9. Zû'l-'arş
“Arş Sahibi” demektir. 'Arş, melikin tahtıdır. 736 İbn Kesîr, “Bütün mahlûkâtın üstündeki yüce ve muazzam Arş'ın Sahibi” olarak açıklıyor. 737 Buradaki izzâfeti, bir yerleşme nisbeti olarak düşünmemek için, kesin sebepler vardır. Bundan dolayı mülk ve hükümranlığına, kudretine, ilmine vb. işarettir diye te'vîl olunmuştur!738 Kur'ân'da, Arş'ın Allah'a nisbet olunduğunu müteaddit yerlerde görüyorsak da, Arş'ın mahiyeti hakkında bir sarahat yoktur. Me'sûr tefsir kitaplarında rastlanan bazı rivayetlerden Arş'ın, Kursî'den daha büyük olduğu anlaşılıyor. “Onun Kursîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır” 739 buyurulur.
Kursîyi “Arş” ile aynı sayan tefsirler varsa da, genel olarak kursî, üzerine oturulan küçük bir iskemle veya üzerine iki ayağın konulduğu nesne anlamına gelir. 740 Kur'ân'ın bir âyetinde de kürsî, “üzerine oturulacak bir mak'ad” anlamında, insanlar hakkında kullanılmıştır 741. Allah'ın Arş'ının önündeki Kursî'sinin bile, “bütün gökleri ve yeri kuşatan” sıfatıyla nitelenmesi, Onun mahlûklara benzetilmesine manidir. Zira, böyle bir Kursî'nin mahiyetinin tasavvur olunması mümkün değildir. EI-ÂIûsî, Kursî hakkında yapılan bazı tevîlleri naklettikten sonra diyor ki:
“Sen bilirsin ki, bu (teşbîh tehlikesi) ve emsali, Kursî'yi tamamen nefyetmek için kuvvetli bir sebep tekil etmez. Doğrusu, sahih haberlerin ifade ettiği gibi, o sabittir. Tecsîm tevehhümü nazar-ı itibara alınmaz. Yoksa, sıfatları', yoğunu nefyetmek gerekir ki, bu. da Şâri'e ittibadan ve Ona teslimiyetten uzak bir durumdur” 742 Şu halde 'Arş ve Kursî, mahiyetlerini niteleyemesek bile, Allah'ın şanına yaraşır bir tarzda, hakikatleri olan varlıklardır.
Allah'ın Kendisini “Arş'ın Sahibi” olarak tavsif etmesi, eldeki sıralamaya göre, ilk önce 7. sûrede varid olmuştur 743. Bundan sonra 744 âyetlerinde görünür. Bunların hepsi de mekkîdir. Allah'a Arş izafesi, ayrıca şu vasıflarla olmuştur:
“Rabbu'l-'Arş (Arş'ın Rabbi)” 745
“Rabbu'l-'Arşi'i-'Azîm (Yüce Arş'ın Rabbi)” 746
“Rabbu'l-'Arşi'l-Kerîm (Şerefli Arş'ın Rabbi)” 747
Bütün bunlar arasında, yalnız 9, 129 âyeti, Medine devrinin sonlarına aittir. Bu vasıflar Allah'ın, Arş'ı yarattığını da açıkça göstermektedir.
Tanrı'ya Arş izafe etmek, dinler tarihinde rastlanan bir vakıadır. Meselâ, Zerdüşt'e göre Ahura-Mazda nurdan arşının üzerindedir. 748 Altay kavimlerine göre O, altun taht sahibidir.749 Yakutlara göre, yedinci gökte beyaz mermerden bir taht üzerede sakindir ve her şeyi idare eder. 750
Sümerlerde yüce gök Tanrı'sı Anu da bir arş üzerindedir. 751 Eski Ahid'e göre de Yahova, Arş üzerindedir. 752
10. El-a'lâ, el-'Alî, el-Mute'âl
Yakın mânâlara gelen, aynı kökten bu isimlerden önce el-A'lâ,753. sonra el-'Alî 754, daha sonra el-Mute'âl 755 gelir. Bunlar sırasıyla 8, 57 ve 72. sûreler olmalıdırlar.
Bu kökün aslı, “alâ ya'lû” fiili, masdan da “'uluvv”dür. Yüksekliği ifade eder. 'Alî, mübalağa ve sübût ifade eden fa'îl vezninden sıfat olup “yüce” anlamını verir. A'lâ, ism-i tafdil olup “çok yüce, en yüce” demek olur. Mute'âl ise mübalağa ifade eder ve hemen hemen aynı mânâya gelir. Allah'ın vasfı olarak el-'Alî, “mahlûkları üzerinde, kudretiyle yücelik sahibi olandır” 756
Aly maddesi, Kur'ân'da az çok kullanılmıştır. Sülâsî mücerred olarak gelen bütün fiiller, Allâh'dan başka şeyler hakkında olup, “yükseklik taslamak,, büyüklenmek” anlamında gelmiştir. Allah'ın yüceliği ise, fiil olarak, münhasıran tefa'ûl şekli olan ta'âlâ ile bildirilmiştir. Bu bab, mahlûklar hakkında çoğu zaman tekellüf anlamı gösterir. Allah hakkında ise, o vasfın çok ileri derecesinde olmayı ifade eder.757 Bu fiil, ekseriya Allah'ın, insanların Kendisi hakkında “söylediklerinden, koştukları ortaklardan” Yüce ve Münezzeh olduğunu belirtmek için kullanılmıştır 758. Bu fiil 14 yerde gelmiştir ve hepsi de mekkîdir. Şu iki âyette 759, en yüce sıfatların (el-meselu'l-a'lâ), Allah'a mahsus olduğu tasrih olunur ki, bunlar çok önemli teolojik değer taşırlar. İbn 'Abbâs bu tabiri, “Onun benzeri yoktur” 760 âyetiyle açıklamıştır. 761 Dolayısıyla, mezkûr ifade Allah'ın, beşerî tasavvurun tahayyül edeceği her şeyin ötesinde ve üstünde olduğunu bildirir. Bu kökten isim olan 'uluvv, geçtiği dört yerden yalnız birinde Allâh hakkında varid olmuştur:
“O, onların söylediklerinden tam manâsıyla yücedir” 'uluvv-en kebîrâ” 762.
İnsanlar için ise, hep mezmûm ve haksız bir üstünlüğü gösterir 763.
'Alî vasfı, 11 ayette geçer. Bunlardan 8'inde Allah'ı tavsif eder. Birinde Kur'ân'ı 764 2'sinde de bazı peygamberlerin derecelerini vasfeder 765. Allah hakkında varid olması, şu özelikleri gösterir:
a) Bazan eliflâmlı, bazan eliflâmsız gelmiştir.
b) Tek başına hiç bulunmaz.
c) En çok el-Kebîr ismine mukarin olmuştur. Bu “'Alî Kebîr” terkibi hem Mekke'de 766, hem de Medine'de görünür 767.
d) Bir mekkî 768, bir medenî 769 âyette el-'Azîm ismi ile birlikte gelmiştir. Demek ki ekseriya, iki isim biribirini destekler mahiyettedir.
e) Yalnız bir mekkî âyette Hakîm ismine bitişmiştir 770.
f) Bir âyette tabi (sıfat), öbürlerinde hep haber (yüklem) durumundadır.
el-A'lâ
Kur'ân'ın tamamında, Alâh'ı iki defa tavsif eder. Her iki âyet de vahyin başlangıcında yer alan sûrelerde bulunur. Her iki âyette de, zamire muzaf “Rabb” isminin sıfatı durumundadır 771. Buralarda ism-i tafdil eliflâmlı olarak gelip, mukayese değil de mutlak üstünlük ifade etmiştir
el-Mute'âl
“Pek yüce” mânâsına gelen bu vasıf, yalnız bir mekkî âyette bulunur:
“'Âlimu'l-gaybi va'ş-sahâde el-Kebîr el-Mute'âl (gaybı ve mevcud olanı Bilen, Büyük, pek Yüce)”772.
Bu üç isimden, Medine devrinde yalnız el-'Alî İsmi kalır.
Allah Taâlâ hakkında “'Uluvv”ün zatî bir yücelik mi yoksa kudret hakimiyet, mertebe yüceliği mi ifade ettiği, çok eski zamandan günümüze kadar büyük münakaşalara yol açmıştır. Mesele, insanların fıtrat ve anlayışlarıyla ilgilidir. İnsanlıkta belli başlı iki eğilim vardır. Bir kısmı lafza daha büyük bir önem verir ve onun sınırında dururlar. Öbür kısmı ise, aklî muhakemeye büyük ehemmiyet verir, bir çok durumda lâfzı, aklına göre te'vli ederler. Konumuza ait olarak, her iki tarafın da delilleri saymaya gelmez. Her iki anlayışın da Allah'ı bildiğimiz şeylere, mahlûk kavlara benzemekten kesin olarak tenzîh etmeleri, bu iki aykırı istika-biribirine yaklaştırmalıydı. Allah, Kendisini insanlara tanıtırken, haliyle insanlara ait kavramları ve kelimeleri istiare etmiştir.
Nassın sınırında durmayı tercih edenler, nassda varid olan kelimeleri olduğu gibi alırlar, lisanda taşıdığı mânâyı Allah'a isbât ederler. Fakat “Onun benzeri yoktur” gibi tenzih âyetlerinden dolayı, “Allah, Kendisini böyle tavsif ettiğine göre, bunun bir hakikati vardır, fakat bizim anlayıştmızdaki gibi değildir. Bu, ona ait keyfiyetini bilemeyeceğimiz bir sıfattır” derler. Selbî tarafı tutanlar, nassın beşerî anlamını Allah'a yaraşır bulmadıklarından, lafzın zahiren ifade ettiği mânâyı almayıp, tenzihe lâyık bir tarzda te'vîl etmeye çalışırlar. Fakat neticede yine de, niteliğini bilemeyeceklerini itiraf ederler. Sonuç aynı yere vardığına göre, dolambaçlı ve tehlikeli te'vîl yoluna girmeye ne lüzum var? diye haklı olarak sorulabilir. Allah'ın muradı, bu nassların te'vîl edilmesi olsaydı, Kendisini bu yolu tutanların istediği tarzda tanıtırdı. Yahut Hz. Peygamber, te'vîle irşad ederdi. Bunların hiç biri vaki değildir. Selef de, bundan dolayı te'vîle girişmemiştir. 773 İlk üç neslin ittifakı, delildir ki:
Sâri' 'aleyhisselam onların (müteşabihatın) zahirlerini murad etmiştir” 774 Demin işaret edildiği gibi, yine de hatırlatmak gerekir ki, maksad, insanlar için ortaya koyduğu zahiri durumların murad olduğu değildir; bunların, tahrif edilmeksizin Allah hakkında, tam bir tenzihle birlikte kabul olunması, Allah'a ıtlak olunmasının yasaklanmamasıdır. Meselâ, Allah Kendisini “el-'Alî” diye tavsif etmişse, yücelik nisbet etmişse, mahlûk anlayışında yücelik, “cihet” kavramını düşündürür mülahazasıyla, Allah'ın “'Uluvv” sıfatının tahrif olunmamasıdır. Böyle yapmakta, yani te'vîl etmekte, “Allah hakkında bilmediğimiz şeyleri söylemek” 775 tehlikesi vardır. Başlangıçta, kendi tasavvurunda Allah'ı mahlûklara benzetmeyen kimse, te'vîle hiç ihtiyaç duymaz.776 İşittiği nassları, önce beşerî mânâda düşünen kimse ise, te'vîle mecbur olur.
Allah, Kendisini dilediği tarzda vasedebilir, biz bunu yapamayız. O, mahlûklarına Kendisini tanıttırmak için, -kemâl ve müsbet mânasıyla-Mutlâk olduğu halde, dilediği vecihle tecelli edebilir, bir bakıma -tabir caizse- kendi kendisini kayıtlayabilir. Zira, el-Âlûsî'nin güzel bir tabiriyle, “O, öyle bir Mutlâk'tır ki, ıtlâk kaydı bile Kendisini sınırlayamaz”. “Kutlu mekândaki vadînin sağ yanındaki ağaçtan” ilâhî Kelâm bir Peygambere:
“Ey Musa! Şüphesiz, Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım” diye seslenebilir” 777.
Bu, Onun aynı anda Mutlak oluşuna halel getirmez. Bundan dolayı Ona mekân nisbet olunamaz. Varlığından haberdar etmek için, Onun bir tecellisi söz konusudur. Allah Taâlâ, ne zamanda ne de mekândadır. Mekânların ve zamanların Yaratıcısıdır. Zira “Her şeyi yaratıp tam bir şekilde takdir edendir” 778
Ancak, Onun tecellilerini, ve istediğini yapmasını sınırlayacak yoktur.
Selef arasında, Allah'ın mahlûklardan ayrı, aşkın ve yüce olduğunu ifade etmek için, Ona “hadd” isbât ediliyordu. ed-Dârimî (ö. 280/893) diyor ki:
“Allah Taâlâ'nın, Kendisinden başkasının bilemeyeceği bir haddi vardır. Ama hiç kimsenin, kendi kendine. Onun haddi için bir gâye(son) vehmetmesi caiz değildir. Ne var ki, biz “hadd”e iman ederiz, ancak ilmini Allah'a havale ederiz. Keza, mekân da bir haddir. O, semâvatının fevkinde. Arşının üzerindedir. İşte bunlar, iki haddir”. Yine onun nakline göre 'Abdullah b. el-Mubârek (ö. 181/797):
“Allah hakkında hadd kabul etmeyen, Kur'ân'ı reddetmiştir ve Allah'ın bir şey olmadığını söylemiştir” demiştir. ed-Dârimî, bu fikrin, bütün müsiümanlara ait olduğunu söyler. 779 Bu konuda M. İkbâl'den şu satırları iktibas edelim:
“Allah ü Teâlâ'nın kudret-i külliyesiyle, hudud nasıl te'lîf edilebilir? Suali akla gelebilir. Hudut kelimesinin bizi korkutmasına lüzum yoktur. Kur'ân-ı Kerîm mücerred külliyattan hoşlanmaz. Her zaman hakikatlere atf-ı nazar eder; o hakikatler ki izafiyet nazariyesi, bu günün felsefesine henüz yeni öğretmiş bulunmaktadır. Yaratma kabiliyetinde olsun olmasın, bütün (her) faaliyet bîr nevi tahdittir ki, onsuz, Cenab-ı Hakkı, hakikî faal bir Ene olarak anlamak imkânsızdır. Kudreti külliye, mücerred mânâda alınacak olursa, sadece hududu olmayan, kör ve keyfine tâbi bir kudrettir” 780
Bu tasavvur istikametinde gidecek olursak, Allah'ın Kendisini semada olarak tavsif etmesini, Onun mekânı ve ciheti olduğu şeklinde düşünmek gerekmez. Yüce, yukarı kavramları insan için, kendisinin bildiği mekânın ötesinde olmayı, aşkın olmayı, bir bakıma mekândan tenzih etmeyi ifade eder. Merhum Hamdi Yazır, Allah hakkında “semada Olan” ibaresinin geçtiği 781 tefsirinde şöyle diyor:
“Burada sema, gök dediğimiz cismânî semadan ibaret değil, mutlak yükseklik, üstünlük remzidir. Maddî-mânevî, cismânî-rûhânî bütün mahlûkâtın, mekânın ve zamanın fevki demek olan mutlak 'uluvv ve yükseklik manasınadır” 782.
İnsan, görüşlerin etkisinden kendisini kurtaramaz. Aşağı, çirkin bildiği yerlerde Rabbinin zatıyla bulunacağını düşünemez. Allah, insanın yaratılışında bu duyguyu dercetmiştir. Kendisinin varlığından haberdar ederken, tenezzülen beşerî anlayışı gözeten Allah, Zâtını 'uluvv ile vasfetmiş, öylece tecelli etmiştir. Bizim de tam bir tenzihle beraber, öylece kabul etmemiz gerekir. İnsan fıtratı. Mabuduna “buralarda”, kendi seviyesinde düşünemez. Dualarda yücelikler âlemine yönelir. Vahiy yukardan iner, ilâhî elciler olan melekler oradan iner, oraya yükselirler. Peygamberlerin miracı, yukarıya olan bir çıkıştır. Makbul insanların ruhları, ölümden sonra oralara yükselir, habislere “gök kapıları açılmaz” -(7, 40). Bu ve benzerî ifadeler Kur'ân'da çokça vardır.
Bu konuda beşeriyetin dinî tecrübesini yansıtması bakımından, dinler tarihi incelemelerinin vardığı noktayı da belirtmek, faydadan hâli olmayacaktır. Aşağıdaki satırları, dinî inançlarda semanın rolünü inceleyen M. Eliade'dan aktaracağız. Viyana etnografik mektebi ve özellikle Ulûhîyyet kavramının kaynağına dair en hacimli eserin sahibi W. Schmidi, başlangıçtaki tevhîd inancını, -en iptidai toplumlarda bile- Ulûhiyyeti semada tasavvur etmek gerçeği ile isbatlamak ister. “En ufak bir şüphenin olmadığı şey; kâinatın Yaratıcısı olan, gönderdiği yağmurlarla yer yüzünün verimliliğini sağlayan Semavî bir Varlığa olan inancın, hemen hemen evrensel olduğudur”.
Semânın bizatihi dinî delâleletini anlamaya çalışalım:
Efsanevî bir tertibe baş vurmaya lüzum kalmaksızın Gök, kendi aşkınlığını, kendi kudretini ve kendi kutsallığını doğrudan doğruya izhar eder. Gök kubbesinin basit bir tefekkürü bile, fıtrî şuurda, dinî bir tecrübeyi harekete geçirir. Böyle bir telâkki, zorunlu olarak bir tabiatçılığı (naturisme), gerektirmez. Eski zihniyet için Tabiat, asla “tabiî” değildir. Bizim için tasavvur etmenin zor olduğu bir yoğunlukla, gündelik mucizelere karşı açık ve hassas olan fıtrî insanın anlayışına gidecek olursak, “semânın basit bir tefekkürü” deyimi, bambaşka bir anlam kazanır. Böyle bir tefekkür, bir ilâhî tecelli demektir. Gök kendisini ona, aslında olduğu gibi izhar eder:
Sonsuz ve aşkın. Gök kubbesi, insanın ve tabiî çevresinin arzettiğinden, -kelimenin olanca anlamıyla- “bambaşka” olandır. Göğün aşkınlık sembolü oluşu, onun sonsuz yüceliğinin şuuruna varmaktan dolayı, kendiliğinden, doğmaktadır. Ve böylece, pek tabiî olarak “Yüce”, “En yüce”, Ulûhiyyetin bir sıfatı oluverir 783.
Bütün bunlar, göğün basit bir tefekküründen çıkar. Fakat böylesine bir sonucu, mantıkî ve aklî bir ameliye telâkki etmek, büyük bir hata olur. “Yüceliğin”, “yer-ötesinin”, sonsuzluğun aşkın kategorisi, insanın ruhuna olduğu kadar aklına da, benliğine de bir bütün halinde tecelli eder. Sembolizm, küllî şuurun, doğrudan doğruya (kendiliğinden) olan bir veri'sidir, yani kendisini, olduğu gibi keşfeden, kâinattaki durumunun farkına varan insanın külli şuurunun bir verisidir. Bu esası keşifler, onun dramına, öylesine organik bir biçimde bağlanmıştır ki, aynı sembolizm onun şuur altının işleyişini olduğu kadar, ruhî hayatının en soylu ifadelerini de tayin ve tahdîd eder. Binaenaleyh şu farklar üzerinde ısrarla duralım:
Sema sembolizmi ve dinî değerleri, gök kubbesinin objektif, sakin ve mantıkî bir tefekküründen doğmuyorsa da, onlar sırf efsanevî bir tertibin ve akıl dışı tecürbelerin sonucu da değildir. Tekrar edelim; Semânın, tamamen dinî değer kazanmasından önce bile gök, kendi askılığını izhar eder. Gök; aşkınlığı, kudreti, değişmezliği, sırf kendi varlığı ile sembolize eder. Gök vardır; çünkü yücedir, sonsuzdur, değişmezdir, güçlüdür 784.
Dinlerin çoğunda Ulûhiyyete delâlet eden ismin, semâ ile aynı anlama gelmesi veya onun bir vasfını (yüce, parlayan, gökte oturan vb.) taşıması da, insanlıkta Ulûhiyyeti yücelerde görmenin ne derecede köklü bir temayül olduğunu gösterir. 785
Şunu da belirtelim ki, Kur'ân'ın bildirdiği Allah, Zahir ve Bâtın zıt (mütenakız değil), isimleriyle tecelli eder. Yücelerin yücesi olduğu halde, “insana şah damarından bile Yakındır”. Semâda olduğunu bildiriyorsa da, semânın Kendisini kayıtlamadığını da belirtmektedir; “Gökleri (semâvâtı) Sağ eliyle (yeminiyle) dürendir O.”. 786
Dostları ilə paylaş: |