SABAH
Mahmut Övür
Türkiye 15 Temmuz'da dünyada eşi benzeri görülmeyen bir iç saldırı yaşadı. Şehit verdik, binlerce gazimiz var ve toplum derin bir travma atlattı. Şimdi neden ve niçin bu saldırıyla karşılaştığımızı anlamaya, öğrenmeye çalışıyoruz.
Karşımızda klasik terör veya darbeci bürokratik örgütlenmelere benzemeyen nevi şahsına münhasır FETÖ denilen bir yapı var. Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün deyimiyle "Her yeni duruma göre kendini yeniden yapılandıran, tanımlandıran asla ve kata bir tarife sığmayan ve kolayca evrimleşebilen bir yapı."
Bu yapıya karşı, 17-25 Aralık'ta düşük yoğunluklu, 15 Temmuz'dan sonra da topyekûn bir mücadele başladı. Ancak durum pek parlak görünmüyor. Başbakan Binali Yıldırım'ın dediği gibi darbeci işgalcilerin yargılanması geciktiği gibi, biraz da ana muhalefet partisi CHP sayesinde "FETÖ'cüler mağdur" algısı öne çıkıyor.
Oysa bu topyekûn mücadele çok yönlü yürütülmeli ve derinleştirilmeli. Bu açıdan belki de en önemli görev yargıdan önce "bombalanan" Meclis'e düşüyor. Meclis ne yapıyor? Bir süredir Meclis bünyesinde kurulan Araştırma Komisyonu'nun yaptığı çalışmaları izliyoruz.
Komisyon üyeleri üzerinden yürütülen anlamsız tartışmalar bir yana, asıl hayal kırıklığını komisyona çağrılan Hilmi Özkök gibi eski asker ve bürokratların açıklamaları yarattı. Bakın Özkök ne diyor: "Hükümeti kesin olarak bilgilendirdik ve 'durum iyi değil' dedik."
Yani "Biz söyledik hükümet yapmadı." Özkök'e sormak lazım, peki siz o güne kadar ne yaptınız? Bu sonuçta, Balyoz'la başlayıp Ayışığı'yla devam eden darbe kuşatmasının sürdüğü ve Özkök'ün de "sefer tasıyla yemek yediği" bir siyasi zeminin etkisi yok mu?
Ama asıl soru, o günlere gelmeden TSK yönetiminin neler yaptığı... FETÖ'nün geçmişi 60'lı yılların başına kadar uzanıyor. Ordunun en önemli kurumu Özel Harp Dairesi'nin Fetullah Gülen'le nasıl bir ilişkisi vardı? Asker kökenli MİT Müsteşarı Fuat Doğu'yla Gülen ilişkisini kurum olarak TSK'nın ve askeri istihbaratın bilmemesi mümkün mü?
Bugün karşımıza general veya tümgeneral olarak çıkan FETÖ'cü askerler TSK'ya hangi dönemde girdi? Bizzat Özkök döneminde askeri liselere FETÖ'cüler alınmadı mı? Her şey bir yana Türkiye'yi her on yılda bir darbelere mahkûm eden ve siyaset üzerinde vesayet oluşturan TSK'nın bu süreçteki sorumluluğunu nereye koyacağız? FETÖ darbesi askerin içinden çıktı, suçu siyasetin üzerine atıp sıyrılamazsınız. Bunu halledemediğiniz o kadar açık ki...
Durum gerçekten iç açıcı değil çünkü kimse samimiyetle karşılaştığımız soruna yaklaşmıyor.
Meclis'in araştırma komisyonuyla bir sonuç alacağına da kimse inanmıyor.
Şu ana kadar komisyona gelen asker veya bürokratlar kendi sorumluluklarını unutup, komisyonu siyaseti suçlamanın aracı haline getirdi.
Kısaca Meclis araştırma komisyonları siyasetle ilgili kişilerin kaynak olarak kullanacağı metinlerin dışında bir şey ortaya koymadı. Bu kez de farklı olmayacak.
Geçmişte çok daha basit olaylarla ilgili soruşturma komisyonu kurulurken, şimdi neden ülkenin bekasıyla ilgili önemli bir konu için Meclis Soruşturma Komisyonu kurulmaz? Yargıya paralel böyle bir meclis soruşturma komisyonu çok daha kalıcı ve sonuç alıcı olurdu.
STAR
MHP ikili oynamıyor
Hüseyin Gülerce
Başbakan Yıldırım, AK Parti’nin 25. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nın kapanış konuşmasında, Başkanlık Sistemiyle ilgili olarak, “Bizler konuyu hem Meclis’te hem de kamuoyu nezdinde yeterince tartıştık, konuştuk, görüştük. Gerekli istişareleri yaptık. Bundan sonra yapacağımız iş, teklifimizi en kısa zamanda Meclis’e getirmek” dedi.
Demek ki Meclis’in gündeminde yoğun olarak, içinde Başkanlık sisteminin de yer aldığı Anayasa değişikliği var.
Kapıyı MHP araladı. Sayın Bahçeli, bu yöndeki önerinin Meclis’e getirilmesi durumunda MHP’nin, referandum yolunun açılması için destek verebileceğini söyledi. CHP bu çıkışa öfkelendi, kimyası bozuldu. Siyasi nezaketi bir kenara bırakarak çok sert tepki verdi. MHP’yi AK Parti’nin yedek lastiği olmakla suçladı. Hatta Bahçeli’nin çıkışını kapalı kapılar ardındaki gizli pazarlıklara bağladı.
Sayın Bahçeli, kafa karışıklığını gidermek adına yaptığı açıklamada, MHP’nin Parlamenter sistemi savunduğunu ama yönetim konusundaki tartışmaların halkın kararı ile noktalanmasının, ülke ve devlet yararına olduğunu söyledi.
MHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Semih Yalçın, önceki gün Habertürk gazetesinde Kübra Par’ın sorularına verdiği cevapta meseleyi daha da vuzuha kavuşturdu:
“Şimdi bir taraftan PKK terörüyle, bir taraftan da FETÖ terörüyle mücadele ediyoruz. Dış politikada bir kıskaç içerisindeyiz. Suriye ayrı, Irak ayrı bir dert. Batı’nın bölgeye müdahalesi ortada. Bu vahim tablo içerisinde Türkiye’nin bir de yönetim meselesi ile meşgul edilmemesi gerekir, aksi halde bu hususlarla mücadelede zaafa uğrarız. Bizim söylediğimiz budur. Parti olarak biz başkanlık sistemini doğru bulmuyoruz. Ama ülkenin geleceğinin tespit edileceği bir konuda halka sorulmasında fayda var. Halk referandumda ‘ben Başkanlık Sistemini uygun buluyorum’ derse, buna söyleyeceğimiz bir laf olamaz...”
Semih Yalçın, referandumda MHP tabanına, “Başkanlığa hayır” deyin tavsiyesinde bulunacaklarını da ekliyor.
Bu tavırda, yaklaşımda bir tezat yok. Defaatle söylüyoruz, 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanını halk seçti. Mevcut Anayasa bir darbe anayasası. Kenan Evren’e göre yapılmış. Cumhurbaşkanının sorumluluğu yok, yetkileri ise çok fazla. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanının ise sorumluluğu var. Mevcut anayasal yetkilerini de sonuna kadar kullanınca, “sen diktatör müsün arkadaş?” diye hop oturulup hop kalkılıyor. “Tamam, bu fiili durum düzeltilsin o zaman” denince bu defa da, “hayır o zaman da tek adam yönetimi olur” itirazları... Halk arasında söz var; ne eyere geliyorsunuz, ne semere...
Çözüm halkta. Başkanlık sistemine karşı olanlar, halkın AK Parti tarafından ikna edileceğini şimdiden sanki hileymiş gibi propaganda ediyorlar. Halkı kömüre, pirince, bulgura kanan zavallılar olarak görme yanlışının bir başka çeşidi bu. Sen ikna et. “Ama iktidarın imkânı daha fazla...” Hiç doğru değil. Kamuoyu oluşturmada, seçmeni manipüle etmede asıl muhalefet medyası etkin. Şu anda iktidar karşıtı medyanın gazete olarak tiraj bakımından gücü yüzde 70, televizyonlarda iktidar karşıtı haber yayınları yüzde 80 oranında. Yerel seçimlerde de, genel seçimlerde de böyleydi...
Halk AK Parti’nin hizmetlerini görmeyen, ya da küçük gören, AK Parti’yi bir türlü hazmedemeyen bu medyayı dinlemiyor ki. Sizin asıl probleminiz bu... Millete gitmek, vesayet ağalarının, statüko zaptiyelerinin işine hiç gelmedi ki. Hele CHP; adında halk var, halka gitmekten korkuyor...
MHP, Türkiye’nin en hayati meselesinde kararı millete bırakmakla yine kendine yakışanı yapıyor. Millet karar verdiğinde demokrasi daha da güçleniyor...
AKŞAM
Halka tuzak kurulmaz, halkla toplamayan dağıtıyor demektir
Markar Esayan
Fizikteki birleşik kaplar kanunu gibi, Türkiye şu anda birbirini etkileyen birçok faktörle karşı karşıya…
150 milyar varillik Irak petrol rezervi herkesin iştahını kabartır. Musul’un Lübnanlaştırılması hedefi bu manada gelip mezhep savaşına, oradan da buna engel olabilecek potansiyel ve model olma özelliğinden ötürü Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması noktasına dayanır.
Kredi derecelendirme şirketleri hareketlenir. Öncesinde zaten Halk Bankası’na 17/25 Aralık operasyonu yapılmıştır.
Jetonu atanın şiddet satın aldığı PKK gibi örgütlere bu türden görevler verilirken, FETÖ gibi projeler aynı anda devreye sokulur. Bunun için 28 Şubat dizaynının hemen sonrasında birkaç ay arayla Gülen ABD’ye çekilirken, Öcalan Türkiye’ye teslim edilmiştir.
Yine birkaç ay arayla ülkenin muhalefet partilerine kaset operasyonları düzenlenir. Yerli/milli duruş sergileyecekleri belli olan liderler hedef alınır, itibarsızlaştırılır.
Sürekli bir ekonomik krizden medet umulur. Bu olmadığında bir içsavaşın ortamı hazırlanmaya çalışılır. “Kutuplaşma”, “otoriterleşme” borazancıları ya aptal ya da fethedilmiş oldukları için buna destek verirler. Asıl bağlamı halktan kaçırmak için “üst akıl” gibi önemli kavramları, çoğulcu inşanın en önemli açılımı “yerli ve milli” kapsayıcılığını, “2. Kurtuluş Savaşı” tanımlarını itibarsızlaştırmaya çalışırlar.
Liderin sözleri sürekli cımbızlanarak sürek avına tabi tutulur. Tabanıyla gönül, partisiyle organik ilişkisi kesilmek istenir. Her “hıyarım var” diyene tuzlukla koşturacak şahıslar her zaman ve yerde mevcuttur. Kendisine yabancılaştırılmış, halkına sömürge valiliği yapanların bol olduğu bir yerde bulunursunuz. Çünkü tarlalar birkaç yüzyıldır sürülmüştür.
Geçmişte bu yöntemlerin ve gücün yüzde 5’i ile Başbakan asabildikleri için çok özgüvenlidirler. Hata yapmalarının en büyük nedeni de bu ithal özgüvendir.
Bunların hiçbirisi muvaffak olmaz. Derken nerelere ne kadar sızabildiklerinin prospektüsü sadece onlarda olduğundan, o özgüvenle “altın vuruşa” kadar vardırırlar işi. 15 Temmuz’da bir halkın başına gelebilecek en kötü şey olur. Bu ülkenin ekmeğini yemiş, her şeyini bu çilekeş halkın alınterinden elde etmiş kişiler millete silah doğrultur. Onurlu bir halk buna dayanamaz. Meydanlara çıkar, asker elbisesi altına saklanan, bu ülke için büyük bedel ödemiş peygamber ocağının içine sızan teröristlere karşı dünyanın görüp göreceği en büyük sivil demokratik direnişi sahneler. Aslan sahneye çıktığında fareler kaçacak delik arar. Millet lideri, askeri, polisiyle bir olur, destan yazar.
“Şehit ama hiç olmazsa gazi” olamadığı için üzülen bir halkın varlığı hep yok sayılmıştır o kibir tarafından.
İşte tüm bu hikayeler gelir Türkiye’nin milli iradeyi temel alacak, ülkenin uzaktan yönetilmesine deva olacak yeni anayasa ve yönetim modeline bağlanır. 15 Temmuz’dan sonra başlayan süreç asla bir tesadüf değildir. Ciddi bir zaafı gidermeye dönük, siyasi hesap üstü milli bir reflekstir. İşetim sistemimizde virüs varsa, bunu temizlemeden bu coğrafyada darbecilik oynamak bile mümkün olmaz. Çünkü bunun için bile bir vatan gerekir.
Ciddi kararlar tam da böyle zamanlarda alınır. Kimse bu halka tuzak kuramaz, halkla toplamayan dağıtıyor demektir.
YENİ ŞAFAK
Locaefendi’nin Hillary’si!
Tamer Korkmaz
Derin ABD'nin, Donald Trump'ın adaylığını Hillary Clinton'a başkanlık seçimini kazandırmak için tasarladığı her geçen gün daha iyi anlaşılıyor! Bir süre önce Donald Trump'ın Bayan Clinton ile arasındaki farkı kapatması üzerine; Aydın Doğan'ın Ortağı'nın geçmişteki mendeburlukları bir biri ardına deşifre edildi, taciz skandalları peş peşe patladı. Demek ki, hazırda bekletiliyormuş…
Mister Trump'ın her geçen gün biraz daha fazla rezil olmasıyla birlikte anketlerdeki fark iyice açıldı. Bayan Clinton için, 8 Kasım'daki yarış “çantada keklik” haline geldi.
ABD'deki “birbirinden kötü” bu iki başkan adayı için “Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusu vaziyeti anlatmaya yetiyor. Her ikisi de aynı derin mahfillere hizmet ediyorlar. Trump, nasıl azılı bir İslam düşmanı olduğunu başından beri ayan beyan sergilemişti. Hillary Clinton ise işbu düşmanlığı gizlice icra ediyor!
*
Bayan Clinton, seçilirse PYD-PKK'yı destekleyeceğini açıklamıştı!
Amerikan devleti, dünyanın her yerinde Terörün Mühendisi'dir…
Katil Amerika'nın muhtemel başkanı, şimdiden başta PKK olmak üzere terör örgütlerinin “üzerine titreyeceğinin” garantisi verdi!
FETÖ'yü de ne kadar çok sevdiği, kolladığı, pamuklara sardığı herkesin malumudur.
FETÖ ile sevgileri mi, karşılıklıdır! Hillary'nin başkanlık kampanyasına ABD'deki çok sayıda FETÖ mensubu hatırı sayılır bağışta bulundular. Darbe Kalkışması Gecesi'nin İmamı Adil Öksüz de “bağışçı” isimler arasındadır!
Fetullah Gülen'in yönettiği Casusluk ve Terör Örgütü, o denli Hillary'ye bel bağlamış durumdaki; Bayan Clinton artık kimi FETÖ'cülerin rüyalarına bile giriyor!
Tabanlarını etkilemek için itina ile uydurdukları rüyalarda şu sıra Hillary Clinton pek revaçta! Bayan Clinton, rüyada “Bu işin peşini bırakmayacağım; sizleri kurtaracağım” diye sesleniyormuş! FETÖ mensuplarına cep telefonunu verip “Ne zaman isterseniz arayın, ben ABD başkanıyım” diyormuş!
*
Hillary Clinton da, aynen Fetullah Gülen Locaefendi gibi İsrail'in “otoritesine” kalpten bağlıdır!
Geçen yıl, Amerika'daki önde gelen Yahudi bağışçılarla buluştuğunda “İsrail açısından, Obama'dan daha iyi bir başkan olacağım” diyerek sinyali çakmıştı…
Hillary, 2001'de New York eyaletinden senatör seçildiği vakit, “Benim soyumda da Yahudiler var” diye konuşmuştu.
*
Hillary Clinton'ın Dışişleri Bakanlığı döneminde, Wikileaks'in ABD'ye ait gizli diplomatik yazışmaları yayınlaması üzerine; Hillary'nin Julian Assange için “Bu adamı İnsansız Hava Aracı ile vuramaz mıyız?” dediği ortaya çıkmıştır!
FETÖ'cülerin “yere göğe sığdıramadıkları” Hillary ablalarının, basın özgürlüğünden anladığı mı; işte bu örnekle deşifre olan “Vurun, öldürün!” tavrıdır!
Wikileaks, Bayan Clinton'ın kampanya direktörü John Podesta'nın “potansiyel başkan yardımcısı adaylarına” yönelik e-postalarını geçenlerde yayınlayıverdi. Podesta'nın 17 Mart tarihli e-postasındaki otuz dokuz kişilik listede Coca Cola'nın CEO'su Muhtar Kent'in de ismi yer aldı!
Her ne kadar Hillary Clinton 'başkan yardımcısı adayı' olarak Tim Kaine'i seçmiş olsa da; bu seçimi yaparken değerlendirdiği isimler arasında Muhtar Kent'in de yer aldığı ve New York doğumlu Mister Kent'e “övgüler yağdırdığı” gün ışığına çıktı.
Muhtar Kent'in babası Necdet Kent, bir zamanlar Türkiye'nin New York Başkonsolosu idi. İkinci Dünya Savaşı esnasında, Fransa'da konsolosluk görevi yaparken “80 Yahudi'yi kurtarmış birisi” olarak biliniyor, Necdet Kent!
Oğlu Muhtar Kent'in “nereden koştuğunu” okuyabilmek için, sadece bu hadiseyi göz önünde bulundurmak bile yeterli olabilir!
2009 yılında Coca Cola'nın Atlanta'daki merkezinde yapılan seçimlerde Yönetim Kurulu Başkanlığı'na getirilen Muhtar Kent, 1999 ile 2005 yılları arasında Efes Pilsen'de çalışmıştı. Koch Ailesi'nin ve Doğan Medyası'ndaki önde gelen isimlerin çok yakın dostudur!
*
Ali Bozer'in ortanca oğlu Ömer Bozer, 1 Ocak 2002'de Koch Holding bünyesindeki Migros'un Genel Müdürü olmuştu…
Ali Bey'in küçük oğlu Ahmet Bozer'e “Coca Cola'nın dört kıtası emanet edildiğinde” ise takvimler 30 Temmuz 2012'yi gösteriyordu!
Ali Bozer, 19 Kasım 1989'da kurulan Yıldırım Akbulut hükümetinin Başbakan Yardımcısı'dır. Kısa bir süre sonra (22 Şubat 1990'da) Dışişleri Bakanı olmuştu…
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 25 Eylül 1990'da Beyaz Saray'da Başkan Birinci George Bush ile yaptığı görüşmeye Dışişleri Bakanı Ali Bozer'i almamıştı. İşte bu durum, Ankara'da krize yol açmıştı!
Mister Bozer'e güvenemeyen Özal, hedef tahtasına oturtulmuştu…
Birinci Körfez Savaşı'nın öncesindeki gergin aylarda; Özal, ABD'ye bütün hücreleriyle bağlı Derin Baronlar ile (Üst Yapı) bir temel konuda daha görüş ayrılığı yaşıyordu…
Özal, Başkan Birinci Bush'la yaptığı o görüşmede; “Kerkük ve Musul'a kadar olan bölgenin Türkiye'nin denetimine verilmesini”istemişti!
Sonrasında mı; başına gelmedik kalmadı!
TÜRKİYE
Stilize edilmiş Haçlı Seferleri ve Musul’un geleceği
Fuat Uğur
İspanya’da Katolik Engizisyon’dan epey yüklü bir kefalet ödeyerek kurtulan Ortodoks Scarmentado, seyahat için bulunduğu bu ülkeden ayrılmaya karar vermişti. Arkadaşları onu İspanyolların din uğruna yaptığı bütün işler hakkında bilgilendirmişlerdi oysa. Ünlü Chiapa piskoposunun anılarından anlaşıldığına göre İspanyollar güneyde, İngilizler kuzeyde kâfirleri dine döndürmek için 10 milyon insanı boğazlayıp yakmış ya da boğmuşlardı...
Fransız düşünürü ve yazarı Voltaire’in (Volter) Micromegas adlı eserinden alıntıladım bu bilgileri. Kitabın “Scarmentado’nun Seyahatlerinin Öyküsü” adlı bölümünden.
Hikâyenin kahramanı olan Scarmentado Girit adasının Kandiye kentinde doğmuş bir adamdır. Hayatın kendisine bir yol çizmesiyle bol bol seyahat eder. Roma ve Fransa’dan sonra gittiği İspanya’da Engizisyondan zor kurtulur ama seyahati bırakmayıp bir de Türkiye’ye (eserin orijinalinde ne bilmiyorum ama Osmanlı yerine Türkiye yazılmış) gelir. Bir bölümü şöyle:
“Avrupa turunu Türkiye ile tamamlamayı kafama koydum ve hemen yola koyulduk. ‘Bu Türkler vaftiz edilmemiş zındıklardır ve sonuç olarak saygıdeğer engizisyonculardan daha zalim olacaklardır’ dedim arkadaşlarıma. Dolayısıyla İslam ülkesinde ağzımızı açmayalım. Böylece Türkiye’ye vardık. Ama Türkiye’de Kandiye’dekinden daha fazla kilise bulunduğunu görmekten fena hâlde şaşkınlığa düştüm. Kimi Yunanca, kimi Latince, daha başkaları Ermenice olarak Bakire Meryem’e özgürce dua eden ve Muhammed’e lanet okuyan sayısız keşişler vardı. ‘Bu Türkler ne iyi insanlar’ diye haykırdım. Fakat Rum Hıristiyanlarla Latin Hıristiyanlar İstanbul’da can düşmanıydılar; bu köleler birbirlerini ısıran ve ayrılmaları için sahipleri tarafından dövülen köpekler gibi birbirlerine kıyıyorlardı...”
İspanyolların ve İngilizlerin “kâfirleri dine döndürmek için milyonlarca insanı kesmeleri” ile Osmanlı’nın egemenlik kurduğu coğrafyalarda dinlere karşı tutumu arasındaki fark Fransız düşünürü ve yazarı Voltaire tarafından böyle teslim ediliyor.
Voltaire, bu eseri yazdığında Haçlı Seferleri’nin üzerinden yüzyıllar geçmiştir ve 1700’lü yılların başlarıdır. Batı ve Hıristiyanlığın barbarlıklarını Rönesans ile başlayan teknolojik, endüstriyel ve sanatsal devrimlerle taçlandırarak sürdürdüğü yıllar.
Sömürgecilikle dünyanın dörtte üçüne hâkim olan Batı ve Hıristiyanlık, yükselen Sosyalizm karşısında 20. Yüzyılın başlarından itibaren ciddi bir sarsıntı geçirdiyse de Sovyetler Birliği, Çin gibi ülkelerde pratiğe geçen sosyalizmin demokrasi ayağının sakat kalması sayesinde geçen yüzyılı yine kazançlı kapattı. Üstelik “Amerika’daki yerli kâfirler” gibi yok etmeye çalışarak 5 milyonunu temerküz kamplarında sabun yaptığı Yahudilere bir devlet kurdurup onları gelecekteki düşmanlarının (Müslümanların) tam ortasına müstahkem mevki olarak yerleştirdi. Artık Benî İsrail onların bekçisi, onlar da hamisiydi. Çünkü bu coğrafya, yani Mezopotamya, ihtiyaçları olan petrollerin yüzde 70’ini ihtiva ediyordu topraklarının altında.
Daha 20 yıl önce olmayan kimyasal silahları gerekçe göstererek Irak’ı darmaduman edip 1,5 milyon insanı öldüren de onlardı. Bu katliam hiç yokmuş gibi davranan da yine onlar.
Bu yüzden son beş yıldır psikolojik Haçlı Seferi başlattılar Müslümanlara karşı. Kurdukları inorganik örgüt DAEŞ’in vahşeti ile Müslümanları ruhen yıpratmak, tüm dünyada, bu arada kendi ülkelerinde Müslümanlara sıcak yaklaşan insanların zihninde “Müslümanlar barbardır” algısını oluşturmak için her türlü senaryoyu yazdılar. Hatta stüdyolarda kelle kesme görüntülerine kadar vardırdılar işi.
Şimdi “Sünni DAEŞ”in hükmü biterken yerini “Şii Haşdi Şâbi” adlı örgüt alıyor.
Bu oyunu gören Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan boşuna “Ben ne Sünni, ne de Şiiyim. Ben Müslümanım” demiyor.
Batı Orta Doğu petrollerinden tabii ki vazgeçmeyecek. Bunun için oyun üstüne oyun kurup 50 koldan saldırıyor. Cumhurbaşkanı Fuad Masum’dan Başbakan İbadi’ye kadar kabinesi ve parlamentosunun yarısı İngiliz vatandaşı olan Irak’taki Kraliçe’nin adamları bir yanda; DAEŞ, PKK-PYD, Haşdi Şâbi öte yanda saldırıyor. ABD tavşana kaç tazıya tut siyasetiyle ekonomik darboğazdaki Barzani’yi köşeye sıkıştırmanın peşinde...
Dikkat! Çok zor bir sürecin içindeyiz ve kıvılcımı Türkiye’ye sıçratmamak için reaktif (iş işten geçtikten sonra önlem almak) değil, tam da Cumharbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi proaktif (Hedef için elini taşın altına sokma ve önceden hazırlıklı olup abc planları yapmış olma hâli) olunması gerekiyor.
Müzakere üst sınırdan başlayacak çünkü.
GÜNEŞ
Kayahan Uygur
Ortadoğu uzmanı Fransız François Burgat geçtiğimiz hafta “Le Monde” gazetesinde yayınlanan bir röportajda Suriye’deki durum ve Esad’ın taktikleri konusunda çok ilginç tespitler yaptı.
Asalak devrimler
Burgat, Suriye olaylarının aslında diktatörlüğe karşı bir halk ayaklanması olduğunu ve öyle kalacağını söylüyor. Ona göre, 5 yıl içinde kriz iyice karmaşık bir hale gelmiş ve uluslararası bir boyut kazanmıştır. PYD’nin ve DEAŞ’çıların bambaşka amaçlarla işin içine dâhil olmaları bunun bir parçasıdır.
PYD devlet kurma hayaliyle meşguldür, Suriye’nin bir parçasını istemektedir. DEAŞ da Suriye’nin bir bölümünü ve ayrıca Irak’tan büyük bir toprak talep etmektedir. Bu iki akım Suriye’nin bölünmesini isterken gerçek muhalefet ülkenin birliğini savunmakta fakat rejim değişikliği arzu etmektedir. Bu durumun başından beri çok iyi farkında olan Esad iki “parazit devrimi” kullanarak asıl büyük halk devrimini çıkmaza sokmayı başarmıştır. “Kürt” gruplarla kâh barışıp kâh savaşarak onları diğer muhalif gruplardan koparmıştır. DEAŞ ve benzeri grupları ise korkuluk olarak kullanmıştır. DEAŞ’ı gösterip kendisine karşı olan tüm muhalefetin Arap ve dünya kamuoyunda kötü gözle görülmesini sağlamıştır.
İhanet
Suriye devrimini bir yana bırakıp kenarda köşede kendi devrimlerini yapmaya çalışanlar halka ihanet etmiş ve bugünkü insanlık dışı durumun başlıca sorumlusu olmuşlardır. Burgat’ın bu tespiti son derece haklıdır. Kürtler adına hareket ettiklerini söyleyen PYD teröristleri aslında yüzbinlerce kişinin ölümünden sorumlu tutulmalıdırlar. Yaratılan ortam en çok rejimin işine yaramış ve gerçekten özgürlük isteyen direnişçiler ağır darbeler almışlardır.
Burgat, diktatörlüğe karşı ayaklanmayı ezmek isteyenlerin son derece akıllı ve tutarlı davrandıklarını, diğer kesimlerin ise son derece dağınık ve çelişkili tavırlar gösterdiklerini kaydediyor. İran, bölgedeki etkinliğini arttırmak için uğraşırken, Rusya başlangıçta sadece tepkisel olarak bölgeye gelmiştir. Batıya Ukrayna saldırısının bedelini ödetmek ve Libya’da görüldüğü gibi bir yıkıma izin vermemek Rusların başlıca hedefleri olmuştur.
Kırmızı görmüş boğa
Batı Avrupa kamuoyunun olaya bakışı egoist ve tek yanlıdır. Kendi ülkelerinde meydana gelebilecek terör eylemlerini engellemek (ve tabii göç konusu) onların tek uğraşısı olmuştur. Sonuçta Batılılar “Haydi herkes DEAŞ’a karşı mücadele etsin ve sadece DEAŞ’a karşı mücadele etsin” demek noktasına gelmişlerdir. Burgat’a göre bu tavır istenilen etkinin tam tersini verecektir. Üzerinde hiç de iyi düşünülmemiştir. Fransız Uzman Batının pozisyonu ile ilgili çok güzel bir benzetme yapıyor. “Batı kırmızı pelerine saldıran bir boğa gibi DEAŞ’ın peşinden koşuyor.” Sonuçta tüm Batı dünyası bu taktik yüzünden Esad’ın iktidarını korumuş, bu şekilde krizin uzamasını ve katliamların birbiri ardından gelmesini sağlamışlardır. Kısa vadede kendi çıkarlarını korumuş ama sonunda kulislerde gizlice yardım ettikleri Rusya’yı güçlendirmekten başka bir şey yapmamışlardır.
Burgat’ın bu görüşüne geniş ölçüde hak veriyorum ve Batı’nın bunca onursuzluktan sonra Halep’in bombalanması üzerine sulu gözlü ve basmakalıp kampanyalar düzenlemesine tahammül edemiyorum. Hele Türkiye’deki o Batı işbirlikçisi liberaller yok mu, yıllardır rejime karşı mücadele veren Halep halkını mezhepçilikle suçladıktan sonra şimdi sözde bombardımanları eleştiriyorlar. Tam sahibinin sesi gibiler.
Mezhepçilik yalanı
Burgat’a göre de mezhepçilik suçlaması Esad’ın en çok istismar ettiği konudur. Burgat haklı olarak sormaktadır. “Neden toplumun sadece yüzde 10’unu oluşturan Aleviler askeri okullarda çok büyük bir çoğunluğa sahiptirler? Mezhepçilik ile suçlanan Müslüman Kardeşler 1980’den beri verdikleri mücadelede Alevileri asla hedef almamışlardır. Mezhepçilikle suçlanması gereken birileri varsa o da rejimin ta kendisidir.”
Muhalifleri bölmek için mezhepçilik bahanesini ortaya atan ve ayaklanmanın görünümünü “Sünnileştiren” rejimin ta kendisidir. Örneğin Esad’a karşı gösteri yapan Dürziler gaz bombalarıyla dağıtılırken Sünni mahallelerdeki barışçı gösterilere derhal ateş açılmıştır. DEAŞ'a ise hiç dokunulmamıştır bile. Başkalarını mezhepçilikle suçlayan Esad’ın İran ordusundan, İran yanlısı Lübnan Hizbullah’ından, Afgan ve Iraklı Şii milislerden destek alması manidardır. Sanki bunların hepsi de “laikliğin” savunucularıdır! Ve de Burgat’ın dediği gibi Batılılar da nedense hep çoğunluğa karşı azınlık grupların yanında yer alırlar.
Burgat’a göre DEAŞ rejimin bir ürünüdür. Esad çok şiddetli bir baskıyla muhalefeti radikalleştirirken DEAŞ unsurlarının hiç rahatsız edilmeden gelişmesini sağlamıştır. Esad’ın yok etmek istediği sadece halk muhalefetidir. Korkuluklara ise uzun ömür dilemiştir. Bunun bir örneği Suriye’nin 27 Mart 2015’te Palmira şehrinde maksatlı olarak çekilmesidir. Esad oraya DEAŞ’ın geleceğini ve teröristlerin bu şehirdeki heykelleri kıracaklarını çok iyi biliyordu. Burada Batı’ya göstermek için bir senaryo hazırlamıştı. Şam’da El Nusra’ya ya da DEAŞ’a atfedilen birçok eylem aslında rejimin işiydi.
Batının ürünü
Irak’ta önce Amerikan ordusunun, daha sonra El Maliki’nin mezhepçi rejiminin büyütüp beslediği DEAŞ Suriye’de de böyle gelişmiştir. Sonuç olarak Batı Müslümanların önüne şöyle bir ikilem koymaktadır: “Laik olacaksanız ya tam laik olun, ya da DEAŞ gibi olun”.
TAKVİM
Bay Lock masalı
Ergün Diler
Beni takip edenler bilir! BY-LOCK gerçeğini kimsenin bilmediği bir şekilde geçtiğimiz haftalarda yazdım. Dün de HÜRRİYET GAZETESİ bu işe girdi. Gidip New York'a BAY-LOCK'u buldu! Enseden verilen bir poz ve fonda BROOKLYN KÖPRÜSÜ... Hürriyet muhabirinin karşısında 1973 doğumlu bir TÜRK ama sonradan ABD VATANDAŞI oluyor ve ismini DAVID KEYNES diye değiştiriyor.
Keynes anlatıyor da anlatıyor...
Garip olan, muhabir hiç soru sormuyor. Adam sadece konuşuyor... Anlattıkları hikayede ilginç notlar var! Biz başlamadan önce bunları sıralayalım...
Ankara'da çocukluğu geçiyor. Liseyi burada bitiriyor. FEM'e yani FETÖ'nün dershanelerine gidiyor. Ankara Siyasal'ı kazanıyor. Bitirdikten sonra da ver elini Amerika... Yüksek lisans için... Gittiğinde orada bir ev ve arkadaş buluyor. Bulduğu arkadaşın LAKABI TİLKİ! İlginç! Bu tanıdığımız FARUK BAYINDIR olmasın sakın! Bilmiyoruz tabii... Oturdukları evin üzeri cemaat yani FETÖ evi...
Bunu biliyorlar. Hem kendisinin hem de ev arkadaşının bu yapı ile ilgisi var...
Saklamıyor zaten...
David Keynes yani bizim anne tarafından GİRESUNLU dostumuzun TİLKİ lakaplı arkadaşı BYLOCK'u yazmış. Bu da kredi kartından APP STORE'lara ve GOOGLE PLAY'lere koyuyor. Yani TİLKİ'nin hazırladığı APP'in sahibi oluyor. Ortada bir kredi kartı ödemesi var. Daha sonra neden ihtiyaç duydularsa bunu güncellemek istiyorlar ve kaldırıyorlar. Tabii bu arada bunu indirmesi gerekenler indiriyor.
Tahminen 600 bin kişi kullanıma alıyor.
Sonra kalksa da sorun değil zaten. Amaç hasıl oluyor ve indirmesi gerekenler indiriyor. Neden büyük bir servis ağı değil de BYLOCK? Çünkü veriler yapanda kalsın ve kontrol edilsin diye...
HÜRRİYET'e konuşan David Keynes, TİLKİ'nin ortağıyla birlikte yurtdışına çıktığını söylüyor. Ancak TİLKİ'nin bu yazılımı yapması için gerekli bir bilgisi var mı? Bilmiyoruz! Bence sıfır ihtimal bile değil... 'Devlet sorduğu zaman ismini açıklarım' diyor! Doğrudur! O da kendisi gibi Amerika'da ve yatırımı var. Açıklasa ne olacak. Gülen'in Pensilvanya'da oturduğunu söylemek gibi bir şey!
'TİLKİ bunu neden geliştirdi' sorusuna "Belki Silikon Vadisi'nde satacaktı!" diye cevap veriyor.
Yapılan son tahlilde bir APP... Bundan milyonlarca var. Kimsenin dönüp bakma ihtimali yok. Dedim ya! TİLKİ'nin bu işi yaptığını gösteren en küçük bir işaret yok... (Ya da tutuklanan TÜBİTAKÇI bu TİLKİ...
"Ben yazdım" diyen isim...) Peki David Keynes öz'de ne diyor?
"Bu APP darbeden önce kaldırıldı!
Kullanılmış olamaz. Dolayısıyla 15 Temmuz'u FETÖ'nün yapmış olması mümkün değil! Gülen kötüdür ama cemaat (!) darbeci değildir! MİT doğruyu söylememektedir!" Brooklyn Köprüsü altında konuşan David yani bizim GİRESUNLU bunları söylüyor! Hiç isim yok! Hiç ilişki yok!
Lakap ve sonrasını bilen yok! Kaçanlar, gidenler, gelenler kim, bilen yok!
Açalım biraz o zaman!
WEB tasarımı ile uğraşan kişinin "Seni siyasete sokacağız! Sende ışık var!" denilerek kandırılan Faruk Bayındır olma ihtimali var mı? Çünkü Bayındır siyasete gireceğini söyleyerek bu işe kalkıştı. IP adresleri alması gerekti. Aldı da. Kredi kartından hem de. Ancak verilen sözler tutulmayınca yaşanan hayal kırıklığı yerini WEB sayfasına bıraktı. Ancak gariptir Bayındır'ın aldığı IP adresleri MHP KASETLERİNİN yayınlanmasında kullanıldı. Bayındır sonraları "Kredi kartım kayıp!" dedi. Dedi ama kartla ilgili başka hiçbir harcama da bulunamadı...
TİLKİ'nin ortağı denilen isim de büyük ihtimalle firari avukat Halil İbrahim Koca...
Zaten FETÖ ile ilişkisi ortada!
Unutmadan paylaşayım!
Röportaj doğrudan DEVLETTEKİ ADAMLARINA YÖNELİK! "SİZİ YAKARIZ" diyorlar! "Soruşturma açılsın bakın görün siz" diye tehdit ediyorlar...
Zaten konuşulanlara bakacak olursanız bir EV ARKADAŞI ve ilişkileri var.
Bunlar da net değil... Ama DARBE KALKIŞMASI ve 250 şehit çok net! Bu ekip 17-25 Aralık'ın da arkasında!
Daha o dosyaları açmadık. Neler var neler... Yakındaki düşmanlardan, kendilerini gizleyenlerden, ona buna çalışanlardan, ülkesini ikinci plana atanlardan, liderini arkadan vuranlardan söz ediyorum... İşler hiç bildiğiniz gibi değil. Ankara-İstanbul arasında bir ÇETE var! İçinde İŞADAMI da SİYASETÇİ de bürokrat da var! Yok yok yani! Çoğu hala ortada! Şimdi isimlere girmek istemiyorum. Ama muhabir arkadaşımızın hiç suçu olmasa da HÜRRİYET kullanılmış! Bal gibi hem de! 15 TEMMUZ'da AYDIN BEY ve YAYINLARI DARBENİN karşısındaydı!
Değil mi! Ne oldu da şimdi "15 TEMMUZ'UN ARKASINDA GÜLEN YOK" NOKTASINA GELDİNİZ! Bu geçen zamanda kim kiminle oturup ne konuştu? Fotoğrafını basamadığınız biri üzerinden DARBE KALKIŞMASININ ARKASINDA Pensilvanya'nın olmadığını anlattınız. BRAVO! Burası Türkiye...
Bunlar hep olur! Aslında yapılan, benim yazdıklarıma HÜRRİYET üzerinden cevap verilmesiydi. BYLOCK'un kim olduğunu yazdım! Mesela hiç görmediğim ve tanımadığım YALÇIN AYASLI isminden söz ediyorum. TARKİM, FARUK BAYINDIR VE HALİL İBRAHİM KOCA ortaklığından söz ediyorum. BİLGİ ÜNİVERSİTESİ'ne getirilen FATİH AKOL'dan söz ediyorum. Sadece soruyorum ha!
ABD'de bu kadar saygın işlere imza atan SAYIN AYASLI burada nasıl oluyor da Bayındır ile Koca'yı buluyor! Kim bunları yan yana getiren güç! Uçağında YABANCI YAZILIMCILAR var mıydı diye soruyorum. TÜBİTAK ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin YALÇIN AYASLI ile ilgisi var mı diye soruyorum.
BORAJET'i soruyorum... Bu isimlerle ortaklığa kim karar verdi diye altını çizerek soruyorum...
Devamı da var!
Bilgi Üniversitesi'nin AMERİKALI patronları ile Fatih Akol'un yani Yalçın Ayaslı'nın bir ilişkisi var mı? Akol'u BORAJET ile birlikte oraya BİRİNCİ ADAM olarak getiren kim? Hatta siz bu yazıyı okurken FATİH AKOL, ABD'ye gitmiş olabilir bile... Oradan davet almış olabilir! Belki Yalçın Bey bekliyor ya da çağırıyor! BAKACAĞIZ!
Bu arada Yalçın Bey'in, kariyeri başarılarla dolu eşi Bodrum'dan MİKONOS'a oradan da ver elini ABD'ye yaptı mı?
Hatta iki ülke arasındaki ilişkiyi güçlendirmek için kurulan VAKIFLARIN tabelaları söküldü mü? Yalçın Bey bunlara önem verirdi! Ne oldu acaba?
Bakın bu konularla ilgili çok az şey biliyor TÜRKİYE...
TARKİM'in Adana'daki ofisleri sabah saatlerinde basılırken İstanbul'dakilere saat 15:30 gibi girildi. Siz olsanız bırakın benim yazdıklarımı aradaki 5-6 saatte ortalığı temizlemez misiniz?
15 Temmuz Kalkışması ortada! FETÖ ortada! BYLOCK ortada!
Ama birileri çıkıp ENSESİNİ göstererek "ONLAR YAPMADI!" diyor!
HÜRRİYET de bunu manşet yapıyor!
Gazeteci elbette yapar! Ama soru da sorarak! Yukarıda sözünü ettiğim ÇETE işine gücüne hala devam ediyor!
Beni tehdit etmeleri önemli değil ama DEVLETİ hala soyuyorlar! Yıllarca istemedikleri adamları tasfiye ettiler.
Karalamayla kumpasla! Ben FETÖ'nün yakınında olanlarla da görüşüyorum.
Parasını ve zamanını verenlerle de...
Herkes pişman! EN azından beni bulunlar! AMA BUNLAR DEĞİL!
Türkiye yabancıların adına burada ÇETELEŞEREK iş tutanlardan kurtulmalı... Olmayan güçleri budanmalı.
Sesi çok çıkanların sesi kısılmalı...
Anlaşılması gereken şu! 17-25 nasıl adım adım geldiyse 15 Temmuz'da böyle... Benim TARKİM'e ya da bir başkasına husumetim yok! Olamaz da...
Ama ilişkiler ortada! Nereye el atsak aynı isimler çıkıyor! Buna neden ses çıkarılmadı, anlamakta zorlanıyorum...
HAVAYOLU ŞİRKETLERİ, ÖZEL JETLER, ÖZEL UÇUŞ NOKTALARI, İNCİRLİK, TARKİM, SAHİPLERİ, BYLOCK, BİLGİ ÜNİVERSİTESİ, ÜLKEYE HANGARDAN İZİNSİZ GİRİŞ-ÇIKIŞLAR, ÇUVALLARLA KAÇIRILAN PARALAR, KAYIT DIŞI UÇUŞLAR, daha neler neler...
Adamlar dükkan içinde dükkan açmışlar. Biz "TEK DEVLET" derken onlar PARALEL'i kurmuşlar!
Ve içlerinde PARALEL olarak bilmediğiniz ne isimler...
Ben zamanla açıklamak istesem de MANŞETLER sanki bizi öne çekiyor gibi...
Bakalım göreceğiz...
Ama bu mahallede olmayan yok gibi...
BİR DE EDİNİLEN SERVETLER VAR! DEVLETİN GÜCÜYLE... Birkaç yılda uçaklar dolusu para kazananlar var!
NASIL OLDU BUNLAR! OYUNU KURAN KİMDİ?
Galiba hızla buraya sürükleniyoruz.
Sanki yakında YARDIMCI ERKEK OYUNCULARI bırakıp onları yazacağız... Çok uzak değil galiba...
Bekleyelim...
Ellerini bir görelim....