2- mucİzenİn gerçekleşmesİ mümkün müdür?
Bu sorunun cevabı bir önceki bölümde az da olsa aydınlığa kavuştu. Yani mucizenin mümkün olup olmayışı mucizenin tarifine ve nasıl yorumlandığına bağlıdır.
Eğer mucizeyi, sebepsiz ortaya çıkan, bir olay olarak kabul edersek, bunun imkansız olduğu açıktır. Mucizenin sebep-sonuç kanununun istisnası olarak, yani bir şeyin gerçek sebebinin yerine başka bir sebebin konulması diye tanımlarsak, yine mucizenin gerçekleşmesi mümkün olmaz.
Ama eğer mucizeyi bir şeyin tabiatta alışıla gelen normal akışından dışarı çıkması diye tanımlarsak, bu durumda mucizenin gerçekleşmesi mümkün olur.
Bunu biraz daha açıklamak zorundayız.
Avrupalı meşhur filozof Hegel’in felsefesinde kendisine özgü bir sözü var.
Hegel diyor ki: Aklın zaruriyatından olup aksinin gerçekleşmesi mümkün olmayan bir takım konular var. Mesela, matematikte kullanılan formüller gibi Hegel bunları "tahlili formüller" diye adlandırmıştır.
Matematikte diyorsunuz ki, bir üçgenin açılarının tümü 180 derecedir veya iki dik açıyla eşittir. İşte bu hüküm aklın zaruri hükümlerindendir. Yani eğer akıl, üçgenin ne olduğunu anlarsa hemen bir üçgenin açılarının 180 derece olduğuna hükmedecektir.
Felsefe ve mantıkta zaruri formüllerden sayılan formüller de böyledirler. Mesela; bir şeyin bir anda hem var olup hem de yok olmasının mümkün olmayışı bunun en bariz örneğidir.
Ancak, bazı meseleler de vardır ki deneyseldir. Yani aklen zaruri olduğunu idrak etmediğimiz, sadece onları öyle görüp kavradığımız için öyle olduğunu kabul ettiğimiz meseleler de vardır.
Hegel bu gibi meselelere şöyle bir örnek vermiştir: Şimdiye kadar alemde deneyle kavradığımız kadarıyla suyun yüz derece ısıyla buhar olduğunu gördük ve buna da nedensellik adını verdik. Suyun buharlaşmasının sebebi ısı ve hararettir diyoruz. Veya suyun sıfırın altında bir soğuklukta donduğunu görüp, suyun donmasının sebebi soğukluktur diyoruz.
Hegel diyor ki: Bunların hiçbiri akli açıdan zaruri değildir; biz bunları böyle gördüğümüz için böyle kabul ediyoruz. Halbuki, eğer doğduğumuz günden beri bunun tersini, yani hararetin donmaya ve soğukluğun da suyun buharlaşmasına sebep olduğunu görmüş olsaydık akli açıdan bunda hiçbir çelişki görmezdik.
Başka bir ifadeyle, soğukluk neticesinde suyun donmasını ve hararet neticesinde suyun buharlaşmasını akli zaruret gerektirmemektedir. Alemde şimdiye kadar böyle süregeldiği için biz de böyle kabul etmişiz yoksa bu kaçınılmaz bir zorunluluk değildir.
Bu söz buraya kadar doğru bir sözdür. Bunun farkında olan Ebu Ali Sina gibileri şöyle demişlerdir ki: Tabii ilimler daima tecrübeye dayalıdır ve tecrübe ise zaruret doğurmadığı için, doğal bilimler hususunda ne yapmak gerekir? Bu noktayı göz önünde bulundurarak şu soruyu yöneltiyoruz: Doğal bilim ve kanunlar nasıl bir değere sahiptir? Tecrübe sonucu elde edilen kanunları felsefi sebep-sonuç kuralı kapsamına alabilir miyiz?
Bu hususta şöyle diyorlar: Hararetin suyun buharlaşmasına ve soğukluğun da suyun donmasına sebep olması gibi bir bağ ve ilişkinin görüldüğü bu tür yerlerde sebep-sonuç ilişkisi var demektir ve sebep-sonuç ilişkisi olmadan bunlar gerçekleşmez. Fakat tecrübe ve deneylerimiz sonucu kendi duyu organlarımızla keşfettiğimiz sebebin gerçek sebep olması şüphelidir. İşte bu yüzden de tecrübeye dayanan ilimler gün geçtikçe değişir, bir kural feshedilir ve onun yerini başka bir kural alır.
Örneğin; bir zamanlar yukarıdan atılan bir taşın yere düştüğünü görüp taşta çekim gücü var ve yere düşmesinin sebebi budur diyorlardı.
İşte bu herkesin defalarca tecrübe sonucu gözlemlediği için ittifakla kabul edilmiş bir hükümdü. Ama Newton geldikten sonra bu hüküm de değişti ve çekim gücü taşa ait değil; bilakis taşın yere düşmesinin sebebi yer çekimidir, dedi.
Bundan sonra da nisbiyet görüşü gündeme geldi ve bu görüş de değişti.
Buna göre şu kadarı kesindir ki, olaylar sebepsiz değildir, ama; ilmin o sebepleri keşfedip etmeyeceği de belli değildir. Ve bizim de bir ilişki keşfeder etmez adına sebep-sonuç dememiz doğru olmaz. Çünkü bunlar hakiki sebepler değillerdir; ne hararet buharlaşmanın gerçek sebebidir, ne soğukluk suyun donma sebebidir ve ne de yer çekimi taşın yere düşmesinin sebebidir. İşte bu yüzden de bu bağlar değişmeye maruzdur.
İşte burada tabiatın kuralları ile sebep-sonuç kuralı arasındaki fark iyice anlaşılmaktadır. Mesela; doğal kurallar gereğince bir insanın dünyaya gelebilmesi için sadece bir yol vardır; o da nütfelerinin birbiriyle karışmasıdır.
Ama gerçek ve hakiki sebep-sonuç kuralı burada hüküm sürmekte midir? Yani, bundan başkası imkansız mıdır? Kadının rahmindeki hücrelerden biri hem kadın hücresinin ve hem de erkek hücresinin görevini yapamaz mı?
Akıl bunu reddetmiyor, akıl diyor ki: Biz şimdiye kadar böyle gördük, ama bu, sırrını bilmediğimiz başka bir şekilde de gerçekleşebilir. Örneğin, kadının hücresi erkek hücresinin özelliğine sahip olarak çocuk olmasına neden olabilir ve böyle olduğu taktirde de sebep-sonuç kuralı değil sadece tabiata hüküm süren değişmez olduğu sanılan kurallar ihlal edilmiş olur. İşte buna mucize denir.
Yani mucize, tabiatta hüküm süren değişmez kanunların üstünde bir şeydir. Ve buna göre, mucize mümkün olur.
Şimdi Hegel’in sözüne dönüyoruz. Eğer biri peygamberlik iddiası eder ve mucize olarak da "Açıları 190 derece olan bir üçgen getirebilirim" derse hemen onu tekzip etmek, yalanlamak gerekir. Çünkü böyle bir şey akli açıdan imkansızdır ve -önceden de dediğimiz gibi- mucize imkansız olan bir şeyi mümkün kılamaz. Böyle bir şeyi iddia etmek, iddia sahibinin sözünün yalan oluşuna delildir.
Veya peygamberlik iddiası eden biri, "Sebepsiz bir iş yapabilirim" iddiasında bulunursa bu onun yalancı olduğunu gösterir; çünkü, bu aklî zarurete ters düşer.
Ama eğer biri, "Ben tabiata hüküm süren kanunların üstünde bir iş yapabilirim" yani şimdiye kadar gördüğümüz alışıla gelen tabii ilişkilere aykırı olan şeyler yapabilirim, derse biz bu iddiayı kabul ederiz.
Başka bir deyişle, akli kanunlar şartlı değil, mutlaktır, yani, akli kanunlarda "artık" "eğer" diye bir şey yoktur. Ama doğal kanunlar şartlıdır. Örneğin, "Üçgenin açılarının tümü, iki dik açıyla eşittir" dediğimizde "Eğer bir engel çıkmazsa" sözüne yer yoktur. Ancak doğal kanunlarda örneğin, yerçekimi kanunu, eğer bir engel olmazsa küçük bir cismin büyük cisme taraf çekilmesini gerektirir diyebiliriz. Yani eğer elinizi uzatarak taşın yere düşmesine engel olursanız yerçekimi kanunu işlevini yapamaz.
Kısacası, insan, gerçek sebepleri keşfedemez, çünkü; bu sebepler insan için gizlidirr. İnsan sadece bir takım muşahedesi mümkün olan ilişkileri keşfedebilir, ama; bütün sebeplerden haberdar olan ancak Allah'tır.
Kur’an’ı Kerim, Talak suresinde buyuruyor ki: “Allah'a tevekkül eden herkese Allah yeterlidir.” Yani, zahiri sebeplerden hiçbirine artık gerek kalmaz. Ayetin devamında da buyuruyor ki: “Allah ferman ve iradesini gerçekleştirecektir.” Ancak, alemde sebep-sonuç kuralının mevcut olmadığını ve Allah'ın kendi işlerini sebep-sonuç ilişkisi dışında yaptığı sanılmasın diye ayetin devamında buyurmuştur ki: “Allah her şey için bir bağlantı karar kılmıştır ama onu sadece Allah bilir.”
Allah, irade ettiği bir şeyi yapmakta sadece, insanın tanıdığı sebeplerle yetinmez. Çünkü; insanın tanıdığı ve bulduğu sebeplerin hepsi var olan gerçeğin bir yanından ibarettir, gerçek sebepler değildir; gerçek sebepleri sadece Allah bilir.
Allah isterse, dilediği şahıslara sebep-sonuç ilişkisinin sırlarını öğretir. Ve Allah tarafından bu sırlara vakıf olan kimseler sebep-sonuç nizamına ters düşmeden alemde dilediği tasarrufu yapabilirler. Hadislerdeki, "Kul, Allah'a o kadar yaklaşır ki Allah onun gözü olur, onunla görür, onun kulağı olur ve onunla duyar, onun eli olur ve onunla çalışır" sözünün anlamı da budur işte.
Dostları ilə paylaş: |