Bibi. Tayyarzade Ata Bey, Tarib-i Ata, I, ty,
s. 234-243; Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teş
kilat ve Kıyafet-i Askeriyyesi, İst., 1325; M. F.
Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Mü
esseselerine Tesiri, ist., 1975; Uzunçarşıh, Kapı
kulu, I, 290, 304, II, 146, 151; İ. H. Uzunçar
şıh, "Alay", M, I, 293-294; Pakalm, Tarih De
yimleri, II, 521-522; Esad Efendi, Teşrîfât-ı Ka
dime, ist., 1979, s. 4-5; Z. Kazıcı, "Alay", DlA,
II, 347-348. '}
İSTANBUL
MEYDAN ŞAİRLERİ
Âşık edebiyatı Tanzimat'ın ilanından sonra bir süre daha canlılığını koruyabilmiş, zamanla eski gücünü kaybederek sıradan şairlerin elinde varlığım sürdürmeye çalışmıştır. Bu gerileme saz şairi için yeni bir mekânın doğmasına yol açarken kendi şairlerini de beraberinde getirmiştir. Saz şairlerinin vazgeçilmez çalgısı olup cura, divan sazı, meydan sazı gibi çeşitleri olan sazın dışında da bazı çalgıların çalınması sebebiyle çalgılı kahve veya bir şiir türünün adından dolayı semai kahveleri olarak adlandırılan yeni bir mekânın ortaya çıkışı, bu tür şiirin meraklılarını da yeni bir eğlenceye kavuşturmuştur.
Abdülaziz (hd 1861-1876) ile II. Abdül-hamid'in (hd 1876-1909) saltanat yıllarında en canlı dönemini yaşayan bu kahveler, 1910'dan sonra iyiden iyiye azalıp kalitesini kaybetmiş, 1920'den sonra da bütünüyle ortadan kalkmıştır. Bu kahvelerde şiir söyleyenler arasında farklı yapı ve karakterde olan sanatkârlar olduğu için, yerine ve icracısına göre bunlar "tulumbacı şairler" veya "meydan şairleri" diye de adlandırılmaktadırlar; hattâ birincileri için, "külhanbey-tulumbacı şairler" de denilmektedir. Daha çok semai kahvelerinde yer alan meydan şairleri, yılın belli ay ve mevsimlerinde çalıp söyledikleri için belirli za-
manlarda da boş kalırlardı. Onların saz çalıp şiir söylediği yerler, kış aylarıyla ramazan gecelerinde dolup taşardı.
Meclisin açılacağı gece, daha önceden duyurulur, kahve de ona göre süslenirdi. Buranın duvarlarına yangın kuleleri, deniz kızı, balıkçı kayıkları, Kız Kulesi, bir yangın resmi ve çeşitli manzaralar suluboya ile çizilirdi. Tavandan aşağıya da renkli kâğıtlardan yapılan zincirler sarkıtılır, "yeni dünya" adı verilen renkli ve cilalı yuvarlaklar da unutulmazdı. Şairler, kahvenin bir meydan olarak düzenlenen uygun bir bölümüne yerleşirlerdi. Çalgıcılar için ayrılan yer ise, sesin iyi yayılmasını sağlayacak bir köşe olurdu.
Bu tür şairler arasında uzun zaman bulunan, onlarla beraber çalıp Söyleyen Otakçılarlı Ahmed Cevad, konuyla ilgili yazısında bu tür şairleri "ilim ve istidat de- -receleri" açısından "okur yazar, okur yazamaz ve hiç okumaz yazmaz" diye üçe ayırır. Birinciler kalemlerini kullandıkları gibi hazırlıksız olarak da (irticalen) şiir söyleyebilmektedirler; öbürlerinin şiirleri ya zamanla unutulup gitmiştir veya hafızalarda kendilerine birer yer bulabilmişlerdir.
Bu şairlerin söylediği şiirler koşma, destan, divan,, semai, kalenderi, mani gibi eskiden beri bilinen şekiller ile kendilerine has ve "yıldız" adı verilen bir türden oluşmaktadır. Bunların da satrançlı divan, zincirleme yıldız, ayaklı koşma gibi bazı alt dalları bulunurdu.
Düğünlerde, ramazan veya kış gecelerinde kendilerine çok iş düşen meydan şairleri çağırıldıkları yerde önce bir "muamma" ile karşılaşırlardı. Kendine has bir süslü kutu üzerine yazılan muamma, şairler tarafından çözülmeye çalışılır; bilene, başta bir takım çamaşır ve bahşiş olmak üzere çeşitli hediyelerle birlikte çözüm ücreti ödenirdi. Bütün bu olayları yönetmek, hattâ şairler veya onlara destek veren yakınları arasında çıkabilecek tatsız olayları önlemek amacıyla görevlendirilen kişiye de çığırtkan adı verilirdi.
Bu meydana herkes "şairim" diyerek çıkamazdı; özellikle okuryazar olmayanlar bir ustaya hizmet edip destur (izin) almak zorundaydılar. Böyleleri bir süre ustalarının yanında çırak olarak dolaşır, onların
MEYDANCIK MESCİDİ
432
r
433
MEYDANLAR
sazını taşır, atışmalarından pay alırdı. Ustalıklarını ortaya koyduktan sonra bunlara bir mahlas (takma ad) verilirdi.
Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinde yetişen ve kendilerini kabul ettiren meydan şairlerinin başlıcaları şunlardır: Alımed Derünî, Ahterî, Aşkî, Behçe-tî, Bîdârî(-0, Celâl, Dercî, Enverî, Ferdî Dede. Beşiktaşlı Gedâî(->). Giıyânî, Deli Hakkı, Halim Baba, Ikrârî, Kandî, Küçük Dertli, Memduhî, Meylî, Mihrî, Mustafa Çavuş. Nâmî(-»), Nutkî, Resmî, Sabrî, Sad-dî, Salikî, ServerîC-»), Sevdaî, Şirinî, Üsküdarlı Vasıf ve Bahriyeli Yusuf Kenan'dır. Bunların dışında, bu tür kahvelerde sadece mani söyleyenler de vardır. Zil izzet, Perişan Hali, Bodur Tevfik, Otak-çılarlı Ahmed Cevad vb bunlardan sadece birkaçıdır. Bunlar, yaşadıkları dönemin şairlerinin eserlerini okuduktan sonra kendi manileriyle meydanlarda yerlerini alırlardı.
Meydan şairlerinin semai kahvelerinde karşılıklı şiir söyleşmeleri belirli bir düzende gerçekleştirilirdi. Çığırtkanın yönetiminde muammanın ilanıyla başlayan fasıl, semai ile devam ederdi. Daha sonra sırasıyla dübeyt, divan, koşma, yıldız, kalenderi,- destan ve maniye sıra gelirdi. Leb-değmez (dudakdeğmez) ve noktasız maniler ise, bu sonuncu dalın özel ustalık isteyen alt dallarıydı.
Bir meydan şairi, doğrudan şiire başlamaz, okuyacağı şiirin konusunu ima eden, yine manzum bir parçadan sonra esas şiire geçerdi. Latife yollu bir şiir söylene-cekse, daha önce, beyit yapısını gösterse bile, ortadan bölünerek dörtlük de olabilecek şu şiir söylenirdi: Efendim hoş, nasibim boş, tecelli taksirat meyhoş / İçip aşkın şarabını, bu şeb ben olmuşum ser-hoş.
Semainin konusu gerçeğe dair ise şöyle bir beyit esas şiirin önünden okunabilirdi: Yıkıldı meşreb-i dünya, çekildi bir kenar oldu /Muhabbet kandili söndü, gönül bir türbedâr oldu.
Benzer bir sunuş da manilerden sonra söylenecek olan şiir türünün takdiminde görülür. Bir mani okuyan meydan şairi, daha sonra okumak istediği türün bestesini çalgıcıdan bir mani söyleyerek ister. Okunacak olan bir semai ise şöyle bir mani söyleniverir: Adam aman semai/Urdu felek sillesin /Dört dolaştım semayı/ Şu manimin peşinden / Bağlayıver semai.
Okunulacak şiirler koşma veya destan ise, istek bildiren maniler şöyle olabilirdi:
Adam aman koşmaya / Pek küçükten başladım / Yangınlara koşmaya /Şu manimin arkasından /Bağlayıver koşmaya //... //Adam aman desteme/Bir kez adu olmuşum/ Verir miyim dest ona/Şu maninin arkasından /Bağlayıver destana.
Meydan şairleri, klasik saz şiiri geleneğinin örneklerinin yanında bazı yeni dallar da ortaya koymuşlardır. Saz şairlerinin bilmediği "yıldız" ile, sadece aruzla yazdıkları kalenderinin sekiz heceli olarak yazılıp söylenmesini bu yenilikler arasında sayabiliriz. Yıldız, O. C. Kaygılı'ya göre
müstezata çok benzeyen, çalış ve söyleyiş tarzı güç olan bir şiir idi. Ayrıca makamı ötekilerden oldukça farklı olan yıldızı da herkes söyleyemezdi. Ayrıca, maninin, söyleniş tarzına göre, "çingene tarzı mani" ve "külhanbey ağzı mani" gibi dallan da vardır. Semai kahvelerinde söylenen bu şiirleri her şair aynı başarıyla okuyamazdı; bazı dalların ünlü icracıları arasında mani, destan ve semaide Zibidi Raşit, Tatavlalı Kör Yani, Badik Ömer, Neyzen Murat, Paşalı İhsan; semaide Örücü Şali; Çingene tarzı manide Hanende Nasib Hanım, Muhsin; külhabey ağzı manide Borazan Tevfik, Çengi ve Hanende Gülüs-tan'ı sayabiliriz.
Bu kahveler istanbul'un hemen her semtinde bulunurdu. Beşiktaş'ta, Galata'da Çeşme Meydanı'nda, Tophane'de, Boğazkesen'de, Unkapanı'nda, Kasımpaşa'da, Halıcıoğlu'nda, Defterdar'da bulunanlar en iyileriydi. Buralar aynı zamanda, semtlerinin gözde tulumbacı kahveleri olarak da bilinirdi. Bunlardan Şehzadebaşı ile Laleli arasındaki Çukurçeşme Semai Kahve-si'nin 1302'deki hali S. M. Alus tarafından uzun uzadıya anlatılmıştır (bak. semai kahveleri).
Döneminde önemli bir görevi üstlenmiş olan meydan şairleri, bugün sadece hatıralarda kalmıştır. Belki, Anadolu'nun bazı yerlerinde (Kars, Erzurum, Kayseri, vb) hâlâ devam eden atışma geleneği, İstanbul'un meydan şairlerini hatırlatan "âşık'larla canlılığını korumaya çalışmaktadır.
Bibi. Ahmet Cevat, "Meydan Şairleri", HBH, III, S. 26 (15 Temmuz 1933), 38-43, S. 27 (15 Ağustos 1933), 73-79; O. C. Kaygılı, İstanbul'da Semaî Kahveleri ve Meydan Şairleri, İst., 1937; T. Alangu, Çalgılı Kahvelerdeki Külhanbey Edebiyatı ve Numuneleri, ist., 1943; Bayrı, istanbul Folkloru, 74-85; M. H. Bayrı, "İstanbul Folkloru: Semai Kahveleri", İFA, I, S. 11 (Haziran 1950), 163-165; ay, "İstanbul Folkloru: Meydan Şairlerinden Birkaçı", TFA, I, S. 12 (Temmuz 1950), 182-183; Üsküdarlı Vasıf Hoca, "Çalgılı Kahveler", Bu Şehr-i istanbul ki..., (haz. Ş. Kutlu), İst., 1972, s. 226-232; A. Kaynar-dağ, "Eski İstanbul Kahvelerindeki Şiir Şenlikleri", Folklor ve Etnografya Araştırmaları 1985,
18754e
Sultanahmet
Meydanı.
Imağes d'empire,
ist, 1993
İst., 1985, s. 401-408; A. E. Bozyiğit, "Eski İstanbul Semai Kahvelerinde (Çalgılı Kahvelerde) Söylenen Ayaklı Maniler", Türk Folkloru Araştırmaları, 1986/1, 73-122.
SAİM SAKAOĞLU
MEYDANCIK MESCİDİ
bak. HOCA KASIM GÜNANİ MESCİDİ
MEYDANLAR
Türkçede içinde etkinlikler yapılan büyük boş alan anlamına kullanılmıştır. Kent içinde, en az üç yanında yapılar olan bir açık alan olabileceği gibi (Atmeydam, Et-meydanı, Cinci Meydanı, Beyazıt Meydanı); kent dışında çevrelenmemiş bir açık alan da olabilir (Ok Meydanı gibi). Kent yaşamının belirli bir işlevini, özel bir etkinliği ya da özel bir yapıyı barındırdığında o işlev ya da yapının adıyla anılır (Pazar Meydanı, Çeşme Meydanı gibi). Kentsel mekânın özel bir örgütlenmesi, çevresindeki yapılarla birlikte tasarlanmış fiziksel bir düzenleme olarak anlaşıldığı zaman, İstanbul'un tarihinde ancak büyük külliyelerin dış avluları (Fatih Meydanı gibi), bu tanıma uygun bir örnek oluşturur. Batı tarihinde eski Yunan agoralarından bu yana var olan kent içi meydan kavramı, Osmanlı-Türk tarihinde yoktur. Meydana geometrik bir konsept olarak yaklaşmak, sokak dokusunun da bu doğrultuda düzenlenmesine bağlı olduğu için, o dokunun spontane kuruluşu içine geometrik bir düzenin egemen olduğu bir meydan yerleştirme isteği de oluşamaz. Ancak kent tasarımı çağdaş bir kavram olarak Türkiye'ye girmeye başladıktan sonra meydan yapılması düşüncesi de planlamanın amaçlarından biri olmuş, geçen yüzyıldan bu yana İstanbul'da meydan projeleri yapılmıştır.
Roma ve Bizans Dönemi: Bizantion'un agorası, Strategion(->) adlı meydanı, Konstantinopolis'in kurulmasından önce yine Roma döneminin Tetrastoos adlı, sonraki Augusteion'un(->) yerinde olduğu sanılan dört stoalı büyük kent meydanı sadece anıları kalan antik dönem mey-
darılarıdır. Fakat kent planlama tarihinin etkileri bugüne kadar süren en görkemli kentsel tasarını örnekleri, kendileri yok olmuş olsalar da, betimlemeleri bize kadar ulaşan Roma döneminin forum adı verilen meydanlarıdır. Yeni Roma kurulduktan sonra, başta Constantinus Forumu(->) olmak üzere, özellikle 6. yy'ın sonuna kadar, Ayasofya önündeki Augusteion, ona bitişik daha küçük bir meydan olan Mi-lion Meydanı (bak.. Milion Taşı), Beyazıt'ta Roma'daki Traianus Forumu'ndan esinlenerek, belki de onu kopya ederek yapılmış Theodosius Forumu, Kapitol, biçimi ve konumu üzerinde tartışma olan FiladelfionC-»), Amastrianon Forumu(->), tasarlanmış bir meydan olup olmadığı bilinmeyen Bous Forumu(~»), Arkadios Fo-rumu(-») bu meydanların en ünlüleridir. Roma döneminde, kent içindeki gibi görkemli olmasa bile kent dışındaki yerleşmelerde de, örneğin Hebdomon (Bakırköy), Halkedon (Kadıköy) ve belki bugünkü Beşiktaş'ın bulunduğu yörede forumlar yapılmıştır. Limanlar çevresinde, büyük revaklarla çevrili alanlar da, tasarlanmış meydan kapsamı içinde görülebilir. Roma çağı için karakteristik olan, büyük anıtlar, önemli yapılar ve revaklarla çevrili, heykellerle süslü bu kent meydanları aynı şekilde anıtsal iki katlı revaklı yollarla (embolos) birbirlerine bağlanıyorlar ve kente, sonraki çağlarda tasavvur bile edilemeyecek bir mimari görkem getiriyorlardı.
Avrupa ortaçağı gibi Bizans ortaçağı da Roma dönemi forumlarını yaşatamamıştır. 7. yy'dan başlayarak büyük forumların giderek tahrip olduğu; 8. yy'da bunların bir bölümünün, adları yaşasa bile artık bir efsane haline geldikleri; imparatorluğun zayıf düştüğü dönemlerde yapıların giderek tahrip olduğu ve Roma'da da görüldüğü gibi daha sonraki dönemlerde eski forumların yıkılıp taşocağı gibi kullanıldığı, özellikle zor elde edilen sütunların yağma edildiği anlaşılmaktadır. Bizans'ın bir ölçüde politik ve ekonomik güce kavuştuğu dönemlerde, örneğin 11. ve 12. yy'larda Kom-nenoslar döneminde, antik dönemle boy ölçüşecek bir kent meydanı olmadığı gibi eski meydanların görkemli mimarisinden, Hippodrom çevresi dışında fazla bir iz kaldığı da şüphelidir. Ortaçağ, Bizans'ta, Avrupa'da ve İslam dünyasında antik dünyanın en önemli kent kavramlarından biri olan meydanı, sadece ekonomik nedenlerle değil, fakat anlaşılması kolay olmayan kültürel ve psikolojik nedenlerle de yadsımıştır. Ortaçağın din, dolayısıyla kilise ve cami çevresinde oluşan sosyal yaşantısı, pagan dönemin dışavurumculuğunu benimsememiştir.
Osmanlı Döneminden Bugüne: İslam-da meydan düşüncesinin, birkaç istisna dışında yok oluşu, İslam toplumunun kendine özgü yapısından kaynaklanmaktadır. İslam kentinde sosyal yaşam cami ve çarşıda sahnelenir. Kadınların dışlandığı politik yaşamda, erkeklerin her tür mesajı aldıkları, birbirlerini görüp buluştukları kendi içinde zaten kapalı bir bütün olan ma-
Beyazıt
Meydam'nın
1970'lerdeki
görünümü.
Müller-Wiener, Büdlexikon
halle, geniş bir toplantı olanağı sağlamadığı için, büyük camiler başka bir deyişle cuma camileri (yani kalabalık cemaatlerin toplanıp cuma namazı kıldıkları camiler), kentlerin ticaret ve üretim alanlarının yani çarşıların yakınında ya da içinde yer alır ya da cami çarşıları kendine çeker. Büyük kalabalıklar camide ve cami avlularında buluşur. Cami, İslam kentinin forumudur. İstanbul bu uygulamanın İslam tari-• hinde eşsiz bir örneğidir.
Kent tarihinin topografyaya ve eski anılara, geleneklere bağlı süreklilikleri içinde, büyük camiler eski forumlar yakınında inşa edilmişlerdir. Ayasofya(->) camiye dönüşerek dini işlevini sürdürmüştür. Sultan Ahmed Külliyesi(-0 Hippodrom'un yanında ve İstanbul'un tek merasim meydanı olan Atmeydam'nda(->) kurulmuştur. Constantinus Forumu üzerinde Atik Ali Paşa Külliyesi(->) ve Nuruosmaniye Camii (bak. Nuruosmaniye Külliyesi), Tauri Forumu üzerinde Bayezid Külliyesi(->), Filadelfion yakınında Şehzade Külliyesi(-»), Amastrianon yakınında Laleli Külliyesi(->), Bous Forumu üzerinde Valide Camii(->), Arkadios Forumu yakınında Cerrah Mehmed Paşa Camii vardır. Üç büyük cami ve külliyeleri ise bu sınırlardan uzaklaşarak kent planlaması açısından değişik eğilimleri ifade etmişlerdir. Fatih Külliyesi(->) simgesel bir jesttir. Süleymaniye Külliyesi(-») kendi dünyasını yaratmıştır. Yeni Cami Kül-liyesi(->) ise Haliç üzerindeki liman ve iskelelerin giderek büyümelerinin ve de-
niz kıyısının artık tehlikeli ve sakınılır bir bölge olmamasının ifadesidir.
Osmanlı dönemi külliyelerine ve büyük camilerin iç ve dış avlularına, gerek değişik işlevlere hizmet vermeleri, gerek büyük kalabalıkları bir araya getiren mekânlar yaratmaları, gerekse görkemli mi-marileriyle, Roma forumlarının bir çeşit içedönük İslami sinonimi olarak bakılabilir. Buna karşılık, kent dokusunun yapı molekülü olan mahallelerde, yer yer spontane mekân genişlemeleri dışında, iradi bir düzenleme ile bir mahalle meydanı oluşmamıştır. Kentin geçen yüzyıl sonundan kalan planları bu yokluğu açıkça belirlemektedir.
İstanbul'da, bir dini yapıyla bütünleş-meyen, daha çok bir kentsel planlama ürünü olan bugün anladığımız anlamda meydan yokluğu, 19. yy'ın sonuna kadar sürmüştür. Gerçi 18. yy, o zamana kadar görülmeyen ve bir kentsel mekân tanımlayan meydan çeşmeleriyle, bu mekânların oluşturulmasında bir atılım yapmış sayılabilir. Etrafı açık, bütün cephelerinden ya da birkaç cephesinden algılanan bir meydan çeşmesi, etrafından dolaşılan bir yapı olarak çevresinde bir mekân yaratmış, bir kent meydanı düşüncesine yaklaşmıştır. Ancak çevresinde meydan oluşumunu destekleyen bir yapılaşma düzenlenmemiş-se, bu tamamlanmamış bir kentsel tasarım süreci olarak görülebilir ya da bir kent mekânını işlevsel ve estetik boyutları olan bir yapıyla belirleme düşüncesi diye tanım-
MEYHANELER
434
435
MEYHANELER
Üsküdar Meydanı ve çevresinin 1970'li yılların başındaki görünümü.
Ü. Serdaroğlu, N. Sinemoğlu. E. Işözen, Üsküdar Meydanı Kentsel Tasarım Proje Yarışması, ist., 1987
lanabilir. Meydan çeşmelerine ek olarak, Damat İbrahim Paşa'nın kendi darülhadi-si önünde yaptırdığı revaklar (bak. Direk-lerarasi; Damat İbrahim Paşa Darülhadisi) kent mekânlarının düzenlenmesi fikrine ancak Lale Devri'nde(->) ulaşıldığını gösterir. Ne var ki III. Ahmed (hd 1703-1730) ve Damat ibrahim Paşa'nın varlıklarına da bağlı olan Lale Devri planlama etkinlikleri, Patrona Halil Ayaklanması nedeniyle fazla gelişme olanağı bulamamıştır.
istanbul'un elde bulunan 18. yy'm sonundan 20. yy'a kadar gelen planlan, meydan planlanması denilen etkinliğin II. Ab-dülhamid dönemine (1876-1909) kadar ortaya çıkmadığım gösteriyor. II. Abdülha-mid döneminde, 1900 Dünya Exposition' unun mimarı Antoine Bouvard'ın, sadece İstanbul'dan gönderilen resimlere ve planlara bakarak, o sırada Fransa'da egemen olan klasik akademizm modası doğrultusunda Beyazıt, Sultanahmet ve Eminönü meydanları için geliştirdiği projeler o dönemin modellerinin ne olduğunu açıklarlar. Ne var ki, bu fanteziler yöneticilerin bazı eğilimlerini açıklasa bile, İstanbul'da bir meydan düzenlenmesini sağlayamamıştır. Cumhuriyet'ten önceki hallerini fotoğraflarıyla tanıdığımız, bir bölümü 1950'lere kadar yaşayan en ünlü meydanlar, suriçin-de kentin ilk kuruluşundan bu yana var olan Aksaray ve Beyazıt meydanları, At-meydanı, Eminönü Meydanı, Karaköy ve Taksim meydanları; Kadıköy'de vapur iskelesinin arkasında İskele Meydam'dır.
Cumhuriyet'ten sonra Beyazıt ve Taksim meydanları, birincisi ortaya yerleştirilen bir havuzun çevresinde daha çok bir trafik meydanı olarak (bak. Beyazıt), ikincisi ise Cumhuriyet Amtı'mn çevresinde Cumhuriyet Meydanı olarak düzenlenmiştir. Önemli bir kent trafiğinin geçtiği bölgenin merkezinde olan Taksim Meyda-
m(->), çevresindeki dengesiz ve tesadüfi konumlanmış yapılar yüzünden, bugüne kadar bir trafik meydanı olarak kalmıştır. İstanbul Valisi Lütfi Kırdar(-») dönemi, bu meydanlar üzerinde kent tasarım yöntemleriyle bazı manipülasyonların yapıldığı dönemdir. Menderes dönemi planlaması ise, ulaşım akslarının gelişmesi üzerine kurulu politikasıyla Aksaray'da meydan imgesini ortadan kaldırmış (bak. Menderes ve İstanbul); Beyazıt Meydanı için yeni, fakat çeşitli politik ve idari nedenlerle bitirilemeyen bir meydan inşasına başlamış; Eminönü ve Karaköy'deki yol güzergâhlarını saptarken, yok olan eski meydanlar yerine yenisini yapmaya vakit bulamamış ve buraların günümüze kadar çözülememiş ve mimari mekân olarak tasarlanmamış trafik alanları olarak kalmasına neden olmuştur. Yüzyılların alışkanlıkları ve görsel deneyim eksikliği ve bir kent meydanı oluşturmak için gerekli politik iradenin bir proje arkasında toplanmayışı, İstanbul'da meydan tasarımı gibi estetik ağırlıklı projeleri günümüze kadar olanaksız kılmıştır. Bu durumun, belediye başkanlarının İstanbul'da meydan yapma tutkularını artırdığı da söylenebilir.
Bedrettin Dalan'ın belediye başkanlığı döneminde (1984-1989) Beyazıt, Taksim ve Üsküdar meydanları için uluslararası ve ulusal yarışmalar açılmıştır. Türkiye'den ve yurtdışından çağrılı ünlü mimarlar İstanbul'a çağdaş kentsel tasarım örnekleri getirmişlerdir. Ne var ki bütün bu çabalar, bir meydan yaratacak sürekli idareyi, politik iradeyi ve ekonomik gücü bir araya getirmediği için somut ürünler verilememiştir. Kentsel mekân düzeni, toplumun geleneksel kent uygarlığı ve toplumsal disiplin ile ilişkili bir etkinliktir. Bu yüzden, aydınların kafalarında, idarecilerin hayallerinde ve mimarların tasarımlarında ortaya çı-
kan imgeler, toplumun gerçek bir isteğine tekabül etmedikleri için gerçekleşememekte, uygulanamamaktadır. Kaldı ki İstanbul'da, dünyanın her yerinde olduğu gibi, motorlu araç trafiğinin önceliği ve baskısı, metropoliten alandaki yüksek rantın zorlamaları, kentsel tasarımın rasyonel olduğu kadar estetik ağırlıklı uygulamaları için elverişli bir ortam değildir.
İstanbul'a yığılan milyonların sadece yayaya tahsis edilmiş çok sayıda düzenlenmiş alana gereksinmesi olduğu kesindir. Kadıköy'deki vapur iskelesinin arkasında spontane öğelerle, trafik meydanı ile karışık bir yaya alam kendine özgü bir meydan oluşumudur. Altıyol'dan Bahariye' ye(->) doğru uzanan yaya alanının, eski anlamda bir meydan olarak görülmesi de olasıdır. Motorlu trafiğe kapanmış istiklal Caddesi de, uzayıp giden bir meydan olarak algılanabilir. Bugün İstanbul'da klasik anlamda iki meydan vardır: Bunlardan biri Bayezid Külliyesi'nin öğeleri ve üniversite yapıları ile çevrili yaya alanıdır. İkincisi, yine tarihi yapılarla çevrili Sultanahmet Meydam'dır. Günümüz İstanbul' unda meydan, ya tarihi yapıların sağladığı anıtsal etkileri kullanarak çevrelerini düzenleyen ve geleneksele yaklaşan bir tutumla ya da biçimsel olarak itina ile düzenlenmiş yaya alanlarının oluşturulmasıyla ortaya çıkacaktır. Bugün için meydan referansları, artık Avrupa'nın tarihi meydanları değildir. Kendi geleneğimizde yeni bir meydan imgesini teşvik eden veriler olmadığına göre, İstanbul'da günümüz yaşamına çevre oluşturacak kent alanlarının ortaya çıkması, planlama ve mimariye rasyonel bir yaklaşımı gerçekleştirebilen, toprak ve yapı spekülasyonundan uzak-laşabilmiş, yayaya gereken değeri veren bir tavrın karar mekanizmalarına egemen olmasına bağlıdır.
DOĞAN KUBAN
MEYHANELER
Tek başına ya da çeşitli meze ve çerezlerle alkollü içki sunulan ve içki içilen yerler.
İstanbul'da, II. Mehmed (Fatih) döneminden (1451-1481) beri meyhaneler bulunduğu ve bunların Bizans döneminden kalmış oldukları çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Bu kaynaklardan bazıları, o dönemde İstanbul meyhanelerinin dünyaca ünlü olduğunu da yazarlar.
Latifî(->) 16. yy'da İstanbul meyhanelerinin Tahtakale'de toplandığını, Gala-ta'nın ise "serapa meyhane" olduğunu Evsâf-ı istanbul adlı eserinde belirtir.
Evliya Çelebi Seyahatnamede İstanbul esnafından bahsederken, meyhaneciler için "esnaf-ı mel'ûnan-ı menhûsan-ı mez-munan" deyimini kullanmıştır. Evliya Çe-lebi'ye göre o dönemde İstanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları içinde Hamr Emaneti'ne bağlı binden fazla meyhane faaliyet göstermekte, bu meyhanelerde çalışanların sayıları 6.000'i bulmaktadır. Galata Domuzkapısı'nda (Domuz Sokağı) bulunan Hamr Emaneti, devlet ha-
zinesine büyük gelir sağlayan emanetlerden biridir.
Evliya Çelebi o dönemde sadece Gala-ta'da 200 meyhane bulunduğunu söylerken, Kefeli, Manyalı, Mihalaki, Kaşkaval, Sünbüllü, Kostantin ve Sarandan'a ait meyhaneleri ve Taşmerdiven adlı meyhaneyi dile getirir. Evliya Çelebi'ye göre, Galata demek meyhane demekti. Ayrıca Hasköy' den bahsederken burada 100 meyhane bulunduğunu ilave eder. O dönemde Sa-matya, Kumkapı, Balıkpazarı, Unkapam, Cibali, Ayakapısı, Fener, Balat da birçok meyhanenin faaliyette bulunduğu semtlerdir. Meyhanelerin yoğun olduğu diğer semtler ise, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavut-köy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve A-nadolu yakasında, Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy'dür. Bu semtlerin tümü İstanbul'un gayrimüslim nüfusun yoğun olduğu semtleridir ve meyhanecilik o dönemlerde kural olarak gayrimüslimlerin, Rumların, Ermenilerin işidir.
Osmanlı döneminde meyhaneler "koltuk" ve "gedikli" olmak üzere iki sınıfa ayrılırdı. Gedikli meyhaneler ruhsatlı olup sayıları tahdit edilmişti. Koltuk meyhaneleri ise ruhsatsız, kaçak olarak çalıştırılırdı. Zaman içinde bunlara "ayaklı meyhaneler" ilave olurken, gedikli meyhaneler Abdü-laziz döneminden (1861-1876) sonra "selatin meyhaneleri" olarak anılmaya başlandı. Bir de koltuk ile gedikli arasında bir seviyede, "küplü meyhaneler" vardı.
Genellikle meyhanelerde şaraplar büyük fıçılarda bulundurulurken, küplü meyhanelerde şarap ve rakılar için özel küpler kullanılırdı. Bir rivayete göre rakı küplerinin üzerinde bulunan aslan kabartmalarından esinlenilerek rakıya "aslan sütü" adı verilmişti. Bu tür meyhaneler "humhane" olarak da adlandırılmıştı. "Hum" Acemce "küp" anlamına gelmekteydi. Yüreğine, bileğine, silahına ve kesesine güvenenlerin gidebildiği balozlar-da(-») da içki içilirdi.
Diğer bütün gedikler(->) gibi meyhane gedikleri de babadan evlada miras olarak kalırdı. Evlat meyhanecilik yapmak istemezse ya da meyhaneci bir erkek evlat bırakmadan ölürse, gedik, meyhaneciler loncası aracılığı ile meyhanenin, işin ehli bilinen ve namusuna kefalet edilen bir çalışanına veya herhangi birine devredilirdi.
Özellikle gedikli meyhaneler bir ustanın idaresinde işletilir, bu ustaya meyhaneci ustası denilirdi. Zamanla meyhaneci ustalarına İtalyanca "sakallı ihtiyar" anlamında "barba" denmeye başlandı. Meyhane işletme tarzları incelendiğinde meyhaneci ustalarının, yani barbaların kalender-meşrep, hoşgörü sahibi, bununla birlikte gereğinde otoriter ve sert kişiler oldukları görülür.
Meyhaneler ramazan ayı süresince Müslüman müşterilerinden mahrum kalırlardı. Meyhaneciler, sofrabaşı olan hatırlı müşterilerinin evlerine Ramazan Bayramı'nın ilk günü birer büyük tabak midye veya uskumru dolması yollarlardı.
Meyhanelerde yiyecek ve içecek servisini sakiler yaparken, ortacı hizmetkârla-
ra ve meyhaneci ustalarına "miço" denilen küçük yaşta oğlan çocukları yardım ederdi. Kimi zaman sakiler için "muğbece" tabiri kullanılmıştır. İçecek ve az da olsa yiyecek tevzi tezgâhında ise tezgâhçı, diğer bir deyişle tezgâhtar görev alırdı. Tezgâh-çılar için çoğu zaman "mastori" tabiri kullanılırdı. Yemekleri aşçı hazırlar, aşçının bir de yamağı bulunurdu. Gedikli meyhanelerde, sofralara şamdan getiren ve müşterilerin çubuklarına ateş koyan meyhane uşaklarına da "ateşçi" ya da "ateşoğlam" denilirdi. Yaşları 10-18 arasında olan ate-şoğlanları için "pedimu" tabiri de kullanılırdı. Bu hizmet görevlilerinden başka özellikle gedikli (selatin) meyhanelerinde köçekler ve tavşanoğlanları da rakkas olarak görev alırdı.
Osmanlı döneminde, meyhaneleri konu alan şiirlerde özellikle sakilere geniş yer verilmiş, sakiler için nice sakinameler yazılmıştır.
Sakiler çoğunlukla efemine tipli, genç ve güzel oğlanlardan seçilir, bunların temizliklerine ve kıyafetlerine büyük özen gösterilirdi. Sakinin güzel yüzlü, güzel huylu, boyu boşu yerinde olması istenirdi. Sakinin yüzünde, halepçıbam dışında (o da, güzelliği Tanrı'nın mührü ile damgalanmış anlamına sayılacak gibi, yüze ayrı bir hava verecek şekilde olmalı) hiçbir çıban, yara, bere, et beni bulunmamalıydı. Saki, güzelliği yanında terbiyeli, sır tutar, duyduklarını işitmez, gördüklerini bilmez, sezdiklerinin farkına varmaz görünüm ve huyda olmalı, müşteriye göre davranmayı bilmeliydi. Sesi yumuşak ve ahenkli olanlar tercih edilirdi. Sakinamelere göre, içki sunucu, yaşı 18-25 arasındakilerden seçilmeli, bu yaşı geçenler mutfak bölümüne ya da tezgâhta içen tektekçilere hizmete verilmeliydi.
Meyhanelerde şakilik görevini genellikle Rum (özellikle Sakız Adalı), Ermeni ve Kıpti gençler yapardı. Sakız Adalı Rumlar kendilerine has kıyafetleriyle çalıştırılırdı. Alınlarında kâkül, şakaklarında zülüf, başlarında fes, festen siyah bir gaytan ile omuz üzerine sarkıtılmış, mavi bir top püskül, göğsü mutlaka açık ve kolları mutlaka sıvanmış beyaz gömlek, üstünde de önü çapraz kavuşur ipek veya sırma işlemeli kolsuz bir yelek (fermene), belde siyah kuşak, onun altında yerde sürünecek kadar uzun ve yürürken iki yana sallanacak şekilde bol ve uzun ağlı kara bezden şalvar, paçalar geniş ve ayak bilekleri üstünde, hizmette ayaklan mutlaka çıplak ve çıplak ayaklarında mutlaka takunya bulunurdu.
Kimi meyhanelerde gayrimüslim kadınların da şakilik yaptıklarına seyrek de olsa rastlanırdı.
Meyhanelerin çoğunda bulunan rakkaslar da güzel erkek çocuklar arasından seçilir, meşkhanelerde özel olarak müzik eğitimi görür, makamlara ve ezgilere yakınlıkları sağlanır, ayrıca raksın tüm incelikleri ve kuralları öğretilirdi. Rakkaslar, köçekler ve tavşanoğlanları olmak üzere ikiye ayrılırdı. Köçekler, oyun sırasında kadife üstüne sırma işlemeli gömlek, canfesten, ipek-
liden, "dört kubbe" denilen sırma saçaklı eteklik giyerler, bellerine sırma kemer takarlardı. Başları açık, saçları uzun, kırma kıvırcık, kokulu ve doğal olarak dağınık olurdu. Parmaklarına pirinç zil takarlar, raks sırasında bunları müziğe uygun bir biçimde şakırdatırlardı. Tavşanoğlanları ise siyah çuhadan topuklara kadar şalvar, çuhadan oldukça dar, vücutlarının hatlarını belli edecek biçimde bir giysi giyerler, bellerine renk renk şallar sararlardı. Bunların başları açık değildi. Süslü küçük bir başlık giyerlerdi.
Meyhanenin büyük ve çeşitli hizmetlere hazır olduğunu belirtmek için giriş kapısının üst kısmına küçük bir hasır örgü asılırdı. Gedikli meyhaneler ya bulundukları semtin ya sahiplerinin adlarıyla ya da o dönemlerde dükkânlara tabela yerine asılan ahşap veya madeni kafes, hançer, zincir gibi sembollerle anılırdı. Halk arasındaki atmosferlerine, mahbub çırağına ya da köçeğine atfen anılanları da vardı. Ancak böylesine takılmış adlar kısa zamanda unutulurdu. Bu tür sembollerin kullanılma nedeni ise o dönemlerde dükkânlara tabela asma geleneğinin olmamasıydı.
Meyhaneye girildiği zaman kapının yanında sağ veya sol tarafta, bazen de karşıda bir işret tezgâhı (içki tevzi tezgâhı) bulunurdu. Tezgâhta ayaküstü bir-iki tek içip gidecekler için hazırlanmış rakı kadehleri, şarap bardakları ve içinde fasulye piyazı, lahana turşusu, leblebi gibi meze ve çerezler bulunan tabaklar dizilirdi. Gedikli tezgâh başı müşterileri, "dört kaşlı" denilen akşamcı ağalar, esnaf takımı ve ustalar ile karşılaşıp yüz göz olmak istemeyen kalfalar ve çıraklardı. Bunlar dükkânlarını kapayıp evlerine giderken yollan üzerinde bulunan meyhanelerde ayaküstü birkaç tek atarlar, fazla oyalanmadan hemen giderlerdi. Tezgâh önünde, ayaküstü birkaç tek atıp gidenlere, meyhaneciler "tezgâh müşterisi" dedikleri gibi, müşteriler de meyhanenin bu âlemine "tezgâh âlemi" derlerdi. Zaman içinde tezgâh müşterileri için "tekçi" ya da "tektekçi" tabirleri kullanılmıştır.
Tektekçiler için özel "tek" (rakı) kadehi kullanılırdı. Diğer rakı kadehlerine gelince, kesik koni biçiminde, 9-10 ellik hacimde, dip kısmı ağız kısmına oranla darca olan "leylekboynu" denen kadehin diğer adları, "bade" (içki) ve "tiryaki"dir Sonraları, örneğin 20. yy'ın başlarında bu kadehe "duble" dendi. Rakı için ayaksız "bülbülçanağı" ve ayaklı "bülbüli" kadehleri de vardı.
Tezgâhın arkasına düşen duvarda oymalı raflar bulunur, bu raflara rakı ve şarap binlikleri dizilirdi. Raflardaki çengellere camdan yapılmış rakı ibrikleri (ibrik-i mey) asılırdı. Rakı müdavimlere ibrikle, şarap ise toprak testilerle sunulurdu. Şarap için, şarap bardağı dışında şarap tası, şarap çanağı kullanılırdı. Tulumbacılar gibileri, ne çanak, ne de tas kullanırlar, şarabı testiyi ağızlarına dikerek içerlerdi.
Meyhanede sofra, itibarlı, kesesi dolgun müşterilere kurulurdu. Böyle müşteriler olmadığı zaman meyhanelerde ortada sofra görülemezdi.
Dostları ilə paylaş: |