Kompozisyon kavraminin tanimi ve çEŞİtleri tanimi



Yüklə 2,75 Mb.
səhifə18/34
tarix27.05.2018
ölçüsü2,75 Mb.
#51867
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   34

4.Zincirleme masallar: Sıkı bir mantık bağıyla birbirine bağlanan, küçük ve önemsiz bir dizi olayın art arda sıralandığı masallardır.

BAZI MASAL KAHRAMANLARI

Keloğlan

Keloğlan, Türk halkının yarattığı olumlu bir karakterdir.Halkımız Keloğlan’la kendini anlatmış, kendi niteliklerini dile getirmiştir.Keloğlan hayatın içindedir, yoksuldur, güçsüz gibi görünür, bunun için ilkin önemsenmez, değer verilmez.Ama masal ilerledikçe ondaki soylu özü, üstün yeteneği, kıvrak zekayı hemen anlarız.O, aşılmaz engelleri aşarak düzlüğe çıkar, acı olayları mutluluğa çevirir, haksızlıkları yok ederek adaleti yeşertir. Bu nedenle Keloğlan bir kurtuluş ışığıdır.O aynı zamanda birtakım erdemleri olan bir varlıktır.İyi yürekli, temiz, alaycı, kelliğinden utanç duymayan, herkesin hoşlandığı sevimli bir kimsedir.




Ejderha

Halka zulmedenler “ejderha” simgesiyle anlatılır.O korkunçtur.Güç kuvvet yetmez.Su başını tutmuştur.Halkı susuz bırakmıştır.Ancak bir kurban aldıktan sonra su vermektedir.Bunun için halk bir kurtarıcı bekler.O yiğit kişi gelir, Ejderha’nın işini görür, haltı esenliğe çıkarır.



SONUÇ
Toplumun beğenisini, düşünüş tarzını, geleneklerini, dünya görüşünü kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktaran ürünlerdir. Çoğunluğu olağanüstü olaylarla doludur. Kaf dağı gibi olağanüstü coğrafi unsurlar; dev, yedi başlı canavar, ev büyüklüğünde kuş gibi olağanüstü yaratıklar vardır. Masallarda yer ve zaman kavramı belli değildir. Masalların anlatımında genellikle -miş'li geçmiş zaman kipi kullanılır. Söyleyeni bilinmeyen bu ürünler, kulaktan kulağa günümüze kadar gelmiştir. Masallarda iyilik, doğruluk, yardımlaşma öğütlenir. Bu nedenle masallar, didaktik eserlerdir. Masalların özellikle başında, bazen de ortasında ve sonunda tekerleme denilen kafiyeli sözler kullanılır. Türk masallarının sonunda, genellikle iyiler ödüllendirilir. Kırk gün, kırk gece düğün yapılır. Kötüler ise ya kırk katır ya da kırk satır cezasına çarptırılır.
Türk masalları ile ilgili ilk çalışmayı İgnoş Kınoş adlı Macar Türkolog yapmıştır. Sözlü gelenekte gelişen masallar, sonradan kitap haline getirilmiştir. Türk Edebiyatı'nda masal derleme konusunda en ciddi çalışmayı yapan Eflatun Cem Güney'dir. Masallardan etkilenerek günümüzde çocuk hikayeleri doğmuştur.

Eskiden uzun kış gecelerinin eğlencesi olan masal anlatma geleneği ne yazık ki diğer folklor ürünleri gibi yok olup gitmektedir. Her köyün veya mahallenin masalcı kadınlarının etrafına toplanan çocuklar hem eğlenmiş, hem de sosyal hayat konularında eğitim almış olurlardı.




Masal örneği:
FESLEĞENCİ KIZ
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir varmış, bir yokmuş, deve tellalken, keçi berberken, anam benim beşiğimi sallım sallım sallarken, babam kaptı sopayı, anam kaptı maşayı, kıvrandırdılar.

Vaktiyle ihtiyar bir çiftçi vardı, bunun da üç tane kızı vardı. Bir gün çiftçi hastalanır ve bir müddet sonra da iyi olamayarak ölür. Babasız kalan bu üç kız evlerinde yoksulluk içinde vakitlerini geçirmeğe baş(adılar. Bir gece büyük kız rüyasında gül ağacının dibinde dokuz küp altın bulunduğunu görür. Bu rüya üç gece üst üste tekrar eder. Nihayet kız diğer kardeşlerine meseleyi anlatır. O gün gülün dibini kazarlar. Hakikaten küpte altınlar var. Hemen altınları oradan Çıkarırlar. Kendilerine güzel bir ev yaptırırlar ve bahçelerine fesleğen adını korlar. Bir gün yine büyük kız bahçede fesleğenleri sularken yakınlarında bulunan bir paşanın oğlu geçerken söz  olsun diye: 


"Fesleğenci kız, fesleğenci kız! Gece gün düz fesleğen sularsın, fesleğende kaç yaprak var?" der... Tabii kız bu soruya cevap veremez...
Diğer akşam ortanca kız sularken yine paşanın oğlu aynı şeyi ona da sorar. Tabii o da bir karşılık veremez. Küçük kız da başka bir akşam çiçekleri sularken, yine paşanın oğlu: "Fesleğenci kız, fesleğenci kız! Gece gündüz fesleğen sularsın, fesleğende kaç yaprak var?"
Kız:
"Paşa oğlu, paşa oğlu, gece gündüz okur yazarsın, gökte kaç yıldız var?" 
Bu sefer paşanın oğlu karşılık vermez. Bundan ötürü de paşanın oğlu kızdan öç almaya karar verir. Hemen ertesi günden itibaren balıkçı kıyafetine girerek balık satmaya başlar. Kızların kapısının önünden geçerken kızlardan biri dışarı çıkarak balık almak ister. Halbuki balıkçı para ile vermeyeceğini, bir kere öperse vereceğini söyler. Kız da içinden "Ne olur?" der ve buseyi vererek balığı alır. Ertesi akşam paşanın oğlu geçerken evvelki sözü tekrar eder. Küçük kız da yine aynı tarzda karşılık verir. Bunun üzerine paşanın oğlu:
"Haydi şuradan, seni bir okka balığa öptüm ya!" der ve oradan çekilir. Bunun üzerine bu sefer kız, öç almaya karar verir ve hemen o gece müthiş bir plan hazırlar. Sabahleyin de gider, bir koyun postu alır. Üstüne küçük ziller takar ve bir takım da ciğer alarak onun üstünü iğnelerle bir güzel doldurur. Gece, doğru paşanın evine gider. Çocuğun yattığı odayı evvelden öğrendiği için derhal bir merdivenle pencereden içeri dalar. Oğlanın başında altın bir şamdan, ayak ucunda gümüş bir şamdan yatmaktadır. Tabii post kızın üstündedir. Bir silkinir ve yanan şamdanlar söner. Ortalığı bir sessizlik kaplar, Bu sırada kız yine silkinir, bu sefer çocuk uyanarak: 
"-Kim var orada?" der.
"-Ben Azrail'im, canını almaya geldim," der kız.
"-Ne olur canımı alma da ne yaparsan yap," der paşanın oğlu.
"-Pekala öyleyse seni şu ciğerle döveceğim," der kız.
Erkek razı olur. Kız da ciğerle çocuğun sırtını bir güzel döver. Tabii çıplak olduğu için iğneler her tarafına batar. Fakat çocuk korkudan sesini çıkaramaz.
O sabah çocuk kalkmadığı için odasına girerler. Bir de ne görsünler, çocuk kan içinde. Hemen doktor çağırırlar. Tedavisi tam dört ay sürer. Bir gün çocuk sokağa çıkar. Kızlar yine söz atar. Bu sefer kız ona:
"-Azrail oldum da sana geldim. Nasıl yalvardın unuttun mu?"
"-Ya, gelen sen miydin," der ve gider. Doğru eve gelerek annesine, komşuları rahmetli çiftçi Hasan Ağa'nın kızını istediğini söyler.

Annesi de kızı istemeye gider. Kız razı olur. Fakat çocuğun kendisine bir oyun yapacağını anlar. Onun için gider, bir şekerciye mühim miktarda para verir ve aynı kendi boyunda şekerden bir kız yaptırır, içine de pekmez doldurtur. Düğün günü paşanın evine haber göndererek, evlerine ancak gece geleceğini söyler. Gece olunca kendisi paşanın evine gider ve gelin odasına girer, içeri kimseyi almaz. Sonra kendisi pencereden iple, kardeşlerinin getirdiği şekerden modeli içeri alır. Sandalyeye oturtur, kendi elbiselerini ona giydirir. Kendisi de yüklüğe saklanır. Tabiî bir müddet sonra damat içeri girer.

"-Demek sen Azrail oldun, benim canımı almak istedin öyle mi?" der ve bıçağı çekerek derhal kızın karnına saplar. Dökülen kanları da kan tutmasın diye içer. Fakat çok tatlı gelir. Çünkü içi pekmezle doludur. Bu sefer:

"-Vay kanı bu kadar tatlı, kim bilir kendi ne kadar tatlı idi," der ve hançeri bu defa kendisine vurmak ister. Bu sefer esas kız arkasından kollarını tutrrak sarılır. Bunun üzerine genç de sevinir. Çünkü meseleyi anlamıştır.

Ondan sonra ikisi de mesut bir hayat geçirmeye başlarlar.

ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
Anne Ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar. Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu. Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı. Diğerlerinden daha gri ve farklı olan ördek yavrusunun küçük kafası göründü. Anne ördek yeni doğan yavruya bakarak ; "Umarım değişir.." dedi şefkatle. Zaman ilerliyordu ama ördek yavrusunun rengi hala griydi. Kümesin bütün hayvanları onunla alay ediyorlar, ona "çirkin ördek yavrusu" diye sesleniyorlardı.

Zavallı yavru o kadar mutsuzdu ki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi. Gün boyunca yürüdü gece olunca ise çok yorulmuştu. Mola verdi. Bir yanda açlık, bir yanda korku...Ama yapabileceği hiç bir şey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi.

   Ertesi sabah su sesleriyle gözlerini açtı. Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl kıyısında geçirdiğini anladı. Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu. Birden bir tüfek sesi ile irkildi. hiç zaman kaybetmeden oradan uzaklaştı. Çok geçmemişti ki küçük ördek kendini bir çiftlikte buldu. Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu. Ateşin yanında uyumasına izin verdi. Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı. 

Günlerce bir göl bulabilmek için rasgele yoluna devam etti. Sonunda bir göl kıyısına ulaştı. Bu arada yalnız başına yaşamayı öğreniyordu. Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu. Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu. Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu.

İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi. Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak için yaklaştılar. Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba buluyordu.Birden bire suda aksini gördü. O da ne!...

Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu fark etti. Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu oldu.



13.EFSANE

Tanım

Efsaneler sözlü geleneğin ürünü olan bir anlatım türüdür.Temelinde inanç unsuru vardır.Efsaneyi anlatan ve onu dinleyenler efsanenin gerçek üzerinde kurulduğuna inanırlar.Bu gerçek objektif bir gerçek değildir.Efsaneyi nakledenler ve dinleyenler efsanedeki olayların gerçekten olmuş olduğuna inanırlar.

Tarihin ilk dönemlerinden itibaren ortaya çıkan, “inandırıcılık özelliği olan, kutsal, gerçek, ve olağanüstü unsurları barındıran kısa halk anlatıları” şeklinde tanımlayabileceğimiz efsaneler, bağlı oldukları toplulukların en önemli kültürel varlıklarından birini oluştururlar.

İnsanlar varoldukları andan itibaren dış dünyayı ve doğayı tanımak, ondan faydalanmak çabası içinde olmuşlar, yaşamlarını devam ettirirken karşılaştıkları sorunları ise kendilerine göre geliştirdikleri bir düşünce sistemine göre yorumlamışlardır. Dışa karşı üstünlük sağlamak isteyen insan düşüncesi, kendisini etkileyen olaylar karşısında bir takım kavramlar geliştirmiş, bu kavramları belli biçimlerde harekete geçirerek, sözlü gelenekte yaşayan anlatım türlerini meydana getirmiştir.


Bu grup içerisinde sayabileceğimiz efsane türü, tarih ve inanç öğelerinin yanı sıra geleneksel motifleri de içinde barındırması açısından halk kültürü ürünleri arasında önemli bir yere sahiptir. Efsanelerin konulan, geçen zamanla birlikte toplumda görülen değişikliklere paralel olarak farklılaşmış, genişleyerek çeşitlilik kazanmıştır.
Dini, kısa, inandırıcı, nesir şeklindeki halk anlatmalarına efsane denir.

Efsanelerin özellikleri

1.Dinidir.

2.Kısadır.

3.İnandırıcıdır.

4.Nesir şeklindedir.

5.Olağanüstü bir özelliğe sahiptir.


Efsanelerde gizli ve esrarengiz bir alem vardır.Bu alemin sırlarına erişilmez.Gerçeklik unsurunun yanında olağanüstülük ve kutsallık da sahip olduğu unsurlardandır.Bir efsanenin temelinde inanç mutlaka bulunur.

Efsane çeşitleri

1.Dinî efsaneler

2.Velilerle ilgili efsaneler

3.Sembollerle ilgili efsaneler

4.Dağlar, göller, ırmaklar, şehirlerle ilgili efsaneler

5.Hayvanlarla ilgili efsaneler

6.Kuşlarla ilgili efsaneler

7.Olağanüstü varlıklarla ilgili efsaneler



Efsanelerin kaynağı

1.İnançlar

Allah’ın emrettiği esaslar

Batıl inançlar

2.Destanlar

3.Bed-dualar (Dede Korkut’taki beddualar)

4.Dinî kıssalar

5.Halk hikayelerinin bir kısmı (Ferhad u Şirin)

6.Mitoloji


Efsanelere kaynaklık

edebilecek eserler
1.Velayet-nameler

2.Gazavet-nameler (Hz.Ali gazavet-nameleri…)

3.Evliya Çelebi Seyahatnamesi

4.Dede Korkut ( a)Dede Korkut’un şahsıyla ilgili menkıbeler, b)Taş kesilme motifi, c) Beddualar gerçekleşirse)

5.Oğuz Kağan Destanı (Yer adlarıyla ilgili efsaneler)

Tarih öncesi dönemlerde ortaya çıkan efsaneler, insanın yaşaması için gerekli olan temel bilgilerin, değerlerin tanrılar ve kahramanlar tarafından insanlara verildiğini işler. Efsaneler âdet, kurum ve törenlerin ortaya çıkış nedenlerini konu edindikleri gibi bu âdet, kurum ve fitlerin kutsallığını, kutsal sayılan ilk zamanlara bağlayarak, gelenekseli destekleyip güçlendirirler.ilkel efsaneler insanın yasaması için gerekli olan temel bilgilerin, teknik ve değerlerin tanrılar tarafından insanlara nasıl öğretildiği konusunu işlerlerken, bu konu zamanla toplumdaki inanç sistemlerini de içine alarak genişlemiş, toplum hayatına yön veren kişilerin davranışları, masal konuları, efsaneleri etkilemiş ve bu şekilde geniş bir yelpaze oluşmuştur.


MASALLARIN EFSANE İLİŞKİSİ

Masal ile efsane arasındaki benzerlikler şunlardır:

1.Masal ve efsanede olağan üstü olaylara yer verilir.

2.Her iki türün bazı kahramanları ellerinde olağan üstü güçler olan kimselerdir.

3.Gerek masal, gerek efsane hayal mahsulü ürünlerdir.

Masal ile efsane arasındaki farklılıklar şunlardır:

1.Masaldaki olayların gerçekte cereyan ettiğini kabul etmek mecburiyeti olmadığı halde efsanedeki olayın gerçekte cereyan ettiği kabul edilir.

2.Efsaneler zamana ve zemine bağlanır, halbuki masalların zamanı ve zemini belirsizdir.



EFSANE MİT İLİŞKİSİ
Tarihi devir içinde teşekkül ettikleri için efsaneler mitlerden ayrılırlar.Mit’lerda zaman başlangıç zamanıdır.Mit’lerin kahramanları tanrılar ve yarı tanrılardır.Efsanelerde kahramanların olağanüstü güçleri vardır; fakat, tanrı veya yarı tanrı değillerdir.Mitolojiler ilkel dönemlerin ve ilkel kültürlerin mahsulleri oldukları halde efsaneler günümüzde oluşabilir ve tarihte ortaya çıkabilirler.

Efsane türü 19. yy'ın başlarından itibaren Avrupa'da ilgi görmeye başlamıştır. J. Ludvvig Grimin ve VVilhelm Grimm'in 1816-1818 yıllarında yayınladıkları iki ciltlik Deursche Sagen efsane konusunda yapılan ilk çalışmalardan biridir.



Efsane örnekleri
TAŞ BEBEK
Birkaç yıllık evli bir karı-kocanın çocukları olmaz.Yıllar geçtikçe gelinde bir telaş başlar.Zamanla bu telaş yerini üzüntüye bırakır.Gelin çocuksuz kalacağı için ağlamaya, Allah’a yalvarmaya başlar.Diğer taraftan daha önce pek çok hemcinsinin başına gelen ikinci kadın olmak zorunda kalması onu daha da üzmektedir.Nitekim çok geçmeden kocası bunun üzerine yeniden evlenir.

Kocasının başka bir evde, yeni hanımı ile çocuk sahibi olma ümidi ile yaşaması, bu zavallı kadına fazlası ile tesir eder.Düşünür, taşınır; sonunda kararını verir.O kadar mahluka can veren Allah elbet onun yontturduğu bir bebeğe de can verecektir.Hemen bir ustaya gider, kendisine bir taş bebek yapmasını söyler.Mesleğinin ehli olan usta kısa zamanda hazırladığı bir taş bebeği kadına teslim eder.

Kadın o gece bebeği bir güzelce kundaklar, doğuracağı çocuğu için aldıkları beşiğe yatırır.Onu sabahlara kadar hem sallar hem de ninnilerin en içlisini söyler:

Aktaş diye beslediğim

Seni Hak’tan dilediğim

Ak tülbende doladığım

Mevlâm sana bir can versin, ninni.
Talihsiz kadın sabaha kadar Allah’a dua eder, üçler, yediler, kırklar aşkına erenler, evliyalar, pîrler hürmetine çocuğuna can verilmesini niyaz eder.

Allah indinde bu dua kabul olur, kadının taş bebeği canlanır.Zavallı kadın sevinçten ne yapacağını şaşırır.Sabah olur olmaz hemen kocasının yeni evine koşar, ona da haber verir.Koca ikinci karısını boşamaz, onu da yanlarına alarak eski evlerine dönerler.Böylece sönmüş bir ocak yeniden canlanır.


TAŞKÖPRÜ'NÜN KURULUŞ EFSANESİ

Adana'da bir padişah yaşarmış. Padişahın kızı bir yılanın ölümüne sebep olmuş. Bu yılanın eşi, kızı öldürmek için peşine düşmüş. Padişah bunun farkına varmış. Kızını tanıdığı birisinin evine saklamış. Evden çıkması yasak olan kız, bir gün dayanamayarak bahçeye çıkmış ve elma toplamaya başlamış. Bunu gören yılan, kızı sokarak öldürmüş. Padişah da kızının anısına Taşköprü'yü yaptırmış. Halk bugün bile padişahın, yıkıldığında yeniden yaptırılabilsin diye köprünün altına para ve altın koyduğuna inanır.


LOKMAN HEKİM EFSANESİ

Lokman Hekim, inanışa göre bütün hekimlerin piri, üstadıdır. Her çiçeğin, her otun özelliklerini tanıyan Lokman, ilaç yapar, derilere deva bulunmuş. Bütün dünyayı dolaşmış. Çukurova'ya gelince ovanın bereket ve güzelliğine hayran olarak Misis'e yerleşmiş. Çevredeki bütün hastaları iyileştirmiş. Anık hastalığın ne olduğunu unutan Çukurovalılar, ölümsüz hayatın peşine düşmüşler. Kendileri için ölümsüzlük ilacını yapmasını istemişler.

Lokman Hekim Çukurova'yı adım adım dolaşmış, bütün bitkileri incelemiş. Bir gece dolaşmaktan yorgun düşmüş ve ulu bir çınarın altında uyuyakalmış. Bir ara bir ses duymuş:

"Ey Lokman, anık araman bitsin, ben ölümsüz hayatın devasıyım. Bundan böyle insanlara ve hayvanlara ölüm yok".

Lokman Hekim, sesin geldiği bitkiye doğru yürüyüp koparmış. Bu arada Tanrı Cebrail'e: "Yetiş Cebrail, Lokman ölümsüzlüğe çare bulursa bu insanların hali ne olur?" demiş.

Bunun üzerine Cebrail, pir-i fani kılığında Misis Havraniye tarafına bir gelmiş. Misis Köprüsü'nün üstünde Lokman Hekimle karşılaşmış. Cebrail: "Selamü-naleyküm" dedikten sonra. Lokman'ın elindeki kitaba bakmak istemiş. Kitabı alıp coşkuyla akan Ceyhan Nehri'ne atmış. Kitabın ardından Lokman da suya atlamış ama bulamamış. Yaz gelip sular çekilince, ırmak boyunda aramaya devam etmiş. Sonunda kitabın sadece bir yaprağını, arpa tarlasında bulmuş. Bugünkü tıp biliminin, o günkü yapraktan geliştiğine inanılır. Yörede hâlâ, efsanenin izlerine rastlanılmaktadır. Kitabın bulunduğu arpa tarlasının toprağı kutsal sayılır. Çocukların karınları ağrıdığında bu toprağı ısıtıp beze sararak çocuğun karnına koyarlar.



B) DÜŞÜNCE YAZILARI
1. MAKALE

Makale; herhangi bir konuda bilgi vermek, bir sorun ya da konuya açıklık getirmek, yeni bir görüş ve düşünceyi ileri sürmek, ele alınan konu üzerinde yapılan inceleme ve araştırma sonuçlarına göre deliller göstererek, bu yeni görüş ve düşünceleri desteklemek ve doğruluğunu ispatlamak amacıyla yazılan bilimsel (ilmî) gazete ve dergi yazılarıdır.


Makale, bir hakikati savunmak veya bir fikri ispat etmek maksadıyla yazılan yazı türüdür.
Dergi ve gazetelerin vazgeçilmez unsurlarındandır. Yazar, bir tez ortaya atar, bunun doğru olduğunu kesin bir dille iddia eder ve yazı boyunca iddiasını ispata çalışır. Tezini savunmakla kalmaz, mukabil fikirleri de çürütmeye uğraşır. Bunun için kesinleşmiş yardımcı bilgiler kullanır.

Makale, kullanılan malzeme açısından diğer fikir yazısı türlerine benzer. Esasen deneme, sohbet, fıkra, tenkit ve makaleyi birbirlerinden kesin hatlarla ayırmak zordur. Bazı noktalarda kaynaşır, iç içe girerler. Bu durumda, yazının hangi türe girdiğini anlamak için en çok hangi türün özelliklerini taşıdığına bakılır.


Makalenin en önemli özelliklerinden biri, iddia ve ispat havası taşımasıysa, diğeri dili ve üslûbudur. Dil oldukça yalındır, edebî sanatlar nadiren kullanılır. ifadeler kesindir. Üslûp, ciddi ve ağırbaşlığıdır.

Malzeme olarak, fikirlerin yanısıra istatistiklerden, biyografilerden, vecize ve atasözü gibi unsurlardan faydalanılır. Konuyla ilgili sahalarda söz sahibi olan bazı ilim ve fikir adamlarının sözlerine yer verilir. Mizâhî materyallerin seviyesi en aza indirilir. Bunların üslûptaki ciddiyeti zedelemesi ihtimali vardır.insanları ilgilendiren her şey makale için konu olabilir. Yazar, hakkında bir şeyler bildiği ve alâka duyduğu konulara öncelik tanımalıdır.

Gazete makaleleri günlük olaylara, dergi makaleleri ise akademik konulara dayanır. Makale, gazetenin ilk sayfasının birinci sütununda yayımlanmışsa "başmakale" ya da "başyazı", yazarlarına da "başmuharrir" ya da "başyazar" denir.
Makaleyi okutacak en önemli ögelerin başında, seçilen başlık ve giriş bölümünde konunun takdimi gelir. Makale yazarı; ele almış olduğu konuyu, her yönü ile açıklamak, inandırıcı olmak ve düşüncelerini benimsetebilmek için, araştırmak ve anlatımını belli bir plân dahilinde ortaya koymak zorundadır. Makale yazarının normalin de üstünde bir kültüre, tecrübeye ve bilgi birikimine ihtiyacı vardır. Mantıklı düşünmeyi beceremeyenler, mânâlar arasındaki nüansları, benzerlikleri ve ince alakaları fark edemeyenler başarılı olamazlar. Hiçbir araştırma yapmaksızın bir oturuşta makale yazabilmek son derece güçtür. Bazen günlerce, haftalarca malzeme toplamak ve üstünde düşünmek gerekebilir.Makale yazarının gayesi, önemli konularda okuyucuyu aydınlatmak ve doğru düşünmelerini sağlamaktır. Bazan mühim memleket davaları ele alınır, bu konularda millete yol gösterilir. Bir rehber durumundaki yazarın anlaşılabilmek için oldukça yalın bir dile ihtiyacı vardır.

Yerinde kullanılan kelimelerin, âhenkli cümlelerin ve iyi teşkil edilmiş paragrafların makalelere çok şey kazandırdığı muhakkaktır.


Makalede temel öge, düşüncedir. Makale; bir düşünceyi, bir görüşü, bir amacı, bir gerçeği geniş halk kitlelerine sunarken yol gösterici, inanç verici, görev ve sorumluluk duygusunu aşılayıcı özellikleri de taşımalıdır. Toplumun bozuk düzeni, iş ve yönetimindeki aksaklıkları, düşünce, sanat ve uygarlık alanındaki gerilik ve eksiklikleri ve bütün bunların giderilmesi için gerekli çareler; makalelerde anlatılır. Bu nedenle, makale yazarı; her şeyden önce çok zengin bir bilgi birimine sahip olmalıdır.

Makale yazarken şu özelliklere dikkat etmek gerekir:

(1) Konu; toplumun tamamını ya da bir kesitini ilgilendiren sorunlardan seçilmelidir.

(2) Makale yazarının ele aldığı konu hakkında, derinlemesine bir bilgi ve kültür birikimi olmalıdır.

(3) Seçilen konu üzerinde, makale yazarının görüş ve düşünceleri belirtilmelidir.

(4) Bu görüş ve düşünceler, birtakım belgelerle ispatlanmalıdır.

(5) Ortaya konacak belgeler, her türlü karşı çıkmaları etkisiz bırakacak nitelik taşımalıdır.

(6) Öne sürülen kişisel düşünceler, aynı doğrultuda düşünenleri sarabilmeli; aksini düşünenleri de kendi doğrultusuna çekebilecek güçte olmalıdır.

(7) Anlatım; sade, duru, açık ve sağlam olmalıdır. Sanatlı, süslü ve anlaşılmaz anlatımdan uzak durmalıdır.

(8) Sonuç, kesin bir yargıya bağlanmalıdır.

 

Makalenin plânı üç bölüm hâlinde düşünülebilir:



(1) Giriş: Konu belirtilir, ana fikir gösterilir, kanaatler açıklanır.

(2) Gelişme: Konu ile ilgili belge ve bilgilerin ele alınıp işlendiği, konunun genişletildiği ve ortaya konmak istenen düşüncenin doğruluğuna deliller gösterildiği bölümdür. Savunulacak düşünceye karşıt olan görüşler de ele alınarak ve çürütülerek anlatımda çeşitlilik sağlanmış olur.

(3) Sonuç: Önceden ileri sürülen başlıca düşünceler, aynı sıra takip edilerek ispatlanır. İspat edilen düşünceler; bundan dolayı, bu yüzden, görü-lüyor ki, bundan çıkan sonuç vb. şekilde anlamı kuvvetlendiren ifadelerle tekrarlanır.

Akademik üslûpla yazılan bir takım araştırma ve inceleme yazılarına da makale, yahut “ilmî makale” denmektedir. Bunların, edebî makale türüyle ilgisi azdır. inceleme yazılarında yazarın üslûbu ve şahsî kanaatleri pek görünmez. Bilgiler için dipnotlara, yani kaynak göstermeye ihtiyaç vardır. Oysa normal makalelerde buna gerek yoktur. Yazıyı okurken, her adımda yazarın soluğunu hissetmek mümkündür.


Gazete ve dergilerde görülen makalelerden ayrı olarak değerlendirilen bilimsel (ilmî) makaleler ise geniş bir araştırmaya, incelemeye dayanır. Bu yazılarda ele alınan konu etrafında yeni bir görüş ve düşünce ortaya konur ve bunlar hakkında hüküm verilir.
Bilimsel makalelerde konu belirlendikten sonra, o konu etrafında geniş düzeyde bilgi toplama çalışması başlar. O zamana kadar, o konuda yazılmış bütün malzeme bir araya getirilip sınıflandırılır. Sonra araştırmacı, kendi düşüncesini ortaya koyar. Bu düşünceyi kuvvetlendiren delilleri gösterir ve sonunda da bir hükme varır.


Makale örneği:
ATATÜRK VE EDEBİYAT

...


Atatürk, edebiyat başta olmak üzere, bütün güzel sanatları millî kültürün özü, ayrılmaz bir parçası kabul etmiştir. Bu inançla:

"Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lâzımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bu millet sanat ve sanatkârdan mahrumsa, tam bir hayata malik olamaz." diyerek, sanata ve sanat-kâra verdiği üstün değeri, veciz bir şekilde dile getirmiştir.

Atatürk'ün okul sıralarından itibaren, edebiyatın daha ziyade şiir ve hitabet yönü ile ilgilendiğini söyleyebiliriz. O, şiiri, tıpkı çok sevdiği Namık Kemal gibi vatan ve millet yolunda heyecan uyandırıcı bir sanat kabul etmiştir. Çok takdir ettiği Tevfik Fikret gibi şiiri de ilim, fikir ve vicdan hürriyetinin kazanılmasında, korunup geliştirilmesinde başlıca faktörlerden birisi olarak görmüştür. Hitabet sanatını ise, asker ve devlet adamı vasfını tamamlayan vazgeçilmez bir unsur saymıştır. Şiirle ilgisi dolaylı, hitabet ile doğrudandır. Yani şiir, zaman zaman söylemekten, söyletmekten, dinlemekten zevk aldığı, heyecan duyduğu, derin saygı ve sevgi beslediği edebî türlerin başında gelmiş. Hitabet ise, baştan itibaren bizzat meşgul bulunduğu, son derece hoşlandığı ve büyük önem verdiği bir edebiyat alanı olmuştur.

...

Atatürk, edebiyatı, "Kültürlü medenî toplumların ayrılmaz bir parçası" sayarak, şöyle tarif eder:



"Söz ve manayı, yani insan dimağında yer eden her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri veya okuyanları çok alâkalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki edebiyat; ister nesir hâlinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık gibi, bilhassa musiki gibi güzel sanatlardan sayıla gelmektedir."

O'nun edebiyatla ilk ciddî temasını ise, daha Manastır Askerî İdadîsi' nde iken tespit ediyoruz.

Atatürk, o günlere ait hatıralarında Namık Kemal'den kaynaklanan, edebiyatla bu ilk münasebeti hakkında aynen şunları kaydeder:

"Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğuna, o zaman muttali oldum ve ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü." Lâkin, kitabet hocası diye yeni gelen Alay Emîni Asım Efendi: "Bu tarz iştigal, seni asker olmak-tan uzaklaştırır. Bu kitapları at, kendini tamamen askerliğe ver." telkininde bulunur. Bunun üzerine O da, nispeten kendini çekmiş olmakla birlikte; gene de okumaktan ve bilhassa arkadaşlarıyla, güzel konuşmak ve yazmak yolunda hitabet kudretini geliştirme çalışmalarını yapmaktan uzak duramaz:

"Şiir yazmak hakkında idadî hocasının vazettiği memnu'iyyeti (koyduğu yasağı) unutmuyorum. Fakat, güzel söylemek ve yazmak hevesi baki (devam ediyor) idi. Teneffüs zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor; bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim; diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk."

Harp Akademisinde, edebî ve siyasî düşünceler, birlikte zihnini meşgul etmeye başlar. Devrin ve okulun sıkı şartları altında, bilhassa Namık Kemal'in eserlerini çoğu zaman yatağında okur.

Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN

(Edebiyat Dünyası ve Atatürk'ten - 1995)

 

AÇIKLAMA


ATATÜRK; edebiyata, sanata ve düşünceye önem vermiş büyük önder, hatta önderlerin önderi bir kişiliktedir.

ATATÜRK, yukarıdaki metinde görüldüğü gibi, özellikle şiir ve hitabete büyük önem vermiştir. Daha askerî lisede okurken şiir ve hitabetle ilgilenmiştir. Fırsat buldukça Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi usta şairlerin şiirlerini okumuştur. Güzel konuşma sanatı (hitabet) ile de yakından ilgilenmiş ve bu konuda kendini yetiştirmiştir.

Atatürk'ün okul yıllarındaki bu çalışmaları, yıllar sonrasında ürününü verecektir. Nitekim, hitap gücü, zekâsı ve düşünce adamlığı sayesinde cephelerde üstün başarılar elde edecektir. Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı sıfatı ile milletinin sevgisini kazanacaktır. Nihayet, milletin yapısına en uygun yönetim biçimi olan Cumhuriyeti kuracak ve onu Türk gençliğine armağan edecektir. Arkasından da, çağın bilim ve teknolojisini yakalamak için bir dizi yenileşme hareketlerine girişecektir.

İşte, bütün bu çalışmaların, bitmek bilmeyen enerjinin arkasında, O’nun, okul yıllarında derslere duyduğu ilgi bulunmaktadır.


Yüklə 2,75 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin