını anlayacaktır. Öyle değil mi? İnsan, babasına, âmirine, devletine karşı gelemediği halde, Rabbine, Hâlikına, Mâlikine nasıl isyan edebilir!?..
Gözümüze görmeyi, güneşe ışığı O yerleştirdiği gibi, gördüğümüz bütün eşya da O’nun. Bir görme hadisesinde biz bütün icraatlarımızı O’nun ihsanı ile yapıyoruz. O halde, bu lütuflara karşı, O’nun razı olmadığı şeylere nasıl bakabiliriz!?.. Buna nasıl hürriyet diyebiliriz!?..
O’nun dünyasında oturuyor, O’nun havasını emiyor, O’nun ağaçlarından yine O’nun rahmetiyle süzülen meyveleri yiyor, O’nun verdiği hayat ile yaşıyoruz. Böyle iken nasıl oluyor da kendimizi O’na iman edip etmemekte, yahut isyan etmekte serbest zannedebiliyoruz?
Meselenin bir de şu yönü var:
Bir gencimiz, “ben hürüm,” deyip dursun, batılı alaylı bir tebessümle onu seyrediyor ve kendisine şöyle sesleniyor:
Sen benim kültür esirimsin! Zevklerine ambargo koymuşumdur. Şu müziği sevip, şunu sevmeyeceksin.
Sadece şu topluluklara katılacaksın. Sakın ha bu zinciri kırayım deme. Seni demokrasi ve hürriyet düşmanı ilân ederim.
Namus, iffet, haya... Bunları zinhar ağzına almayasın. Seni gericilikle damgalarım.
Konuşma hürriyeti mi? Benim hoşuma giden her şeyi konuşabilirsin.
Seyahat hürriyeti mi? Benim arzu saham içinde dilediğin gibi dolaş. Yeter ki hoşlanmadığım yerlere gitme.
Kıyafet hürriyeti mi? Dilersen Paris’e uy, dilersen Londra’ya. Ama, sakın ha dedelerine, ninelerine benzemeyesin.
Sen benim bir parçam olmağa çalış. Diyeceksin ki bünyelerimiz ayrı, örf ve âdetlerimiz uymuyor. Dinlerimiz farklı. Bunun kolayı var. Erimeyi ve yok olmayı öğreneceksin.
Utanmak ne kelime? Hangi asırda yaşıyoruz. Deniz dibinde kuru çakıl mı arıyorsun? O devir geçti gencim.
Ve sözlerine şu cümleyi sırıtarak ekleyecektir: Hepinize geçmişler olsun. Bilhassa dedeniz Osmanlıya.
Onun bu sırıtması aslında acı bir tebessümdür. Zira o, şahsiyetini bulmaya azmetmiş yeni bir neslin ayak seslerini duymakta, tedirgin olmaktadır. Güneşin ilk huzmelerini, şafağın ilk parıltılarını bir baykuş edâsıyla acı acı seyretmektedir.
Ve bir gün gelecek, bu nesil ona iâde-i ziyaret yapacak ve onun ‘geçmiş olsun’una karşılık kendisine ‘âcil şifâlar’ dileyecektir.
Halit ERTUĞRUL
Dostları ilə paylaş: |