345. ŞİDDETİ ÖNLEMEK,
29 nisan 2016, Sağlık Bakanlığından şiddeti önlemek için önemli adım’ başlığıyla Medimagazinden okuyoruz: Bakanlık, Emniyet Genel Müdürlüğü ile ortak bir çalışma başlatmış. Önce bir protokol taslağı hazırlanmış. Hastanelerdeki polis sayısı artacakmış. Bunlar ayni zamanda önleyici kolluk görevi de yapacaklarmış!
Bu çalışma bakanlığın hazırladığı “Sağlıkta Şiddete Sıfır Tolerans Eylem Planı”na eklenmiş. Eylem planında, Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, üniversiteler, özel sektör temsilcilerinden oluşan bir yürütme kurulu oluşturulmuş. Plandan okuyoruz:
“-Şu anda polisler, olay olduktan sonra müdahale edebiliyor. Eylem planı uygulanmaya başladıktan sonra hastanelerdeki polis sayısı artırılacak ve yöneticilerin daveti üzerine, özel güvenlik görevlileri yanı sıra, polis de olay öncesi önleyici kolluk olarak görev yapabilecekler.
-Acil tanımı SGK ile birlikte yeniden tanımlanacak. Poliklinikler ihtiyaç olan branşlarda gece 20.00 veya 22.00’ye kadar açık tutulacak.’
Oldu, sabaha kadar niye olmuyor?
‘-Şiddet meşrulaştıran kültür ögeleri ile ilgili, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak bir çalışma yürütülecek.
-Sağlıkta çalışacak özel güvenlikler için eğitim modülleri oluşturulacak. Özel güvenlik gerektiğinde sivil olacak.
-Randevu sistemi yeniden gözden geçirilecek. Hastaların çatışma yaşamaması için randevu saatleri gün içine yayılacak.
-Kamera sistemlerinin görmediği kör noktalar gözden geçirilecek, oralara da kamera yerleştirilecek.
-Artık hastane yöneticileri, hastane yönetiminde etkinliği sağlamak için gece ve hafta sonları nöbete kalacak.!!
Atalım birer yatak, evi de taşısak, şu kiradan da kurtulsak. Protokola devam edelim:
‘-Kronik hastalığı olanların prosedür işlemleri daha çabuk hale getirilecek. Hasta yakınları daha fazla bilgilendirilecek.
-Sağlık çalışanlarına psikolojik rehabilitasyonu güçlendirilecek.
-Mahkeme kararları kamuoyuyla paylaşılarak caydırıcılığı artırılacak.
Halkımız okumuyor, camiden, minareden anonsla duyuralım bari.
-Hasta, hasta yakınları ve çalışanlardan kaynaklanan şiddet vakaları, kök neden analizi yöntemleri ile analiz edilerek, kalıcı çözüm yöntemleri hayata geçirilecek.”
Sağlık Bakanlığı, doktor ve diğer sağlık personeline hakaret eden kişilerin, ilk geceyi gözaltında geçirmelerini sağlayacak bir maddeyi de hazırladığı kanun taslağına ekledi. Bundan sonra sözlü hakaret, zarar vermemiş olsa da fiili saldırı tutuklama nedeni sayılabilecek. Kanun taslağına devlet hastanelerinin yanısıra devlet ve vakıf üniversite hastaneleri ile özel sağlık tesislerinde çalışanlar ve hatta hakkında dava açılan taşeron personel de avukatlık giderlerini ödemeyecek maddesi eklendi.
Bunlara ek olarak, karate ve İngilizce kurslarına ne dersiniz. Hem kendilerini korurlar, hem de halkımız Türkçe anlamadığından, ‘no no’ diyerek saldırıyı önlerler.
Eften püften sebeplerle, gösteride, maçta, kavga edip yaralanmamayı, kafayı çekip çekip de, başını, mideyi ağrıtmamayı, 200 kilometre hızla gidip kaza yapmamayı, alkollüyken araç kullanmamayı, çürük binalar yapmamayı, anormal bir kanama olduğunda, erkenden doktora başvurmayı, her teşhisi acilde koydurmamayı, biz ancak eğitimle sağlayabiliriz.
Siz bize, eğitimden haber verin arkadaşlar, eğitimden.
Haldun, inanır mısın yazını ancak okuyabildim. Eline sağlık...
İyi de kime neyi anlatmaya çalışıyorsun ki? Sağlık Bakanlığı, bakana yalakalık yapmayan, profesyonel, işini bilen yönetici ve danışmanlarla çalışmadığı sürece varabileceğimiz bir yer yok.
Sevgiler...
Demir Özbaşar
344. YA TUTARSA.
Bilmem haberiniz var mı? Gazi Üniversitesi’nde bu yaz rektörlük seçimleri varmış.
Haberiniz yok mu, yahu sizin de hiçbir şeyden haberiniz yokmuş. Patagonya’daki ‘Sağır Sultan’ ın bile haberi oldu. Şanımız oralara kadar gitti. Sizin haberiniz olmamış, olacak iş değil.
Son bir yıldır, bazılarına göre ise iki yıldır, üniversitede varsa yoksa tüm mesai ‘Rektörlük seçimleri’. Yemekhanelerde, hoca odalarında, koridorlarda, konuşulan, hep bu konu.
Kurumsallıklarını tamamlamış olan, köklü üniversitelerde, rektörlerin süresi dolduğunda arkadan kimin geleceği kabataslak zaten bellidir. Çoğu zaman bu kişiler, görevi bitecek olan rektörler tarafından, bizzat işaret edilirler.
Göreve gelmesi beklenilen kişi, zaten yıllardır idari görevlerin içinde yoğrulmakta olan bir öğretim üyesidir. İşin doğrusu hem kendisi, hem de üniversite kendisine bu konuda yıllardır yatırım yapmaktadır.
Doğal olarak bir kişi ile seçime girilmez. Bu nedenle en az beş kişi daha aday olarak gösterilir. Seçim sonunda da zaten en çok oyu alan büyük bir aksilik olmazsa önce YÖK, sonrasında da sayın cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atanır.
Kökleşmemiş üniversitelerde ise, böyle bir gelenek yoktur. 2000 yılındaki seçimlerde mevcut rektörümüz, işte bu cesareti gösteremedi, göstermedi. Hatta fakültede bu konuda öğretim üyeleri arasında bir toplantı bile yapıldı. Ancak zamanın idarecileri, bu konuda teamül seçimi yapılmasını dahi engelledi. Fakültede güçlü görülenler ve diğer adaylar, yan yana gelemediler, oturup konuşamadılar. Zira yüksek egoları buna izin vermemişti.
Sonuçta aradan sıyrılan başka fakülte adayı ipi göğüsledi. 2004, 2008,2012 seçimlerinde ise, en çok oyu alanın yerine, arka sıradaki adaylar rektör olarak atandı.
Şimdi yeni bir seçime gidiyoruz. Aday sayısı şimdiden otuza yaklaşmış durumda. Adayların pek çoğu, şuradan ya da buradan destekli olduklarını ifade ederek dolaşıyor. Paralelle mücadele edeceğini açıklayarak, bir yerlere mesaj iletenler vs vs. İşin doğrusu, nasılsa atanırım düşüncesiyle, bizlerden çok ta oy istemiyorlar. Sanki işleri, çantada keklikmiş gibi.
Yıllardır kendi fakültesinde, kendi bölümlerinde bile, çok az tanınanlar mı ararsınız. Odasından hiç dışarı çıkmamış olanlar mı arasınız. Bir gün dahi yemekhaneye uğramamış, rektörlük kampüsünü, kütüphaneyi, diğer fakültelerin yolunu bile bilmeyenler, buna rağmen bir cesaret, çıkıp aday olanlar mı ararsınız.
Adaylardan, henüz hedeflerini net olarak açıklayana rastlamadım. Kadro durumları, bilimsel hedefler, öğrenci kontenjanları, ikinci öğretim, ek dersler, kampüsler, inşaatlar, vakıf- dernek, çalışanların özlük hakları, mekan genişlemeleri, araştırmalar için ne gibi iyileşmeler düşünülüyor? Plan, proje, kısa ve uzun vadeli hedefler. Bütçe desen, inanın çoğunluğu, ülke bütçesini anlar. Tek bildiği odur çünkü. Onların çoğu yok da, varsa yoksa koltuğa oturmak var.
Benim emekliliğime kalmış iki ayım. Canım isterse gidip oy veririm. İstemezse ne ala. Gelen ağam giden paşam örneği.
Düne kadar hiçbir idari göreve soyunmamış olanlar, her işi ben yaparım havasında. İş bu Gazi Üniversitesi’nde, 1992 den beri her dört yılda bir, biz bu filmi izler dururuz.
Adaylardan, ilk altıya girecek olanlar dışında, çoğunluğu deyim yerindeyse, ‘mostralık adaylar’. Ben de vardım arkadaş diyebilmek için, hiçbir şey olmasam da adım duyulur hesabıyla. Nasrettin hoca örneği gibi, göle maya çalmaya uğraşıyorlar, göle. Ya tutarsa kabilinden.
Ne diyelim, alırlar derslerini otururlar.
343. MEVLİTHANLAR 2,
Son zamanlarda sağlık alanında, kongre, sempozyum ve toplantı furyasıdır gidiyor. Deliye her gün bayram gibi, neredeyse her ay, her gün bir toplantı. Hatta, ayni günde, ayni şehirde farklı mekanlarda. Toplantısız gün geçmiyor gibi. Merhum Kayahan’ın şarkısındaki gibi. ‘Adresim ayni, kaderim ayni, günlerim ayni, geceler ayni’. Konular ayni, slaytlar ayni, konuşmacılar ayni, dinleyenler ayni.
Sağlık alanında sıkça yapılan toplantıları ironik tarzda işleyen Mevlithanlar başlığıyla bir yazı yazmıştım. Arkadaşlardan bazıları, -‘iyi ki yazdın devamını da yaz, şunu da ekle şunu da ekle’ diye insanı stimüle, daha doğrusu harbiden insanı gaza getiriyorlar.
Sağlık alanında, klinik araştırmalar, hayvan deneyleri, yayınlar, makaleler hepsi bir tarafa bırakıldı. Artık işimiz gücümüz, varsa yoksa toplantı yapmak. Hastaneler, Tıp Fakülteleri, eğitim hastaneleri, klinikler, dernekler, vakıflar ve enstitülerin, hepsi olmasa da pek çoğu, iş bu yarışın içinde..
Yarış, işte bu yarış. - Senin klinikte kaç toplantı yapıldı? - Bu sene iki tane oldu. - O da iş mi, biz bu yıl bir kongre, beş te sempozyum yaptık, altıncısı sırada.
-‘Herkes kongre yapıyor. Herkes dernek kuruyor. Senin benim neyimiz eksik. Biz de bir dernek kuralım. Yedi kişi bir araya geliriz, derneğimizi kurarız. Ardından, kendi kongremizi yapmaya başlarız. Sırayla birimiz başkan oluruz, hem de adımızı duyururuz. Sen, ben, bizim oğlan. Biz üç beş kişi, hem suyun başında oluruz, hem de işin kaymağını hep bizler yeriz. Her zaman başkaları mı nemalanacak . Biraz da biz nemalanalım. Bak baştan söylüyorum, ileride su koyuvermek yok haa.,’
Memur zihniyetidir gidiyor. Nema nedir, kaymak nedir, bu kabil işlerde gerçekten bir kaymak var mıdır, bir türlü öğrenemedim gitti.
Böyle olmadı mı? Ayni konuda bir dernek varken, ikincisi, üçüncüsü ‘illa da suyun başında biz olacağız’ diye kurulmadı mı?
İşin doğrusu bu işler, mevlit işleri gibi geliyor bana. Mevlithanlar ayni, cemaati oluşturanlar ayni. Slaytlar ayni, filimler ayni. Tek fark, sadece mekanlar değişik.
İş o hale geldi ki, pek çok arkadaşım olan mevlithan, kongrelere bile, sadece görevli olduğu gün gidip, işi biter bitmez kongreden ayrılıveriyor. Uyanık mevlithan, muayenehanesine yetişebilmek için, toplantılarda oturum başkanlarına uyduruktan bir mazeret beyan eder ve kendi ilahisini herkesten öne aldırır. Duasını eder etmez bir iki soru alınır ve dahi oradan çabucacık fırtılır. Konusu, yani ilahisi-duası, mevlidi her neyse, arkaya atılanlar ise, -‘onun muayenehanesinde işi varsa benim de işim vardı’ diyerek homurdanır dururlar.
Arada bir davet sahibinin bizzat kendisi, bilmeyerek ya da hınzırlığından farklı mevlithan gruplarından bir karma yapmaya kalkarsa, işte o zaman işler bayağı karışır.
Efendim, ilk gruptaki mevlithanların başı, ya da etkili kişisi, -‘Burcu ve Emre geliyorsa biz yokuz arkadaş’ diyerek, toplantıları sabote etmeye çalışır.
Zordur bu işler, zordur arkadaşlar. Tüm sabotajlara, engellemelere karşılık, toplantılarla kervanlar yürür gider. İş bu mevlitlere de devam edilir durulur. Severiz biz toplantı yapmayı vesselam.
Sıkılıp ta, işten kaytarmak, farklı mekanları, şehirleri de görmek için, iş bu mevlitler, pardon sempozyum, workshop ve dahi kongreler bulunmaz fırsatlardır.
Katılanlar, toplantı salonlarının yakınında, havuz – deniz – tenis - kayak, mevsimine göre, durumu usulünce değerlendirirler. Her şey dahil otellerde, gelen geçene, beleşten bir şeyler ısmarlarlar.
İş bu mevlitlere, şu veya bu nedenlerle gidemeyenler de, toplantıların sonrasında, katılanları, ortamı, şehirleri, internetten, facebook’taki fotoğraflarından takip eder ve dahi hayıflanır dururlar.
342. MEVLİTHANLAR,
Ülkemizde pek çok şehirde, meşhur olan, olmayan birtakım mevlithan grupları vardır. Bunlar arasında en tanınmışlarından olan Amir Ateş grubunu hatırlıyorum. Eskiden de vardı, şimdi de vardır, ileride de hep olacaktır. Bunlar, düğünlerde, sünnetlerde, hacı karşılamada veya bir cenaze sonrasında çağrıldıklarında ekip halinde giderek camide, evde, salonlarda her nerede olursa mevlit okurlar. Toplantılara katılanlar da, huşu içinde kendilerini dinlerler. Mevlut sahibinin maddi durumuna göre, mevlide katılanlar, bazen bir paket şeker ve gül suyu ile, bazen de mükellef bir yemekle, bir güzel ağırlanır
Şimdilerde bu mevlit işleri, tıp alanına da yayılmış durumda. Bakın anlatayım. Efendim, kendi şehirlerinde/fakültelerinde ya da hastanelerinde yeni bir mevlit (toplantı-sempozyum vs) düzenlemek isteyenler, önce mevlitlerine bir isim koyarlar. Bu isim verme işinde, dağ, nehir, şehir, göl, yöre, vadi gibi coğrafi; kar, kış, bahar, yaz, gibi mevsimler, otobüs, uçak, tren gibi ulaşım araçları, sucuktan, pastırmaya, gülden kayısıya, pamuktan portakala kadar, artık ne varsa kullanılır.
Toplantıyı düzenleyecek olanlar, önce Mevlithan grubunun başıyla temas sağlarlar. -‘Hocam yüksek müsaadelerinizle bizim Tıp fakültemizin de bir aktivitesi olarak ... konusunda bir mevlit vermek istiyoruz’ diyerek izin alınır. Mevlithanlar başı, zaten bu işlere dünden razıdır. Önce, ‘sizin oradan sesi güzel olan kimler var’ diye bir bir isimler alınır.
Sonrasında iş program yapmaya gelir. Aslında işin kolay olanı program oluşturmaktır. Elinde eski, kongre, sempozyum ve diğer toplantıların programları hazırdır. Hemen telefonlara sarılınır. Bu arama işini de, daha çok gençler üstlenirler. Telefon edilene, .... hocamız falanca konuşacak diyerek öncelikle karşıdakinin hazırola geçmesi sağlanır. Sonra, telefonu alan büyük hoca direk konuya girerek, oğlum, bilmem şurada bir mevlit yapacağız senin ilahin, pardon konun da şu olacak diyerek konusunu muhatabına tebliğ eder. Sana şu ilahi, sana şu dua, sana da şu sure.
Artık duruma göre, kimine kurandan bir sure, kimine ara duası, kimine de mevlitten bölümler düşer.
Şimdi, bu işin raconu şöyledir. Belli konular vardır, bunlar önemli değildir. Kime olsa verilen cinsinden. Bir mevlitte Ali’ye diğerinde Veli’ye verilir. Konuyu alan kişinin, asla itiraz hakkı yoktur. Ancak bazı özel ve de önemli konular vardır ki, onlar belirli kişilere tapuludur. O sureler, ya da dualar hep ayni kişilere verilir. Bir zamanlar bir Bülbül hafız vardı, bülbül kasidesini hep o okurdu. Mevlithanlar başı, kendine her zaman en iyi duaları alır, hem mevlidin açılışında, hem ortasında, hem de sonunda, doğrusu paşa gönlü ne zaman çekerse o zaman araya girerek istediği gibi okur. Zaten kapanış duası, her daim kendisinindir.
HEK’e çıkmış, yani emekli olanlar ve yerel doktorlardan, duayen olanlar ile gruptan olup, bu toplantıda dinlendirilmek amacıyla yedeğe alınanlara da, birer teşrifatçılık ( oturum başkanlığı ) görevi verilir.
Program yapılırken, arada bir sorunlar da çıkabilir. Konularını beğenmeyenler, ‘benim hanım hasta, çocuk sınava girecek ya da, başka bir mevlide gideceğim’ diyerek, mevlide üç gün kala mazeret beyan ederler. Olabilir, ancak bu durum, çok da önemli bir sorun oluşturmaz. Bu durumda oturum başkanlarından birini konuşmacı olarak ayarlamak gerekir. Mevlide neredeyse bir iki gün kalmış olması hiç önemli değildir. Bizde buna ‘son dakika golü’ derler. İşin en kolay olanı, bu değişikliği muhatabına bildirme işidir. Bu iş, yine bir telefonla hal edilir. Görevi alanın, hemen, ‘emriniz olur hocam’ diyerek görevi kabul etmesi, işin raconundandır. Zira, teşrifatçılıktan mevlithanlığa terfi etmek de önemli bir iştir.
Toplantı yapılan yerde, yerel katılımın, üç beş kişi olması, dışarıdan gelenlerin, konuşmacı, oturum başkanı olarak toplam otuz beş, kırk kişi, olması hiç önemli değildir. Uyanık olan yerel düzenleyiciler, öğrenci ve asistanların metazori katılmalarıyla, ya da koltuk önlerine ufak masalar yerleştirerek, bu açığı rahatlıkla telafi ederler.
-Toplantı var toplantı. – Nerede? - Falanca şehrin, filanca hastanesinde.
- ‘Yahu daha on beş gün önce ayni şehirde falanca otelde aynisi yapılmamış mıydı?’
-‘Sen mevlitlere karşı mı çıkıyorsun, vay münafık vay. Yıkıl karşımdan, bir daha sen nah konuşma alırsın.
341. DOKTOR DÜŞMANLIĞI,
Her gün yeni bir olay, yeni bir saldırı haberi. Artık doktor düşmanlığı had safhada. Aslında, olaya sadece doktor düşmanlığı olarak da bakmamak lazım. Genel olarak bu ülkenin vatandaşları arasına, her önümüze gelen, idare eden ve etmeyen, hem yerli hem de yabancı tarafından, yıllardır düşmanlık tohumları ekildi durdu. İnsanlarımız, gruplara, kategorilere ayrıldı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra, herkes cumhuriyetçi idi. Giderek kırklı yılların sonlarında, ikinci dünya savaşının da olumsuz etkileriyle birlikte ülke siyasi ve ekonomik açıdan zorlandığında, ABD ile anlaşmalar ve yardımlarla birlikte, demokratlar ortaya çıktı, çok partili rejime geçildi.
1950 li yıllardan itibaren, memurların çoğunluğu halkçı oldu, çiftçi ve esnaf demokrat. Toplumumuz, karpuz kesilircesine ikiye ayrıldı.
Birileri idareciler, toplumu ayrıştırmak, bir araya getirmekten çok daha kolay dediler, öyle gördüler. Kimi parmakla işaret etti, kimi eline bir kalem aldı. Ayırdılar da ayırdılar.
İhtilaller oldu, partiler kapandı. Eskilerin devamı olanların yanında yeni kurulanlarda yine ayni yolardan gitmeye başladı. Demokrat, halkçı, milliyetçi, ulusalcı, muhafazakar, dindar, laik, anti laik, doğulu, batılı, Kürt, Türk, ayır ayırabildiğin kadar.
Cumaya giden -gitmeyen, namazını kılan-kılmayan, oruç tutan-tutmayan. Başını örten –örtmeyen, içki içen – içmeyen, imam hatipli olan – olmayan, zayıf –şişman, uzun –kısa, alaylı –okumuş, orada oturan –burada gezen, doğulu –batılı, zengin –fakir, BMV ve Mercedes’i olan –olmayan. Devlet memuru –esnaf, köylü –şehirli, lüks semtte oturan -varoşta oturup lüks semtte oturamayan, sigara içen -içmeyen.
Dostluklar yerine düşmanlıklar körüklendi. Bu arada en çok etkilenenler, insanların acil durumda kalmalarında ilk başvurdukları oldu. Ambulans görevlileri, doktorlar, hemşireler, ambulans şoförleri ve itfaiyeciler.
İtfaiyeciler, senin gibilerin dar sokaklarda, yol kenarına gelişigüzel park ettiği arabalar yüzünden, senin gibilerin yolda zig zaglar çizip trafiği aksattığı için, geç kaldı, benim güzel kardeşim. Onu sorgulayacağına yangın neden çıktı, trafik neden akmıyor bir de onu sorgulasana!
Hastane acillerine en son getirilenler, genelde yakınları tarafından görevlilere, ‘en acil hasta’ olarak lanse edilmeye çalışılır. Ya da yakınları öyle sanırlar. Bütün işler bir tarafa bırakılmalı, kalp krizi yaralı falan fark etmez, en önce onların hastalarına bakılmalı. Ya diğerleri, diğer aciller ne olacak, onlar önemli değil mi?
-Onlardan bize ne kardeşim. -Biz kendi yakınımıza bakarız diyerek işin içinden sıyrılıvermek, ne kadar da kolay, ne kadar da bencilce.
Gerilmiş toplumlarda, herkes karşısındakini düşman olarak görmeye başlar. Hırsız, herkesi hırsız, sahtekar, herkesi sahtekar sanır. Psikopatta herkesi psikopat.
Saygıyı yok ettiler bu toplumda, saygıyı. Dün mü, bugün mü? Hayır, hayır, senelerdir. Belki elli, belki altmış senedir.
Sorayım size, Öğretmene saygı, Polise saygı, Doktora saygıyı bırakın, büyüklerimize saygı kaldı mı bu memlekette?
Bu devirde, tek saygı, delikli demirle, cepteki yeşile. Anlıyacağınız güce.
Koruyun kendinizi değerli meslektaşlarım, namertten, kadir kıymet bilmezden, itten uğursuzdan. Asabiyle, kendini kaybetmişle, psikopatla konuşmayı, onları ikna etmeyi, onların kendinize ve mesleğinize saygı duymasını sağlamayı öğrenin. Bilirim bütün bunlar Tıp Fakülte’lerinde öğretilmez. Bunlar okuduğunuz kitaplarda yazmaz. Bunları içinde yaşadığınız, hayat üniversitesinden öğrenin.
Siz dayak yerken, arkanızda, yanınızda kimseler olmaz. Ne hastane polisi, ne de o çok değer verdiğiniz hastaların yakınları. Hepsi olmasa da pek çokları, bir kenara çekilip, sadece seyrederler. Yanınızda sizi korumak için bir şeyler bulundurun, biber gazı, pilli koruyucu, cerrahi alet, demir parmaklık, kurşun geçirmez cam, yelek, beyzbol sopası, levye mevye. Dövülen dövüldüğüyle kalıyor. Elinizden geliyorsa dayak yemeyin, kaçın ya da siz dövün, onlar gidip sizi şikayet etsinler.
Her olaydan sonra çıkıp hamasi demeçler vermek kolay da, Sağlık Bakanlığı’mız, şimdiye kadar doktorları ve diğer sağlıkçıları korumak için neler yapıyor, bir öğrensek, çok iyi olacak. Bilmem, sesimi duyan var mı!!
Onlarca koruma ordusuyla gezmek çok kolay. Bakınız, devlet bile sizi korumuyor! 4.4.2016
( Kişisel koruycu donanımların iş yeylerinde kullanılması hakkında yönetmelik. 2. Temmuz 2013
Madde 2. Bend (2) Bu Yönetmelik, aşağıda belirtilen kişisel koruyucu donanımları kapsamaz
e) Nefsi müdafaayı veya caydırmayı hedefleyen ekipman,
Zekeriya Köse · İstanbul
Haklısınız sayın hocam insanlarımız çok bencil bir tıp öğrencisi ya da hekim değilim ama, şu yazdıklarınız karşısında önyargılarım kırıldı. Dün hastasına kızan bir doktora kızdım. Bugün ise haksızlığımı anladım Allah sizleri başımızdan eksik etmesin...
Demir Özbaşar, Ankara,
Haldun,
İkimiz de yurt dışını iyi biliriz.
Yurt içini ben senden daha iyi bilirim. Bir dönem 150 nin üzerinde büyük hastane olmak üzere 500 den fazla sağlık tesisinin başındaydım biliyorsun.
Bu sağlık politikalarıyla bizim gelişmiş dünya standartlarına ulaşmamız mümkün değil.
Benim amcamın oğlu, senin teyzenin kızı, partimize oy veren Mehmet beyin yakını, aynı kafa yapısına sahip olduğumuz Hüsamettin bey, sıfır liyakat, sıfır bilgi, sıfır tecrübe ile ciddi makamlara oturtulurlarsa ancak 3. dünya ülkelerinin standardını tuttururuz.
Onlarca hastanemin ISO kalite belgesi almasına katkıda bulundum. Belgelerinin geldiği gün marşlarla, hamasi nutuklarla, plaketlerle belgeleri kutladık. Ancak dediğin gibi lafla, nutuklarla iş yürümüyor. Evet, ilaç dolapları ayrıldı, üzerlerine isimler yazıldı, tuvalet kapılarına kadın, erkek resimleri, koridorlara vazolar, saksılar kondu ama bir doktor yine günde 150-200 hasta baktı. 5 dakikada bir hasta baksan 8 saatte 96 hasta eder. Ki özellikle kış günlerinde benim bir hastamın soyunup giyinmesi 5 dakikayı aşar. Ne tür bir kalite ise...
Sonra bekle ki gelişmiş ülkelerden bana hasta gelsin.
Arap ülkelerinden gelen hastalar konusunda küçük bir yanılgıya düşmüşsün. Paralı Araplar bize gelmez. Başta ABD ve AB ülkelerine giderler. Bu yanılgıya pek çok hekim arkadaşımız düşüyor. Bize gelenler orta seviye hatta biraz daha altında gelir sahibi olanlar. Benim fakir vatandaşım 1 liranın hesabını yaparken, onlar 10 lirayı rahatça ödeyebildikleri için rölatif olarak paralı gibi gözüküyorlar. Ama 100 lira dersen veremezler.
Sağlık politikası düzelmediği sürece istersen mermerden hastane yap, altın musluklar koy, sonuç değişmez. Bu şartlar altında 1. dünya ülkelerinden hasta beklemek sadece abesle iştigal olur.
Eğer bu gün, burnu akan, dişi ağrıyan bir vatandaş üniversite polikliniğinden sıra alıp, orada muayene ediliyorsa, geç gerisini... Önce sağlık zinciri kurulacak, gerisi daha sonra sırasıyla yapılır.
Benim yarından da pek ümidim yok. Tıp fakültesi sayısını artık takip bile edemiyorum. Sanırım 150 yi buldu, belki de geçti bile. Kaç tanesinin öğretim üyesi kadrosu, ekipmanları tam dersin? Hoca yok, hacı yok. Yüzlerce pırıl pırıl, üst düzey zeki genç buralarda telef oluyorlar. Hüda-i nabit yetişip hekim olarak hayata atılıyorlar. Biliyorsun ben yeni bir üniversitede yıllarca genel anatomi dersi verdim. Çünkü hocaları yoktu. Beyin anlattım, kalp anlattım, karaciğer anlattım. Bana mı düşerdi bu?
Anlayacağın neresinden tutarsak elimizde kalıyor. Umarım dirayetli birileri düzene sokarlar sağlık işini. Bırak dışarıdan hasta gelmesini, biraz para bulsa benim vatandaşım dışarıya kaçacak.
Sevgiler...
340. HOŞÇAKAL ARAKADAŞIM, DİYEBİLMEK,
1986 dan 2016 ya gelene kadar bir otuz yılı devirmişiz. Kız yurdundan bozma üç katlı üç yüz yataklı eski hastane. Barakalarda, Patoloji, Fizik Tedavi ve poliklinikler, Olur mu, olur olur. Oldu da yaşandı bile. Eh arazi geniş sayılır. Saymanlık, öğrenci kafeteryası bile barakadan. Hatta bahçede etrafı demir parmaklıkla çevrili ‘Hidrofor Baba Tekke’miz bile var. Orman gibi ağaçların arasında, ‘Kirpi’ dergimize adını veren, sevimli kirpimiz bile var.
Küçük hastanede, üş beş kişi bir odada, mutluyuz huzurluyuz. Yeni arkadaşlar, ‘yenidir iyidir’ diyerek, koşarcasına aramıza katılıyorlar. Geniş mekanlar, artık bize dar gelmeye başlayınca, Kayseri’den gelen yeni dekan, bir de baktık, kolları sıvamış bile. Bahçe içinde yükselen dev bir inşaat. Bir kaç yıl içinde, önceden hayal bile edilemeyen, on beş katlı modern hastaneye geçivermişiz. ‘Yayılalım arkadaşlar’ komutuyla herkese birer oda, bin hasta yatağı. Gelsin Ultrason, BT, MR, Gamma Knife, Robot, Pet CT, Pet MR.
Garajdan bozma yemekhanemiz, acil servisimiz yıkılırken ne kadar üzüldüysek, yerlerine yenileri yapıldığında da, bir o kadar sevindik. Gelişiyoruz, büyüyoruz. Her yeni gelene yeni alet, yeni mekanlar, yeni imkanlar gerekiyor. Yeniden restore edilen eski hastane, yeni yapılan acil servis bile yetmez oldu. Hızla boy atan sağlıklı çocuklar gibiyiz. Yeni yapılan on iki katlı otoparka bile köprüyle bağlanıp, klinikler, yemekhaneler, dershaneler yapıp, oralara da yayılmaya başladık.
Biz bunlarla uğraşırken, olup bitenlerin pek de farkına varamadık. Doğrusu, etrafımıza hatta çocuklarımıza bile yeterince bakamadık. Onlarla çok ta zaman geçiremedik. Liseyi, üniversiteyi bitirenler, Ankara dışına, hatta yurt dışına gidenler oldu.
Zaman durmadan akıp geçti, biz farkında olamadık. Bizler zaman oldu hastalandık, ameliyatlar geçirdik. Yakınlarımızı kaybettik. Bazılarımız, daha iyi kazanç için, daha iyi yaşam için, başka fakültelere, başka hastanelere, başka başka şehirlere taşındılar.
İçimizden, yine birileri, sevdiklerimiz, henüz görevde iken, mesleklerinin en verimli çağlarında, hayatlarının bahar ve yazlarında doğal nedenlerle, birer ikişer sessiz sedasız, hem de zamansız olarak, aramızdan ayrılmaya başladılar.
Aklıma ilk geliverenler. İnanç Ayas, Özay Sezer, Mehmet Ali Altın, Mülazım, Ali Fuat, Müfide, Selahattin, Billur. Nurlar içinde yatsınlar. Onlar dün gibi aramızdaydılar. Kliniklerde, ameliyathanelerde, dershanelerdeydiler. Emekliliklerini göremeden, ve de erkenden çekip gittiler.
Tüm bunları düşününce, zamanı geldiğinde, yaş haddi nedeniyle emekli olabilmek, yıllardır birlikte çalıştığı, kader birliği ettiği arkadaşlarına, hoşçakal diyebilmek ne kadar da önemli.
Çalışma hayatında, hiç kimsenin yeri doldurulamaz değildir. O, erişilmez olduğu düşünülen yerler, makamlar, hiç kuşkunuz olmasın, arkadan gelen arkadaşlarımız tarafından doldurulur. Yapılan işler, araştırmalar, genç meslektaşlarımız tarafından devralınır.
Bu bakımdan düşünüldüğünde, yaş haddi doluncaya, yani son güne kadar sağlıkla çalışabilmiş olmak, hem de ayni şehirde, ayni fakültede görev yapabilmek, oldukça önemli.
Hoşçakalın benim sevgili arkadaşlarım. Öğretim görevlileri, değişik yerlerde çalışan meslektaşlarım, asistanlar, öğrenciler, hastalarım, müdürler, memurlar, hemşireler, sekreterler, hasta bakıcılar, güvenlik ve temizlik görevlileri. Yemeklerimizi pişirip önümüze getirenler, ameliyathane görevlileri, aletlerimizi, çamaşırlarımızı yıkayanlar, terzisi, berberi, bankacı, kantinci, kafeteryacı, çiçekçi, ve otoparkçısıyla tüm Gazi’liler. Gözüm hiç arkada değil. Sizlerle çalışmaktan, her zaman gurur duydum, hep mutlu oldum.
‘Hatasız kul olmaz’ derler. Benim de kuşkusuz hatalarım, aranızdan kırdıklarım olmuştur.
Bilerek ya da bilmeyerek yaptığım, yanlışlık ve hatalarımı affedin. Birlikte otuz yıl geçirdik, hakkınızı helal edin arkadaşlar.
Haldun Güner üretken yazan çizen bir üniversite hocası. Tip fakültesi hocalarının hem de cerrahi dal hekimlerinin vakitlerinin darlığına rağmen bir çok işe yetiyor olması sık rastlanan bir durum. Ancak diğer mesleklerle kıyaslandığı zaman nadir, zor, takdir edilecek bir iş olduğu su götürmez bir gerçek.
Kendisinin 13 tıbbi kitapta yazarlık, editörlük, çeviri editörlüğü yaptığı, bu kitabı ile birlikte ise ayrıca 5 sosyal muhtevalı kitaba imza attığını görüyoruz. Yıllarca Medimagazin Tıbbi Gazetesinde köşe yazarlığı yaptığını biliyorduk. Paramedikal dediğimiz geniş perspektif ile tıbbi meseleleri içine alan sosyal konulardaki yazılarından oluşan bu köşe yazılarını hoca kitap haline getirmiş ve bu beş kitabı oluşmuş. Bu kitapları da para ile satmak yerine ya kendisi dağıtmış ya da ilaç firmaları aracılığı ile okuyucu kitlesinin çoğunu oluşturan hekimlere ulaştırmış.
Hocalık kıdemlendikçe tıbbi makale ve araştırmaların yanı sıra aynı zamanda elde ettiği mesleki tecrübeleri ve hayat görüşünü de kaleme alarak okuyucuya ulaştırmayı da gerekli kılar. Siyasi fikriniz ve bunu yazılarınıza yansıtmanız değil bu konu. Paramedikal konulara, sosyal meselelere yaklaşımınız da farklı olabilir. Aynı görüşü değil tam zıt bakış açılarına da sahip olabilirsiniz. Ama kaleme almak ve kendinize göre izahta bulunmak önemlidir.
Hoca olmanın gereği kitap yazmaktır. Her şeyi olmasa bile tecrübelerinizi.
…
Her makalenin altına eklenmiş olan internet yorumları yazıya çeşitlilik katmış. Hocanın bunları eleştiriler dahil olmak üzere aktarması bir olgunluk işareti. Okuyucuya da “ Bana bağlı kalmayın. Farklı düşünenler olduğunu da görün.” demek istiyor.
Kitap rahat okunan, kısa makalelerden oluşuyor. Hekim olmayanların da rahatça okuyup anlayacağı ve fikir sahibi olduğu konular üzerine yazılmış. Ancak kitabın bazı eksiklikleri olduğu yada düzeltilmeye ihtiyacı olduğu kesin.
-Kapak profesyonel değil, sıradan olmuş.
-İmla hataları oldukça fazla. İyi bir tashihe ihtiyacı var. Özellikle makalelerin altına eklenmiş olan yorum yazıları felaket bir imla ile aktarılmış. Hocanın bu
yazıları olduğu gibi aktardığını tahmin ediyorum. İnternet ortamında yazılan hızlı yazılarda hataların çok olduğunu görüyoruz. Ama bunlar kitaba taşındığı zaman düzenlenmeye ihtiyaç gösterir.
-Hocanın “idi” ile biten cümleleri de var. Kendi yazılarımda da kullandığım bir fiil şekli. Ancak Türkçe’mizde böyle bir fiil yok. Konuşma dilimizdeki bu fiili benim gibi hocanın da unutması veya kaldırması gerek. Ben de henüz tamamıyla kurtulamadım bu hatadan.
Hoca ve kitabını tebrik etmek gerek. Kalemine sağlık. Özellikle TV'lerdeki sağlık programlarının arka yüzü, sermaye ilişkisi, para karşılığı yapılan programlar… Ve para kazanmanın sınırı yok’ adlı yazılar gerçekleri gözler önüne sermek açısından güzel yazılar.
NOT: Hocanın serzenişte bulunduğu bir konu var. Bazıları imzalanmış olan kitaplarının ikinci el kitap satan sitelerde satıldığını görmüş olması, imzalayıp verdiği arkadaşlarının kitaba kıymet vermeyişi gibi algılanmamalı. Kitapları okumak için alan ve geri getirmeyen öyle çok okuyucu var ki. Bunlar zamanla kitabı sahibine iade etmek yerine bu arada elden de çıkarıveriyorlar. Kitapların saklanması güzel. Ancak çok fazla kişiye ulaşması ve okunması daha güzel diye düşünerek avunmak gerek. Prof. Dr. Ayşe Filiz Yavuz, Haziran 2016
www.kusluktayazarlar.com/kitap/univer.htm
-
339. KAFAYI KUMA GÖMMEK,
Geçtiğimiz aralık ayında Ankara’da gerçekleştirilen, ‘Kadın Doğum Hekimlerinin Mesleki ve Özlük Sorunları Sempozyumu ve konuyla ilgili görüşlerimi, yine bu köşede siz meslektaşlarımla paylaşmış idim.
31. 0cak Pazar günü TJOD Ankara şubesinin rutin aylık toplantılarından birinde ‘Kadın Hastalıkları ve Doğumda Medikolegal Sorunlar Sempozyumu’ adında bir başka aktivite daha yapıldı.
Sheraton otelinde verilen sabah kahvaltısı ikramını takiben, öğleyin 12.00 den akşam 16.30 a kadar süren oturumlarda, kadın doğum hekimlerinin yanında hukukçularda konuyla ilgili, bilgi ve deneyimlerini bizlerle paylaştılar. Bu arada, davetiyelerde isimleri en başta yazılmış oldukları halde, tenezzül edip de toplantımıza katılmayan ‘Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’, başkan ve yardımcısını, tek kelime ile, kınıyorum. Nezaket, eğer gelinemiyorsa, kurumu temsilen bir arkadaşı göndermek olmalı diye düşünüyorum.
Toplantılarda, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Veysel Taşpınar, Prof Süha Tanrıver, Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden, Prof Doğan Soyalsan, Yrd Doç Burcu Ertem, Yrd Doç Tolunay Ozanemre Yayla, Yargıtay 12. Ceza Dairesi üyeleri, Saniye Tarhan, Gürsel Yalvaç, Yargıtay, 15. Hukuk Dairesinden Nejdet Şatır, Gazi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilimdalından Prof. Birol Demirel, birer konuşma ile bilgi ve görüşlerini bizlerle paylaştılar.
Özellikle bahsettiğim Yargıtay Daireleri, tam da, bizimle ilgili olan dosyalara bakıyorlar! Bilmem anlatabildim mi?
Sabah mutat erkenden kalkmışım, gömlek kravat derken, içimdeki şeytan ‘oğlum, hiçbir görevin yok sakın gitme’ diyor’. Buna rağmen, ‘Görevin olmasa da, bu konu siz kadın doğumcular açısından çok önemli, bu yüzden mutlaka katılman gerek’ diyen meleğe uyarak kalkıp gelmişim. İyi de etmişim.
Hocaların, pazar günü çok işleri olsa gerek, birkaç kişi dışında katılan yok (ikisi çalışan, biri emekli üç kişi idik.). Büyük hastanelerimizden, özellikle idareci konumunda olanlardan, Etlik Zübeyde Hanım hastanesi dışında pek rağbet edeni göremedim. Uzman arkadaşlardan ve mesleğinin henüz başında olan asistan gençlerimizden ise katılım çok az.
Çay molasında, girişteki görevli olan arkadaşlara soruyorum, konuşmacı ve oturum başkanlarıyla birlikte toplamda elli yedi katılanımız var. Ne kadar da az değil mi.
Beş hukukçuyu ve TJOD Ankara şubesi yöneticilerini ve başka branşlardan katılan birkaç kişiyi çıkarsak, kırk kadar kadın doğum uzmanı ve asistan gelmiş durumda.
En çok malpraktis davası hangi daldaki hekimlere açılıyor? Kime olacak biz kadın doğumculara. Yargıtay’a ulaşan dosyalarda ilk sıra yine bizde. Yüksek Sağlık Şurası’nda ve Adli Tıp Kurumu’nda, incelenen dosyaların ilk sırasında yine kadın doğum hekimleri yok mu?
Hal böyle olunca, bu gibi hayati konudaki toplantıya neden gelmezsin benim sevgili meslektaşım. Günlerden Pazar, yani hafta sonu, işin gücün de yok. Doğrusu nöbet harici zaman olarak ta müsaitsin. İlla da başın sıkışınca mı, oraya buraya koşuşturman gerek?
Böyle hayati toplantılara çok önemli mazeret yoksa katılmak gerek. Bakınız, toplantının benim için bir başka önemli yanı da şu oldu. Henüz Polatlı Ortaokulu’nda iken, bundan elli beş yıl önce (1960-63), analitik düşünce açısından bana çok önemli katkıları olan, değerli matematik öğretmenim Yılmaz Onat’ı, oğlu meslektaşım, Kazan Devlet Hastanesi’nden, Dr Yalçın bey sayesinde yeniden hatırlamış oldum. Hocama ve ailesine sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum.
TJOD Ankara yönetimi olarak, bu konuları ısrarla gündemde tutarak, meslektaşlarımız için çok önemli bilgilendirmelerde bulunan, değerli arkadaşlarımı bir kez daha gönülden kutluyorum.
338. ERKENDEN DOÇENT OLMAK,
Nedendir bilinmez, üniversitede bazı arkadaşlar çok erken yaşta doçent, hatta otuzlu yaşların başlarında profesör olduklarıyla övünür dururlar. Hani ben de çok genç yaşta doçent olabilseydim belki ben de övünürdüm. Olamadım. Bu nedenle de övünemiyorum. ODTÜ,Mimarlıktan sonra, zaten Tıp fakültesine iki yıl gecikmeli olarak girmişliğim var.
Mezuniyet ve ihtisastan sonra ver elini askerlik, gitti mi bir buçuk yıl daha. O yıllarda hükümet üniversiteyi bitirenler için ‘dört aylık kısa dönem askerlik’ (1974) çıkarmıştı da, bu furyayı ay farkıyla kaybetmiştim. Pek çokları, asistanlığın içinde, askerliklerini de yaptılar (hatta sağlık nedeniyle çürük çıkarılıp askerlikten muaf tutulanlarımız bile oldu). Bu arkadaşlarımız, ihtisas sonrasında da ayni kadro ile üniversitede kariyerlerine kayıpsız devam ettiler. Bu şekilde üniversite kadroları olabildiğince şiştiğinden, benim gibi arkadan gelenlere yer de bulunamaz oldu.
Ağrı’da, bir buçuk yıllık, uzun dönem askerliğimi tamamladıktan sonra, ‘ver elini Anadolu’ diyerek, Denizli’de uzman olarak çalışmaya başladım. Böylece bir yedi yıl daha geçti. 1986 da, Gazi Tıp Fakültesi’nde yrd doç olarak kariyerime yeniden başladığımda, bir de baktım, otuz yedi yaşıma girmişim.
Yurt dışı, İtalyan bursunu kazanıp bir yıla yakın süreyle de, onkoloji öğrenmek için, üniversitenin dışında kaldığımdan, ancak kırkıma geldiğimde doçent olabildim.
Doksanlı yıllarda, öyle her beş yılını tamamlayan doçente, anında kadro verilmiyordu. Buna rağmen yine de birileri, hiç bekletilmeden profesör oluveriyordu! Kimine ise, ‘sen biraz bekle’ deniliyordu, anlayacağınız duruma göre işte. Ben de bekleyenler arasında idim ve fazladan, bir üç yıl daha bekletildim, ( o zamanki rektörümüzün kulakları çınlıyor mu, bilemiyorum).
Sonunda herkes ayni düzeye geliyor. Profesörlükten öteye, akademik unvan da yok. Erken ya da genç doçent olmak, bence teferruat. Zaman, koşullar ve şans faktörü, bir yerde insanın kaderini de etkiliyor.
Yeri geldi, Cumhuriyetimizin kurucusu, yüce Atatürk’ün bir hatırası ile devam edelim:
-‘Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar, düşmanlarımızdadır da. Çünkü, düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
"Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler..."
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini kışkırtırlardı. Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayrimüslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
"Bu köşk kimin ?"
"Kirkor'un... "
"Ya şu koca bina?"
"Yargo'nun"
"Ya şu ?"
"Salomon'un..."
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
"Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?" Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
"Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlar'da Arnavutluk dağlarında, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk Paşam..."
Atatürk bu hatırasını naklederken :
"Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur" der dururdu.’
www.sosyalbilgiler.gen.tr, Atatürk’ün anıları, no: 30
337. HEKİMLERİN MESLEKİ VE ÖZLÜK SORUNLARI.
Günlerden, 12. Aralık cumartesi, soğuk bir Ankara sabahında, Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları ve Doğum Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde sabahtan akşama kadar sürecek olan, ‘Kadın Doğum Hekimlerinin Mesleki ve Özlük Sorunları’ çalıştayındayız. Ayni gün, Kıbrıs’taki Jinekolojik Onkoloji toplantısı yerine, bu toplantı daha önemli diyerek buraya katılmayı tercih ettim. İyi de etmişim.
Toplantıya, saygı duruşu, İstiklal Marşımız ve açılış konuşmalarını takiben üç ayrı salonlarda grup çalışmalarıyla devam ediyoruz. Ana konular: Özlük Hakları Sorunları, Performans Sistemi ve Sorunları ve Mediko legal Sorunlar olarak belirlenmiş.
Ben özlük hakları grubundayım. Bizim gruba, Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yrd. Sn Adem Keskin başkanlık ediyor. Sırayla tek tek söz alıyoruz. Emekli hekimler derneğinden Dr Utku Özcan ağabeyimizin açıklamalarını ve yapmaya çalıştıklarını öğreniyoruz. Müsteşar bey hukukçu, ve iki çocuğu da meslektaşımız olduğundan konularla oldukça ilgili. Anlatılanları dikkatle dinliyor, notlar alıyor. Önerilerini içtenlikle ortaya koyuyor. Sorunlarla ilgili olarak, başlıklar halinde ben de notlar alıyorum. Özetle:
Çalışma süreleri, 32 saate varan nöbet süreleri, icap sorunları, devlet memurluğundan SSK ya geçiş ve özel sektör çalışmaları, mecburi hizmet, mesai dışı çalışma mecburiyetleri, hekim saygınlığı, şikayet kolaylığı, maaşlar, emeklilik maaşlarının içler acısı hali, yapılan hizmetlerinin ücretlendirilmesi, performans puanları, yan dal sorunları, hekimlerin özel sektörde taşeron gibi çalışmaları, hekimlerin evlerini ticarethane göstererek, kazanılan ücretlerin, özel hastanelere fatura edilmesi ile ilgili sorunlar, 657 sayılı yapılması gerekli değişiklikler, olabildiğince görüşülüp tartışıldı.
Öğle arasında, bir yandan kumanyalarımızı yerken, Tüm hekimler Dayanışma Derneğinin, Kıdemli Steteskop Dergisi ile Sağlık Sen, Sasam Enstitüsü Analiz Dergisi’nin, Sağlıkta Şiddet Nasıl Biter? Sayılarını inceliyoruz.
Öğleden sonra, üzerinde iki grup halinde çalışılan, Mobing ve Şiddet, Kadın Doğum Uzmanlarının Mesleki Saygınlığı, konuları var.
Ben ilk gruptayım, toplantıda, mesleki hiyerarşi içerisinde mobbing, idari hiyerarşi içerisinde mobbing, kadın doğum alanında şiddetin sebepleri, şiddetin sıklığı, başa çıkma yolları işlendi. Katılımcılar, özellikle Dr Arzu Akkoyunlu Wigley, Prof Mustafa İlhan ve Dr Ersin Oğuz’un deneyim ve bildirimlerinden oldukça yararlandılar.
İkinci grupta, Kadın doğum uzmanlarının mesleki saygınlığı ile ilgili konular işlendi. Toplantıların sonunda, grup rapötörlerinin, kayda geçtikleri, tek tek belgelenerek bir sonuç bildirgesi haline getirilerek, edinilen bilgiler ve varılan sonuçlarla yapılması ve yapılmaması gerekenlerin, başta ilgili bakanlıklar, Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, YÖK ve üniversiteler ile paylaşılması düşünülüyor.
Sorunlar hepimizin sorunları. Senin, benim demeyip, cesaretle dile getirmek lazım. İlgili herkesle paylaşmak lazım. Yapılması, yapılmaması gerekenleri, yapılanları dökümante etmek lazım. Yetkili görevlerde olanların, işlerini kolaylaştırmak adına çözüm önerilerini ortaya koymak lazım.
Toplantıyı düzenleyenleri, başta başhekim değerli kardeşim Dr Leyla Mollamahmutoğlu’nu, düzenleme kurulu; Metin Memiş, Dr Muhammet Örnek, Mustafa Örnek ve Prof. Mustafa İlhan’ı, toplantıya destek veren dernekleri yürekten kutluyorum.
Sabahleyin toplantıya gelmeden önce fakültemde ameliyat hastalarımın hafta sonu vizitlerini yapıyorum. Bizdeki toplantı salonları, o hafta sonu da boş ve kapalı durumdaydı. Keşke toplantımıza medya da ilgi gösterseydi. Keşke dedim keşke ….
336. PALYATİF BAKIM MERKEZLERİ,
Son yıllarda; İnsan ömrünün uzaması sonucu artan kronik hastalıklar, kanser sıklığındaki artış, kanser hastalarının yapılan tedavilerle yaşam süresinin uzaması, palyatif bakım merkezlerine, eskisinden daha çok ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır.
Palyatif bakım, multi disiplinler bir oluşum. Ekipte, doktor, hemşire, diyetisyen, fizyoterapist, psikolog, din görevlisi, sosyal hizmet uzmanları, diğer meslek grupları ve gönüllüler yer alıyor. Amaç, hasta dileklerini de hesaba katarak, yeni tedavi olasılıklarını ortaya çıkarabilmektir. Avrupa ülkelerinde palyatif bakım merkezleri ile ilgili bir milyon bireye 50 yatak olacak şekilde planlama yapılmaktadır.
Günümüzde palyatif bakım hizmetlerine gereksinim duyan hastaların sayısının artması bu konuda sistemli bir yapılanmayı zorunlu hale getirmiştir. Doğru hastaya uygun bakım, hastanın gereksinimleri doğrultusunda hasta yakınlarını bilinçlendirme yolu ile hastanın sürekli kontrolü ve takibine ihtiyaç duyulmaktadır. Bir taraftan hastaların şikâyetleri giderilirken, diğer taraftan, kaygılar ve sorunlar topluca değerlendirilmekte ve çözüm üretilmeye çalışılmaktadır.
Dünyanın pek çok ülkesinde yaygınlaşmaya başlayan evde sağlık ve bakım hizmeti de, sağlığı korumanın ve yaşam kalitesini artırmanın en uygun yöntemlerinden birisidir. Bireye özgü, kişiselleştirilmiş bir bakım sistemi olan evde sağlık hizmetleri, teknoloji ve farmakolojik alanda meydana gelen ilerlemeler sayesinde hasta izleminin ve tedavisinin evde yapılabilmesi ile giderek önem kazanmaktadır. Bu gelişmeler doğrultusunda hasta konforunu artırmak, uzun dönem hasta yatışlarından kaynaklı hasta yakınlarının yaşadığı sıkıntıları çözümleme isteği, eldeki kaynakları daha etkin kullanma ve artan maliyetleri azaltma arayışları gibi birçok sebepten kurumsal hasta bakımının alternatifi olarak evde sağlık ve bakım hizmetleri tercih edilir olmaktadır.
Palyatif bakım olarak, Fransa’da 1842, İngiltere’de 1967, Kanada’da 1975, Almanya’da 1983 yılında, palyatif bakıma yönelik merkezler kurulmaya başlanmıştır. 2010 yılı verilerine göre; İngiltere'de 882, Almanya'da 331 ve Fransa'da 471 palyatif bakım merkezi bulunmaktadır.
Ülkemizde, Türk Onkoloji Vakfı tarafından İstanbul’da kurulan “Kanser Bakımevi” 1993-1997 yılları arasında hizmet vermiştir. 2006 yılında Hacettepe Onkoloji Hastanesi tarafından 120 odalı eski bir Ankara evi alınarak restore edilip “umut evi” olarak açılmıştır. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı tarafından yayınlanan “2009-2015, Ulusal Kanser Kontrol Programı” nda palyatif bakım programı da tanımlanmış,. Merkezlerin kurulması 2012-2013 yıllarında ivme kazanmıştır.
Öğrendiğime göre, halen 52 şehirde tescilli; 26 bölgede müracaat aşamasında palyatif bakım merkezleri bulunmakta imiş. Bunların sayıca artışı günümüzde gerek hasta gerekse hasta yakını açısından büyük önem taşımakta olup, Sağlık Bakanlığı’nca da bu merkezler destek görmekte. Ülkemiz için yeni sayılabilecek bir adım olan bu merkezlerin altyapı ve eğitimli personel yetiştirilmesi gibi primer ihtiyaçlarına öncelik verilmesi ön planda imiş .
Eskiden ülkemizde bu türden merkezler bulunmadığından, hizmet hastanelerde verilmeye çalışılırdı. Ya da hasta yakınına münasip şekilde,’hastanız için yapacak bir şey kalmadı ölene kadar artık evde siz bakın’ denilerek işten sıyırtılırdı. Yeterli midir, eksikleri var mıdır. Elbette vardır. Ancak gidilen yol çok doğrudur. Vatandaşımıza yaşamının son gününe kadar konforlu bir yaşam sağlamak, toplum olarak bizlerin görevidir.
Geç kalınmakla beraber, gelinen yer, yapılan çalışmalar için Sağlık Bakanlığı, yerel yönetimler, ve gönüllü kuruluşlardaki yetkilileri gönülden kutluyorum. Unutmayın, bir gün sizin, bizim veya yakınlarımızın da palyatif bakıma ihtiyacı olabilir.
Dr Murat Gültekin, facebook, 28.4.2016
Palyatif Bakım Merkezleri Kanserle Mücadelemize Büyük Güç Veriyor..
Hizmet veren 2000 yatağa ulaştık
Yaşasın Palya Türk
Avcılar Murat Kölük Devlet Hastanemizden
335. DOÇENTLİK SINAVLA MI, İKRAMLA MI ?
Arkadaşlar ben bugünkü yazımda, Hacettepe Tıp Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Ayşegül Tokatlı’nın Cumhuriyet gazetesi BilimTeknik dergisinde yayınlanan yazısıyla ilgili olarak, sanal ortamda dolaşan bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Prof. Tokatlı, "Üniversitelerin doçentlik sınavında adayların, catering şirketleri ile anlaşarak sınav esnasında jüri üyelerine ikramlarda bulunduğunu, sınav sonrasında jüri üyelerini lüks restoranlarda ağırladığına" dikkat çekerek, bu durumu "rüşvet" olarak niteledi. Prof. Tokatlı, Üniversitelerarası Kurul'a yazdığı açık mektupta, doçent adaylarının jüri üyelerine rüşvet niteliğindeki ikramlarının yasaklanmasının şart olduğunu vurguladı.
Tokatlı'nın “Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı’na açık mektup” başlığıyla yayımlanan yazısı da şöyle:
Doçentlik sözlü sınavı en önemli akademik sınavıdır ve bu sınavın vakarı vardır. Sınav mekanının, sınavın ağırlığına uygun olması gerekir. Bu mekanın adayların beklediği bir alanı olmalıdır, sınav süresince sessiz kalması sağlanabilmelidir. Hele bu mekanlar tıp fakülteleri, diş hekimliği fakülteleri gibi hasta hizmetine verildiği mekanlar ise bu vasıfta sınav mekanı bulmak zordur, en donanımlı üniversitelerde bile bir ana bilim dalında bu sınava uygun sadece ‘bir mekan’ vardır. Hocamız ayni günde, ayni klinikte dört ayrı doçentlik sınavı yapılmasının zorluklarından yakınıyor.
Konu ile ilgili bir diğer sorun, yedek jüri üyelerinin, sınavın yapıldığı il dışından olmalarıdır. Eğer asıl jüri üyesinin sınavdan çekilmesi sınav tarihinden önce ise yedek jüri üyesinin sınavda bulunması sağlanmakta, ancak eğer son anda gerçekleşen bir mazereti varsa bu durumda jürinin kurulması mümkün olamayacaktır. Geçmiş yıllarda sınavın yapıldığı ilden asıl jüri üyesi yokken bile, yedek jüri üyesinin mutlaka sınavın yapıldığı ilden olması kuralı varken bu kural niye değiştirildi, bilmek isteriz.
Diğer bir konu sınava girecek adayların ikramları.
Geçen zaman içinde ikram asla kabul edilemez boyuta erişmiştir. Ev sahibi durumda olan bölümün "catering" firması ile anlaşıp, sonunda ücreti adayların ödemesini istemesinden tutun, adayın anlaştığı firmanın beyaz eldivenli garsonlarının sınav esnasında hizmet etmesine varan, katlarda ziyafet sofraları gibi sofraların kurulmasında, yiyecek kokuları içinde sınav yapılmasına, sınav sonrası jüri üyelerinin lüks restoranlarda ağırlanmasına ulaşan durum, ÜAK 'un bu konuda önlem almasını gerektirmektedir.
Benim bildiğim, uzmanlık sınavlarında olur bunlar. Zira asistanlığı sırasında yıllardır, bilgi ve beceri açılarından, çok iyi tanımış olduğunuz bir asistanın uzmanlık sınavı, aslında eskilerin deyimiyle bir ‘peştemal giyme’ törenidir. Sınav sonrası uzman olan doktor, artık uzmanlık mesleğini, yasal olarak icra edebilme yetkisini almıştır. Mesleğini her yerde icra edebilir.
Doçentlik ise bundan çok farklı olup, bir akademik unvan alma olayıdır. Uzmanlık sınavında, genellikle başarısız olunmaz, doçentlikte olunabilir. Bu işin doğasında vardır.
Eskiden tez vardı, kaldırıldı. Pratik-cerrahi uygulama vardı, kaldırıldı. Teorik ders anlatımı vardı, kaldırıldı. Sınavda akademik kıyafet zorunluğu vardı, kaldırıldı. Her bir şey kalkar, ikram faslı kalkmaz arkadaşlar.
Bozarız biz her şeyi, şehirleri, kasabaları, okulları, evleri, sporu, stadyumları, caddeleri, sokakları, hatta sınavları bile. Her şeyi kendimize ve menfaatimize göre uydururuz. Spor, (şike durumları ), YÖK (plansız üniversite ve fakülte açılmaları, rektörlük sıralamaları, kadro ve kontenjan sorunları, yetki devirleri, vs) ÖSYM (soruların çalınması, kopya durumları, sınavlara olan güvensizlik), Üniversiteler (araştırma, akademik yapıdaki gerileme, kadro şişirilmesi vs ), Resmi daireler-Belediyeler ( atamalar, tayin, rüşvet, ihale, plan değişiklikleri vs). Kimsenin kimseye ve hatta kurumlara olan saygısı kalmaz. Gelinen nokta ise bir nevi sivil itaatsizliktir. İşin aslı, biz bize benzeriz. Alaturkalıktır bu gibi işler vesselam.
334. ÜNİVERSİTELERDE KONTENJAN AZALTILMASI .
Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilettiği “öğretmen ihtiyacı” çalışmasına dayanarak, YÖK eğitim fakültelerini ilgilendiren önemli kararlar almış. Buna göre eğitim fakültelerinde ikinci öğretim programları kaldırılmış.
Gazetelerde çıkan haberlerden öğrenildiğine göre : Geçen Yıl Yaklaşık 54 Bin Olan Formasyon Kontenjanı, bu yıl 15 Bine indirilmiş. Eğitim Fakültelerinde de İkinci Öğretim Programları da kaldırılmış, İleride de, yeniden kontenjan sınırlaması na gidilecekmiş. (Gazete Habertürk, 13.kasım. 2015)
YÖK açıklamasında, Milli Eğitim Bakanlığı ile birlikte öğretmen ihtiyaç analizlerinin yapıldığı ifade edilerek, “Konu alanı uzmanlarıyla yapılan çalışmalar sonucu, başta eğitim fakülteleri olmak üzere istihdam sıkıntısı çekilen bazı programların kontenjanlarında tedrici olarak bir azaltmaya gidilmesi ve ikinci öğretim programlarının da tamamen kapatılması konusunda bir mutabakat oluşmuştur’ deniliyor.
Bu bağlamda, Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan Öğretmen Strateji Belgesi üzerindeki çalışmalar da, devam etmekteymiş. Öte yandan Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmen ataması yaptığı pek çok alanda ihtiyacın çok üstünde öğretmen adayının atanma talebinde bulunduğu da kamuoyunun malumudur” deniliyor.
Rasyonel planlamaların yapıldığı!! kaydedilen açıklamada şöyle devam ediliyor:
İsteyen hemen herkese pedagojik formasyon belgesi vermek suretiyle gençlerimizi gereksiz bir beklenti içine sokmak da doğru bir yaklaşım değildir!.”
İşin gerçeği, yani Vehbi’nin kerrakesi şimdi anlaşılıyor. Yine açıklamalara göre :
Atama bekleyen öğretmen aday sayısı 400 bini bulunca YÖK, Eğitim Fakültelerinde pedegojik formasyon sınırlamasına gitmiş.
Yahu düne kadar kontenjanları habire arttıran siz değil miydiniz. ‘Her ilimize birer üniversite açılacak’ diyen, her üniversiteye birer eğitim fakültesi kurulmasına onay veren yine YÖK değil miydi.
Milli eğitim bakanlığı, yılda kaç tane yeni öğretmen kadrosu çıkartıyor. Özel, okullar yılda kaç tane, yeni öğretmen istihdam ediyor? Bütün bunlar önceden belli değil miydi ki, 400 bin öğretmen, bakanlığın önüne yığılınca mı düzenleme yapmak aklınıza geldi.?
Yüksek öğretimin tek sorumlusu olan YÖK’ün, sağlık eğitimi planlamasını, Sağlık Bakanlığı’na bıraktığı gibi, öğretmen eğitimini de Milli Eğitim Bakanlığına bırakmış olduğu açıkça görülüyor.
30.11.2015 tarihli, Manşet Haber, ten öğrendiğimize göre :(Aldığı karara yoğun tepki gelmesi üzerine baskılara dayanamayan YÖK, üniversitelere gönderdiği yazıyla kontenjan belirleme yetkisini üniversite senatolarına bıraktığını belirtti
Ancak, gerek yazılı ve görsel medyada, gerekse sosyal medyada yer alan bazı haberlerde, söz konusu kontenjanın artırılması yönünde yoğun bir talep olduğu gözlendi. Baskılara dayanamayan YÖK, üniversitelere gönderdiği yazıyla kontenjan belirleme yetkisini üniversite senatolarına bıraktığını açıkladı). Sorumluluktan kaçmak için, YÖK topu taca mı atıyor acaba?
Yahu YÖK, yüksek öğretimin planlaması için kurulmamış mıydı? Bu işlerin planlamasını yapmakla görevli olanlar, öğretmen olarak atanma bekleyenlerin sayıları, 400 binli rakamlara yükselinceye kadar aklınız neredeydi?
333. ÜÇ-BEŞ İYİ ADAM,
Onlar İstanbul’un, Anadolu yakasından. Onlar birer cengaver ve serdengeçti. Onlar kendilerini hastaları için feda etmeye adamış, üç-beş muhteşem adam. Sağlık Bakanlığı’nın İstanbul Zeynep Kamil Eğitim Hastanesi bünyesinde, bir Acil Yardım Ekibi kurmuşlar.
Adını da, ‘Acil Obstetrik kanama Müdahale Ekibi’ olarak koymuşlar. Şimdilik Anadolu yakasında, resmi, özel fark etmiyor, herhangi bir hastanede doğum sonu, baş edilmekte zorlanılan yoğun bir kanama olduğunda, hastanın hayatını kurtarmak için, doğum ya da ameliyathane ekibinden birileri acil olarak, Zeynep Kamil hastanesine telefonla yardım istediğinde, o günün acil yardım ekibi 112 ambulansları ile evlerinden alınarak çağrı yapılan hastaneye, en kısa sürede ulaşarak, bizzat ameliyat ekibine dahil olup gerekli müdahale, ameliyat, cerrahi işlem, her ne ise yapıp, henüz doğum yapmış olan genç annelerin hayatını kurtarıyorlar. Hatta çağrılan hastaneye, evi yakın olan arkadaşlar, çağrıyı alır almaz 112 ambulansını bile beklemeden kendi araçlarıyla, Hızır gibi yetişiyorlarmış.
Hastalar için acilen gerekli olan, kan ve diğer ürünler de, yine Zeynep Kamil Hastanesi’nin kan bankasından acilen temin edilerek, ameliyatın uygulanacağı hastaneye yetiştiriliyor. Ameliyat sonrasında, eğer gidilen hastanede yeterli imkanlar bulunmuyorsa, ve talep geldiğinde, hastayı da Zeynep Kamil’e ambulansla getirerek tedavilerine orada devam ediyorlar.
Edindiğim bilgilere göre, 2015 şubatından beri onlarca annenin hayatını kurtarmışlar.
Başta başhekim, kardeşim Ateş bey olmak üzere, sistemi korkusuzca kurup işletenleri, kendilerine, gerekli desteği veren, Sağlık Bakanlığı yetkililerini candan kutluyorum.
Şimdi, internette okuduğum, kendi yazdıkları bir şiiri de ekliyorum.
Üç-Beş İyi Adam
Berbat bir nöbet geçirdik,
Yine kanayan hastalar,
Ağlayan yakınlar.
Yine gözyaşı yine kayıplar.
İşimiz anneler, yarınlar, umutlar,
Engel yok önümüzde,
Beceri elimizde,
Lider yürek yanımızda.
Üç-beş iyi adam.
Umutla bakacak anneler,
Yarına bebekler sağlıkla,
Üç-beş iyi adam koşacak her yana.
Dün yine kanayan hasta,
Acil çağrı hep hatta.
Yine koşacak ekip hazırda,
Üç-beş iyi adam gururla.
Fedakarlık özveri,
Her anneyi, her hekimi,
Üç-beş iyi adam.
Umutla bakacak annelere,
Yarına bebekler sağlıkla.
Üç-beş iyi adam koşacak her yana.
Burası Zeynep Kamil,
Köklü, eğitimi kaliteli, başarılı,
Anadolu’da en büyük hedefi,
Kanamayı, hemen kesmeli.
Üç-beş iyi adam,
Umutla bakacak annelere,
Yarına bebekler sağlıkla,
Üç-beş iyi adam koşacak her yana.
Hak-hukuk, yasalar, ama önce hastalar.
Yemin ettik önce zarar vermemeye,
Kendimizi emanet ettik sizlere,
Üç-beş iyi adam, sadece iyi niyetle,
Karar verdik, insana yardım etmeye.
Doğacak her bebeği korumaya niyetli,
Bu ekip işinin ehli, yürekli mi yürekli.
Yazı bitti, duygulandım yine. Tam da yeri geldi. İşte ozan Yunus Emre’nin dizeleri :
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
Bakın Ziya paşa’da neler söylemiş:
Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
Siz yaptıklarınızla ve aklınızla, zaten gönüllerdesiniz. Teşekkürler arkadaşlar.
332. YİNE HAKKIYLA SEVİNEMEDİK,
Her nedense bu ülkenin güzel vatandaşlarına kendileri ya da içimizden birileri için sevinmek, başarılarını duyduklarımızı çılgınca alkışlamak, çoğu zaman olduğu gibi yine bize haram olmuş gibi. Çocukluğumuzda büyüklerimizden şöyle duyardık: onlar ‘aman çocuklar siz siz olun, sevincinizi de üzüntünüzü de abartmayın, olur da bir aksilik olursa, sevinciniz de hüznünüz de kursağınızda kalıverir’ derlerdi. En azından ben böyle bir ortamda büyüdüm.
Aslında hiçbir şeyi fazla abartmamalı insan. Sevincini de üzüntüsünü de. Maçtan sonra, takım galip gelince yapılan gösterilerde trafik kazalarında yok yere yaralananları, hatta aşka gelip etrafa ateş edenlerin kurşunlarına hedef olan, tek suçu sadece olayı balkondan seyretmek olan masumları, ekranlarda ve gazetelerde görmüşsünüzdür.
Takımınız ister yensin, ister yenilsin, her maçtan sonra kısa ya da uzun süreli bir trafik kaosu yaşanır. Maçtan çıkan herkesin sinirleri tavan yapmış durumdadır. Sürücüler birbirini geçmek için, yol vermemek için çılgınca yarışır. Kazalar, yaralanmalar, hatta kavgalar bile olur. Bunların çoğu saman alevi gibidir, kısa sürede söner gider.
Marmara depremini yaşayanlar iyi bilirler. Deprem olduğu günden başlayarak koca ülke nasıl da yasa bürünmüştü. Vatandaş yardım için ne bulduysa göndermişti. İstanbul toptancı halinden gönderilen kamyon dolusu domatesin günlerce ortalıkta bırakılıp çürütüldüğünü izlemiştik. O hengamede, yıkıntıların altından canlı bulma çabaları, olağanüstü gayretler, derken olaydan kısa bir süre geçtikten sonra ise, ölen öldüğüyle, depremzede depremiyle ortada kalıverdi. Konut deseniz, o da öyle bir iki günde çırpıştırılacak bir şey değil.
Dostları ilə paylaş: |