Machiavelli Carl Schmitt ve Siyasal İktidar


Machiavelli’in Çağdaş İzleyicileri



Yüklə 0,92 Mb.
səhifə6/9
tarix29.07.2018
ölçüsü0,92 Mb.
#62578
1   2   3   4   5   6   7   8   9

Machiavelli’in Çağdaş İzleyicileri

Aslında Machiavellian sosyal teoriyi 19. Yüzyıl kla-sik pozitivist düşüncesine bağlayan kişi Carl Schimitt’ten daha çok Pareto’dur.473 Makyavelci geleneği zenginleşti-ren ve Machiavelli’in gerçek mirasçısıdır. Marx’ın dü-şüncelerinin oluşumunda Hegel’in etkisi göz ardı edile-mezse Pareto’nun düşüncelerinin oluşumunda Machia-velli göz ardı edilemez.474 Faşizme ideolojik katkıları nedeniyle Pareto, “Faşizm’in Karl Marx’ı” olarak anıla-caktır. Pareto, insanın davranışının mantıklı olmayan be-lirleyiciler tarafından kontrol edildiğini ileri sürdüğü gibi siyasette de rasyoneliteden çok mantık dışı davranışı te-mel kabul etmiştir.475 Pareto da, insanın iktidar eyleminin temel bilimini oluşturmak istemiştir.476 Ona göre de top-lumlar yönetilen kitle ve yöneten azınlık olarak ikiye ayrılır.477

Siyaset yazarlarından Lefort, Machiavelli’yi okuduk-tan sonra felsefe ve bilimin etkisi altında kalmaksızın siyasetin özü üzerinde odaklaşan, gerçek anlamda siyasal nitelik taşıyan bir görüş ile karşılaşmış olduğunu dile getirir. Ona göre, siyaseti en saf haliyle saptamayı başar-mış olan düşünür Machiavelli’dir. Machiavelli insanları ilk defa siyasetin toplumsal gerçekliliği ile karşı karşıya getirmiştir. Machiavelli toplumsal bölünmenin, siyasetin oluşmasını ve iktidar olgusunu meydana getirdiğini söy-lemiştir.478 Bizi siyasetin toplumun içeriğinde olan bir öge, mündemiç bir olgu olduğunu göstermiştir. Bizim siyaseti otonom bir alan olarak düşünebilmemize imkân veren düşünür, Lefort’a göre Machiavelli’dir.479 Pareto da toplumsal olayları değerlendirmede Marksist anlayışın tek yanlı nedensellik ilişkisini eleştirir ve karşılıklı bağlı-lık olduğunu ileri sürer.480

Carl Schmitt ve Politik Olan

Hem Pareto, hem Mosca hem de Lefort Machiavel-li’in iktidar düşüncesine sahip olsalar da siyaseti iktidar-güç denkleminde temel unsur olarak ele alan kişi Carl Schmitt’tir. Yirminci yüzyılın politika felsefesindeki en büyük keşiflerden biri, hiç şüphesiz Schmitt’e aittir; poli-tik olanın keşfi. Bu, politikanın temellerine ilişkin onto-lojik bir keşiftir ve düşünce tarihindeki başka birçok önemli keşif kadar basit ve yalındır: politik olan devleti ve hukuku önceler.481 Schmitt ‘politik olan’ı, insanın te-mel ontolojik durumu olarak kabul eder. Schmitt, en yet-kin ifadesini Hegel düşüncesinde bulan devlet’i temel alan siyaset düşüncesine yeni bir yorum getirmiş bir düşünürdür.482 Schmitt’e de Hegel de olduğu gibi kendi değerinin yaratıcısı ve taşıyıcısı olan devlet esastır. Schmitt, entelektüel hayatının en başından, devleti, hem bireyin hem toplumun üstünde, onlardan bağımsız bir güç olarak görür. “Devlet, atfın sona erdiği noktadır; hu-kuki düşüncenin özünü oluşturan atıfların “noktalana-bileceği nokta!”483



Schmitt’in siyaset algısı, güvenlik kaygıları eksenin-de ve güçlü devlet ilkesi şeklindedir. Schmitt’in esas kay-gısı, politik birliğinin devamının güvence altına alınması-dır. Devletin parçalara ayrılarak iktidarsızlaştırılması po-litikanın demokratikleşmesi sonucunu doğurmakla birlik-te kitle politikası problemini de beraberinde getirir. Dev-let kurumlarının demokratikleşmesi sonucunda, eğitimsiz bir kitle oy verme hakkına sahip birer seçmene dönüşür. İktidara gelen hükümetler halkın onayını alabilmek için belli bir ideolojiyi benimsemek zorunda oldukları için devlet, bir sosyal gruba dönüşür ve toplumdaki çatışma-ları engelleme gücü zayıflar. Bu noktada devletten söz etmek imkânsız olduğu gibi, politik gücün görünürlüğü sona erer. Bu durum “sübjektif tiranlığa”, güçlü olanın güçsüz olan üstünde tahakküm kurmasına yol açar ve topluma içkin karmaşayı yasal hale getirir.484 Schmitt için temel problem geleneğin çözülüp moral standartların yıkıldığı; kültürel bir birlik olarak halkın yerini ideolojik yönlendirmeye açık, dinamik fakat anonim bir kitleye bıraktığı koşullar altında düzenin nasıl tesis edileceği ve korunacağı sorunudur.485

Carl Schmitt, Nazi’ler iktidara gelince Almanya’ya yeniden Siyaseti ve hükümranlığı getireceklerini düşüne-rek Nazi’lere destek verdi.486 Nazi’lerin yükselişinin daha öncesinde Schmitt, politik olanın anayasadan önce geldi-ğini ileri sürmüştür. Schmitt, Nazi politikalarına karşı gösterdiği bu yönelimden ve bir süre Nasyonal-Sosyalist Parti’nin hukuk danışmanlığını-teorisyenliğini üstlenmiş olmasından ötürü tutuklu olarak Nürnberg’de kaldıktan sonra, hayatını, 38 sene boyunca, yalnızlık içinde, vefat edene kadar memleketi Plettenberg’deki evinde geçirdi.487 Bu eve Carl Schmitt, Machiavelli’in sürgün olarak gittiği yer olan “San Casciano”nun ismini vermişti.488 Bu tavrıla kendisinin günümüzün Machiavelli’si olduğunu vurgu-lamak ister gibidir. Schmitt’in talebesi olan Leo Strauss’a göre modernite ulaştığı son noktada, siyaset felsefesini bir ideolojiye ve/veya mite çevirerek yok etmiş, toplum-sal değerleri temelsizleştirmiştir. Strauss’a göre sorunun çözümü de siyaset felsefesinin yeniden diriltilmesine bağlıdır.489

Carl Schmitt, “şeytanla flört eden bir Nazi hizmetçi-si” olarak kıyasıya eleştiren birçok yorumcuya göre, 20. yüzyılın en önde gelen siyaset ve hukuk düşünürlerinden biridir. Liberal düşüncenin devleti zaafa uğrattığı ve bir devlet krizi yarattığını söyleyen Schmitt’in devlete yeni-den kredi kazandırmaya yönelik teorik çabaları olmuştur. 1980’lerden itibaren Schmitt’in kitapları gün ışığına çık-mış ve beraberinde hukuk ve siyaset konusunda geliştir-diği tezlerin önemli olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Günümüzde Batı solu Schmitt’in yazılarından faydalana-rak güçlü bir sosyal devlet oluşumu için moral ve etik de-ğerleri saptama çabasını gütmektedirler.490

Carl Schmitt, siyasi düşünce tarihi tasniflerinde ka-rarcılık okulunun önde gelen bir siması olarak anılmak-tadır.491 Kararcılık, esas itibariyle, akla güven besleyen kartezyen iyimserliğin bir eleştirisidir. Descartes’a göre, iyi düşünen ve iyi muhakeme eden insan ister istemez iyi de hareket eden ve davranışı düzgün olan bir kişidir. bu kararcılık akımı düşünürlerine göre, us birçok şeyi çöz-mede yeterli ise de, siyasetin kendine öylesine özgü bir boyutu var ki, onu çözmede ve düzenlemede çaresiz kal-maya mahkûmdur. Us, siyasette her zaman var olan ve görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan karar alma ol-gusunu çözümleyemez ve açıklayamaz. Karar alma olgu-sunu ve alınan kararın niteliğiyle içeriğini sadece akla da-yandırmak mümkün değildir. Karar alma anı ussal olma-yan bir dizi öğenin, duyguların, halet-i ruhiyenin yoğun-laştığı bir andır. Bu nedenledir ki, karar eylemi herhangi bir ussal argümanların (gerekçelendirmenin) sonucu ol-mayabildiği gibi, karar verme durumunda olan kişinin usdışı yönlerinin bir yansıması olması da pekâlâ müm-kündür. Karar, us üzerinde temellenmemektedir.492 Ras-yonalist felsefeye en keskin eleştiriyi getiren Hume ahlak felsefesinde değerlerle olguları ayırdığı gibi, Schmitt de siyaset ve hukuk felsefesinde hukuk ve siyaseti olgusal alandan ayırmıştır. Hukukla ya da siyasetle olgusal alan arasındaki ayırım bir irade(devlet)nin araya girmesi ile ortadan kaldırılmaktadır.493 Schmitt 1920’lerden sonra devletin rolünü moral bir amacı imleyen “doğru/hak” kavramı aracılığıyla değil, “somut durum”dan, somut tehlikeden ya da “çatışma” kavramından hareketle tanım-lamıştır. Bu yaklaşıma göre, düşman problemin cisimleş-miş halidir.494 Schmitt, daha sonraları “devletin egemen birlik ve bütün olma iddiasının sarsıldığı”, “egemenlik kavramı ve onunla birlikte tüm sosyal grupları aşan bir birlik olarak geleneksel devlet düşüncesi”nin çöktüğünü ileri sürer. Aslında değerden uzak bir politikada hukuk iş-levsizleşir. Bundan dolayı da Schmitt, değerden nötr bir hukuk düşüncesinin, kendi varlığını ortadan kaldıran bir anayasa düşüncesiyle aynı şey demek olduğunu öne sürer. 495

Schmitt’e göre, karar, kendini tüm normatif bağlar-dan kurtarır ve gerçek anlamda asıl payeyi o hak eder. Öte yandan normatif bağlar bağlamında düşünürsek, öz (essence) ve görünüş (appearance) arasında çelişki olma-yabilir; ancak prensip (principle) ile gerçekleşme (reali-zation) arasında çelişme olabilir. Dolayısıyla bir prensibe aynı zamanda her zaman bir karar ögesi içeren bir anlama edimi sayesinde ulaşılabilir. Geçmişe ait bir yapıdan çıkarılacak prensibin şimdide aynı şekilde çiçeklenmesi mümkün olamayabilir. Zira onun ete kemiğe bürüneceği ve temasa geçeceği bünye büsbütün farklıdır. Dolayısıyla da prensip ile gerçekleşme arasında çelişme bile olabilir, öngörülemez. Demek ki, prensip salt bir kavramdan daha fazla bir şeydir.496 Normatif bir bağa rasyonel bir edimle ulaşılırken, politik bir prensibe kararla nüfuz edilebilir. İstisnaî durumda egemen, kanunun yerine getirilmeme-sini, icra eder.497

Kararcılığın belli başlı öncülerinden olan Schmitt’e göre, alınan kararın ardında ussallık gibi bir şey aramaya gerek yoktur. Çünkü alınan kararın ardında, bizatihi o ka-rardan başka bir şey yoktur.498 Hobbes’un “hakikat değil, iktidar yasayı koyar”, yani yasalar siyasi iktidarı elinde tutanın verdiği emirlerdir prensibinden hareketle Schmitt de söz konusu kararcılık akımının dayandığı temel görüş-leri sonraları çok ünlenecek olan “siyasal teoloji” konulu kitabında ele almış ve egemenlik kavramı etrafında geliş-tirmiştir.499 “Siyasi İlahiyat” isimli kitabında Schmitt, mo-dern devlet kuramının bütün kavramlarının aslında sekü-lerleştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu ileri sürer.500 Aslında teolojik anlayışın siyaset üzerine etkilerinden ilk kez bahseden kişi Spinozadır.501 Her şeye kadir olan Tan-rı’nın yerini her şeye kadir Egemen alır. Teolojideki mu-cizenin karşılığı ise hukukta olağanüstü durumdur. Schmitt, her dönemin metafizik anlayışının kendisini siyasal yönetim biçiminde ve kavramlarında biçimlendir-diğini çeşitli örneklerle açıklar.502 Egemenlik, itaat, bağlı-lık (sadakat), siyaseten biat etmek (political obligation), hak ya da kanun gibi kavramların sekülerleşmiş (ya da sekülerleştirilmiş) dinsel kavramlar olduğunu belirtir. Bu husus, tabii, özellikle egemenlik kavramı konusunda net-lik arzeder. Bu durum modern politik kavramlarla teolo-jik kavramlar arasında sanıldığı gibi köklü bir fark değil, aksine benzerlik ve süreklilik bulunduğunu gösterir. Schmitt’in ifadesinde sözü edilen bu benzerlik ve sürekli-lik sadece tarihsel olarak değil, aynı zamanda yapısal ola-rak da anlaşılmalıdır: “Sadece tarihsel gelişimleri dolayı-sıyla değil […] bu kavramların sosyolojik yönden ince-lenmesi için anlaşılması gereken sistematik yapıları dola-yısıyla da dünyevileştirilmişlerdir”.503 Teoloji ve felsefe arasında tespit edilen bu yapısal benzerlik Aydınlan-ma’nın seküler politik felsefesini boşa çıkarır. Teoloji, modern politik kavramların doğasına kazılıdır. Bu neden-le teolojiden (dinden) tamamen kurtulmuş modern bir po-litik felsefe (özgürlük) üzerinde ısrar etmek boşunadır.504

Parlamenter demokrasilerde ulusa (ya da halka) atfe-dilen egemenlik her şeye kadir olan Tanrı’nın egemen-liğinin bir çeşit dünyevi kopyası şeklinde karşımıza çıkı-yor. Ulusun oyladığı ve onayladığı anayasalar ise Tan-rı’nın kelâmına tekabül ediyor. Din kökenli kavramlarla siyaset kavramları arasında rasyonalist siyasal teori gele-neğini tersyüz eden Schmitt’in gözünde egemen olan Tanrı, halk, millet ya da bir sosyal sınıf değildir. Egemen olan toplumda meydana gelen bir hadisenin ya da içinde bulunulan durumun “istisnai olduğuna karar veren” kişi ya da siyasi heyettir. Belirli bir siyasal sistemde durumun siyaseten “istisnai bir durum” olduğuna kim karar veri-yorsa, egemen olan da odur.505 Schmitt bu çarpıcı formülü “egemen olağanüstü hale karar verendir” şeklinde dillen-dirir.506 Onun düşüncesinde politik olan devleti önceler. Çünkü politik olan ideal bir dünyada değil de, bu dünyada işler.507 Hannah Arendt ise, politikanın iktidarı temele alan bir alan olduğunu ileri sürmektedir.508

İstisna kavramı modern siyasal teorinin ağırlık nokta-sıdır. Kierkegard aşkınlık metafiziğin anlaşılmasında bir kolaylaştırıcı olarak istisna’yı ileri süren modern dönem-deki ilk filozoftur. Carl Schmitt, erken modern dönemin siyasal teorisyeni Bodin’in egemenlik teorisiyle Kierke-gard’ın metafizik istisna kavramını birleştirerek, egemen-liği metafiziksel olarak ele almıştır.509 Schmitt’in “Siyasi İlahiyat” isimli kitabında Bodin’le farkını vurgulamada eksik bıraktığı nokta ise Bodin’in kuramındaki istisna kategorisinin adil olma koşuluyla arasındaki bağıntıdır. Bodin’in egemeni aşkın bir normatif düzen tarafından ku-şatılmıştır, öyle ki ancak Tanrı, Bodin’in egemeninin is-tisnai düzenlemeleri hakkında bir hüküm verebilir. Ege-menin istisnai düzenlemelerinin pozitif bir hukuk nor-mundan türetilebilir olmadığını iddia ettikleri için Sch-mitt ile Bodin örtüşürler. Ancak egemenin sorumlulu-ğunun aşkın bir kaynağa yönelik olduğunu iddia eden Bodin’le, bu tür bir sorumluluk mekanizmasından hiç bahsetmeyen Schmitt arasında adeta bir uçurum vardır.510

Savaş ilân etmek yetkisi, egemenliğin ifade biçimle-rinden biridir. Schmitt’e göre olağanüstü hâl, olağanüstü önlemlerin uygulanmasını gerektiren her türlü ciddi eko-nomik ve siyasi karışıklığı içerir.511

Schmitt’in deyişiyle “egemen, durumu kendi bütün-selliği içerisinde yaratır ve garanti altına alır.512 Kurucu dikotominin tehdit altında olduğu, siyasal birliğin varo-luşsal temelinin tehlikeye düştüğü durumlarda egemen, bu durumu tespit etme, duruma uygun yeni dost-düşman tanımlaması yapma, var olan dost-düşman tanımına daya-lı olarak kurulan tüm siyasal-hukuksal düzeni tasfiye et-me yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun nedeni Sch-mitt’in “Politik Olanı” devlete referansla değil, dost-düş-man ayrımına referansla tanımlamasıdır. Schmitt’in be-lirttiği üzere, temel siyasi ayrımın tehlikeye düşmesi du-rumu olan olağanüstü halin söz konusu olması duru-munda, devletin kendi varlığını korumak amacıyla huku-ku askıya alma hakkı vardır. Karar hukuki normdan ay-rılır ve tam görünürlük kazanır. Schmitt’e göre ekonomi, ahlak ve hukuk siyasal alana tabi iken liberalizm, siyasal alanı ekonomi, hukuk veya ahlaka tabi kılmaya çalış-mıştır.

Schmitt’e göre, olağan durumda geçerli olan bir hu-kuk kuralında olduğu gibi, genel bir norm, mutlak bir istisnayı hiç bir zaman içermediği için gerçek bir olağan-üstü halin varolduğuna ilişkin karar temel oluşturamaz. Egemenlik konusundaki tartışma, kavramın somut kulla-nımı üzerinedir; tartışma, bir anlaşmazlık durumunda ki-min neyin kamu yararına, neyin devletin çıkarına uygun olduğuna, kamu düzeni ve güvenliğini ve kamusal sela-meti [salut public] neyin oluşturduğuna karar vereceği konusundadır.513 İstisnai durum ki bu durum cari hukuk düzeninde tanımlanmamıştır, had safhada bir zaruretin meydana geldiği, devletin varlığına kasteden ya da ben-zer bir şeyin ortaya çıktığı durumdur. Bu durumu deney-sel olarak önceden tespit etmek ve böyle bir durumda ne-lerin yapılmasının gerekliliği saptamak mümkün değil-dir.514 Bu durumda “O (egemen), hem son derece acil bir durumun söz konusu olup olmadığına, hem de bunu ber-taraf etmek için ne yapılması gerektiğine karar veren-dir.”515 “Somut gerçeklikte kamu düzeni ve güvenliğinin ne zaman var olduğu ve ne zaman bozulup tehlikeye düş-tüğü, buna karar verecek olanın askeri bir bürokrasi, müteşebbis ruhun hakimiyetindeki özerk bir yapı ya da radikal bir parti örgütü olmasına bağlı olarak çok değişik biçimlerde ortaya çıkar.”516 Egemen verdiği taahhütlerini çiğnemeyi ve kanunları değiştirmeyi veya bütünüyle ilga etmeyi bunu gerektiren hallere (durumun, zamanın ve kişilerin ihtiyaçlarına) gönderme ile yapar. Schmitt, Bo-din’in Machiavelli’in söylediği gibi verilen taahhüdü çiğ-nemeyi, kanunları kendisi için geçersiz saymayı sadece iktidar ve güç esaslı yap(a)mayacağını söylediğini ileri sürer. Bodin yürürlükteki kanunu ilga etme yetkisinin egemenliğin alâmetifarikası olduğunu da söyler.517

Schmitt ise karar ve istisna kavramından ayrı düşüne-meyeceğimiz bir kavrama, olağanüstünü kavramına dik-katimizi çekmektedir: Egemenin, olağanüstü durumda karar veren kişi olduğu dikkate alındığında, onun ‘aynı anda hukuk düzeninin hem dışında hem içinde’ olması önemli bir husustur.518 Egemen, hukukun geçerliliğini askıya alma konusunda yasal yetkiye sahip olmakla, kendisinin yasal olarak hukukun dışında tutmaktadır.519 Egemen, geçerli hukuk düzeninin dışında durur fakat ondan bütünüyle kopuk olduğu söylenemez. Çünkü niha-yetinde yine ona aittir. Zira anayasanın askıya alınıp alın-mayacağına karar veren ondan başkası değildir.520 Otto Kirchheimer de Carl Schmitt’in egemenliği, olağanüstü koşullarda siyasi tahakküm uygulayabileceklerini kanıtla-yan kişi veya gruplara atfedilecek bir özellik olarak gör-düğünü vurgulamıştır.521

Kararcılığın özü hakkında fikir veren bu tanımlama ve beraberindeki açıklama, gerçekte, iktidarın kullanımı konusunda kesin bir hukuksal ve anayasal çerçeveye sahip olan çağımızın hukuk devletlerinde bile egemen olan bir otoritenin mevcudiyet ve gerekliliğine işaret ediyor. Başka bir deyişle, iktidarın sahibi olanın hak ve görevlerinin büyük bir özenle sınırlandırıldığı hukuk devletlerinde bile bertaraf edilmesi mümkün olmayan bir mutlakiyetçi “anın” var olduğunu anlatıyor.522

Ama hemen belirtelim ki, istisnai durum koşullarının oluştuğunu tayin etmede nihai karar alma anı her siyasal sistem için, sosyopolitik bir kaos ortamı yokluğunda da-hi, ihtimaller dahilinde bir olay. Olasılığın özellikle ulus-lararası ilişkiler çerçevesinde daha yüksek olduğu bir du-rum. Her an patlak vermesi muhtemel olan ve sistem içe-risinde egemen olanın (kral, padişah, başkan, başbakan, parlamento, şef, vb.) karşılaşabileceği bir durum. Casus belli ilanı, yani bir ülke için neyin savaş durumu olaca-ğının tayini de, işte, bu durumun bir örneği. Silâhlı bir müdahalede bulunmak ya da sıcak bir çatışma için karar vermek de egemen olanın uhdesinde olan bir husus istisnai durumun meydana geldiğinin tespit edilebilmesi için koşulların doruğa eriştiğine işaret eden bir husus. Durumun istisnai olup olmaması keyfiyeti egemen olanın kişisel yorumuna bağlı ve iradesine kalmış bir husustur. Nitekim ABD Başkanı Nixon da görevi süresince dört kere nükleer savaş için düğmeye basmak ya da basma-mak konusunda nihai kararı vermede tamamen kendisiyle baş başa kaldığını, alınacak kararda inisiyatifin tümüyle kendi iradesine teslim edildiğini anılarında anlatıyor.523

Türkiye’de baş gösteren iç siyasi sorunlarda daha çok bu istisnai durum kararı alanların ve gerekli girişimlerin* ordu üst kademesi tarafından alınması egemenin halk ya da temsilcisi olan parlamento değil ordu olduğunu gös-termiştir. Türkiye’deki askeri müdahalelerin oluşumu ve darbeleri yapanlar tarafından gerekçelendirilme biçimleri Schmitt’in öngördüğü çizgiyi izliyor. Schmitt’in savun-duğu “istisnai durum diktasıyla” bizdeki ara-rejim halle-rinin arasında şaşırtıcı benzerlikler var: Schmitt, istikrarı sağlayacak, toplumun birliğini ve bütünlüğünü koruyacak ve anayasal düzeni yeniden tesis edecek bir heyetin, bir komisyonun iş başına geçmesini ve bu amaçlara ulaşılın-ca geri çekilmesini ısrarla eriyor. Bu yolun toplumun ve devletin bekası için bir zorunluluk olduğunu söylüyor. Bu yol siyasal analizlerde bir kanunsuzluk gibi gözükse de kanunsuzluğu hedeflemediğini, tam tersine, amacının hukuk düzeninin yeniden ihyası olduğunu hatırlatıyor. Schmitt, liberal parlamenter demokrasinin kurumlarının içi boş ve sadece araçsal nitelikli birer teknikten ibaret olmalarından ötürü toplumun karşılaşabileceği tehditlere karşı direnç gösterememelerinden şikâyetçidir.524 Schmitt, “Liberalizm”in, bütün siyasi görüşleri kendi fıtratına aykırı davrandırarak, topyekûn sulandırıp yapaylaştırdı-ğını söylemektedir.525

Schmitt’in endişesi liberal hukuk düzeninin istisnai durum karşısında yetersiz kalmasıdır. Bunun içindir ki, anayasayı ortadan kaldırma potansiyeli taşıyan siyasi partilerin çok sıkı bir denetim altına alınmasını da salık veriyor. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin müdahalelerinin İç Hizmetler Yasasına dayanılarak yapılmış olmaları nede-niyle kanunsuz olmadıklarını göz önünde bulundurmak kaydıyla, bu girişimlerin her seferinde belirtilen amaçla-rının Schmitt’in gösterdiği hedeflere hemen hemen harfi-yen uyduğu görülüyor. 27 Mayıs darbesini meşrulaştıran darbe yanlılarının argümanı (gerekçesi) DP’nin “anaya-sayı çiğnemiş” olmasıdır. 12 Mart ve 12 Eylül müdaha-lelerine ilişkin birçok yazar ve üniversite hocası ordunun yönetimine el koymasını ülkeyi “anarşiden” kurtarmak ve “kardeş kavgasına son vermek” olarak değerlendirerek Schmitt’i bile arattıracak çıkarımlarda bulunmuştur. “İstisnai durum” ve “karar” anlayışı 28 Şubat sürecinde bir generalin “durumdan vazife çıkarma”sı ile ortaya çıkan egemen olma tavrı kişisel bir durum değildir. Mevcut hükümete karşı olan parti ya da toplum kesim-leri, aydınlar, yazarlar ve üniversite çevreleri bu söze alkış tutabilmiştir. 27 Mayıs’tan günümüze devam eden ve Türkiye’de aşina olunan ve TSK.’nın dışında asıl si-viller arasında var olan bir çeşit “darbe felsefesi” diyebi-leceğimiz düşünce tarzı ile bir Nazi teorisyenin kavram-larının benzeşmesi oldukça dikkat çekicidir.

Türkiye’deki askeri müdahaleler, fiili egemenin kim olduğunun anayasaların öngördüğü egemenlik anlayışı-nın dışında da belirlenebildiğini göstermiştir. Schmitt bize siyaseten egemen olmakla hukuken egemen olmak arasında bir fark olduğunu anlatıyor ve bu fark, ona göre, siyasetin bizatihi özünden kaynaklanan bir fark. Darbeci, yarattığı olağanüstü durumu, kısa süreli olsa dahi kendi menfaatine dönüştürebilirse, “egemen” olarak adlandırı-lır. Bu perspektife göre egemenlik, geçerli olan hukuku devre dışı bırakarak, oluşan “hukuk dışı süreçlerde” ken-di iktidarını yerleştirmektir.526 Machiavelli’ye göre, hu-kuk, doğrudan devletin özünden türetilmiş, devlete bağlı ve hükümdarın güçlü bir devlet için kullanacağı bir araçtır. Hukukun tarafsızlığı söz konusu değil, hukuk devlet için vardır.527 Schmittyen anlamda da hukukun meşruiyetini sağlayan devletin varlığıdır. Devletin meş-ruiyetini hukukta aramak ise, boşuna bir çabadır. Meşruiyet normun oluşumu üzerine düşünmekle anlaşılabilir. Politik birlik olarak Devleti önceleyen tek varoluşsal kavram ise, politik olandır.528 Schmitt gerçekte hukukun devlet tara-ından yaratıldığını öne süren bir hukuki pozitivisttir. Fakat devleti hukuka bağlı sayan bir normativist değildir. Schmitt için normativizm, düzenin ancak hukuki kurallar çerçevesinde sağlanacağını öne sürmektedir. Oysa olağan üstü hallerde “hukuk” ve “düzen” ayrışabilir. Bu anlamda Schmitt somut olarak varolan düzene asli bir anlam yük-lemektedir. Schmitt için devletin varlığı öncelikle somut düzenin idamesiyle ilgilidir. Hukuk ise, gerektiğinde as-kıya alınabilir tali bir kavramdır.529 Hukuk-politik olan gerilimi bağlamında düşünüldüğünde Cumhuriyet’in hu-kuk anlayışı, Schmittyen bağlamda pozitivist hukuk anla-yışıdır. Bu açıdan bakıldığında devlet, hukuku yaratandır, hukukun üstünlüğünü kabul eden değildir. Doğru olan, daha ziyade etik bağlamda meşruiyetin politik içeriğine uygun olandır. Cumhuriyet, meşruiyetini ne kanunlarda ne de aslında kanundan farklı olmayan yazılı anayasada aramıştır. Devletin idamesi adına meşruiyetinin en önem-li kaynağı laik-ulusalcı ideolojisindedir. Cumhuriyet’in sert çekirdeğini laik-ulusalcı ideolojisi belirlemektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi kararlarında, Cumhu-riyet kavramını yorumlamakta ve kavrama hukuki kavra-yışı aşan politik nitelikler yüklemektedir. Cumhuriyet’in meşruiyetini politik olanda araması hukukçular tarafından pek de karşı konulan bir husus olmamıştır. Schmittyen anlamda devleti fethedenler, kendi meşruiyetlerini sağla-maktadır. Nitekim başta politik darbe günleri olmak üze-re Türkiye’de hukukun yok sayıldığı, buna rağmen somut düzenin kendi meşruiyetini sağlamada zorlanmadığı dö-nemler yaşanmıştır.530

Müdahalecilerin gerçekleştirdikleri ilk girişim, 30 Mayıs 1960’da yayınladıkları 13 sayılı “Tebliğ”le İstan-bul Üniversitesi rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında kısaca “İstanbul Komisyonu” adıyla anılan ve Üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir bilim kuru-lunu yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirmektir.

27 Mayıs darbesinden sonra akıl hocalığı yapan Or-dinaryüs Prof. Sıddık Sami Onar gibi şahsiyetler bu Nazi teorisyeninin bu görüşünü darbecilere çıkış yolu olarak önereceklerdir. Tüm DP milletvekillerini tutuklamadıkça meşruluk temellerinin kalmayacağının belirtilmesi üzeri-ne subaylar, bu doğrultuda hareket ettirilmişlerdir.531 Aksi takdirde egemen olamadıkları için meşruiyet elde edemeyeceklerini ve yargılanacaklarını söyleyeceklerdir.

Askeri müdahaleyi meşrulaştırma yolunda üç önemli belge bulunmaktadır. Bunlardan ilki, MBK tarafından görevlendirilen anayasa ön projesi hazırlama komisyo-nun, iktidarın meşruluğunun yalnız seçimle işbaşına gel-mesinden ibaret olmadığı, iktidar süresince de hukuk ve anayasa ilkeleri içinde kalması gerektiğini tespit eden, 28 Mayıs 1960 tarihli rapordur. İkinci belge ise, Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun 34. maddesindeki “Türk Cumhuri-yetini kollamak ve korumak” görevinin Türk Ordusu’na verildiğini tespit eden 14 Haziran 1960 tarihli 1 sayılı ka-nundur. Üçüncü belge ise, 1961 Anayasası’dır.532

1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanunun bazı hükümlerinin kaldırılması ve diğer bazı hükümle-rinin değiştirilmesi hakkındaki 1. no’lu geçici kanun 14 Haziran 1960’da resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.533 Fakat bu kanun 27 Mayıs 1960’dan itibaren geçerli sayılmıştır. Böylelikle 27 Mayıs Harekâtına yasal bir zemin sağlanmıştır.534 Çünkü bu kanun ordunun hareketini yasal ve anayasal düzlemde savunan bir ifadeyle başlıyordu.535

Silahlı kuvvetler, sivil otoriteyi askıya almak ve sınırlamak şeklinde gerçekleşen müdahalelerinin ilk anın-dan itibaren eylemlerine, anayasal ve yasal bir dayanak bularak meşruluk zemini oluşturmaktadırlar. Bu konuda, TSK.’nın müdahalesindeki en önemli yasal dayanağı TSK İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesi oluşturmaktadır. Daha önce “Ordu Dahili Hizmet Kanunu” olarak bilinen ve 27 Mayıs müdahalesine dayanak olan bu yasa, esasen ordunun iç disiplinini sağlamak için çıkarılmıştır. 1935 tarihli TSK İç Hizmet Kanunu’nun “Silahlı kuvvetlerin vazifesi, Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” şeklin-deki 35. maddesi silahlı kuvvetler için işlerlikli bir madde olmuş ve politikaya müdahale için vazgeçilmez meşruluk aracı olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahale için “12 Eylül Cumhuriyeti koruma kol-lama harekâtı” adı kullanılmıştır. Milli çıkarı, milleti ve ülkeyi savunma görevini içeren iç hizmet kanunun 35. maddesi ve yönetimin başarısızlığı sonucunda meşrulu-ğunu yitirmesi, ülkede terör ve şiddetin artması gibi ne-denlerin biraya gelmesi, 1960, 1971 ve 1982 müdahale-lerinin meşrulaştırılmasındaki en önemli faktörler olmuş-tur.536537 12 Eylül’de de darbe sonrasındaki anayasal durumun ne olacağı tartışılıyor. Evren “Anılar”da “Hukukçu arkadaşımız Emin Paksüt 12 Eylül’den sonra bu konuda bize yardımcı olarak 2326 sayılı Kanun'u hazırladı ve bu kanun bize çok yardımcı oldu” diyor.538

Siyasal hayatın pratiğine baktığımızda gerek tarihte gerek bize daha yakın dönemlerde birçok siyasal rejimin Schmitt’in sözünü ettiği istisnai durumu hesaba kattık-larını, önceden kestiri­lemeyenin patlak vermesi olasılı-ğını tahmin edebildiklerini ve önlem aldıklarını gözlem-leyebiliyoruz. Machiavelli’in Söylevler’inde ayrıntılı ola-rak ele aldığı gibi Roma böyle bir durumda diktatörlüğe başvurmayı öngörüyordu. Kamu düzenini sarsan ya da tehlike altına sokan olağandışı koşullar boyunca yani istisnai durum süresince, tüm iktidar geçici bir diktatörün eline veriliyordu. Bu Roma’nın varkalımı için zorunlu bir yol olarak görülüyordu. Ama olaylar yatışınca ve istisnai durum ortadan kalkınca diktatör tüm yetkilerini devret-mek zorunda kalıyordu.539

Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM, Yunan ordusunun Ankara yakınlarına gelince olağanüstü ve istisnai bir du-rum kabul ederek yetkilerini Mustafa Kemal’e devret-miştir.

Fransız anayasasının da ünlü bir 16. maddesi var ki, o da olağanüstü ve ciddi bir kriz halinde tüm yetkilerin Cumhurbaşkanına verilmesini öngörüyor. Sosyalist Mitte-rand tarafından “kesintisiz darbe” potansiyeli taşımasın-dan ötürü çok tehlikeli olarak nitelendirilen bu madde ne var ki, kendisi Cumhurbaşkanı olunca iptal edilmesi için çaba harcanmamıştır.540 Bizim cumhurbaşkanları ve özel-likle Bay Hukukçu sn. Ahmet Necdet Sezer’in Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatı ile yaptığı konuşmalarda ve Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra yaptığı konuş-malarda bu konudaki ısrarını daha sonra sürdürmemiş ve yetkilerinin azaltılması için gerekli girişimlerde bulunma-mıştır. Demirel ise kendisini bu konuda daha bir üstün zekâlı ve halkı da aptal yerine koymuştur. Özal döne-minde Cumhurbaşkanının yetkilerini parlamenter demok-rasiye göre fazla bulurken kendi “cumhurbaba” olduktan sonra babalar! gibi yetkilerini az bile bulabilmiştir.



Schmitt’e göre bir söylem alanının en kritik özelliği onun ‘kurucu dikotomisi’dir. Schmitt temel olarak siya-set anlayışını da ikilem anlayışı üzerine oturtmaktadır. Temel yaklaşımında bireyin toplumsal faaliyetleri ekono-mik, siyasal, hukuksal, ahlaksal ve sanatsal söylem alan-larında ortaya çıkar. Her bir söylem alanı belirli bir dikotomiye sahiptir ve alan içerisindeki tüm söylemler bu dikotominin özgül içeriğine bir biçimde atıfta bulunula-rak yaratılır, biçimlendirilir ve anlamlandırılırlar. Söylem alanının kendine özgü dikotomisi var olmaksızın o alan içerisinde herhangi bir faaliyetin başlaması mümkün değildir. Bu ikilem ortadan kalktığında söylem alanını anlamsızlaştırır. İyi-kötü ikilemi ortadan kalktığında ah-laksal davranış anlamsızlaşır.541

Schmitt’e göre, bir ilişkinin siyaset içerip içermedi-ğinin, bir olayın siyasal olup olmadığının bir kıstası var: Bu kıstas ise, ahlakta iyi ve kötü iken, estetikte güzel ve çirkindir; politikaya gelince de dost ve düşman kıstası-dır.542 Benzer şekilde Bertrand Russell da ilk atalarımızın düşünülen bir siyasa gereği değil içgüdüsel olarak kabile içinde dostluk tüm ötekilere karşı ise düşmanlık şeklinde ikili mekanizma davranışı sergilediğini ileri sürmektedir.543 Dost ve düşman ayrımının işlevi, bir bağın ya da ayrılığın, bir birleşme ya da ayrışmanın en uç yoğunluk derecesini ifade etmektedir.544 Schmitt, siyaset ilişkisinde buyruk/itaat yani iktidar olgusunun da var olduğunu kabul ediyor ama ona göre, siyasetin özgüllüğünü başka bir zeminde aramak daha doğrudur. “Siyasal eylem ve saikleri açıklamakta kullanılabilecek özgül siyasal ayrım, dost-düşman ayrımıdır.”545 Schmitt’e göre “dost-düşman ayrımı ortadan kalkarsa, siyasal yaşam da ortadan kalkar.”546 Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması gerekmez; hatta siyasal düşmanla iş yapmak avantajlı bile gözükebilir.547

Schmitt “Politik Olanı” devlete referansla değil, dost-düşman ayrımına referansla tanımlar. Siyasal olarak nite-lendirilebilecek bir ilişki türünde var olan dost/düşman ilişkisi siyaseti teşhis etmede en belirgin özellik, ilişkinin dost/düşman çerçevesinde var olması siyaseti tanımlayan esas kıstastır. Schmitt’in bu “dost-düşman-şeması”, belli bir duruluğa, basitliğe ve çekiciliğe sahiptir. Gerçekten de böyle bir şema bütün siyasi sistemlerin güncel dene-yimini oluşturur. Aynı zamanda böyle bir şema siyasi süreçleri ve kararları sadece bu süreçlerde yer alan kuv-vetleri dikkate alarak yapıldığı için, “değer yargıların-dan” bağımsız olarak analiz eder.548 Bu nedenledir ki, siyaset yapanın (kişi, kurum ya da her hangi bir insan grubu) dostunu ve düşmanını teşhis edebilmesi ve dost ile düşmanı ayırt etme yeteneğine sahip olması gerek-mektedir.549 Schmitt, politik olanın ahlak, hukuk, sanat, ekonomi gibi diğer tüm alanlardan “görece bağımsız” olduğunu ve bu sebeple burada normatif yaklaşım ya da etik değerlendirmelerin yerinin olmadığına özellikle dik-kat çeker.550 Siyasette asıl olan, her türlü ahlâki ve hukuk-sal mülâhazalar dışında düşmanı belirleyebilmektir ve bu düşmana karşı taarruza geçebilmek veya onun taarruzuna karşı savunma imkânlarına sahip olabilmektir.

Toplumsal faaliyet alanında ikilemin önemi içeriğin-den bağımsızdır. Schmitt’e göre düşmanın gerçek bir teh-dit teşkil etmesinin de pek önemi olmadığı gibi ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlam-da rakip olması gerekli değildir. “[düşmanı teşhis etmek için] onun bir yabancı, bir öteki olması ve nihayet onunla önceden saptanmış genel normlar vasıtasıyla ya da taraf-sızlığı tespit edilmiş bir üçüncü şahsın hakemliğiyle çö-zülmesi mümkün olmayan çatışmaların meydana çıkma ihtimalinin var olması yeter”.551 Zira, taraflar arasında fii-li bir çatışma patlak verdiğinde ancak çatışmada taraf olanlar gerekli kararı almak durumundadırlar. Birinin varlığının diğerininkini yok etme potansiyeli taşıyıp taşı-madığına taraflar kendileri karar vereceklerdir. Ve dostu düşmandan ayırt etmek için sezgi ve siyasal içgüdü sahi-bi de olmak lâzım gelmektedir. Düşmanın düşman oldu-ğunu bilmek için onun estetik ya da ahlâki değerlere sahip olup olmamasının da önemi yoktur. Gerçekten de, ahlaken kötü olanın, estetik bakımdan itici olanın ya da ekonomik açıdan zararlı olanın mutlaka düşman olması gerekmez. Tıpkı ahlaki kriterler açısından iyi olanın, es-tetik açıdan güzel, ya da ekonomik açıdan faydalı olanın da siyaseten dost olarak tanımlanmasının gerektirmediği gibi. Çünkü Schmitt’in siyaset anlayışında, kavga bir şey uğruna ya da bir şeye karşı değil, dost bilinen kişi(ler) adına ya da düşman olarak belirlenen kişi veya kişilere karşı güdülen bir kavgadır.552

Siyasal anlamda tanımlanan düşman, kişisel nefret-leri uyandıran biri de değildir. Kişisel nefret ya da gare-zin siyasette değil, sadece özel yaşamda bir anlamı ola-bilir. Düşman, bizim kişisel rakibimiz değildir, bize şah-sen muhalif olan kişi de değildir. Siyasette düşman her zaman kamu yaşamı açısından bir düşmandır ve böyle tanımlanan düşman bütün bir halk için tehlike çanlarının çaldığına işaret eden bir tehdittir. Bunun içindir ki, hasım olarak belirlenmiş olanı şahsen sevmenin ya da ondan şahsen nefret etmenin de hiç bir anlamı yoktur. Herhangi bir söylem alanına ait ikilemin içerdiği reddediş toplum-sal gurupları dost ve düşman kategorileri içerisinde ör-gütleyecek kadar güçlenmişse, bir diğer deyişle iyi kötü-yü, yasal yasal olmayanı veya güzel çirkini varoluşsal olarak reddetme notasına gelmişse, bu durumda siyasal-laşma tamamlanmış sayılmaktadır. Schmitt bu siyasallaş-manın örnekleri olarak, dini bir cemaatin, başka bir dini cemaatin üyelerine savaş açmasını, açılan savaşa katılma-sını veya Marksist anlamda bir sınıfın, rakip bir sınıfa karşı savaşa yönelmesini gösterir. Bu iki durumda, dini ve ekonomik zıtlıklar, tarafların birbirlerini düşman ola-rak görecekleri noktaya varacak kadar güçlenmiştir ve artık söz konusu olan, dini veya ekonomik topluluklar de-ğil siyasi topluluklardır.553 Bosna savaşında komşu olan Boşnak, Sırp ya da Hırvat kökenli kişiler yıllarca sorun-suz yaşadığı, hatta kız alıp verdiği, şahsen birbirlerini sevdiği halde komşusunu düşman olarak tanımladığında tehdit algısı içine girmişlerdir. Schmitt’e göre, hasım ola-rak belirlenmiş olanı topyekün dışlamak, ona diz çöktür-mek, belini kırmak, hatta yok etmek siyasetin esas hedefi olmalıdır. Benzer şekilde milliyetçi fikirlerin, Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Yugoslav-ya içindeki toplulukları, diğer topluluklara karşıtlık teme-linde siyasallaştırdığını ve siyasallaşmanın yıkıcı özünün de, bu devletlerin parçalanması olgusunda önemli bir rol oynadığını ileri sürmek mümkündür.

Schmitt, özel düşman ile kamusal düşmanı birbirin-den ayırmanın önemine işaret etmektedir. Bunun için İncil’in “düşmanlarınızı seviniz” ifadesine gönderme ya-pıyor ve buradaki düşman olarak kastedilenin tabii ki ki-şisel düşman olmadığını belirtiyor. Zira, diyor Schmitt, “Hıristiyanlık ile İslam arasında bin yıldır süren müca-dele konusunda, Arapları ya da Türkleri sevmek uğruna Avrupa’yı savunma yerine onu İslam’a teslim etmek kimsenin aklına gelmemiştir”. 554

Bu nedenledir ki, sonuç olarak, siyaset ilişkisi top-lumdaki tüm ilişkilerden farklı bir niteliktedir ve belir-leyici bir etkiye sahiptir. Siyasal söylem alanındaki temel ikilem üzerinde ortak bir yargıya varan insanlar, bir yandan yeni bir siyasal öznenin öz bilgisini oluşturup kendilerini ona tabi kılarken, diğer yandan ise başka bir gurup insanı düşman olarak tanımlayarak onları da siya-sal bir özne haline getirmekte ve onlara karşı varoluşsal bir redde yönelmektedirler. 555

Dost düşman karşıtlığının siyasetin kriteri olarak be-lirlenmiş olması siyasetin tehlikeli ve ürkütücü bir alan olduğunu ister istemez düşünmemize yol açabilmektedir. Siyasetin “ateşten gömlek” olduğuna ilişkin imgeler ve Osmanlı döneminden bildiğimiz ölüm cezasına “siyaset” denilmiş, “siyaseten katl” denilmekle idam cezası anlatıl-mak istenilmiştir.556 İdam cezalarının uygulandığı alana “siyasetgâh” denilmiş olması, Türk toplumunun bu konu-da daha da duyarlı olmasına yol açmıştır. Ama gerçek o ki, Schmitt’in analizi siyasal düşmanın yok edilmesine cevaz veren bir görüşün kabulüne yol açmaktadır. Bu gö-rüş uzantısında, düşmanı yok etmekten kaçınmanın kabul edilebilir bir tek nedeni olabilir ki, o da düşmanla antlaş-ma yapmanın daha yararlı olacağına ilişkin bir kanaatin uyanmasıdır. Aksi takdirde, diyor Schmitt, düşman siya-set gereği elenmesi gereken bir unsurdur ve ondan geri kalan da bizzat kendisi elenmeye hazır olmalıdır.557



Schmitt’in gözünde siyasetçi de, tıpkı modern Tan-rı’nın biz ve onlar, kurtarılanlar ve lanetlenenler arasında belirgin bir hat çizmesi gibi dostlar ve düşmanlar arasın-da derin ayrım çizgisi çeken kişidir.558 Schmitt‘e göre siyasal alanda yer alan bir aktörün tanımlamış olduğu düşman, başka söylem alanlannda eylemde bulunurken tanımladığı çirkin, kötü, hukuk-dışı gibi diğer ikilemlere ait olumsuzlamalarla örtüşmek zorunda değildir. Varol-uşsal bir reddediş olarak düşmanın belirlenmesi süreci, ön koşulsuz, pratik ve görece bağımsız bir süreçtir. Yani siyasal alana ait tercihler, güç ilişkilerinin özgül doğası içerisinde ve diğer alanlardan bağımsız bir biçimde belir-lenir.* Ne var ki en yoğun ve güçlü ayrım olan siyasal ayrım, diğer ayrımların desteğini de alabilir. Örneğin, si-yasal söylem alanında düşman sıfatı atfedilen varlık, ahlaki alanda da kötü sıfatı ile olumsuzlanabilir. Bu du-rumda siyasal özne, düşmanını bağnazlıkla, acımasızlık-la, terör yapmakla veya yolsuzluklara bulaşmakla suçla-yacaktır. Bu durumun, siyasal söylemin daha çok ve daha kolay kabul görmesini sağlayacağı ve siyasal amaç-lara ulaşılmasını kolaylaştıracağı kuşkusuzdur.

Schmitt, yerel siyasal partiler arasındaki antagoniz-maların [parti kimliklerini belirleyen ikilemlerin], her şeyi kapsayıcı siyasal birim olan devleti zayıflatmayı ba-şarması halinde, siyasetin, parti siyaseti ile eşit kabul edilmesinin mümkün olacağını söylemiştir.559 Schmitt’in siyasette dost/düşman ilişkisini temele alan yaklaşımını Türk siyasetinde en iyi kullanan Sayın Demirel’dir. Siya-sal yaşamı sürekli bir savaş, sürekli bir karşıtlık gibi anla-mıştır, Demirel.560 Schmitt’in dediği gibi düşmanın kişisel nefret uyandırması ve gerçek tehdit oluşturması da gerek-li değildir.

Düşman olmadan Siyaset olamazdı. Siyaset bu dost-düşman ayrımına bağlıdır. İçerikler değişebilir, ancak ayırımın kendisi baki kalmak zorundadır. Ayrıca düşman sadece dış düşman olmak zorunda değildir. İç düşman da seçilebilir. Siyaset alanı kendine başka bir alanı (din, milliyet vs) dost düşman ayırımını uygulama alanı yap-mak üzere kullanabilir. Nihai otorite olan devlet hem kendi vatandaşlarından hayatlarını feda etmelerini ister hem de düşmanın hayatına son verir. Devletin başı (lider) düşmanı tespit eder ve milleti harekete geçirir.561

Demirel, siyasi iktidarı için toplumu cepheleştirici politik bir yaklaşımda bulunmaktan kaçınmamıştır.562 İn-sanda var olan saldırganlık eğilimi toplumsal bütünleş-meyi sürekli tehdit ettiği için topluluklar içeride ihtilafı ve toplumsal çözünmeyi engellemek için büyük çaba sarfederler. Bu grupları bir arada tutma yöntemlerinden biri ise düşmanlık dürtüsüne bir çıkış noktası sağlamak-tır. Bu ise bir topluluk içindeki saldırganlık eğiliminin diğer topluluklara yöneltilmesi yoluyla olur. Dışarıya yönelmiş düşmanlık içeride dostluğun pekiştirilmesine katkıda bulunur.563 Demirel toplulukların bir arada tutul-ması için gereken düşmanlık oluşturma işini şahsi ikbal ve iktidarı için kullanmaktan çekinmemiştir. Demirel için 60-70’li yıllar boyunca karşısındaki cephenin komünist olup olmaması hatta komünizme karşı olmasının bile önemi yoktur. İktida­rının her safhasında ve girmiş olduğu bütün seçimlerde sol tehlikenin büyüklüğünü koz olarak kullanmıştır.564 Adeta ülke çok yakın bir altüst oluş ve komünist devrim tehlikesiyle yüz yüzeymiş gibi Demirel hükümetlerinde isterik bir hal aldı. 1965 yılında seçimler yaklaşırken AP bütün ülke çapında “Kızıl tehlike” paniği yaratmaya başladı.565 Komünistler yok edilmesi gereken düşman bir unsurdur. Onunla işbirliği yapmayan, iktida-rına destek ve payanda olmayan kim varsa komünist ve vatan haini idi. 1973 seçimleri sonrasında AP Meclis Gurubu toplantısında Demirel; “Milletin sola teslim et-mediği iktidarı kim sola teslim ederse, iki cihanda vebal altındadır. Sol ve komünizmle mücadele edenler solu ik-tidara getirenlerden kıyamete kadar davacı olacaklardır” diyordu.566 Turan Güneş’in dediği gibi “yaratmaya çalış-tığı fobinin dayanağı gerçek dışıdır.”567 Taha Akyol’a gö-re de I.MC, cephe mantığı ve solun karşısında baraj oluş-turmak gibi bir negatif duyguyla kurulmuştur.568 Bu cep-heleşme binlerce genç insanın ölümüne ve ülkenin kay-naklarının heba edilmesine yol açacaktı. Düşmanın kişi-sel nefret uyandırması ve gerçek tehdit oluşturması ge-rekli olmadığı için aynı Demirel, suçladığı kişilerle daha sonra kişisel iktidarı için işbirliği yapabilecektir. Hatta bu düşmanlığı kendisi körüklememiş gibi, İnönü Vakfı’nda 23 Aralık 1991 tarihinde “Düşmanlıklar oluyor… halk ortada hiçbir sebep yokken birbirine düşürülüyor” diyebi-lecektir.569

Demirel’li Adalet Partisi’nin yürüttüğü seçim kam-panyası, heyecanlı antikomünizm sloganlarına ve İslâm’a dayanıyordu. Demirel’in 29 Haziran Samsun konuşması temayı belli etti: “Biz komünist düşmanıyız. Komünizm-le yıl­madan mücadeleye kararlıyız... Biz aşırı sol cere-yanlarla mücadeleye ka­rarlıyız... Nüfusumuzun %98’i Müslüman olduğu için komünizm Türki­ye’ye giremez. Kendimize Müslüman bir millet diyebilmeliyiz.”

Bu propagandalara karşı CHP’liler Cumhurbaşkanı Gürsel ve Başbakan Ürgüplü’ye başvurdular ve şöyle de-diler: “Adalet Partisi lideri ve Başbakan Vekili Demi-rel’in sorumsuz bir şekilde or­talığa yaymaya devam ettiği solculuk ve komünizm suçlamaları, hal­kı düşman kamp-lara bölüyor. Ülkeyi bir iç savaşa sürüklenmekten kurtar-mak için, acilen müdahale etmenizi öneririm...”570

Demirel siyasi hayatının hiçbir döneminde husumet-düşmanlık- siyasetinden ne yazık ki vazgeçememiştir.571 Demirel, yarattığı kavga ortamından o kavganın sonuçları olan iki darbeyle nasibini almıştır. Başka deyişle darbe-leri hazırlayan, onun güttüğü kavgacı siyasettir yargısı abartılı sayılmamalıdır. Ektiği kavga rüzgârlarını, doğal ola­rak da darbe ve müdahale fırtınaları şeklinde biçmiş-tir.572 12 Mart’ın Başbakan yardımcısı Koçaş Demirel’i kast ettiği bir konuşmasında: “milletin köylere, camilere varıncaya kadar, mezhepleri, siyasi düşünceleri nede-niyle düşman kamplara bölündüğünü, her türlü siyasi ve kişisel çıkarını yürütebilmek için milletin böyle birbirine düşürülmesinde fayda uman gafiller”573 olduğunu söyle-yecekti.

1965 Ekimindeki seçimlerden 1980 başlarına ve do-laylı etkileriyle de 1990’lara uzanan, sokak cinayetle-riyle, idamlarla, ağır uzun süreli hapislerle, faili meçhul cinayetler ya da aranan kayıplarla, işsiz bırakılmalarla, yurt dışına kaçmalar ve sür­gün yaşamında yitip gitmeler-le kısacası kan, gözyaşı ve yoksullukla geçen dönemin tek sorumlusu bugün ne kadar unutulmuş gibi gö­rünse de Demirel’in güttüğü cepheleşme siyasetidir. Gereksiz ve gerçekte mevcut olmayan düşmanlar yaratarak birliği sağlamayı amaçlayan bu cepheleşme siyaseti Türkiye’yi ileri götürmemiştir; ekonomisinin olası hızını düşürmüş, siyaseten de geriletmiştir. Demokratikleşme hareketinin ikinci aşaması diye düşünebileceğimiz, 1960 sonrasından yüzyılın sonuna uzanan yaklaşık 40 yıllık dö­nem, o cepheleşme si­yasetinin doğal sonucu olan ve Ordu içinde bile sağcı-solcu ayrımı­nı kışkırtarak yarattığı tehlikelerin gölgesindeki anlamsız kavgalar­la yitirilmiştir.574

Diğer yandan, Schmitt’in siyaseti tanımlamak için ortaya koyduğu kritere göre, öyle anlaşılıyor ki, bir top-lumda siyasal bir alanın var olması için mutlaka “ya-bancının” ya da “ötekinin” de var olması şarttır. Ve bu öyle bir “yabancı”dır ki, onunla anlaşabilmek için ortak herhangi bir zemin bulmak da imkânsızdır. Onunla hiçbir alanda ortak olmak ya da buluşmak mümkün değildir, çünkü üzerinde anlaşma sağlanabilecek ortak normlar yoktur. Yabancı, kelimenin tam anlamıyla bir yabancıdır. Yabancıyla paylaşılan herhangi bir ortak değerler sistemi yoktur, çatışmayı önleyecek herhangi bir ortak ideal yok-tur, onunla üzerinde mutabakat sağlanabilecek hiç bir şey yoktur. O, bize “ya ben, ya o” dedirten, düşman olarak bellediğimiz varlıktır.575

Düşman, siyasal olanı aşan biçimde başta ahlaki ol-mak üzere diğer kategoriler bakımından da aşağılanmak ve insanlıkdışı bir yaratık olarak tanımlanmak zorunda-dır. Ancak bu yaratık artık sadece uzaklaştırılması gere-ken bir tehlike, ait olduğu yere gitmeye zorlanacak bir düşman olmaktan çıkar, nihai biçimde bertaraf edilmesi gereken bir düşmana dönüşür.576

Türkiye’deki 28 Şubat sürecinde ordunun Türk halkı-na tavrını belirleyen ve bir genelkurmay başkanının ağ-zıyla “bin yıl süreceği” ifade edilen halkı düşman olarak tespit edilerek yürütülen siyasetin temellendiği düşünce Schmitt’in yaklaşımından alındığı izlenimini vermekte-dir.

Bu, mutlak bir karşıtlığın resmidir ve “Tanrıların savaşı”, yani sureti katiyede bağdaşması mümkün olma-yan tarafların bir yüzleşmesi ve karşı karşıya gelmesidir. Bu durumda, düşman olarak beliren yabancıya karşı bir takım tartışmalar ve müzakereler yoluyla argümanlar (gerekçelendirme) geliştirmek de boşuna bir çabadır. Zira tarafların birbiriyle çarpışan değerler sisteminin akılcı bir zeminde temellenmemesinden ötürü herhangi bir uzlaş-manın ortaya çıkması mümkün değildir. Alan usun değil, us-dışılığın hüküm sürdüğü alandır ve işte bu nedenle de Schmitt modernitenin bir icadı olan siyasal ussallığın olanaksızlığını savunmaktadır. Ussallığın mümkün olma-dığı bir durumda savaş halini bertaraf etmek de mümkün değildir. Siyaset dost/düşman ayırımı üzerine bina edil-miştir ve bu ayırım üzerinde temellenen siyaset her an “meydana” inmeye hazırdır. Düşmanı caydırmayı başara-mayan ya da caydırma gücünü kullanmak isteme-yen bir siyaset sahibinin karşısında bir tek şık kalmıştır: düşmanı ezmek. Düşmanı ezebilmek için kendisinin de yok olma-sına neden olabilecek kapışmaya, yani savaşa hazır olma-lıdır. Hazır olmalıdır, çünkü bilmelidir ki, “öteki” bundan kaçınmayacak ve hücum etmek için fırsat kollayacaktır. Karşı taraf, bizim meşhur “su uyur, düşman uyumaz” misali, saldırıya geçmek için her zaman hazır olacaktır ve fırsat kollayacaktır.577

Schmitt’in siyaseti tanımlama anlayışı uyarınca, siya-set bir toplumsal olgu olarak sadece belirleyici bir niteli-ğe sahip değil. Aynı zamanda da çatışmanın, mücadele-nin, kavganın, bir adım daha ileri gidildiğinde de savaşın hem kaynağı hem de odağı olarak karşımıza çıkıyor.

Schmitt, sizinle aynı değerleri paylaşmayan, ortak bir zeminde buluşmanızın mümkün olmadığı (ve bu nedenle de hasım olarak nitelendirmeye mahkûm olduğunuz) ta-rafla barışçıl amaçlı tartışmalara girişmenin abes bir uğraş olduğunu ilân etmektedir.578

Bir adım daha ileri giderek, vurgulamak gereken bir husus daha olabilir: siyasal olgu hakkında düşünmenin belki de en isabetli yolu Schmitt’in sözünü ettiği istisnai durumu göz önünde bulundurmakla mümkün olabilir. Bu, tabii, demek değildir ki, siyasette, hem de şükürler olsun, çok daha uzun süren istisna dışı, yani olağanüstü durumlar yoktur. Gayet tabii ki, olağan durumlar, hadise-siz, çekişmesiz, patırtısız gürültüsüz, siyaset ve toplum kurallarının geçerliliğini koruduğu ve Hegel’in tarihin “beyaz sayfaları” olarak tarif ettiği dönemler galebe çal-maktadır. Ama Schmitt siyasetin analizini yapmak için istisnai durum üzerinde durmanın daha anlamlı olduğunu düşünmektedir. Bu yaklaşımın “somut yaşamın felsefe-si”nin bir gereği olduğu kanısındadır: “[bu felsefe uyarın-ca] paradoksun kuraldan daha önemli olduğu düşünüle-bilir. Paradoks meraklısı olmaktan ya da herhangi bir romantik ironiden ötürü değil, her an birbirini tekrarlayan ortalama durumlar analizlerinden çok daha ciddi bir ana-lizin gereği olarak, istisna, normal durumdan çok daha ilginçtir. Normal durum hiçbir şeyi kanıtlamaz, istisnai durum ise her şeyi kanıtlar. İstisna kuralı teyit ve tescil eden durumdur. Aslında istisnanın varlığı sayesinde ve istisna diye bir şey var olduğu içindir ki kural, karşımıza kural olarak çıkmaktadır”.579

Gerçekten de, olayı Schmitt’in deyimiyle ifade etme-seler ya da aynı şekilde kelimelendirmeseler de, siyaset olgusu üzerine düşünen en önde gelen isimler Schmitt’in sözünü ettiği istisnai durumu vurgulaya gelmişler ve teo-rik çalışmalarını istisnai durumlardan hareketle sürdür-meyi benimsemişlerdir. Örneğin Platon, Atinalılarla Is-partalılar arasındaki mücadeleyi tahlil ederek ve bu iki Yunan kavminin birbiriyle kapışmasının doruk noktasına vardığı Peloponnesos savaşını değerlendirmek suretiyle Devlet’i yazmıştır. Bu örnekten yola çıkarak daha yakın tarihe geldiğimizde de, görüyoruz ki, gerek Machiavelli gerek Hobbes yaşadıkları toplumlarda cereyan eden istis-nai durum(lar)dan hareketle siyaset hakkında düşünce üretmişlerdir. Biri, İtalya’daki site-devletlerarasındaki rekabet nedeniyle meydana gelen muharebelerden ötürü İtalyan birliliğinin gerçekleşmemesinden şikâyetçi oldu-ğu için Hükümdar’ı, diğeri ise İngiltere’yi sarsan din sa-vaşlarından duyduğu endişeden ötürü Leviathan’ı yaz-mıştır.580

Tanım gereği, istisnai bir durum örneği teşkil eden devrimin Fransız toplumunda yarattığı alabora, Tocque-ville’in düşüncesine yön vermiş ve onun demokrasi teori-sini geliştirmesine yol açmıştır. Marx’ın siyaset düşünce-si sınıflararası çatışma ve bir sınıfın diğerini sömürmesi üzerinde temellenmiştir. Weber’in siyaset teorisine zemin oluşturan ise yaşadığı dönemin çeşitli Avrupa ülkelerinin emperyalist emelleri uğruna birbirilerine karşı giriştikleri amansız mücadele ile Marksizm gibi “seküler bir dinin” toplumu kuşatmaya başlaması olmuştur. Yani, öyle anla-şılıyor ki, ortalık süt liman iken, her şey yolunda gider-ken siyaset üzerine düşünce üretmenin gereği duyulma-mıştır. Siyaseti düşünmek normal zamanda hiçbir şekilde tartışmaya açılmayan gerçeklerin ve kuralların sorgulan-dığı, doğru olarak bilinen şeylerin yadsınmaya başladığı, değişmez zannedilen kanaatlerin yıkıldığı ve artık hiç bir şeyin kesin olmadığı, tam tersine her şeyin mümkünler dâhilinde olduğu ve beklenmediklerin hüküm sürdüğü olağandışı dönemlere özgü bir zihinsel uğraş olmuştur. Kargaşa, ihtilâf ve uyuşmazlık, yukarda saydığımız filo-zof, siyaset bilimci, sosyologlar ve daha niceleri için siyaseti düşünmenin hayat suyu, siyaset teorilerinin ana kaynağı olmuştur.

Schmitt’in tespitleriyle hemfikir olmayan ve fakat bu tespitlerin doğruluğunu görenlerin başında, Mouffe gel-mektedir. Mouffe, Schmitt hakkında editörlüğünü yaptığı kitabın önsözünde şöyle diyor: “Kuşkusuz. Schmitt libe-ral kulaklara çok ters gelen şeyler söylüyor (...) ama söy-lediği şeylerin yarattığı nefret belki de bunların doğru olmasından ileri geliyor”.

Mouffe’ya göre, Schmitt’in çatışmayı -düşmanlığa kadar varacak olanı dâhil olmak üzere- siyasetin tanım-layıcı özelliği olarak değerlendirmiş olmasını dikkate al-mak gereklidir. Schmitt’in siyaset analizini görmezlikten gelmek ve/ya da bir kenara atmak mümkün değildir.581

Schmitt baştan beri hasımlar arasında oturup konuş-manın, uzlaşma noktaları aramanın boşuna bir çaba oldu-ğunu savunmakta ve tarafların ortak prensiplere ve aynı mücadele biçimlerine sahip olmadıkları görüşünü benim-semiş bulunmaktadır. Schmitt’in toplumsal katılımdan zi-yade düzene ve güçlü bir egemene duyulan gerekliliğe vurgu yapmasının sebebi de bu yanılgısıdır. Mouffe ise, bir makalesine koyduğu başlıkta dediği gibi, “Çağdaş de-mokrasiyi Schmitt ile beraber ve Schmitt’e karşı düşün-meyi” önermektedir. Schmitt’in tanımına göre siyasetin içeriğinde var olan düşmanlık boyutunun gerçekçiliğini inkâr etmek mümkün değildir. Schmitt’in siyasete ilişkin tanımı taraflar arasındaki düşmanlığın üzerinde temelle-niyor, liberal demokrasinin de hedefi düşmanlık ortamını pekiştirme potansiyelini taşıyan koşulları değiştirerek siyasi mücadelenin hasımlar arasında değil, birbirilerine karşı sadece muhalif ve karşıt olanlar arasında cereyan etmesini sağlamak olmalıdır.582

Schmitt, parlamentonun bu yüzyılın başından itiba-ren teorik temellerini kaybettiğini ve artık içi boş bir formaliteden ibaret olduğunu iddia etmiştir. Bunun en önemli nedeni olarak da demokrasinin yükselişini gös-termiştir. Öne sürülen bu düşünceye göre, artık halk daha fazla demokrasi istemektedir ve parlamentonun halkın daha fazla demokrasi isteğine cevap vermesi im-kânsızdır. Çünkü parlamento ve demokrasi özünde bir-birleriyle çelişen kavramlardır.583 Schmitt’e göre, temsili bir yönetim olan parlamentarizm seçilmişliği yönetmek için bir kriter olarak aldığında, “pratikte son derece anti-demokratik bir dışlanmayı ve aynı zamanda yeni bir aristokrasiyi doğurmuştur.”584

Schmitt, parlamenter sistemin krizini üç nedene da-yandırmaktadır. Bunlardan birincisi parlamentonun meş-ruiyetinin kalmaması, İkincisi, hukukun bozulması, üçün-cüsü ise, teknolojinin egemenliği ile karar alma merke-zinin parlamento dışına taşmasıdır. Günümüz toplumları için yapılan saptamalar, Schmitt’i haklı çıkaran gelişme-lerdir.585 Parlamentonun gerileyişi, parti aygıtları, parla-mentonun kendi işleyişine ilişkin iç düzenlemeler, kitle iletişim araçları, hükümet sırları ve ulusüstü örgütlere bağlanmaktadır.

Schmitt’e göre, parlamento on dokuzuncu yüzyılda elde ettiği zaferi yirminci yüzyılda koruyamamıştır. Oy hakkının genişlemesi, seçme ve seçilme için vatandaş olma dışında başka kriterlerin kalmaması, parti örgütle-rinin yaygınlaşması parlamentonun etkinliğini artırama-mıştır. Aksine parti sistemi, medya, uluslararası şirket-ler, baskı grupları, sivil toplum örgütleri, gizli örgütler parlamentonun etkisini iyice zayıflatmışlardır.

Sonuç, parlamentonun “genel seçimlerin sonuçları-nı tescil eden ve önüne getirilen bütün yasaları onayla-yan bir danışma organına indirgenmesidir.”586

Günümüz demokrasilerinde, hükümet/yürütme ya-sama/parlamentoyu “Devlet sırları” kavramı ile kuşat-maktadır. Devlet sırrı, ilk kez Machiavelli tarafından or-taya atılmıştır; kendi adına karar veremeyen halkın üze-rinde egemenliği güvenceye almanın gizli pratiklerinin toplamıdır.587 Strauss da benzer düşünceyi felsefi derinlik üzerinden yapmıştır. Strauss, toplumun elitleri olan ve as-lında “hiçbir şeyin bilinemeyeceği’ni bilen felsefecilere, ezoterizmi kullanarak bu gerçeği toplumdan saklamalarını, topluma, toplumun ihtiyacı olan yalanlar söylemelerini, böylelikle, bir yandan var olan sosyo-politik düzeni korur-ken diğer yandan gizliden gizliye kendi felsefi etkinliklerine devam etmelerini öğütlemektedir.588

Her örgütte, bu örgüt ister bir parti, ister bir sendika ya da bir fikir derneği olsun, aristokratik eğilimler yer al-maktadır. Bizatihi örgütlenme olayı örgütün ikili bir ni-telik taşımasına ya da yapı oluşturmasına neden olmak-tadır. Örneğin, bir siyasi partinin yapısının yönetici azın-lıkla yönetilen çoğunluk arasında bölünmesine yol aç-maktadır. Bunun içindir ki, örgüt tabanına kendini daya-tabilen ve kararlarını buyruk olarak kabul ettirebilen bir yönetim var olabilmektedir. Yöneticiler kapalı kapılar ardında kararlarını almakta, örgütün üyelerinden bağım-sız olarak ve kapalı bir grup oluşturabilmekte, ellerinde tuttukları iktidarı tekellerinde muhafaza etmek için müca-dele vermektedirler. Michels, bu genellemeye Alman Sosyal-Demokrat Partisi üzerinde yaptığı incelemenin bulgularından hareket ederek varmıştır. Ona göre, yöneti-ciler kendi aralarında birlik olabildikleri sürece örgütün tabanını oluşturan üyelere karşı her zaman hâkimiyetle-rini koruyabileceklerdir. Bu oligarşik durumun ortaya çıkması, kitlelerin uzman kadrolara karşı edilgen tutumu sürdükçe kaçınılmazdır.589

Mosca, yönetici sınıf teorisinin her toplum ve her si-yasal rejim için geçerli olduğunu ileri sürmüştür. Mos-ca’ya göre, siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimi nasıl olursa olsun, her devletin bir siyaset sınıfı tarafından ele geçirildiği bir gerçektir. Bu yönetici sınıf yasal iktidarını ve egemenliğini bir siyasal formül aracılığı ile kitleler nezdinde meşrulaştırır ve böylelikle, egemen oluşunu ras-yonalize ederek bu egemenliğini belirli ölçüde perdeleye-bilir de. Yönetici sınıfın biçimlenip teşkilatlanma tarzı değişince siyasal formülün de değişmesi gerekir ve tersi-ne olarak, siyasal formülün değişimi, idareci sınıfın da değişmesine yol açar.590 Mosca’nın ortaya attığı bu siya-sal formül kavramı başka bir deyişle, siyasal formül ger-çekte, ideolojik bir gerekçelendirmeden ibarettir ve yöne-tici sınıfın meşruluğunu sağlayan bir destek faktördür. Bu siyasal formüller ya da “hükümet etme formülleri” ara-sında “milliyetçilik”, “proletaryanın diktatörlüğü”, “hu-kuk devleti” gibi kavramları saymak mümkündür ve bun-ların tümü, Mosca’nın gözünde, birer içi boş kavramdan, aldatmacadan, hatta kendi deyimiyle, “hurafeden” ibaret-tir. Eğer yönetici sınıf demokratik ise açık bir toplumsal gruptur. Bu demektir ki, ortaya attığı ve onun hâkimi-yetini sağlayan siyasal formülü benimseyen herkesin teo-rik olarak yönetici sınıfa dâhil olması mümkündür.591 Ama Mosca, yönetici sınıfın bazı toplumlarda aristokratik eğilimler taşıyıp, kapalı bir grup teşkil ettiğine de işaret etmektedir. Nazi zulmünden kaçan Strauss’un elitist felsefesini temellendirdiği görülecektir. Weimar Cumhu-riyetinin modernite ve modern liberalizmin ilkesiz siya-setinin nazi iktidarına yol açtığını düşündüğünden elitist bir siyaset önermiştir. Strauss’a göre, toplumdaki elit üstünlüğü doğaldır; elitler, üstünlüğün getirdiği tüm avantajları hak etmiş durumdadırlar. Elitlerin toplumla ilişkilerinde kendilerini kısıtlayacak herhangi bir şey mevcut değildir. Var olan tüm doğrular, toplumu kandır-mak ve toplumun varlığını devam ettirmesini sağlamak için formüle ettikleri yalanlardan ibarettir.592

Bize yakın örnekler verecek olursak, Türkiye’nin yö-netici sınıfının ya da siyaset sınıfının açık bir grup oldu-ğunu söylemek mümkündür. Çünkü Türkiye’de yönetici sınıfa dâhil olmanın önünde hiç bir hukuksal ya da sos-yolojik engel yoktur. Bir yandan, “Çoban Sülü” örneği, diğer yandan, Türkiye’nin siyaset sınıfının çoğunlukla “Anadolu çocukları” tabir edilen, yani halk katmanla-rından gelen insanlardan oluşması bu “sınıfın” açık bir grup olduğuna işarettir. Oysaki “iki yüz ailenin” yönettiği söylenen Şahlık dönemi İran’ındaki ya da şimdiki Arap yarımadasındaki devletlerin yönetici sınıfı bildiğimiz gibi, kapalı bir sosyal grup oluşturmaktadır. Ama bizim burada hatırlamamız gereken husus, tarihsel ve toplumsal gelişmenin ve bunun içinde, tabii ki siyaset olgusunun, Mosca’ya göre, yönetici sınıfın, toplumun elitlerinin açıklanabilir olmasıdır. Çünkü ona göre, siyasal dinamiği belirleyen iktidarda olan elitin, yani siyaset sınıfının fi-kirleri ve çıkarlarıdır. O halde, siyaset ekonomiye ya da başka toplumsal etkenlere bağımlı olmadığı gibi, bilfiil bağımsız bir olgu olarak ekonominin ve diğer altsistem-lerin üzerinde belirleyici bir konuma da sahiptir.

Meseleye sırf ampirik gözlem açısından bakılırsa ge-rek Pareto’nun “elitlerin dolaşımı”, gerek Michels’in “o-ligarşinin tunç yasası”, gerekse Mosca’nın başta “siyaset sınıfı” ve siyasal iktidarın örgütlenme üzerinde temellen-diğine ilişkin tezi olmak üzere, bu analizlerin, sosyo-politik gerçekliği yansıttıklarını ileri sürmek mümkün-dür.593 Muhafazakar siyasetçi portresindeki Strauss’un durumu ise, Ryn’e göre “Strauss düşüncesi, genel karak-teristikleri açısından, yükselmekte olan yeni bir elit guru-bun güç taleplerine ve varolan eliti alaşağı etme çabasına uygun biçimde kurulmuş görünmektedir.”594

Elit dolaşımı elitteki egemen tortunun değişimi de-mektir. Türkiye’nin siyasal kültürel yapısı ele alındığında yöneticilerin Pareto’nun deyimiyle duygu ve düşüncele-rinde temel reflekslerinin değişmeyerek aynı duyarlılıklar üzerine yapılandırıldığı görülecektir.595 Egemen tortu ola-rak kutsallaştırılmış devlet düşüncesinin sürmesinde aynı siyasal reflekslere sahip yönetici ve bürokratlar silsile-sinin varlığı “elitlerin dolaşımı” çözümlemesinin Türkiye için yetersizliğini ortaya koymaktadır.596

Siyasetin Türk toplumunu belirlemede nisbi ağırlığı büyüktür ve demokrasiye geçtikten sonra da siyasal elitin sadece yöneticiliği değil aynı zamanda yönlendiriciliği de tartışılmaz bir biçimde etkin olmaktadır. Üstelik, yakın zamanlara kadar üst rütbe askerler ve kamu yöneticile-rinden oluşan iktidar eliti, toplumsal ve ekonomik geliş-menin sonucu olarak ekonomik gücün de eklenmesiyle, yani söz konusu elite büyük holding ve medya patronla-rının da dahil olmasıyla, Wright Mills’in tarif ettiği ikti-dar üçgeni bu ülkenin de siyasal gidişatına yön vermeye başlamıştır. Ne var ki, bu üçlü arasında onun ABD’leri örneğinde tarif ettiği karşılıklı bağlar ve uyum, kendi aralarında oluşturdukları koalisyon burada henüz oluşa-mamıştır.597 Türk siyasal kültürünün temelinde yatan kut-sal devlet anlayışının sonucu olarak politik cemaatler devlet yönetiminde etkinliklerini sürdürmekte, kendileri-ni devletle özdeşleştirmekte, elitlerin dolaşımı sürecinde paradigmal bir değişim olmamakta ve egemen tortu değişmemektedir.598 Bu değişimin simgesi olduğunu iddia eden Demirel`in hem kendisi hem de avenesi bu tortulara zaman içinde evrilmiş ya da devrilmiştir.

Aron’a göre, siyasal olgular ekonomik olgulara oran-la belirli bir önceliğe sahiptirler. Birçok kitabında siyaset ve toplum ilişkilerini inceleyen Aron, siyasal dinamiği belirleyen faktörün mülkiyet faktörü olmadığını, siyasal dinamiği bizatihi iktidarın belirlediğini belirtmiştir. Aron bu sonuca Sovyet toplumunu inceleyerek ve işin ilginç yanı, bu incelemesini Marksist kavramlar ve metodoloji çerçevesinde yaparak varmıştır. Sovyet devrimi, ona gö-re, üretim araçlarının sahibi olmayan, ama diğer yandan, kitlenin de temsilcisi olmayan bir azınlığın iktidarı ele geçirmesi sürecidir. Olaya böyle bakıldığında, bizzat Sovyet devriminin oluşum tarzı, siyasetin ekonomi tara-fından belirlendiğini ileri süren Marksist önermelerin bir çeşit tekzibi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olay, Aron’a göre, siyasetin özerk bir olgu olduğunu, ekono-mik alt-yapı tarafından belirlenmeksizin özgül bir dina-miğe sahip olduğunu örneklendirmektedir.599 Berle, bu durumu mülkiyet ve iktidarın, farklı gelişme safhaların-daki aynı fenomen olabileceğini ileri sürerek izah eder.600

Aron anlattığımız Makyavelci okulun monist (tekçi) açıklamalarına belirli ölçüde bir düzeltme yapmış, siya-setin öncelik taşımasına rağmen mutlak bir özerkliğe sa-hip olmadığını belirtmiş ve tekçi bir yaklaşımın yerine çok faktörlü bir açıklama modelinin siyasal analiz için daha emin bir zemin teşkil ettiğine işaret etmiştir.601

Her durumda dev­letin status quo’sunu korumaya yö-nelik konum alış, aynı zamanda “totaliter dev­let” yapısı-nın oluşumuna kaynaklık eder. Bu yaklaşımın en uç biçi-mi faşist devlet anlayışı’nda, devlet her yerdedir, her yer-de de olmalıdır; onun dışında insani ya da tinsel hiçbir değerin varolması söz konusu bile değildir. Faşizm bu anlamda, devletin ancak üstün nitelikleriyle öne çıkan, ahlâk önünde tek söz sahibi ko­numundaki bir siyasal önderin yapıp et­meleriyle kayıtsız koşulsuz meşrulaştırı-labileceğini savunmaktadır.602

Carl Schmitt içinse siyasi olanın metafiziksel olarak yüceltilmesi açıkça bir “ara-nedenciliktir” gerçekte olanı, kendine âşık fikir üretimi için fırsat gören bir tutumdur.603

Engels, genel oy hakkını burjuvazinin egemenlik ale-ti olarak nitelendirir. Alman sosyal-demokrasisinin uzun deneyimini açıkça hesaba katan Engels, “genel oy hak-kı... işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan bir gös-tergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha çok hiçbir şey olamaz ve hiçbir zaman da olmayacaktır” der.604

“Bizim Devrimci-Sosyalistlerimizle Menşeviklerimiz gibi küçük-burjuva demokratları, tıpkı ikiz kardeşleri olan Batı Avrupa sosyal-şoven ve oportünistlerinin tümü gibi, genel oy hakkından açıkça “daha çok” bir şey bek-lerler. Genel oy hakkının, “bugünkü devlet içinde”, emekçiler çoğunluğunun iradesini gerçekten dile getirme-ye ve bu iradenin yerine getirilmesini sağlamaya yetenek-li olduğu düşününü paylaşır ve bu yanlış düşünü halka da aşılarlar.”605

“İktidar için ardarda savaşan partiler, bu engin devlet yapısının fethini, kazananın başta gelen ganimeti say-dılar”.606

Schmitt’in parlamenter demokrasi eleştirisi Marx, Engels ve Lenin’le yer yer benzer savlar taşır.

Marx şöyle yazıyordu:

“Komün, parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.” … “Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını (verund zertreteri) kararlaştırmak yerine, komünler halinde örgütlenmiş halka -herhangi bir işverenin kişisel seçimi gibi-, bu işletmeler [komünler] için işçiler, gözlemciler, muhasebeciler bulmaya yaramalıydı.”

Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.

Lenin’e göre, “herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl “devlet” işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘“saf halk”ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.607

Demokrasi ile azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi özdeş şeyler değildir. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir; başka bir deyişle, demokrasi, bir sınıf tarafından bir başka sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli zor uygulamasını sağlamaya yarayan bir örgüttür.608


Yüklə 0,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin