Altı iri papaz Tüyler'in anayapı bölümünü yakaladılar ve başlarının üstüne kaldırdılar. Başpapazın işareti ile, yokuşaşa uis,
ğı, adanın kenarına doğru paldır küldür koşmaya başladılar. Aniden ve beklenmedik bir şekilde esen rüzgâr Tüyler'i yakaladı, ellerinden kopardı ve havaya kaldırdı. Tüyler sıçrayıp sarsıldı, kendi çevresinde üç kere döndü, sonra yerde parçalandı.
"Neler dönüyor orada?" diye bağırdı başatusta. "Orada ne haltlar çeviriyorlar?" diye sordu bacanağına. Tedirgin görünen bacanağı, ne olduğunu öğrenmek üzere kenara koştu.
Papazlar Limbeck'i kırık lektrikyapandan kurtardılar ve başı döner, tüyler tükürür bir halde başlangıç yerine getirdiler. Bir Yargı Tüyleri daha bulundu -başatusta gecikmeden dolayı köpürüyordu- ve Limbeck yeniden bağlandı. Papazlar üstlerinden, çerçeveye sıkıca tutunmaları konusunda sert bir ders aldılar ve yeniden koştular.
Rüzgâr Tüyleri tam zamanında yakaladı ve Limbeck zarif bir biçimde havalandı. Kablo koptu. Papazlar, başpapaz ve ba-şaaısta, tüylü şeyin yavaşça uzağa, aşağı doğru kaymasını seyrettiler.
Bir şekilde, Limbeck ağzındaki tıkaçtan kurtulmuş olmalıydı, çünkü Darral Uzunkıyılı, Tüyler Maelstrom'un göbeğine doğru kayarken Limbeck'in haykırışını duyduğundan emindi: "Nedeeeeeen?" Başatusta kafasından demir tacı çıkardı ve adanın kenarından aşağı fırlatma isteğiyle mücadele etti. Rahat bir nefes alarak, depo tankından evine doğru yola çıktı.
Kendisini nazikçe döndürüp duran hava akımlarının üzerinde kaymakta olan Limbeck, başını çevirip yukarısındakı Drevlin Adası'na baktı. Dakikalarca, Ada'nın altında tembel tembel daireler çizmenin tadını çıkardı. Bakış açısından, son
derece benzersiz bir manzara sunan mercankaya oluşumlarını seyretti -yukarıdan bakıldığında çok daha farklı görünüyorlardı. Limbeck'in gözlükleri gözlerinde değildi (onları mendiliyle güzelce sarmış, pantolon ceplerinden birine tıkmıştı), ama bir yukarı akıma kapıldığında adanın dibine iyice yaklaştı ve dolayısıyla mükemmel bir bakış açısı elde etti.
Kayalarda milyonlarca delik vardı. Bazıları son derece büyüktü -kanatlan idare etmeyi becerebilseydi, Limbeck rahatlıkla içlerine doğru uçabilirdi. Bu deliklerden binlerce kabarcığın çıktığını görünce irkildi. Kabarcıklar açık havada hemen patlıyorlardı ve Limbeck o an, bir keşifte bulunduğunu anladı. "Mercankaya, havadan daha hafif bir gaz üretiyor olmalı ve bu da adayı havada tutuyor." Kafası Göz'de gördüğü resimlere gitti. "Mesela, Welflerin üzerinde yaşadığı adalar neden bizimkinden daha yüksek olsun? Adaları daha hafif olmalı, bu mantıklı. Ama neden? Alı, tabii." Limbeck fark etmedi, ama fark etmiş olsa başını döndürecek bir hızla, dönerek alçalıyor-du. "Maden yatakları. Bu ağırlıklarının farklı olmasını açıklar. Bizim adamızda, Welflerinkinden daha fazla maden yatağı olmalı -demir falan. Muhtemelen bu yüzden Yenileyenler Yıksı-diksi'yi oraya değil, buraya yaptılar. Ama asıl neden yapıldığını açıklamıyor bu."
Son gözlemini kaydetme isteği duyan Limbeck, ellerinin bir yere bağlı olduğunu farkedince sinirlendi. Ne olduğunu görmek üzere başını kaldırınca, içinde bulunduğu ilginç ve umutsuz durumunu hatırladı. Çevresini saran gökyüzü hızla kararı-yordu. Artık Drevlin'i göremiyordu. Rüzgâr daha şiddetli esiyor, belirgin bir biçimde helezon çiziyordu; uçuşu oldukça sarsıntılı ve istikrarsız hale gelmişti Oraya buraya, yukarı aşağı sallanıyor, kendi çevresinde dönüp duruyordu. Yağmur
(33
yağmaya başlamıştı ki, Limbeck yeni bir keşif yaptı. İlki kadar önemli olmasa da, bu keşfin Limbeck üzerindeki etkisi çok daha büyük oldu. ?r
Tüyleri kumaşa tutturan yapıştırıcı madde yağmurla çözülüyordu. Limbeck gittikçe büyüyen bir dehşetle, bağkuşu tüylerinin önce teker teker, sonra tutamlar halinde dökül mesini izledi. Limbeck'in ilk yaptığı ellerini kurtarmaya çalış mak oldu, gerçi ellerini kurtarsa ne yapacaktı, pek belli değil di. Sağ bileğini şiddetle çekti. Bunun bir etkisi -korkutucu bir etkisi- oldu ve Yargı Tüyleri havanın ortasında başaşağı donuverdi.
Limbeck kendisini hızla tüylerini kaybeden kanatlara bileklerinden asılı, ayaklarını seyrederken buldu. İlk paniği yatıştığında ve Limbeck kusmayacağından kesin olarak emin olduğunda, durumunun aslında daha iyi olduğunu fark etti. Şimdi tüylerinin çoğundan kurtulan kumaş tepesinde havayla şişmiş, düşmesini yavaşlatıyordu. Hâlâ oldukça fazla sarsılıp sallanmasına rağmen, hareketler artık daha dengeli ve daha istikrarlıydı.
Fırtına bulutlarının arasında, aşağıda koyu renkli bir leke gördüğünde, Limbeck'in verimli zihninde aerodinamiğin temel ilkeleri maddeleşmeye başlamıştı bile. Gözlerini kısan Limbeck, bir süre sonra lekenin Terrel Fen adalarından biri olduğuna karar verdi. Bulutların arasındayken, yavaşça aşağı sü-züldüğü izlenimindeydi, adanın korkutucu bir hızla, onu karşılamak üzere yükseldiğini görünce dehşete düştü. İşte bu noktada Limbeck iki kural daha keşfetti: bunlardan biri görecelik kuralı, diğeri yerçekimi kanunuydu.
Ne yazık ki, çarpışma her iki kuralın da Limbeck'in aklından uçup gitmesine sebep oldu.
Mf-î
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BÎR YER, UYLANDIA KÜMESİ ORTA ÂLEM
Limbeck'in Terrel Fen yolculuğunu yaptığı sabah, Hugh ile Prens, Uylandia Kümesi üzerinde, geceyönüne doğru ejder sırtında uçuyorlardı. Uçuş soğuk ve neşesizdi. Trian ejdere istikameti bildirmiş, böylece Hugh'ya eyerde oturup düşünmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Hangi rotada uçtuklarını bile çıkartamıyordu, çünkü büyülü bir bulut onlara eşlik ediyordu.
Ejder arada bir buluttan aşağı dalıyor, rotasını kontrol ediyordu. O sırada Hugh, aşağıda yumuşak bir ışıkla parıldayan mercankayalardan nerede olduklarını ve yönlerini anlamaya çalışıyordu. Hugh'nun aldatıldığından kuşkusu yoktu ve şikâyetini şahsen iletmeyi tercih etmesi durumunda bulabilmek için, Stephen'ın gizlenme yerini öğrenme karşılığı cüzdanındaki paranın yarısını verirdi. Fakat faydasızdı ve kısa süre sonra pes etti.
"Açım..." diye konuşmaya başladı Bane, çocuksu tiz sesi durgun gece havasını yırtarak.
"Çeneni kapa!" diye tersledi Hugh.
Çocuğun nefesinin kesildiğini hissetti. Arkasına dönen Hııglı, çocuğun gözlerinin faltaşı gibi açıldığını ve gözyaşlaI3S *
rıyla patladığını gördü. Muhtemelen çocuğu hayatı boyunca kimse azarlamamıştı.
"Geceleyin ses çok daha kolay iletilir, Ekselansları," dedi Usta yumuşak bir sesle. "Bizi izleyen biri varsa, işini kolaylaştırmak istemeyiz."
"Bizi izleyen biri mi var?" Bane solgundu, ama cesurdu.
Hugh çocuğun cesaretini takdir etti. . ,, , ,LI,
"Öyle sanıyorum, Ekselansları. Fakat endişelenmeyin."
Prens dudaklarını birbirine bastırdı. Utangaç bir şekilde kollarını Hugh'nun beline doladı. "Bu seni rahatsız etmiyor, değil mi?" diye fısıldadı.
Küçük kollar Hugh'nun belini sıktı. Hugh sıcak bir bedenin kendisininkine sokulduğunu, çocuğun başının güçlü sırtına hafifçe yaslandığını hissetti. "Korkmuyorum," diye ekledi Bane yüreklilikle, "yakınımda durduğunda daha iyi hissediyorum, o kadar."
Katilin içini garip bir duygu kapladı. Hugh aniden karanlık, boş ve tiksinti verici ölçüde kötü hissetti kendisini. Dişlerini gıcırdatarak, çocuğun dokunuşundan kurtulma dürtüsüne karşı koydu ve daha yakın bir tehlikeye yoğunlaştı.
Birisi gerçekten onları takip ediyordu. Her kimse, bu konuda iyiydi de. Eyerde dönen Hugh gökleri araştırdı. Kendilerini gözden kaybetmekten korkan gölgelerinin, dikkatsiz davranıp kendisini göstereceğini ummuştu. Fakat hiçbir şey görmedi. Bir refakatçilerinin olduğu hissine neden kapıldığını bile bilmiyordu. Ensesinde hissettiği karıncalanmaydı belki, bir ses, bir koku, gözünün kıyısında pırıldayan bir şeydi. Sessizce uyarıyı kabul etti. Tek sorusu vardı: Kim onları takip ediyordu; ve neden?
Trian. Bu ihtimal vardı elbette, ama Hugh buna ihtimal ver iniyordu. Büyücü rotalarını ondan iyi biliyordu. Hugh'nun ej deri yolundan saptırıp, kaçmadığından emin olmak için takip ediyor olabilirdi. Bu aptalca bir davranış olurdu. Hugh büyü cü değildi, yapılmış bir büyüyle uğraşmaması gerektiğini bilir di, hele o büyü bir ejdere yapılmışsa. Büyülendiklerinde ejder ler itaatkâr ve uysal olurlardı. Büyü bozulunca kendi irade ve zekâlannı hatırlarlar, son derece istikrarsız ve güvenilmez bir hale gelirlerdi. Sana hizmet etmeye devam da edebilirlerdi, se ni akşam yemeği yapmaya da karar verebilirlerdi. f .
Peki Trian değilse, kimdi?
Kraliçe'nin gönderdiği birisi kuşkusuz. Hugh içinden büyücüye ve kralına uzun uzun küfretti. Beceriksiz aptallar ağızlarından bir şey kaçırmış olmalıydılar. Şimdi, kuşkusuz, Hugh çocuğu kurtarmaya çalışan bir baron veya kont ile başetmek zorunda kalacaktı. Usta başındaki bu belayı defetmek durumundaydı ve bu da, bir tuzak kurmak, bir boğaz kesmek, bir cesedi saklamak anlamına geliyordu. Çocuk muhtemelen adamı tanıyor, hatta dost biliyor olacak ve kuşkulanacaktı. Hugh çocuğu, dost bildiği adamın aslında düşman olduğuna; düşman sandığı kişinin aslında dost olduğuna ikna etmek zorunda kalacaktı. Bir sürü sıkıntı doğmuştu şimdi ve hepsi, Trian ile suçluluk duygusuna boğulmuş kralının dikkatsizliği yüzündendi.
Pekâlâ, diye düşündü Hugh sertçe, bu onlara pahalıya ma-lolacak.
Ejder, Hugh'nun idaresine ihtiyaç duymadan, dönerek alçalmaya başladı. Usta hedeflerine vardıklarını tahmin etti. Büyülü bulut yok oldu ve koyu mavi ışıldayan mercankaya zemin üzerinde karanlık bir orman Hugh'nun gözüne çarptı. Sonra büyük bir açık alan ile doğada asla bulunmayan, insan
elinden çıkma kesin çizgilerle belirlenmiş şekiller göründü.
Bir mercankaya vadiye sokulmuş ve sık ormanlarla çevrelenmiş küçük bir köye inmişlerdi. Elf saldırılarına karşı kendilerini tepeler ve ormanlarla gizleyen pek çok köy biliyordu Hugh. Bu güvenliğin karşılığını, ana havayollarından uzakta olmakla ödüyorlardı, ama seçim iyi yaşamakla, yaşayıp yaşamamak arasında olduğunda, bazı insanlar memnuniyetle fakirliği seçiyorlardı.
Hugh yaşamın değerini bilirdi. İyi yaşamakla karşılaştırıldığında, bu köylüleri aptal buluyordu.
Ejder uykudaki köyün üzerinde döndü. Ormanın içinde bir açık alan gören Hugh, hayvanı düzgün bir inişle aşağı yönlendirdi. Ejderin koşumlarını çıkartırken, gölgelerinin nereye in->!" diğini merak etti. Bu soru üzerinde fazla zaman harcamadı. Hugh tuzağını kurmuştu. Şimdi sadece yemlemesi gerekiyordu.
Yükünden kurtulan ejder hemen havalandı. Yükselerek, ağaç tepelerinin arasında kayboldu. Hugh ilgisizce, vakit öldü-"tv "' rerek çantalan omuzladı. Prens'e izlemesi için işaret ederek
'' ağaçların arasına yönelmişti ki, kolunun çekıştirildiğini hissetti. "Ne oldu, Ekselansları?" "Şimdi yüksek sesle konuşabilir miyiz?" Çocuğun gözleri iri iri açılmıştı.
Hugh başını salladı.
"Ben kendi çantamı taşıyabilirim. Göründüğümden daha güçlüyüm. Babam, bir gün onun kadar uzun boylu ve güçlü olacağımı söyledi."
Stepnen bunu söyledi, değil mi' Asla büyümeyeceğini bildiği bir çocuğa O piç şimdi burada olsaydı, memnuniyetle boynunu kırabilirdim.
Hugh sessizce Bane'e paketini uzattı. Ormanın kıyısına ulaştılar ve hargast ağaçlarının altındaki derin gölgelere daldılar. Kısa süre sonra, ince, kristal tozlardan bir halı üzerinde ses çıkarmayan ayaklarıyla, hem gözden kaybolacak, hem de artık duyulmayacaklardı.
Usta kolunun yine çekiştirildiğini hissetti.
"Sir Hugh," dedi Bane, işaret ederek, "o kim?"
İrkilen Usta, çevresine bakındı. "Orada kimse yok, Ekse lansları." •" ' ' •'.-•' ', "J;tj
"Evet, var," dedi çocuk, "Onu görmüyor musun? Bir Kir keşişi o."
Hugh durdu ve gözlerini çocuğa dikti.
"Onu göremiyorsan önemli değil," dedi Bane, çantasını omuzlarının üzerinde daha rahat bir pozisyona kaydırarak.
"Ben başkalarının göremediği pek çok şeyi görebiliyorum.
Ama daha önce hiç yanında Kir keşişi yürüyen birini görme miştim. Neden seninle beraber?" Wt MWİMt"i
"Bırakın ben taşıyayım, Ekselansları." Hugh çantayı çocuğun elinden aldı ve omzunu sıkıca kavrayıp öne doğru iterek, yürümeye devam etti.
Kahrolası Trian! Lanet büyücü ağzından bir şey kaçırmıştı herhalde. Çocuk bunu fark etmiş, şimdi de çılgınca hayaller kuruyordu. Hatta gerçeği bile tahmin etmiş olabilirdi. Pekâlâ, şu anda bu konuda yapabileceği bir şey yoktu. Yalnızca katilin işini zorlaştıracaktı -ve tabii ücretini de yükseltecekti.
İki yolcu geceden geri kalan zamanı, bir hasatçı1 barınağında geçirdi. Gök aydınlanıyordu; Hugh, gündoğumunun haber1 Oıta Âlem'de suyun azlığı, bitkilerden su hasadı yapılmasını geıeklı kılmıştı Su çiftçileri bu tur su üıeten bitkilerden ekerleıdi, su h.ısatçılnıı da, sıvıyı toplarlardı
cisi olan, gökkubbedeki ışıltıyı görebiliyordu. Gecenin Lordla-rı'nın kenarları alev alev parlıyordu. Sonunda nereye geldiklerini anlayabilecek, böylece yönünü belirleyebilecekti. Manastırdan ayrılmadan önce çantasının içindekileri kontrol etmiş, her türlü yön bulma aletinin var olduğundan emin olmuştu -kendi aletleri Yreni Hapishanesi'nde elinden alınmıştı. Küçük, deri kaplı bir kitapla tepesinde kristal küre olan gümüş bir sopa çıkardı. Sopanın bir ucu sivriydi. Hugh onu yere sapladı. '•• '.'t*''''*..,"1 ''"•'>""4> >yj ^ r- .'.'.<".
Bu tür aletler elf yapımı olurdu -insanların mekanik büyü becerisi bulunmazdı. Bu alet henüz yeniydi ve Hugh bir savaş ganimeti olduğunu talimin etti. Hugh sopayı pannağıyla tıklattı ve küre havalandı. Gözleri faltaşı gibi açık, büyülen-mişçesine seyretmekte olan Bane, buna bayıldı. ' "Ne yapıyor?" diye sordu.
"İçine bakın," diye önerdi Hugh.
Prens tereddüt ederek gözünü küreyle aynı hizaya getirdi. a "Yalnızca bir takım rakamlar görüyorum," dedi hayal kırıklığıyla.
"Görmeniz gereken de bu." Hugh ilk rakamı aklına not etti, sonra sopanın dibindeki bir halkayı çevirdi, ikinci rakamı okudu, son olarak da üçüncüsünü. Sonra kitabın yapraklarını çevirmeye başladı,
"Ne arıyorsun?" Bane çömelerek Hugh'nun kolunun üzerinden gözlemeye başladı.
"Gördüğünüz rakamlar Gecenin Lordları'nın, beş Gecenin Leydisi'nin ve Solarus'un konumlarıyla, bunların birbirine göre konumlarını gösterir. Rakamları bu kitapta buluyorum, onları yılın mevsimi ile eşleştiriyorum, böylece şu anda adaların nerede olduklarını anlıyorum. Ve bu da birkaç menka hata pa
, • ' •' EJDER. Kanuni .y,t,
* yıyla nerede olduğumuzu söyleyecek."
"Ne garip yazı!" Bane görmek için kafasını neredeyse başaşağı çevirmişti. "Nedir o?" tf'"/ı.
"Elfçedir. Bütün bunları keşfeden ve bu ölçümleri yapan büyülü aleti icat eden onlardır."
Çocuk kaşlarını çattı. "Neden ejderin sırtındayken böyle bir şey kullanmadık?"
"Çünkü ejderler içgüdüsel olarak nerede olduklarını bilirler. Kimse bunu nasıl başardıklarını bilmez -görme, işitme, koku, dokunma duyulan- ve varlıklarından bile haberdar olmadığımız başka duyular sayesinde yönlerini bulurlar. Elf büyüsü ejderler üzerinde etkili değildir, bu yüzden kendilerine ejder gemileri yapmak ve nerede olduklarını anlamalarını sağlayacak bu tür aletler icat etmek zorunda kalmışlardır. İşte bu yüzden" -Hugh sırıttı- "cifler bize barbar der." "Peki neredeyiz? Biliyor musun?"
"Biliyorum," dedi Hugh. "Ve şimdi, Ekselansları, biraz kes tirmenin zamanı geldi." ,ı .4H f"
Pitrin'in Sürgünü'nde, Winsher'dan yaklaşık 123 rnenka ka dar geriyöndeydiler.' Nerede olduğunu öğrenen Hugh, rahat lamıştı. Aşağıyı yukarıdan ayıramamak rahatsız edici olmuştu.
Artık biliyordu ve dinlenebilirdi. Üç saat daha gün ağarmayacaktı.
Gözlerini ovalayarak, esneyerek ve uzun zaman yolculuk yapmış, kemiklerine kadar yorgun bir adam gibi gerinerek -omuzları çökmüş bir biçimde ve ayaklarını sürüyerek-Prens'i kulübeye götürdü. Yarı uyuyor görünen katil, kapıyı l Geriyon, ileıiyon, kirayöniı ve kanayomı, yon belirtmede kullanılan teıiın-leıclıı Yon, Ana Kııme Yönüne, ya da kıımenın gökte izlediği yoıııngenın lotasına işaıet edeı İleıiyonde ilerlemek, kııme ile aynı yönde ilerlemeyi, genyon ise tam olaıak teısi yomı ifade edeı Kiıayonu ve kanayomı, yoııın-geye dik açılaıla ilerlemeyi gösterir
iterek kapadı Kapı iyice kapanmadı, fakat göainüşe bakılırsa, Hugh fark edemeyecek kadar yorgundu.
Bane çantasından bir battaniye çıkarıp yere yaydı ve uzandı. Hugh da aynısını yaparak gözlerini kapattı. Çocuğun nefesinin yavaş ve düzenli gelmeye başladığını duyunca yavaşça, kedi gibi döndü ve kulübenin zemininde süründü.
Prens iyice dalmıştı. Hugh ona yakından baktı, ârnıa çocuk numara yapıyor gibi görünmüyordu. Yumak gibi kıvrılmış, battaniyesinin üstünde yatarken, gün doğumundan önceki soğukta donacaktı.
Çantasından bir başka battaniye çıkaran Hugh, battaniyeyi çocuğun üstüne örttü, sonra kulübenin diğer tarafına, kapının yanına sessizce kaydı. Uzun çizmelerim çıkardı ve dikkatle, yere yatay olarak -biri diğerinin üzerinde- uzattı. Çantasını çekti ve çizmelerin yukarısına koydu. Kürklü pelerinini çıkardı, bir top gibi kıvırdı ve çantanın yanına koydu. Pelerininin ve çantasının üzerine bir battaniye örttü ve çizmesinin tabanını açıkta bıraktı. Böylece kapıdan içeri bakan biri, battaniyeye sarınmış uyuyan bir adamın ayaklarını görecekti.
Tatmin olan Hugh çizmesinin içinden hançerini çıkardı ve > kulübenin karanlık köşesine çömeldi. Gözlerini yere dikerek beklemeye başladı.
Yarım saat geçti. Gölge Hugh'ya derin bir uykuya dalması 4 için yeterli süreyi veriyordu.
Usta sabırla bekledi. Fazla uzun sürmeyecekti. Gün neredeyse doğmuştu. Güneş parlıyordu. Adam uyanıp, yola çıkmalarından korkuyor olmalıydı. Katil, aralık kapıdan sızan ince, gri ışık huzmesini izledi. Huzme genişlemeye başladığın^ da Hugh'nun hançeri kavrayışı güçlendi. **
Kapı sessizce kapı sonuna kadar açıldı.
İçeri bir baş uzandı. Adam uzun uzun ve dikkatle, battaniyenin altında uyuyor görünen Hugh'ya baktı, sonra aynı dikkatli bakışlarını çocuğa çevirdi. Hugh nefesini tuttu. Görünüşe göre tatmin olan adam, kulübeye girdi.
Hugh adamın silahlı olmasını ve hemen kendi sahte uyuyan figürüne saldırmasını bekledi. Katil adamın elinde silah görmeyince ve adam sessizce çocuğa yönelince şaşırdı. Demek bu bir kurtarma operasyonuydu.
Hugh sıçradı, kolunu adamın boynuna dolayıp hançerini boğazına dayadı.
"Kim gönderdi seni? Gerçeği söyle ki, seni hızlı bir ölümle ödüllendireyim."
Hugh'nun kavradığı beden gevşedi ve katil, hayretle adamın bayılmış olduğunu gördü.
('"n,V riî^jtr/ ı<ı if*"{ (vs-. "'."'*> 1,,,-ij'MîKd İ?K\ iKıtftt *
•1İV,
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
PITRIN'İN SÜRGÜNÜ, VOLKARAN ADALARI ORTA ÂLEM
"Oğlumu bir katilin ellerinden kurtarmak için tam olarak senin gibi birini seçmezdim," diye mırıldandı Hugh, baygın adamı kulübenin zeminine uzatırken. "Ama belki de Kraliçe bugünlerde cesur şövalyeler bulmakta güçlük çekiyordur Tabii numara yapmıyorsan."
Adamın yaşı belirsizdi. Yüzü endişeli ve bitkin görünüyor-' du. Kafasının tepesi kelleşmişti; yanlardan gri saç tutamlan sarkıyordu. Ama yanakları düzgündü ve ağzının yanındaki çizgiler yaşlılıktan değil, endişeden ileri geliyordu. Fasulye sırığı gibi uzun olduğundan, elindeki düzgün parçalar bitmiş ve bu yüzden oradan buradan parça toplamış biri tarafından yapılmış gibi görünüyordu. Elleri ve ayakları çok büyüktü; hassas ve duyarlı hatlara sahip kafası çok küçüktü.
Adamın yanına diz çöken Hugh, onun bir parmağını alıp bileğine kadar geriye kıvırdı. Acı dayanılmaz olmalıydı ve baygın numarası yapan biri kendini hemen ele verirdi. Adam kıpırdamadı bile.
Hugh kendine getirmek için adamın yanağına bir tokat attı, bir tane daha atmak üzereydi ki, çocuğun yanına geldiğini duydu.
"Bizi takip eden o mu?" Hugh'ya yakın duran Prens merakla baktı. "Ama o Alfred1" Çocuk, adamın yakasını kavradı, kafasını kaldırıp sarstı. "Alfred! Uyan! Uyan!" Adamın başı küt! diye yere çarptı.
Prens adamı yine sarstı. Adamın kafası yere yine çarptı ve rahatlayan Hugh, oturup izlemeye başladı.
"Ah, ah, ah!" Alfred kafası yere her vurduğunda inliyordu. Gözlerini açarak sersemlemiş bir biçimde Prens'e baktı ve yakasındaki küçük ellerden kurtulmak için zayıf bir çaba gösterdi.
"Lütfen... Ekselansları, iyice uyandım, şimdi... Ah! Teşekkür ederim, Ekselansları, ama buna gerek olduğunu..."
"Alfred!" Prens kollannı adamın boynuna doladı, o kadar sıkı sanldı ki, neredeyse adamı boğuyordu. "Senin kiralık katil olduğunu düşündük. Sen de bizimle yolculuk yapmaya mı geldin?"
Doğrulup oturan Alfred Hugh'ya, özellikle de Hugh'nün hançerine endişeli bir bakış fırlattı. "Ah, sizinle yolculuk yapmam pek de uygun olmayabilir, Eks..." "Kimsin sen?" diye sözünü kesti Hugh. Adam kafasını ovuşturdu ve alçakgönüllülükle yanıt verdi, "Efendim, adım..."
"O Alfred," diye sözünü kesti Bane, sanki bu her şeyi açık-lıyormuşçasma. Hugh'nun sert ifadesinden anlamadığını görünce, çocuk ekledi, "Tüm hizmetkârlarımdan sorumludur, öğretmenlerimi seçer, banyo suyumun çok sıcak olmamasını sağlar..."
"Adım Alfred Montbank, efendim," dedi adam
"Sen Bane'ın hizmetkârı mısın'"
"'Kâhya' demek daha doğru olur, efendim," dedi Alfred, kı
zararak. "Ve bu şekilde saygısızca hitap ettiğiniz kişi prensinizdır." ı ' ',,ı,,ıh. ",,>/
"Sorun yok, Alfred," dedi Bane, çömelerek. Eliyle, boynundaki tüy tılsımla oynuyordu. "Sir Hugh'ya adımla hitap edebileceğini ben söyledim, çünkü birlikte yolculuk yapıyoruz. Devamlı 'Ekselansları' demekten daha kolay."
"Bizi takip eden sendin, demek," dedi Hugh.
"Ekselansları ile birlikte olmak benim görevimdir, efendim."
Hugh kara kaşlarından birini kaldırdı. "Açık ki, başkaları aynı fikirde değil."
"Yanlışlıkla unutuldum." Alfred bakışlarım kulübenin zeminine dikti. "Majesteleri kral o kadar acele uçup gitti ki, kuşkusuz beni unuttu."
"Ve sen de onu ve çocuğu izledin."
"Evet, efendim. Neredeyse yetişemeyecektim. Trian'ın unuttuğu, Prens'in ihtiyaç duyacağını bildiğim bazı şeyleri hazırlamam gerekiyordu. Kendi ejderimi eyerlemem gerekti ve sonra gitmeme izin vermek istemeyen saray muhafızları ile tartıştım. Ben kapıdan çıktığımda Kral, Trian ve Prens çoktan gitmişlerdi. Ne yapacağımı bilemedim, ama anlaşılan ejderin nereye gitmek istediği konusunda bir fikri vardı."
"Ahır arkadaşlarını takip etti. Devam et."
"Onları bulduk. Yani, ejder onları buldu. Kendimi zorla gruba kabul ettirmemin uygun olmayacağını düşünerek, uzaktan takip ettim. Sonra o berbat yere indik."
"Kir manastırı."
"Evet, ben..."
"Zorunlu kalsan oraya geri dönebilir misin?"
Hugh soruyu öylesine, önemsemeden, sanki yalnızca me raktanmışçasına sormuştu. Alfred, yaşamının vereceği yanıta bağlı olduğunu bilmeden cevap verdi.
"Şey, evet, efendim, sanırım bulabilirim. Kırsal alan hakkında epey bilgim vardır, özellikle de şatonun çevresi hakkında." Bakışlarını kaldırarak gözlerini Hugh'ya dikti. "Neden sordunuz?"
Katil hançerini çizmesine geri tıkıyordu. "Çünkü o bulduğun yer Stephen'ın saklanma yeri. Muhafızlar onları takip ettiğini söyleyecekler. Orayı keşfettiğini öğrenecek -ortadan yok olman kanıtlıyor zaten. Saraya dönersen, yaşlanabilecek kadar yaşayabileceğin konusunda bir damla su üzerine bile iddiaya girmezdim."
"Sartanlann merhameti adına!" Alfred'in yüzü kil rengine dönmüştü -çamurdan bir maske de taşıyor olabilirdi. "Bilmiyordum! Yemin ederim, asil efendim!" Uzanarak, yalvarırcasına Hugh'nun elini yakaladı. "Yolu unuturum, söz veririm."
"Senden yolu unutmanı istemiyorum. Kim bilir, belki bir gün işe yarar."
"Evet, efendim..." Alfred duraksadı.
"Bu Sir Hugh," diye tanıştırdı Bane. "Yanında yürüyen bir kara keşiş var, Alfred."
Hugh sessizlik içinde çocuğa baktı. Taş gibi yüzünde hiçbir ifade yoktu, gözlerinin hafifçe kısılması dışında.
Kıpkırmızı kesilen Alfred elini uzattı ve Bane'in altın sarısı saçlarını düzeltti. "Size ne demiştim, Ekselansları?" dedi kâhya, nazikçe paylayarak. "İnsanların sırlarını söylemek nazik bir davranış değildir" Özür dilercesine Hugh'ya baktı. "Anlamıyor, Sir Hugh. Ekselanları bir kahindir ve bu yeteneğiyle nasıl başedeceğini bilmiyor."
Hugh homurdanarak ayağa kalktı ve battaniyesini katlaına
ya başladı. • •
"Lütfen, Sir Hugh, izin verin." Ayağa fırlayan Alfred, battaniyeyi Hugh'nun elinden kaptı. Kâhyanın ayaklarından yalnızca biri ona itaat etti. Diğeri başka emirler aldığını düşündü ve aksi yöne döndü. Alfred tökezledi, sendeledi, tam kafaüstü Hugh'nun üzerine düşecekti ki, katil adamın kolunu yakalayıp onu ayağa dikti.
Dostları ilə paylaş: |