Korkusuz, gözüpek, atılgan



Yüklə 0,88 Mb.
səhifə23/37
tarix30.12.2018
ölçüsü0,88 Mb.
#88457
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   37

DERGAH-İ ALİ

Bazı İslâm devletlerinde hükümdar kapısı veya padişah sarayı karşılığında kullanılmış olan tabir.

Farsça'da "kapı" anlamına gelen der kelimesinin sonuna yer bildiren gah eki­nin getirilmesiyle teşkil edilen dergâhın sözlük anlamı "kapı yeri" demektir. Te­rim olarak birçok İslâm ve müslüman-Türk devletinde, özellikle Selçuklularda bazan bârgâh* ile aynı anlamda ve hü­kümdar sarayı karşılığında kullanılmış­tır.262

Osmanlılar'da daha ziyade dergâh-ı âlî veya dergâh-ı mualtâ şeklinde kulla­nılan bu tabir yine padişah sarayını İfa­de ederdi. Osmanlılar'da kelimenin "sa­ray" anlamında kullanılışının ne zaman başladığı bilinmemekle birlikte Selçuk­lular ve diğer Anadolu beyliklerinde gö­rüldüğüne göre daha ilk hükümdarlar döneminden itibaren yerleşmiş olduğu söylenebilir. Fâtih Sultan Mehmed'in fer­manlarında sık olarak geçen tabir, özel­likle İstanbul'un fethinden sonra hem saray hem de hükümet merkezini içine alan bir anlam kazanmış olmalıdır. Nite­kim Fâtih döneminde Bursa sancak be­yi ve kadılarına gönderilen bazı hüküm­lerin suretleri şer'iyye sicillerine kaydedilirken "dergâh-ı muallâdan hükm-İ hü­mâyun vârid olup" ifadesiyle özetlenmiş­tir. Bu anlamda olmak üzere "atebe-i ul-yâ", "âsitâne-i saadet" ve "kapu" tabir­leri de dergâh-ı âlî veya dergâh-ı mual-lâ İle birlikte kullanılmış, bazı XV ve XVI. yüzyıl belgelerinde "yüce dergâh" şekli de yer almıştır. Daha sonraki Osmanlı resmî yazışmalarında ve fermanlarda daima saray ve hükümet merkezini ifa­de etmek için kullanıldığı gibi padişaha bağlı olarak görev yapanlar da bu tabirle anılmışlardır. Zamanla dergâh-ı âlî çavuşları, dergâh-ı âlî kapıcıları, dergâh-ı muallâ yeniçerileri, dergâh-ı âlî mütefer­rikaları gibi çeşitli saray görevlilerinin adlandırılmasında kullanılmış ve yerleş­miştir.



Bibliyografya:

BA. MD, nr. 12, s. 600; nr. 31, s. 143; Nlzâ-mülmülk, SiyâsetnSme (Çavdaroğlu), tür.yer.; İbn Bîbî, el-Euâmirü'l-'atâ'iyye, s. 113, 273, 696, tür.yer.; Uzunçarşılı, Medhal, s. 54, 58, 78, 274; a.mlf-, Saray Teşkilâtı, tür.yer.; Barkan, Kanunlar, s. 354, 355, 357, 359, tür.yer.; CHIr., V, 223-227, 247-248; İbrahim Kafesoğlu, Ha-rezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1984, s. 71; H. İnalcık, "Bursa Şer'iye Sicillerinde Fatih Sultan Mehmed'in Fermanları", TTK Belle­ten, XI/44 (1947), 694, 701-702; Pakalm, I, 426; "Dargâh", EI2(Fr.l II, 145.



DERİ

Bat Türkçesi'nde deri şeklinde telaffuz edilen kelimenin aslı teri/tiri'dir263. Bütün göçebe toplumların hayatında birtakım kolaylıklar sağlayan derinin tabaklanıp kullanılması, Türkçe'­nin deri eşya ve tabaklama ile ilgili kelimeler bakımından zengin bir dil oluşu­nun da gösterdiği gibi Türkler'de de çok eskiye dayanır. Bugün dahi derinin Yö-rükler'in hayatında önemli bir yeri var­dır. Özellikle kışın giyilen çarık ve gocuk­larda, dağarcık olarak bazı eşyanın ko­nulmasında, peynir, tereyağı, bal ve pek­mez tulumlarının yapılmasında, su ta­şınmasında ve yağ elde edilmesinde kul­lanılmaktadır. Su tuluklanyla yağ çıkar­mada yayık olarak kullanılan ve Toros göçerleri arasında yannık denilen (muh­temelen yağlıktan bozma) deri kaplar, ha­len palamut kabuğu ile tabaklanmış deriden yapılmaktadır.

Derinin işlenerek kullanılması tekstil­den çok öncedir ve tarihçesi ilk insan­la başlamıştır denilebilir. Nitekim Eski Ahid'e göre Allah Âdem ve Havva'ya de­riden gömlek giydirmiştir264. Eski ve Yeni Ahid'in birçok yerinde elbi­se, kemer, ayakkabı, tulum, dağarcık gibi deri eşyadan bahsedilir. Ahid san­dığının muhafaza edildiği seyyar mabedin üzeri deri ile örtülmüş ve mefruşa­tının çoğu deriden yapılmıştır265. Kur'an, insanlara göç ve ika­metleri sırasında büyük kolaylık sağla­yan deri çadırları şükrü gerektiren ni­metler arasında sayar266. Bilhassa göçebe Araplar kaş' ve tırâf denilen deriden yapılmış çadırlar kul­lanırlardı; ham deriden ve küçük olan kaş' fakirlere, tabaklanmış deriden ve büyük olan tırâf ise zenginlere mahsus­tu267. Panayırlarda gösteri için ve savaş alan­larında kumanda merkezi olarak kırmızı deriden büyük çadırlar kurulurdu. Ukâz panayırında kurulan bu tür çadırlarda ünlü şairler şiirlerini ınşad ederlerdi.268

Kâğıdın icadına kadar deri çok uzun bir süre yazı malzemesi olarak da kul­lanılmıştır. Kur'an'da "rakk" (ince deri­den yapılmış parşömen) üzerine yazılı ki­taba yemin edilir269. Âyet ve hadislerin ilk kaydedilişlerinde derinin kullanıldığı muhakkaktır ve günümüze ulaşan en eski mushaflarla halen Top-kapı Sarayı Emânât-ı Mukaddese Dai­resi1 nde muhafaza edilen Hz. Peygam-ber'in Mukavkıs'a gönderdiği mektup bu­nun açık bir delilidir. Sâsânîler'de vergi memurları kayıtlarını beyaz deriler üze­rine tutarlar ve kisrâya arzederlerdi. De­ri defterlerin kokusundan rahatsız olan kisrâ, bunların gülsuyu ve za'feranla sa-rartılmasını istemişti270. İbnü'n-Nedîm İranlılar'ın manda, sığır ve koyun gibi hayvanların derilerini yazı malzemesi olarak kullandıklarını söyle271. Emevîler döneminde di­van kayıtlan tomar halinde deriler üze­rine tutulmuştur. Seffâh'ın veziri Hâlid b. Bermek deri sayfalan kitap şeklinde ciltletmiş ve bu uygulama Hârûnürre-şîd'in veziri Ca'fer b. Yahya el-Berme-kTnin kâğıttan defter yaptırmasına ka­dar devam etmiştir.



Derinin tabaklanmasına dair ilk bilgi­lere, Mısır'da erken dönem hanedanla­rından kalan kayıtlarda rastlanmakta­dır. Kitâb-ı Mukaddes'te deri eşyadan çokça söz edilmesine rağmen bu husus­ta bir açıklama yoktur. Yahudi şeriat ki­tabı Talmud'da ise bazı hükümler bu­lunmakta ve bunlardan debbâğlann top­lumun aşağı seviyesinde kimseler ola­rak kabul edildikleri, tabakhanelerin pis kokulan sebebiyle eski Yunan ve Roma'-da da olduğu gibi yerleşim merkezlerin­den uzakta kurulmasının istendiği, bu­rada çalışanlann -ne kadar temiz olur­larsa olsunlar- üzerlerine sinen koku se­bebiyle toplu ibadet ve festivallere ka­tılmaktan menedildikleri ve kısa bir dö­nem için de olsa bu işi yapanlann daha yüksek görevlere getirilmediği öğrenil­mektedir. Talmud, dünyanın ne attarsız ne de debbâğsız olabileceğini söyler ve birincisi için "ne mutlu", ikincisi için ise "ne yazık" der. Talmud'a göre tabakla­ma işinde çalışma veya bunun için hay­van dışkısı satma, evlilikten önce veya sonra başlanmış olması farketmeksizin boşanma sebebidir. Önceden kocasının mesleğine tahammül edeceğine dair söz veren bir kadın dahi sonradan boşanma isteğinde bulunabilir {EJd., X, 1536 vd). Derinin tabaklanması (dibâgat) Arap-lar'ca Câhiliye döneminden beri bilin­mekteydi ve Arabistan yarımadasında dericiliğin gelişmiş olduğu, Hz. Peygam-ber'in sağlığında fethedilen Yemen ta­rafındaki Cüreş, Havlân'ın küçük bir bel­desi olan Sa'de ve Tâif gibi yerleşim mer­kezleri bulunuyordu. Bunlardan özellik­le Cüreş ünlüydü ve burada işlenen de­riler "Cüreş derisi" adıyla anılırdı. Hasan b. Ahmed el-Hemedânî, Şıfatü Cezîre-til- QArab adlı eserinde bu yerleri "bele-dü'd-debbâğ" olarak zikretmektedir272. Yâküt el-Hamevî de Tâif vadilerinin birinden, tabaklama artıkla­rının atıldığı pis kokan bir yer olarak söz eder273. Mekke de dericiliğin gelişmiş olduğu yerlerden­di. Akik vadisinden getirilen karaz (se­lem ağacının lacacia asak, acacia flaval meyve ve yaprağı veya küstümotu |mimo-sa niîotical), burada bulunan ve bazı ri­vayetlerde çok büyük olduklarından söz edilen taş değirmenlerde ezilerek deri tabaklama işi için kullanıma hazırlanır­dı. İbn Hişâm'ın kaydettiğine göre Ha­beşistan'a hicret eden sahâbîlerin iade­sini istemek üzere giden Kureyş heyeti­nin Habeş Hükümdarı Ashame'ye götür­düğü hediyeler içinde onun en beğendi­ği şey Mekke'de tabaklanmış derilerdi274. Hz. Peygamber. Mekke'­de kıtlık olduğu zaman buraya Medine mahsulü hurma göndermiş ve karşılığın­da da deri talep etmişti275. Ashap içinde mesleği dericilik olanlar vardı276 ve Mescid-i Nebe-vfnin müezzinlerinden Sa'd el-Karaza da muhtemelen karaz alıp sattığı için bu isim verilmişti277. Hz. Peygamber'in hanım­larından Şevde bint Zem'a ve Zeyneb bint Cahş dericilikte mahirdiler. Şevde Tâif tarzı deri işlemeyi biliyordu278; Zeyneb de Hz. Âişe'nin rivayeti­ne göre el sanatlarında usta bir hanım­dı; deri tabaklar, sonra onu işleyip sata­rak elde ettiği parayı Allah yolunda har­cardı279. Dericilikte sadece karaz kullanılmı­yordu; çölde yetişen daha başka ağaç ve otlardan, nar kabuğundan ve şaptan da deri tabaklamada faydalanılıyordu. Kırmızı kökleri olan ve ertâ' denilen bir kum bitkisiyle tabaklanmış derilere me'-rût, ertî veya edîm martı deniliyordu.

Çok geniş bir kullanım alanı olmasın­dan dolayı Câhiliye devrinde kurulan pa­nayırlarda en önemli ticaret mallarından biri deriydi. Çadır yapımında, su ve her tür sıvının muhafazası için gerekli olan tulum ve tuluklarda, ayakkabı, mest ve çizme gibi giyim eşyasında, eyer ve ko­şum takımlarında, mefruşatta deri çok­ça kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber'in yatağı, içerisine hurma lifi doldurulmuş deridendi280; ayrıca "içi hurma lifıyle doldurulmuş deri yastık" tabiri hadis­lerde çokça geçer281. Demircinin körüğünden şar­kı söyleyen "kayne'lerin deflerine ve as­kerlerin kalkanlarına kadar derinin kul­lanıldığı daha pek çok alan vardı. Hatta bir ara Hz. Ömer deriden para (dirhem) basmayı dahi düşünmüş, ancak kendi­sine bunu yaptığı takdirde deve nesli­nin tükeneceği hatırlatılınca tasavvurun­dan vazgeçmiştir282. Bu sebeple deri ve deri eşya ile ilgili litera­tür açısından Arapça oldukça zengindir. Birkaçı müstesna kara memelilerinin ta­mamının, bazı balıkların ve kunduz gibi suda yaşamayı seven kara hayvanları­nın derisinden, tilki, leopar gibi hayvan­ların da kürklerinden fayda lanılmıştır. Hz. Ali'nin torunlarından Hasan kunduz derisi eyer kullanırdı283. Büyük tabiîn âlimi 5a'bî aslan pos­tunda oturur, samur ve tilki kürkünden kaftan giyerdi.284

Dericilik pek fazla bir değişikliğe uğ­ramadan sonraki asırlarda da devam etmiştir. İslâm dünyasının her tarafın­daki büyük merkezlerde bu sanatla uğ­raşanlar mutlaka vardı. Kurtuba ve Fas, bazı tabaklama tekniklerinin geliştiği ve Avrupa'ya intikal edip yayıldığı yerler olmuştur. Batı'da halen bazı deri çeşit­leri için kullanılan "cordovan" ve "mo-roccan, maroquin (maroken)" tabirleri bu şehir isimlerinden türetilmiştir. Kahire ve Halep de deri sanayiinin geliştiği mer­kezlerdendi; XIII. yüzyılda Halep tabak­hanelerinden alınan vergilerin buradaki diğer sınaî kuruluşların vergilerinin top­lamından daha fazla olduğu bilinmek­tedir. İslâm dünyasında dericiliğe dayalı birçok el sanatı gelişmişti ve bunlardan biri de ciltçilikti. Özellikle yiyecek ve içecek maddelerinin muhafaza edildiği kap­ların büyük bir kısmı deriden yapıldığı için dericiler, muhtesipler tarafından kontrol edilen birtakım kaidelere riayet etmek zorundaydılar. Ziyâeddin Muham-med b. Muhammed el-Kureşî (İbnü'l-Uhuvve), Me'âlimü'l-kırbe fîahkâmi'l-hisbe adlı eserinde bu konuya bir bab ayırmıştır.285

Bibliyografya:

Clauson. Dictionary, s. 531; VVenslnck, Mu*-cem, "edm" md.; Buhârî. "Rİkâk", 17, "Zebâ'ih", 12; İbn Mâce. "Zühd", II; Ebû Dâvüd.""Libâs", 43; Tirmizî. "Libâs", 27; İbn HişSm. es-Sîre, I, 334; İbn Sa'd. et-Tabakât, VI. 253-254; VIII, 108; Belâzürî. Fütûh (Rıdvan), s. 450, 456; İbnü'n-Nedîm. el-Fihrist (Teceddüd), Ankara 1985, s. 22-23; Jbn Sîde. ei-Muhaşşaş, Beyrut 1398/ 1978, IV, 100 vd.; İbn Abdülber. el-lstfâb, II, 54; Serahsî. ei-Mebsût, X, 92; Yâküt MuVe-mü'l-bütdân, VI, 9; Huzâî. Tahricü'd-delâtâ-ti's-sem'iyye, s. 715, 736; İbn Hacer. e/-/şâ-be, II, 29; IV. 286-314; İbnü'l-Uhuvve, Mecâ/ı-mü'l-kırbe fî ahkS.mi'1-hisbe (nşr. R. Levy), London 1938, s. 229-230; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî. Bülûğu'l-ereb, 1(1, 393-394; Abdülhay el-Kettânî, et-TerStîbul-idâriyye, II, 56; Cevâd Ali. et-Mufaşşai, V, 7; VII, 537-540, 587-595; Ha­san b. Ânmed el-Hemedânî. Şıfatü Cezîreti'l-'Arab, Riyad 1977. s. 98, 248-249, 260; C. Zey-dan. Medeniyyet-i İstâmiyye (İstanbul 1976), III, 112-113; Ahmad Mohammad Migahid, Flora of SaudiArabia, Riyad 1978, s. 196, 299; Bahaed-din Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1985, V. 162-169; M. AbdÜlazîz Amr, el-Libas ue'z-ztne fi'ş-şert'ati'l-İstâmiyye, Beyrut 1405/ 1985, s. 295-301; Abdülazîz b. İbrahim el-Öme-rî, el-Hıref ue'ş'Sinâ'a fi't-Hicâz fî'aşri'r-resût, Ibaskı yeri yok| 1985, s. 326-330; Ahmad Y. al-Hassan - D. R. Hill. Islamic Technology, Cam-bridge 1988, s. 197-200; W. S. McCullough. "Le-ather", IDB, III, 104; a.mlf, "Skin", a.e., IV, 382; M. Lamed, "Leather Industry and ira­de", EJd., X, 1536-1542; W. M. Floor, "Carm",Elr., IV, 820-822.

Deri ile İlgili Fıkhî Hükümler. Çok es­ki devirlerden beri giyim eşyası olarak ve başka maksatlarla çok yaygın bir kul­lanım alanına sahip bulunan deri, te­mizlenmesi ve kendisinden faydalanıl­ması bakımından fıkhın ilgi alanına gir­miştir.

İslâm hukukçularının büyük çoğunlu­ğu, Kur'ân-i Kerîm'de286 etinin kullanılması yasak­lanan domuzun derisinin de bu yasağa dahil olduğu ve herhangi bir tabaklama işleminden sonra bile kullanılamayacağı görüşünü benimsemiştir. Hanefî fakih-lerinden Ebû Yûsuf ile Mâlikîler'den Sah-nûn ve Ebû Muhammed İbn Abdülhakem'e göre domuz derisi tabaklanmak suretiyle temizlenir ve kullanılabilir287. Diğer derilerin kullanılması ise hayvanın necis sayılıp sayılmamasına, etinin yenip yenmemesine, ölüm şekli­ne ve derisinin tabaklanıp tabaklanma­masına bağlı olarak mezhepler tarafın­dan farklı şekillerde değerlendirilmiştir.

Eti yenen hayvanların usulüne göre kesilmesi halinde eti gibi derisinin de dinî bakımdan temiz sayılacağı ve tabaklamaya gerek kalmadan kullanılabi­leceği hususunda mezhepler görüş bir­liği içindedirler. Ölmüş veya usulüne gö­re kesilmediği için bu hükümde olan hay­van derisinin tabaklanmadan kullanıla­mayacağı konusunda da ittifak vardır.

Hayvan derilerinin kullanılması husu­sunda en geniş yorumu yapan Hanefî fakihlerine göre eti yensin veya yenme­sin domuz dışındaki bütün hayvanların derileri kullanılır. Bir hayvan canlı iken kesilmişse derisini tabaklamaya gerek yoktur. Ölü olarak bulunan hayvanların derileri ise ancak tabaklanarak kullanı­lır. Bazı hadislerde ölmüş hayvan etinin yenilmesinin haram, derisinden faydalan­manın caiz olduğu ifade edilirken baş­ka hadislerde tabaklamanın deriyi te­mizlediği bildirilmiştir288. Bu hadisleri birlik­te değerlendiren fakihler, Ölü hayvan de­risinin tabaklanmakla temizleneceği so­nucuna varmışlardır.

Sâfiîler, ölmüş hayvanlarda olduğu gi­bi eti yenmeyen hayvanların derilerinin de kesimle değil ancak tabaklanma ile temiz hale geleceğini ileri sürmekte, bu arada derisinin hiçbir şekilde kullanıl­mayacağını kabul ettikleri domuza kö­peği de eklemektedirler. Hanbelî mez­hebi ile Mâliki âlimlerinin çoğunluğuna göre de eti yenmeyen hayvanların deri­si kesimle temiz hale gelmez. Ancak ba­zı Mâlikî fakihleri bu hükmü yalnız do­muza hasrederek haram oluşunda ihti­lâf bulunan veya mekruh sayılan hay­vanların derilerinin kesimle temiz sayı­lacağı görüşündedirler. Öte yandan Şa­fiî ve Hanbelî mezheplerine göre eti yen­meyen hayvanları derisinden faydalanmak için kesmek caiz değildir; Ebû Ha-nîfe ve İmam Mâlik" e göre ise caizdir.

Hanbelî ve Mâlikî mezheplerinde hâ­kim görüşe göre ölü hayvanların derile­ri tabaklanma suretiyle temizlenmez; çünkü Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce ölü hayvan derilerinin kul­lanılmasını yasaklamıştır289. Ancak ta­baklamanın deriyi temizlediğine dair da­ha önce zikredilen hadislerin sahih olu­şuna karşılık muhaddisler bu hadisin de­lil olarak kullanılmasına engel teşkil ede­cek İlletler taşıdığını belirtmişlerdir290. Her iki mezhebe göre de ölü hayvan de­risinin temiz sayılmamakla birlikte ta­baklandıktan sonra üzerine oturmak ve­ya kap yaparak içine kuru yiyecek koy­mak gibi maksatlarla kullanılması caiz­dir. Ölü hayvan derisinin tabaklanma ile temizleneceğine dair Mâliki mezhebin­de başka bir görüşün bulunması yanın­da Ahmed b. Hanbel'den, diri İken temiz sayılan ölü hayvanların derisinin bu hük­me tâbi olacağına dair bir görüş rivayet edilmiştir. Bazı Hanbelî âlimleri ise yal­nız eti yenen hayvanların derisinin tabaklanma ile temiz olacağını belirtmiş­lerdir.

Derinin temizlenmesinde önemli bir İşlem olan tabaklama konusu üzerinde fakihlerin titizlikle durdukları görülmek­tedir. Fıkıh âlimleri, tabaklamanın deri­nin nemini kurutucu, kirini temizleyici ve kokusunu giderici mahiyette olması gerektiğini ittifakla belirtirler. Bazı fa­kihler, bu işlem sırasında kullanılan mal­zemelerin de temiz olması üzerinde du­rur ve zamanın tabaklama tekniğine uy­gun olarak kullanılan ancak dinen pis sayılan bazı maddelerle yapılan temizli­ği geçerli saymazlar. İslâm hukukçuları­nın çoğunluğu ise böyle bir şart aramazlar. Fakihlerin bu konudaki ictihadlan-nın dönemlerindeki teknik ve kimyevî imkânlardan etkilendiği muhakkaktır. Genel olarak kiri, nemi ve kokuyu gide­ren her türlü tabaklama işleminin ye­terli olduğu kabul edilir.

Dinen temiz sayılan ve kullanılmasına izin verilen deriler hukukî değeri olan (mütekavvim) bir mal sayılır ve İslâm hu­kukunun genel prensipleri çerçevesinde her türlü hukukî işleme konu olur. Aynı şekilde mütekavvim mal olması dolayı­sıyla deri gasp, itlaf, hırsızlık gibi hak­sız fiillere karşı da korunmuştur. Gasbe-dildiğinde gâsıbın mevcutsa deriyi iade, değilse tazmin borcu doğar; çalınması durumunda değeri nisap miktarına ulaş-mışsa hırsızlık için öngörülen ceza uy­gulanır. Derinin temizliği ve kullanımı ile ilgili olarak ortaya koydukları hükümler çerçevesinde mezheplere göre hangi tür derinin mütekavvim sayılacağını ve han­gi hükümlerin uygulanacağını tesbit et­mek mümkündür.



Bibliyografya:

Müsned, I, 227; II, 234; III, 476; IV, 15, 310; V, 74-75; VI, 155; Dârimî, "Edâhî", 19-20; Bu­hârî, "Büyü1", 10; Müslim. "Hayz", 100, 105-107; İbn Mâce. "Libâs", 26; Ebû Dâvüd, "Li­bâs", 38-41; Tirmizî, "Libâs", 7, 31-32; Nesâî. "Ferc ve'l-'atire", 4-5, 7; Serahsf, el-MebsÛt, XII, 14, 131; Kâsânî, el-Bedâ'i', i, 74, 86; İbn Kudâme. el-Muğnî, 1, 66-71, 79-80; IV, 309-310; VIII, 244; NevevF, el-Mecmu, I, 214-230, 239-240; Zeylaî. Tebyînü'l-hakâ'ik, Bulak 1313 — Beyrut, ts., I, 25-26; İbnü'l-Hümâm, Fethtı'l-ka-dîr, I, 81; IV, 426; VII, 400, 404; VIII, 421; Bu-hûtî, Keşsâfü'l-ktnâ', I, 54-55; et-Fetâua'l-Hin-diyye, V, 301, 346; Haraşî, Şerhu Muhtasarı Haiti, I, 89-90; İbn Abidîn. Reddü'I-muhtar, I, 136, 137; N, 30, 224; Azîmâbâdî, 'Aünü'l-ma'bad, XI, 185-187; Salih el-Ezherî, Ceuâhi-rü'l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife). I, 223; II, 73, 185; Muhammed Abdülazîz Amr, et-Libss ue'z-zlne fi'ş-şert'ati'l-lslâmiyye, Beyrut 1405/ 1985, s. 294-302; Abdülazîz b. İbrahim el-ömeiî. el-Hıref ue'şşınâ'ât fi'i-HicSz fieasri'r-Resul, [baskı yeri yok'l 1985, s. 326-328; Mu.F,XV, 249-260; XX, 34, 226-233. m

Türkler'de Dericilik. Bütün Türk toplu­luklarında deri işçiliği ilerlemiş bir sa­nayi dalı olarak görülmektedir. Büyük bir ihtiyaç şeklinde ortaya çıkan deri kul­lanımı, dericiliğin yanı sıra hayvancılığın da gelişip yaygınlaşmasına yol açmıştır. Hayvancılıkla uğraşan eski Türk toplu­luklarının giyim eşyası yün, deri ve kürk mamullerinden oluşmaktaydı. Orta As­ya Türkleri'nin özellikle atlı yolculuğa çı­kacakları zaman deri pantolon giydikle­ri bilinmektedir; bu durum, hayatları­nın büyük kısmı at sırtında geçen Türk­ler için deri ve deri işçiliğinin önemini gösterir.

Deri ve deri mamulleri üretim tekni­ğinin ileri bir seviyeye ulaştığı Ortaçağ İslâm dünyasının çarşılarında bu tür eş­yanın sergilendiği birçok dükkân bulu­nurdu. Elbise, ayakkabı ve tulum gibi şeylerin yanında derinin en çok kullanıl­dığı alanlardan biri de ciltçilikti. XIV-XVI. yüzyıllarda mücellitlerin deri ve kösele kitap kapaklarına işledikleri motifler, ciltçilik sanatının ulaştığı noktayı gös­termesi bakımından önemlidir. İslâm âleminde kitabın kutsal sayılması ciltçi­liğe özel bir değer verilmesini sağlamış ve bu sanat hemen hemen bütün İslâm devletlerinde en ileri seviyeye ulaşmıştır. Cilt işlerinde özellikle müslüman Türkler çok başarılı olmuşlar ve bu mesleğe tut­ku derecesinde bir sevgi beslemişlerdir. Halen kütüphanelerde bulunan binlerce kitabın arasında ciltsizlerin çok az olma­sı bu sevginin bir delilidir. Öte yandan derinin kâğıt imalinde de önemli bir yere sahip bulunduğu bilinmekte, kâğıtçı­ların koyun derisinden "kâğıt mayası" adı verilen bir sıvı elde ettikleri ve bununla yaptıkları kâğıtların daha dayanıklı ve sağlam olduğu, 14 Rebîülevvel 1224291 tarihli bir belgeden öğrenil­mektedir.

Çeşitli araştırmalar, Anadolu'da deb-bâğlık ve deri işçiliğinin İlk gelişen mes­lek ve bunu başlatan kişinin de Ahî teş­kilâtının kurucusu Ahî Evran olduğunu göstermektedir. Ahî Evran'ın debbâğ ol­masından dolayı debbâğlık, ayakkabıcı­lık ve saraçlık ahî teşkilâtının bünyesin­de önem kazanmıştı. Debbâğlar, Ahilik gelenekleri sayesinde diğer esnaf lonca­ları üzerinde nüfuz sahibi idiler ve Ana­dolu debbâğlarının pîri sayılan Ahî Ev-ran'ın Kırşehir'deki zâviyedân bütün es­naf loncalarının ahî babası olarak kabul edilmekteydi.

Selçuklular zamanında Diyarbekir ve Kastamonu, Anadolu deri sanayiinin mer­kezi durumundaydı. Beylikler dönemin­de ise sepicilikte kullanılan mazının ve özellikle derinin İhraç malları arasında yer alması dericiliğin bu devirde de ileri seviyede olduğunu göstermektedir. Ana­dolu'da Moğol İstilâsının ardından geri­leyen deri sanayii Osmanlı döneminde yeniden canlanarak Avrupa dericiliğinin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Orta-Avrupa devletleri, ileri deri teknolojisini Türkler vasıtasıyla tanıdıklarından bun­ları hep Türk işi saymışlardır. Özellikle hayvancılığa uygun Macar toprakların­da Osmanlı deri sanatı yerli halk tara­fından hemen benimsenmiş ve debbâğ-hânelerde geniş uygulama alanı buldu­ğu gibi XVII. yüzyılda Fransa kralının da­veti üzerine Paris'e giden Macar debbâğ ustalannca Fransa'ya da yayılmıştır.

Osmanlılar'ın ilk devirlerinde hayvan­cılıkla uğraşan göçebe Türk aşiretleri­nin sepicilik, deri eşya ürünlerinin sergilenmesi ve pazar temini gibi mesele­leri, bunların şehir merkezlerine yakın yerlere iskân edilmelerini zorunlu kıl­mıştır. Böylece aşiretler ekonomik açı­dan şehir halkıyla bütünlük oluşturmuş bunun sonucunda debbâğlık ve deri eş­ya imalâtı şehirlerde süratle gelişerek pek çok Avrupa ülkesinin yüksek ücret karşılığında satın aldığı en iyi kalite ürün­leri imal edecek düzeye çıkmıştır. Os­manlı Türkleri'nde büyük gelişme gös­teren dericilik XV ve XVI. yüzyıllarda ka­sabalara kadar yayılarak diğer esnaf kol­larının arasında önemli bir yere sahip oldu ve özellikle İstanbul, Edirne, Kayseri, Ankara, Bursa, Manisa, Tokat ve Kon­ya gibi şehirlerin ticarî hayatına canlılık getirdi. XVI. yüzyılda Pierre Belon Türk dericiliğini ve deri işlemeciliğini överken Avrupa'daki dericilikten "yamacılık" şek­linde bahsetmektedir. Joseph Pitton de Tournefort ise Türk terliklerinin bile ken­di ayakkabılarından daha temiz dikildi­ğini, basit yüzlü olmakla birlikte özellik­le İstanbul'da yapılanların uzun zaman dayandığını ve burada Doğu Akdeniz'in en iyi ve en hafif derisinin kullanıldığını kaydetmektedir. Aynı şekilde Tavernier Diyarbekir'de kırmızı, Musul'da san ve Urfa'da siyah maroken üretildiğini, bun­ların en güzellerine ise XV. yüzyılın or­talarından itibaren kalabalık derici es­nafının toplandığı merkezlerden biri olan Tokat'ta rastlandığını söylemektedir. 1660'ta Diyarbekir'i ziyaret eden M. Po-ullet de Anadolu'ya gelen İranlı, Mısırlı, Kafkasyalı, Rus ve Polonyalı tüccarların buradan sahtiyan götürdüklerini yaz­makta, en mükemmel deri işçiliğinin Di­yarbekir'de olduğunu belirtmektedir. Manisa'da imal edilen sahtiyan ise sa­ray ayakkabıcıları tarafından kullanıldı­ğı gibi İstanbul piyasasında da çok rağ­bet görüyordu.

Şehir pazarlarındaki ham ve yarı ma­mul deri alım satımı, "ehl-i hibre" deni­len bir komisyon tarafından düzenlenen narha göre yapılmaktaydı. Narh, mamul­lerin masrafı ile kârının hesaplanması sonucu tesbit edilir ve kadı sicil defter­lerine geçirilirdi. Böylece her malın kali­tesine göre belirlenen fiyatlarla üretici, tüketici ve satıcı korunmaya çalışılırdı. XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkeleri­nin Türk derilerine fazla itibar etmeye başlaması debbâğlık sanatını önemli bir meslek haline getirdi. Debbâğlar dağı­tımdan aldıkları ya da bizzat değişik yerlerden getirttikleri ham derileri debbâğ-hânelerde sepilemekte ve bunlara iste­nilen rengi verdikten sonra dikici esna­fına satmaktaydılar. Debbâğ esnafı üre­timlerinin önemli bir kısmını "mîrî hiz­met" olmak üzere düşük bir ücretle dev­lete verir, ancak devletin ihtiyacını kar­şıladıktan sonra elinde kalanı piyasaya sürebilirdi. Debbâğlar, derinin savaş mal­zemesi olması bakımından öncelikle ter­sane, cebehâne, tophane ve mehterha­ne gibi askeri kuruluşların ihtiyaçlarını karşılamak zorunda idiler. Deri fiyatla­rının genelde sabit olmasına rağmen kış şartlarının ulaşımı zorlaştırması, ham derinin yeterli miktarda elde edileme­mesi, ürünlerin muhtekirler tarafından depolanması veya gizlice ihraç edilmesi gibi bazı hallerde İki üç misline çıktığı görülmekteydi. Tekel (yed-i vâhid) siste­mi içinde bulunan ve stratejik malzeme olan deri ancak devlet müsaadesiyle yurt dışına çıkarılabilir, izin almadan çıkaran­lar şiddetle cezalandırılırdı. Dericilikle uğraşan kişilerin nizamlara uymadıkları ve üretimde hile yaptıkları görüldüğün­de esnaf yöneticileriyle devlet temsilci­leri bir araya gelerek İlgili şahıslan ikaz, tekdir veya te'dib ederlerdi. Kanunsuz fiilin tekrarı halinde suçu işleyen esnaf müslüman ise hapsedilir, gayri müslim ise küreğe konur, aynca kendisine mes­lekten el çektirme cezası uygulanırdı.

Debbâğlar XVIII. yüzyılın ikinci yarı­sında sanatlarının zirvesine çıkmışlardı ve zenginlik açısından diğer esnaftan üstün idiler. Her biri iki üç katlı yüksek binalarda faaliyet gösteren debbâğhâ-nelerde, bir ustanın idaresinde çırak ve kalfalardan oluşan en az on beş yirmi kişilik işçi grubu çalışır, her debbâğhâ-nenin su ile işleyen ve palamut öğütme­ye yarayan bir değirmeni ile bostan ku­yusu gibi kuyuları olurdu. Deriler önce bol suda iyice yıkanır, arkasından kireç kuyulanna yatırılırdı. Bir müddet bura­da kaldıktan sonra "kaveleta" denilen özel bir bıçakla kirecin yaktığı kıllar ve yağ, et gibi kalıntılar kazınır, daha son­ra deriler aralarına mazı, palamut veya güvercin, tavuk ve köpek dışkısı ufala­narak üst üste serilip bir müddet bek­letildikten sonra tekrar kaveleta ile temizlenirdi. Bu işlem derinin istenilen ka­liteye ulaşmasına kadar devam ederdi. En sonunda kösele, sahtiyan meşin, ma­roken gibi işlenmiş deri haline getirilen ham deriler, kırılmalarını önlemek ve ra­hat kullanılmalarını temin etmek ama­cıyla don yağı, kuyruk yağı veya balık yağı İle yağlanarak yumuşatıldıktan son­ra piyasanın istediği renklere boyana­rak satışa sunulurdu.

Debbâğ haneler şehir ve kasabaların dışında, deniz kıyısı veya akarsulann yer­leşim alanından çıktığı kesimlerde inşa edilirdi. Fakat zamanla şehir ve kasaba­ların gelişip büyümesi sonucu debbâğ-hânelerin mahalle aralarında kalması hayatı olumsuz yönde etkiledi ve pis ko­ku ile atık maddelerin insan sağlığını teh­dit eder hale gelmesi üzerine 1838 yı­lında bir karantina nizamnamesi yayım­lanarak debbâğhâne çevrelerinin ağaç­landırılması veya bu kuruluşların tama­men şehir dışına çıkanlması hükmü ge­tirildi.

Osmanlı dericiliğinin her devirde en ileri ve gelişmiş merkezi İstanbul olmuş­tur. Evliya Çelebi'nin bildirdiğine göre İs­tanbul'da XVII. yüzyılda başlıcaları Kaz-lıçeşme, Kasımpaşa ve Üsküdar'da ol­mak üzere 700 kadar debbâğhâne mev­cuttu. Buradaki deriye dayalı üretim tü­ketimi karşılamadığından gerek Rumeli gerekse Anadolu'nun önemli dericilik merkezi şehirlerinden ham ve işlenmiş deriler tüccarlar vasıtasıyla İstanbul'a getirilirdi. Debbâğ esnafı yöneticileri. ham derileri "lonca yeri" tabir edilen mahalde esnafın tezgâh ve alet kapasi­tesine göre dağıtırdı. Tuzlanmış ve ku­rutulmuş olarak gelen ham deriler deb-bâğlara, sepilenmiş deriler ise çoğunlu­ğu Mercan Çarşısı'nda bulunan dikici esnafına satılırdı.

Tanzimat'tan sonra Osmanlı deri sa­nayiinde büyük bir gerileme oldu. Baş­langıçta mezbahalarda kesilen hayvanların postlarını olduğu gibi alan debbâğ esnafı bunlann yün ve kıllarını keçeci, kü­lâhçı ve yorgancılara satarak gelir sağ­lardı. Debbâğların tekel ve gedik sis­teminin kaldırılmasından sonra bu im­kândan mahrum kalmaları, yabancı tüc­carların ham derileri yüksek fiyatla top­layıp dışarıya götürmeleri sebebiyle iş­leyecek deri bulamamaları, bulduklarını ise artan fiyatları yüzünden satın ala­mamaları gittikçe fakirleşmelerine ve bu sanatın gerilemesine yol açtı. Öte yan­dan Avrupa'da her zanaat dalında oldu­ğu gibi debbâğlığın da makineleşmesi ve Osmanlılar'ın bu gelişmeye ayak uy­duramaması gerilemeyi hızlandırdı. Av­rupa ile rekabete dayanamayan debbâğ-ları bir araya getirmek ve deri sanayiini geliştirmek için 1864 yılında bir ıslah ko­misyonu kuruldu. Bu komisyon gedik im­tiyazının yine eskisi gibi devam etmesi­ne ve debbâğ esnafının ayrı ayrı çalış­mayıp birleşerek bir ortaklık kurmasına karar verdi. Eylül 1866'da 11 altın ser­maye ile kurulan ve otuz maddelik bir nizâmnâme ile işe başlayan 5irket-i Deb-bâğıyye Avrupa standartlarına uygun üretime geçti ve Türk dericiliğinin itiba­rını arttırdı; hatta devrin devlet adam­ları şirketin gelişmesine yardımcı olmak için hisse senetlerinden satın aldılar. An­cak gedik imtiyazının muhafaza edile­memesi işlerin bozulmasına ve kısa sü­rede şirketin dağılmasına sebep oldu-, bunun üzerine sanatını icra etmek iste­yen eski ortaklardan birçoğu yine şahsî debbâğhânelerini kurdular.

XIX. yüzyıl ortalarına kadar eski usul­lerle üretim yapan İstanbul dışındaki debbâğhâneler yanında özellikle 1850'-lerde Sakız. Sisam, Midilli, Edremit ve İzmir yöresinde küçük fabrikalar ve iş­letmeler de açılmıştır. Ancak genel ola­rak yeni teknik gelişmeleri takip ede­meyen Türk dericiliği iç piyasaya yöne­lik küçük işletmeler olarak kalmıştır. Bu arada II. Mahmud devrinde kurulan Beykoz'daki deri fabrikası da faaliyetini sürdürdü ve Cumhuriyet döneminde Sü-merbank'a bağlı bir devlet müessesesi olarak üretimde önemli bir yere sahip oldu. Öte yandan İstanbul'da yeni açılan fabrika ve işletmeler eski debbâğhâne-lerin yer aldığı Kazlıçeşme'de toplandı. Fakat zamanla şehir içinde kalan bu semtte gayri sıhhî şartlar altında çalı­şan debbâğhâneler günümüzde Aydınlı-köy'deki yeni modern tesislerine kavuş­tu. Yüzyıllar boyunca Osmanlı dericiliği­nin ana merkezlerinin başında gelen Kaz-lıçeşme bugün bir gezinti ve park yeri haline getirilmektedir. Cumhuriyet dö­neminde Türk dericiliği 1950'lerden iti­baren ve özellikle 1970'ten sonra önem­li gelişmeler gösterdi. Deri ve deri ma­mullerini modern ihtiyaçlara göre üre­ten, ihracata yönelik çalışan büyük iş yerleri kuruldu. Bugün kaliteli bir işçi­likle üretilen deri giyim sanayi eşyaları ihracatta önemli bir paya sahiptir.

Bibliyografya:

BA. İstanbul Ahkâm Defteri, nr. 2, s. 8, 11, 194; nr. 3, s. 371; nr. 4, s. 254, 272; nr. 8, s. 214; nr. 9, s. 42; nr. 18, s. 33; nr. 21, s. 172; BA. MD. nr. 41, s. 241; nr. 199, s. 63; nr. 203, s. 247; nr. 233, s. 120-121 ; BA, Cevdet-İktisat, nr. 53, 296, 418, 440, 701, 736, 940, 1074, 1079, J282, 1472, 1889, 2151, 2215; BA. Cev det-Sıhhiye, nr. 1371; BA. Cevdet-Belediye, nr. 936, 1215, 5699, 6366, 7595; BA. Cevdet-As-kerî, nr. 26,836; BA. HH, nr. 26.005, 30.866; BA. BEO, nr. 1214; BA, İrade-Mesâili Mühim-me, Karantina Nizâmnâmesi, nr. 2546; P. Be­lcin, Les Obseroations de plusieurs singula-rite's et choses memorables. Paris 1589; Ev­liya Çelebi, Seyahatname, I, 615; M. Poullet. Nouuettes relations du Leoanl, Paris 1668, II, 415; J. P. de Toumefort, Relation d'un uoya-ge du Leuant fait par ordre du Roy, Lyon 1717, II. 246; J. B. Tavernier. Les Six uoyages en Tur-quie en Perse, Paris 1981, II, 159; NÛri. Deba­gat, İstanbul 1928, s. 47, 99, 139; Ronart. CEAC, s. 316; Ali Mazaharî, La Vie quotidienne des Musulmans en Moyen Age, Paris 1962, s. 269; Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve içti­maî Tarihi, Ankara 1971, II, 173; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ue 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983, tür.yer.; Celâl Esad Arseven, Türk Sanatı, İstanbul 1984, s. 279-282; Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tari­hine Giriş, Ankara 1985, V, 2, 102; R. Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yansında İstanbulitrc Meh­met Ali Kılıçbay - Enver Özcan), Ankara 1986, II, 76; Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara 1989, s. 80-81 ; a.mlf. - İlhan Şahin, "XV. Asrın İkinci Yarısında Tokat Es­nafı", OA. VII-VII! (1988), s. 295, 305; "Tesvi-yetul-cild", ei-Muktetaf, Vl-VII, Beyrut 1881, s. 175; Balıkhane Nâzın Ali Rıza Bey, "Deb-bağlar: 13. Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı", Peyâm-t Sabah, İstanbul 31 Teşrinievvel 1337, s. 3; L. Fekete. "Osmanlı Türkleri ve Macar­lar 1366-1,199" (trc Sadrettin Karatay), TTK Belleten, XIH/52 (1949), s. 700, 701, 710; Fr. Taeschner. "İslâm Ortaçağında Fütüvva Teş­kilâtı", İFM, XV (1955), s. 23-24; Paul VVittek. "Osmanlı İmparatorluğunda Türk Aşiretleri­nin Rolü", TD, sy. 17-18 11962), s. 265; Neşet Çağatay. "Anadolu Türklerinin Ekonomik Ya­şamları Üzerine Gözlemler", TTK Belleten, LU/203 (1988), s. 493; Özer Ergenç, "18. Yüz­yıl Osmanlı Sanayii ve Ticaret Hayatına İliş­kin Bazı Bilgiler", a.e.. s. 521; R. Ekrem Ko­çu, "Debbağhane", İst A VIII, 4042; ML. III, 577-578.




Yüklə 0,88 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   37




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin