İngilizce extraordinary kelimesiyle kar-şılansa da Batı dillerinde harikulade teriminin bir kavram olarak tam karşılığını bulmak oldukça güçtür. Bu kavramı meselâ "mucize ve keramet" anlamına gelen miracle, "mucizevî ve hayret verici" anlamlarına gelen miraculous, "tabiat üstü" anlamına gelen supernatural kelimeleriyle karşılamak mümkündür. Ba-tı'da "tabii" (natural) ve "tabiat üstü" (supernatural) arasında ayırım yapılmasının gerekliliğine inanan Aydınlanma ekolü, düşüncede sekülerleşmenin bir sonucu olarak mucize dahil bütün harikulade hadiselerin olabilirliğini rasyonel bakımdan sorgulamıştır. Sekülerleşme sürecinin olmadığı geleneksel toplumlarda ise tabiat ve tabiat üstü ayırımı tam yerleşmemiş ve kâinattaki her şey kutsalla bağlantılı olarak mütalaa edilmiştir. Bugün Batfda harikuladenin vuku bulup bulamayacağı hususu daha çok mucizenin mümkün olup olmadığı tartışmaları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Mucize ve keramet gibi harikulade olayların dışında, günümüzde modern psikolojinin kendine konu edindiği parapsikolojik, telepatik, telekinezik hadiselerin ve "tanımlana-mayan uçan nesne" (unidentified flying ob-ject. UFO) görme, ruh çağırma gibi müs-bet bilimin izah etmekte güçlük çektiği tabiat kanunlarına aykırı düşen bazı olayların müşahede edildiği de bir gerçektir. Ancak Batı fikir dünyası, mucize ve keramet gibi dinî terminoloji çerçevesinde tanımlanan harikulade olaylara karşı tavır alırken parapsikolojik ve diğer modern tabiat üstü olayları incelemeyi bilimselliğin bir gereği saymaktadır.
Harikuladenin imkânı meselesinde bilimin hakem olup olamayacağı hususu oldukça tartışmalı bir felsefî problemdir. Bilimsel bilgi, madde planında gerçekleşen hadiseler arasındaki ilişkinin temsilî bir ifadesidir. Henri Bergson ve Alfred North VVhitehead gibi filozofların iddialarına bakılacak olursa aslında tabiat denilen şey insan dışında mevcut bulunan varlıkların bir toplamı değil daha çok bunların ve aralarındaki münasebetin insandaki yansımasıdır. Bilim madde dünyasındaki belli olayların keyfiyetini deneyler yoluyla açıklamayı hedef aldığı için bu
HARİKULADE
olayların daha küllî bir izahını mevcut me-todolojisiyle veremez. Bunu felsefe ve dine bırakmak durumundadır. Aslında insanın tabiatın ne olduğu hususundaki bilgisi tabiatın kendisi olmayıp onun hakkındaki yorumudur. Diğer bir ifadeyle tabiat insanın tabiat hakkındaki yorumudur. Buna göre bilimin tabiat hususunda genel geçer bir hakikat olarak iddia ettiği şey, mümkün olan tek hakikat değil mümkün olan yorumlardan biridir.
Bu bakış açısından hareketle C. S. Le-wis. deney ve gözleme dayalı bilimin harikuladenin imkânı hususunda bir karar verme hakkına sahip olmadığını ileri sürer. Ona göre harikulade bizzat tabiattaki düzeni yani âdeti bozan ve nakzeden bir hadisedir. Tabiattaki düzenden hareketle çıkarılan genel kanunlar ve bu kanunlara dayanan bilim, hiçbir zaman bu kanunların bir istisnası olup olmayacağı hakkında sağlıklı bir kanaat ortaya koyamaz. Meselâ tabiatla ilgili gözlemlerimiz bize A kuralının mevcudiyetini söyler. Fakat biz buna aykırı bir B gözleminde de pekâlâ bulunabiliriz. Olaylar zincirinin tamamına baktığımızda kuralın A olmasıyla birlikte istisnaî bir hadise olarak B'nin de imkân dahilinde bulunduğunu görürüz. Ancak bu imkânı A grubundan edindiğimiz tecrübeye dayanarak söylememiz ve bir bakıma onu kurallaştırmamız isabetli değildir. Dünyada yüzlerce kişinin B gibi istisnaî ve âdeti bozan olaylar tecrübe ettiği iddialarını göz önünde bulundurursak B olayını izah için bilimin ötesinde teoloji gibi daha geniş bir platforma ihtiyaç duyulacağı meydana çıkar (Miracles, s. 56).
Batı'da, Türkiye'de ve sekülerleşme süreci geçirmiş diğer İslâm ülkelerinde mucize gibi din merkezli harikulade olaylara itirazın temel kaynağı, bu olayların bilime ve bilimin tesbit ettiği tabiat kanunlarına aykırı olduğu iddiasıdır. Fakat Batı fikir dünyası harikuladenin vukuunun imkânsızlığından ziyade bu olayların gerçekten ve tarihî olarak vuku bulmadığı üzerinde durur. Bu temel yaklaşımın altında yatan sebeplerin en önemlisi, hıristiyan ilahiyatında mucizenin ve mucizeye dayalı olayların oynadığı roldür. Sekülerleş-meyle birlikte hıristiyan ilahiyatının da sağlam temellere dayanmamasının sonucu olarak Batı fikir dünyası dine ve dinle alâkalı temel meselelere karşı olumsuz tavır takınmıştır. Bu tavrın daha çok din ve bilimi değerlendiren eserlerde ortaya çıktığı görülmektedir. Aydınlanma Çağından önce genelde din ve özelde Hi-
183
HARİKULADE
ristiyanlık dokunulmaz bir otorite hüviyetine sahipti. Bu zırha bürünerek din adına birçok harikulade olay uydurulmuş ve bu olayların gerçekten vuku bulup bulmadığı hususunu sırf dinî olduğu için kimse araştırıp tenkit etmemiştir. Aydınlanma zihniyetine göre artık din otoritesini kaybetmişti ve bu tür uydurma hadiselerin olup olmadığı hakkında ciddi mütalaaların başlaması gerekiyordu. Böyle bir noktadan hareketle mucize, keramet gibi dinî nitelikli harikulade olaylara itiraz edenlerin başında İskoçyah filozof Da-vid Hume geliyordu. Ona göre kendi gözlem ve tecrübelerimiz sürekii olarak mucizenin olmadığını telkin ederken başkalarının gözlem ve tecrübelerine dayanarak onun mevcut olduğuna hükmetmemiz için hiçbir sebep yoktur (Enquires, s. 111).
Hume, mucizeye ilişkin tenkidini daha çok onun vuku bulamayacağı değil vuku bulmadığı noktasında yoğunlaştırır. Bu aslında, onun mucizenin imkânına karşı olan itirazının psikolojik arka planını vermektedir. Hume'un mucizenin olabilirliğine itirazı reaksiyonerdir. Filozof, "Mucize Üzerine" adlı çalışmasının büyük bir bölümünde onun bilimsel açıdan mümkün olamayacağını tartışmaktan çok tarihte vuku bulmadığını örnekleriyle anlatmaya çalışır. Filozofun kanaatine göre dinin bizzat kendisi tabiat üstü olayları ve varlıkları konu aldığı için dinde harikuladeye devamlı olarak yer vardır ve bu nevi hadiseler yadırganmamalıdır. Dinin bu özelliği, insanların din adına bu tür olaylar uydurmaları ve onları nakletmeleri için gerekli ortamı hazırlamaktadır. Aslında bu olaylar tarihte olmamıştır ve dolayısıyla olması da mümkün değildir. Bununla birlikte dinî otoritenin gücünden dolayı bu mucizevî hadiselerin gerçekten vuku bulduğuna kimse itiraz edememiş ve belli bir süre geçtikten sonra yaygın kabullere birer hakikat gibi bakılmıştır {Miraç-les, s. 23-28).
Charlie Dunbar Broad bu konuda daha temel bir noktaya dikkat çekmektedir. Ona göre Hume ve onun gibi düşünenler zihinle tabiatın işleyişi arasında bir uyum olduğuna inanırlar. Oysa dış dünyada A'nın B'yi meydana getirdiğinin tecrübesi bizim gerçekten bunun bir kanun olduğunu kabul etmemizi gerektirmez {Proce-edings ofthe Aristotel'tan Society, s. 25}. Devamlı olarak ateşin yaktığını tecrübe etmemizden hareketle ateşin yakmasının zorunlu bir kanun olduğunu mantıkî bir mecburiyet şeklinde ileri süremeyiz.
184
R. L. Purtill de benzer bir itirazı şöyle yöneltir: Hume bizim geçmiş tecrübelerimizin, tabiat kanunlarının ihlâl edilemeyeceğini, yani harikuladenin olmadığını ve olamayacağını kanıtladığını söylemektedir. Hume bunu iddia edemez, zira tecrübe değil aslında bizim o tecrübeyi yorumumuz harikuladenin mümkün olamayacağını söylemektedir {Miracles, s. 192).
Dinî nitelikli harikulade olayların vukuu hususunda çok ciddi tenkitler ileri sürmesine rağmen Hume'un tabiat kanunları ve determinizmle ilgili felsefesi bu olayların mümkün olduğunu söylemektedir. Ninian Smart'ın işaret ettiği gibi Hume'un bu husustaki fikirleri aykırı (paradoksal) bir sonuca ulaşmaktadır. Hume, bir yandan mucizenin tabiat kanununun ihlâli olduğunu söylerken, öte yandan tabiat kanununun, yani sebep-sonuç ilişkisinin zorunlu bir ilişki olmadığını, daha çok alışkanlık niteliği taşıdığını iddia etmektedir. Meselâ ona göre belli bir ısı derecesinde her zaman donan suyun bir gün aynı derecede donmayacağını düşünmek bir çelişki değildir. Bu ise tabiat kanununu ihlâlin mümkün olduğunu söylemekten başka bir anlama gelmez {Philo-sophers and Religious Truth, s. 29).
Esasen Tann'ya inandıktan sonra mucize, keramet ve buna benzer harikulade olayların imkânını dinî bakış açısından hareketle savunmak mümkündür. Zaten Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi semavî dinler inanç sistemlerini tek bir tabiat üstü varlığa dayandırmışlardır. Meseleye pozitif bilim ve seküler kültür açısından bakılacak olursa Tann'nın varlığı bile tartışma alanına girmiş olur. Şu halde mucize ve keramet gibi olayları dinî niteliklerinden soyutlayarak yalnızca tabii varlık düzeni içinde açıklamaya çalışmak hataya yol açar. Başka bir deyişle her şeye hâkim ve kadir bir yaratıcının varlığı bir defa kabul edildiğinde O"nun kendi koyduğu tabiat kanunlarını istisnaî de olsa ihlâl edebileceğini kabul etmek mümkün olacaktır.
Değişik noktalardan hareket etmekle birlikte Hume ile Gazzâlî'nin ulaştıkları sonuç aynıdır. Gazzâlî'nin determinizmi inkâr etmesinin temel sebebi, tabiat kanunlarının zorunlu kabul edilmesi halinde bunun Allah'ın fâil-i mutlak olduğu inancıyla çelişeceği kanaatidir. Hume ise em-pirist felsefe geleneği çerçevesinde Des-cartes'ın öncülük ettiği rasyonalist filozofların sebeple sonuç arasında mantıkî bir zorunluluk olduğu şeklindeki iddialarını çürütmek için tabiat kanunlarının
zorunsuzluğu fikrini ortaya atmış, rasyonalist felsefenin temel meselelerinden olan determinizm ilkesine ciddi tenkitler yöneltmiştir. Filozof, bir şeyin başka bir şeyin sonucu olduğu fikrine ulaştıran sebep-sonuç ilişkisini ispat etmenin mümkün olmadığını ileri sürmüştür. Hume'a göre, "Her hadisenin bir sebebi vardır" veya "Şu hadise şunun sebebidir" gibi önermeleri gerçek anlamda ispat edemeyiz. Aslında sebep ve sonuç gibi terimler olaylara uygulandığında onların birbirini takip ettiğini söylemekten başka bir anlam taşımaz. Bizi sebep-sonuç ilişkisi kurmaya götüren şey, aynı olayların sürekli peş peşe gelmesi ve zihnimizde bu sürekliliğe dair bir alışkanlığın oluşmasıdır. Bu da olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi olduğunu ispat etmez. Meselâ tecrübe bize A'nın B tarafından takip edildiğini ve B'siz hiç olmadığını söylemektedir. Bunun sonucu olarak zihin her ne zaman A fikri meydana gelirse B fikrine hemen geçmeye alışır. Bu aslında A'dan sonra B'nin olduğunu değil zihnin böyle şartlandığını ispat eder {Enquires, s. 85-99). Hume'a göre böyle bir sebep-sonuç ilişkisine aykırı görünen istisnaî bir olayın vukuunu düşünmek her zaman mümkündür. Dolayısıyla filozof, sebep-sonuç ilişkisi bakımından mucizenin ve buna benzer harikulade olayların imkânını aslında kabul etmiş durumdadır. Ancak Hıristiyanlığa ve dine karşı olan tutumundan dolayı kendi felsefesiyle çatışmak pahasına da olsa mucize gibi harikulade olayların meydana gelmediği hususunda ısrar etmiştir.
Tabiat kanunu ve onun ihlâl edilmesi meselesiyle ilgili olarak çağdaş din felsefecilerinden Richard Svvinburne önemli görüşler ileri sürmektedir. Ona göre harikuladenin mümkün olup olmadığı konusunda göz önünde bulunduracağımız kriter tabiat hakkındaki gözlemlerimizden çıkarılabilir. İnsanoğlu tabii olarak kendi gözlemlerini ve onlardan elde ettiği sonuçlan genelleştirmeye yatkındır; gözlemlerinden hareketle olayların nasıl cereyan ettiğine dair küllî önermeler oluşturur ve bu olayların ileride de aynı şekilde cereyan edeceği sonucuna ulaşır. Meselâ ömrü boyunca daima beyaz kuğular gören biri, "Bütün kuğular beyazdır" gibi küllî bir önermeye ulaşma eğilimindedir. Oysa bu gözlem kendi başına küllî bir önermeye ulaşmaya kâfi gelmez, yahut bu önermenin doğruluğunu garanti etmez.
Bu noktadan hareket eden Svvinburne meseleye şöyle yaklaşır: Bizim tabiat ka-
nunu diye nitelendirdiğimiz hususlar daima geçmişle sınırlı kalmakla birlikte gelecekte de aynı olayların vuku bulacağını da gösterir, ancak bunların istisnasının olamayacağı hakkında kesin bir şey söylenemez. Başka bir deyişle tabiat kanunları olayların nasıl vuku bulacağını tasvir eder. Eğer nizam dışı bir hadise olacaksa bunu önceden haber vermesi mümkün değildir. Svvinburne'e göre harikulade, tabiatta şimdiye kadar olanların aksine bir hadisenin vuku bulmasından ibarettir. Harikulade istisnaî olarak tarihte var olduğuna (olabileceğine değil) göre tabiat kanunu fikriyle tabiat kanununun ihlâl edilmesi fikri mantıken çelişkili değildir. Svvinburne, bizim tabiat kanunu diye formüle ettiğimiz sebep-sonuç ilişkisinin evrensel değil istatistiksel olduğunu söylemektedir. Meselâ "ateş yakar" önermesi, bunu gözlemleyen insanların tecrübeleriyle ulaştıkları geçmişe ait ve geleceği de kapsayan bir sonuçtur. Fakat bu sonuç evrensel değildir. Şöyle ki: Bir kimsenin ateşin her zaman ve her yerde yaktığına kesinlikle hükmedebilmesi için onu var olalı beri bütün zaman ve mekânlarda tecrübe etmiş olması gerekir. Bunun ise imkânsız olduğu açıktır. Svvinburne'in bu fikri, aynı zamanda tabiat kanununun tashih edilebilir olmasının da bir işareti sayılmıştır {Miracles, s. 75-84).
Batı felsefesinde tabiat kanunlarının zo-runsuzluğu fikrini savunan bir diğer düşünür de Fransız filozofu Emile Boutroux'-dur. Boutroux'yu Hume'dan ayıran en önemli özellik, varlığın hiyerarşik bir yapısının bulunduğuna ve bu yapıda zorun-suzluğun esas olduğuna inanmasıdır. Filozofun tabiat kanununun zorunsuzluğu-nu ileri sürmesi insanın hür olduğunu savunabilme amacına yöneliktir. Boutroux üç türlü zorunluluk üzerinde durmaktadır: Mantık aksiyomlarının taşıdığı mutlak zorunluluk, apriori sentezlerde görülen kozal (illî) zorunluluk, ampirik sentezlerin doğurduğu tecrübî zorunluluk. Bu sonuncusu deneyden çıkan aşağı derecede bir zorunluluktur (Bolay, s. 12) Aslında tabiat kanunu, birtakım olay grupları arasında düzenli bir ilişkiyi tes-bit eden bir önermeden ibarettir (a.g.e., S. 64).
Boutroux sebep-sonuç ilişkisindeki zorunluluk bağını kaldırır ve bunu kendi doktrininin temeli sayar {a.g.e., s. 193). Boutroux'nun felsefesinin temelinde insan ve onun ahlâkî ve fikrî hürriyeti vardır. Tabiatta ve tabii bilimlerde olduğu iddia edilen determinizmin insanı mah-
kûm edeceğine inanan Boutroux, olayların düzeninde determinizm ve mekanizmin bulunmadığını ileri sürer: ruhu hürriyetin kaynağı kabul etmek suretiyle insanı ve onun dünyasını determinist baskılardan kurtarmaya çalışır. Bu noktada filozof kozalite hakkındaki bazı fikirleriyle Hume'a yaklaşır. Çünkü Hume da kozalite fikrinin zihnin alışkanlıklarından ibaret olduğunu ileri sürüyor ve kozal zorunluluğa karşı çıkıyordu {a.g.e., s. 195).
Böyle bir zorunsuzluk fikrinin mucizenin imkânına zemin hazırladığı ortadadır. Ayrıca kâinatta bir hadisenin meydana gelişini tek bir sebebin varlığına bağlamak da mümkün değildir. Meselâ ateşin pamukla temasında onu yaktığını görür ve buradan ateşi yanmanın yegâne sebebi kabul ederiz. Halbuki yanmanın tek sebebi ateş değildir. Zira yanmanın oluşacağı yerde oksijen miktarının belli bir seviyede bulunması, bunun için de atmosferde belli miktarda oksijenin mevcut olması, daha Önemlisi yer çekimi kuvvetinin, enerjinin ve evrenin şu andaki konumunu sağlayan bütün şartların gerçekleşmesi gerekir. Şu halde yanma hadisesinin sebebi yalnızca ateş değil bütün bir kâinatın şu andaki konumudur. Meseleye bu noktadan bakılacak olursa tabiat olaylarını doğuran şartları hazırlayan tabiat üstü bir gücün mevcut olduğuna inanmak kaçınılmaz hale gelir.
Esasen her zaman müşahede edilen ve sıradan imiş gibi gözüken tabiat olayları, var oluşlarını tabiat üstü bir güçten aldıkları için yeterince harikuladedirler. Bütün bir kâinatın böyle bir nizama bağlı bulunması veya dünyanın insan ve diğer canlıların yaşayabileceği şartlarda düzenlenmesi bir anlamda mucizedir. Her gün müşahede ettiğimiz tabiat olaylarının bize sıradan imiş gibi görünmesinin sebebi, Hume"un da dediği gibi onları devamlı olarak öyle görme alışkanlığından başka bir şey değildir. Halbuki bu olayların gerçekleşmesi için lüzumlu olan şartlar göz önünde bulundurulduğu takdirde onların hiç de sıradan hadiseler olmadıkları görülecektir.
Kâinatın nizamını yaratan Allah'ın, bize sıradan görünen olaylarının sürekliliğini zaman zaman kesintiye uğratıp zihnî alışkanlıklarımızı altüst edecek bir harikuladeyi yaratabileceği fikri son derece mâkuldür. Fizikî determinizm veya zorunlu tabiat kanunları gibi kavramlar esasen insan zihninin birer inşası olup genelde harikuladenin, özelde de mucizenin inkâ-
HÂRİKULADE
n için tartışılmaz bir gerekçe teşkil edemez.
BİBLİYOGRAFYA :
C. S. Lewis. Miracles, London 1947, s. 56, 213; R. P. Wolf. The Essential Dauid Hume, New York 1969, s. 85-99; N. Smart, Philosophers and Religious Truth, London 1969, s. 29; D. Hume, Ençuires Concerning tfıe Humarı ün-derstandtng, Oxford 1972, s. 85-99, 111; a.mlf.. "Of Miracles", Miracles (ed R. Svvinburne], Macmillan 1989, s. 23-40; R. Svvinburne, "Vio-latiom of a Law of Nature", a.e., s. 75-84; R. L. Purtill, "Miracles: What If They Happen?", a.e., s. 189-205; E. Boutroux. Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında ftrc. Hilmi Ziya Ülken). İstanbul 1988; Süleyman Hayrı Bolay. Emile Boutroux'da Zorunsuzluk Doktrini, İstanbul 1989,5. 12,64,95, 193, 195; C. D. Broad. "Hume's Theory of the Credibilİty of Miracles", Proceedİngs of the Aristotetian Soctety, XVII, Oxford 1916-17, s. 25; D. G. C. Macnabb. "Hume, David", The Encyclopedİa of Philosophy, London 1972, III-IV, 74-90
İKİ Adnan Aslan
Para psikoloji. "Psikoloji ötesi" anlamına gelen parapsikoloji, bilinen tabiat kanunları ile açıklanamayan normal ötesi (paranormal) olayları inceler. UFO görme iddialarından hayalet görmeye, reenkar-nasyon iddialarından mucizevî şifa hadiselerine kadar birçok olay bu dalın ilgi alanına girer.
Psikoloji ve benzeri disiplinler, geçmişte pozitivizmin etkisiyle parapsikolojik olayları tecrübe etmeyi bir patolojik durum olarak görmekte, hadiseyi zihin fonksiyonlarında meydana gelen bir rahatsızlık olarak saymaktaydı. Ancak bilim günümüzde bu anlayıştan bir ölçüde sıyrılmış ve bu tür olayların bir vakıa olarak kabul edilmesi, açıklanamadığı için reddedilme-mesi gerektiği kanaati yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu kanaate göre parapsikoloji, klasik psikoloji çerçevesine alınamayan birtakım olayları İncelemeli ve psikolojinin ufkunu genişletmelidir. Birçok Batı ülkesinde ve geçmişte manevî alanın varlığını reddetmeyi politika haline getirmiş olan Rusya'da bile parapsikoloji araştırma merkezleri faaliyet göstermekte, parapsikoloji üniversitelerde ders olarak okutulmaktadır.
Bilim ancak tekrarlanabilir olayları bilimsel veya gerçek olarak kabul eder. Parapsikolojik olayların en önemli özelliği ise istenildiği zaman tekrar edilememe-sidir. Fakat bu onların hiç gerçekleşmediği anlamına gelmez. Bu tür olayların istenildiği zamanda ve yerde tekrarlana-maması, onların oluş şartlarının ve kanunlarının tam olarak bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.
185
HARİKULADE
Parapsikoloji tabirini ilk defa kullanan bilim adamı, Duke Üniversitesi'nde 1930'-da ilk parapsikoloji laboratuvarını kuran Joseph B. Rhine'dır. Ondan önce 1912yıl-larında Fransız fizyolog Charles Richet. metapsişik kavramını kullanarak o güne kadar "ruh çağırma" (spiritizma) adı verilen olayların gözlemlenerek bilime dahil edilmesini savunmuştu. Rhine ise telepati veya kriptestezi (gizli duyu) olaylarını açıklayabilecek bir duyu ötesi algı yeteneğinin varlığını kanıtlamaya çalıştı. Gerek Rhine tarafından yapılan gerekse ondan bu yana gerçekleştirilen laboratuvar çalışmalarında, "medyum" adı verilen deneklerin normal ötesi duyumlara sahip oldukları ve bundan dolayı hem telepati hem de uzaktaki olay, nesne veya insanları zihinsel olarak tesbit etme, onlar hakkında bilgi verme anlamına gelen "duru görü" (clairvoyance) gibi vak'alarda başarılı oldukları ortaya çıktı. Kendisi inançlı olmamakla birlikte hayatını olağan üstü hadiseleri incelemeye adayan Kuzey Ca-rolina Durham Parapsikoloji Enstitüsü başkanı Richard S. Broughton, 1991 yılında yazdığı parapsikoloji kitabında enstitüde yapmış oldukları yüzlerce deneyden göz ardı edilemeyecek sonuçlar çıktığını, fakat ruhî güçlerle alâkalı hâlâ izah edilemeyen birçok şeyin bulunduğunu söyler.
Parapsikolojik olaylar, normal yollar dışında bilme (parapsişik hadiseler), normal yollar dışında eşyayı hareket ettirme (parafizik hadiseler) ve psikofızyolo-jik hadiseler olmak üzere üç grupta mütalaa edilebilir. Birinci grup, zaman ve mekânı aşarak iki İnsan arasında fikir intikali anlamına gelen telepati yoluyla olmuş, gerçekleşmekte olan veya olacak bir hadiseyi bilme (duru görü veya telesîezi) gibi hadiseleri, ikinci grup, bilinen hiçbir fiziksel temas olmaksızın manevî kuvvetle eşyayı hareket ettirme anlamında kullanılan "psikokinezi" (telekinezi) ve bir değnek vasıtasıyla su veya maden arama anlamına gelen "radyestezi" gibi olayları kapsar. Üçüncü grupta ise geleneksel tıbbın iyileştiremediği bazı hastalıkları mucizevî şifa ile tedavi etme (psychic healing). Hint fakirlerinin kor halindeki kömür üzerinde yürümeleri, şiş batırma gibi olaylar yer alır.
Başka bir sınıflandırma ile parapsikolojik olaylar, hangi takımın şampiyon olacağını rüyada görme gibi kendiliğinden vuku bulan (spontane) olaylarla, bir yerde duran cismi uzaktan hareket ettirme gibi istekle gerçekleştirilen olaylar şeklinde iki grupta incelenebilir. Spontane olaylardan
186
yüzyıllardır söz edilmekte ve bunların bir kısmı kaydedilmektedir. Fakat bunları bilimin gözleminden geçirmek oldukça zordur. Meselâ bir kimse yarışı hangi atın kazanacağını rüyasında görebilir, bu arada birçok kişi de yanlış atın kazandığını görmüş olabilir. Halbuki yanlış atı görme değil doğru atı görme hadisesi gündeme gelir. Bilim bu tür bir olaya istatistiksel ihtimaliyet açısından baktığı İçin doğru atın rüyada görülmesi hadisesini önceden bilme olarak telakki etmez.
Parapsişik Olaylar. Telepati, duru görü gibi olağan üstü hadiseleri izah etmek için temel alınan teknik terim duyular dışı idrak (extrasensory perception: ESP) kavramıdır. Bu kavramı parapsikolojiye Joseph B. Rhine kazandırmıştır. Duyular dışı idrak, kendisiyle paranormal hadisenin zuhur ettiği bir araçtır. Bu yetenek bazılarınca altıncı his şeklinde de adlandırılır. Altıncı hissin varlığını savunanlar bunun insanda her zaman bulunduğunu, ancak bazı özel uyarımlarla harekete geçtiğini ve bazı kimselerde güçlü olduğunu ileri sürerler. Bazıları da beş duyudan bağımsız bir altıncı hissin mevcut olmadığını, altıncı his denilen şeyin beş duyu içinde bulunduğunu, beş duyunun kapasitesinin birçok kişinin kavrayabildiğinden ve kullandığından daha güçlü bir nitelik taşıdığını söylerler. Hatta duyular dışı idrakin insan yapısında normal bir durum ar-zettiğini, buna sahip olmayanların bu özelliklerini geliştirmemeleri veya kaybetmeleri sonucunda özlerinde var olan tabii bir kabiliyetten mahrum kaldıklarını savunurlar. Dolayısıyla duyu dışı idraki gerçekleştirenlere Allah tarafından seçilmiş keramet sahibi insanlar nazarıyla bakmazlar (Holzer, s. 10, 16, 24).
Bu anlayışa göre beş duyunun söz konusu güçlü kapasitesi normal bir durum olduğu halde insanların çoğu bunun farkında olmaz ve duyularını daha yüksek kapasitede kullanabilen kişilerden zuhur eden hadiseleri olağan üstü gibi algılar. Parapsikoloji uzmanı Hans Holzer bu konudaki görüşünü şöyle belirtir: "Hiçbir olağan üstü hadise tabiat kanunlarını ihlâl etmez. Eğer ihlâl eder gibi görünürse de bu bizim tabiat kanunlarını tam olarak bilmeyişimizden kaynaklanmaktadır. Olağan üstü telakki ettiğimiz bütün hadiseler daha geniş olan tabiat kanunları çerçevesinde cereyan eder ki biz onları belki bir gün anlayabileceğiz" (a.g.e., s. 58). Yine Holzer, zaman kavramını fiziksel hayatımızı düzenlemek için belki de bizim uydurduğumuzu, olağan üstü ha-
diselerde ise zamanın dışına çıkıldığını, medyumların trans halindeki dünyalarında zamandan söz edilemeyeceğini, objektif realite açısından zaman denen bir şeyin bulunmadığını kabul edince de olağan üstü olayların tabiat üstü telakki edilmesine gerek kalmayacağını söyler (a.g.e., s. 58-59) Bu konuda gündeme getirilen bir başka husus da "normal" veya "olağan" kavramındaki izafîliktir. Bugün olağan diye nitelenen bir hadise belki de 100 yıl önce olağan üstü kabul edilmekteydi. Günümüzde olağan üstü sayılan bir hadise birkaç yıl sonra olağan görülebilir ve duyu dışı idrak alanında kabul edilen şeyler duyuların idrak alanına girebilir.
Dostları ilə paylaş: |