O halde, İnsan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın bütünüyle özel bir sorun olmasını kabul eden ve bunun için mücadele edendir. Nasıl bir Puta tapar bir Müslim olamaz ise, bir Türk, bir Kürt, bir Alman, bir Amerikalı, bir Avrupalı da İnsan olamaz.
Görüldüğü gibi sonuçlar da alt üst edicidir; çok daha kapsamlı, derin ve açıklayıcıdır.
*
Din kavramının tümüyle üstyapı olarak tanımlanmasına bağlı olarak Devrim kavramı ve kavrayışı da değişiyordu. Böylece Yapı ve Özne çelişkisi de çözülüyordu.
Marks'ın tanımına göre, devrimler bir üstyapıdan, üretici güçlerin veya üretim ilişkilerinin veya ekonomik ilişkilerin var olan düzeyine uygun bir üstyapıya geçişlerdir. Din tümüyle üstyapı olduğuna göre, devrimler bir dinden diğer dine geçişlerdir.
Gerek Marks ve gerek Kıvılcımlı, bir din teorisi olmadığından, üretici güçlerle devrimi yapan özne arasında bir özdeşlik kurarak bu Yapı ve Özne çelişkisini aşmaya çalışmışlardı. Bu Tarih’i açıklayamadığı gibi, Klasik Marksizm’de Devrimleri sadece modern tarihe sıkıştırmıştı; Kıvılcımlı’da da Sınıflı toplumlar tarihiyle sınırlıyordu. Öte yandan her iki sınırlama da sınıflı, yani devletli toplumlarla sınırlı olduğundan, devrim kavramı sadece iktidar ve iktisadi ilişkilerle sınırlanmış oluyordu. Oysaki Devrim kavramı tüm Tarihi ve tüm Üstyapıyı kapsamalıydı, Önsöz’deki kavramsallaştırmaya göre.
Biz ise, Din’in aslında Üstyapı’nın somut var olduğu biçim olduğunu keşfederek, Özne Yapı çelişkisini, Üstyapı-Din özdeşliği ile aşıyorduk. İnsanlar kendileri belli bir dinden olup olmayı kendileri belirleyebildiğinden özne sorunu da aşılmış oluyordu. Yeni dinlerin ortaya çıkışı; bir dinden diğerine geçişler devrimlerin oluşu ve yayılışı idi. Böylece sadece Devrim’i sınıflı ve sınıfsız tüm tarihe yaymış olmuyorduk; aynı zamanda Devlet’le sınırlı olmaktan çıkarıyor tüm üstyapıyı kapsar hale getiriyorduk. Böylece otomatikman başka bir uygarlığı programlaştırmak; devrimi sırf ekonomik ve politik değişikliklerle sınırlamamak şeklinde ifade edilen sorunu da bir yan ürün olarak çözmüş oluyorduk.
Din Üstyapı ise, Dinin (Üstyapının) ilk işlevi de somut toplumun sınırlarını çizmek idi. Böylece soyut olarak Toplum kavramı ile, onun somut var oluş biçiminin ayrılması da mümkün oluyordu.
Toplumun üstyapısı din olduğuna göre, bir Toplum somutta ancak bir Topluluk (Cemaat, Gemeinde, Toplumun somut var oluş biçimi) olarak var olabilir. Devrimler topluluklardan başka topluluklara dönüşümler olarak anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. Tıpkı biyolojik evrimin yeni türlerin ortaya çıkışları ile gerçekleşmesi gibi. Canlı türleri nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği somut form ise, topluluklar da (Dinler toplulukları belirlerler) toplumsal evrimin gerçekleştiği somut biçimdir.
Ama bundan bu günkü anlamıyla bir hukuki anlamda cemaati veya modern toplumu toplum olarak tanımlayıp da modern olmayan toplumları cemaat olarak tanımlayan gerici sosyolojilerin kavramını (Örneğin Murat Belge'nin sık sık değindiği Ferdinand Tönnies'deki Cemaat ve Toplum kavramı zikredilebilir. Tönnies, modern toplumun dininin topluluğunu (cemaatını) Toplum, diğerlerini Topluluk (cemaat) olarak tanımlar.) anlamamak gerekir. Burada Cemaat (Topluluk, Gemeinde, Komünete) derken sosyolojik bir tanım yapıyoruz. Toplum'un somut var oluş biçimi olarak, daha başka bir kavram bulamadığımız için bunu kullanıyoruz.
Totemli kabileler de, klasik uygarlıkların dinleri de, modern uluslar da cemaatlerdir. Yani modern toplum da ancak cemaat biçiminde var olabilir sosyolojik olarak. Ama sosyolojik olarak cemaat olan modern toplum, kendisinin cemaat değil toplum olduğunu söyler. (Bu nedenle bütün sosyoloji modern toplumun dininin kavramlarıyla iş görür. Sosyoloji modern toplumun dininin gerici biçiminin teolojisidir.)
Nasıl üretici güçler devrim yapamaz ise, aslında sınıflar da devrim yapamaz. Çünkü Sınıflar da toplumun üstyapısının somut var oluş biçimleri değil, analitik kavramlardır. Analitik kavramlar devrim yapmazlar.
Elbette sınıfların yetenekleri ve memnuniyetsizlikleri devrimlerin gerçekleşmesinde muazzam bir öneme sahiptir ama onlar bunu sınıf olarak değil, ayrı bir dinin, yeni bir dinin, yeni bir topluluğun (cemaatin) öncüleri olarak yaparlar. Devrimleri yapan köleler değil Hıristiyanlardı, Plepler değil Müslümanlardı, burjuvalar veya proleterler değil Aydınlanmacılar ya da Ulusçulardı ve gelecekte de eğer olursa İşçiler değil, İnsanlar olacaktır. Tür olarak İnsanlar değil ama, ulusal olanı özel olarak kabul edenler, aydınlanmanın ideallerine dayanarak bir tek dünya topluluğu (cemaati) kurmak için harekete geçenler. Yani nasıl köleler Hıristiyan olarak, Plepler Müslüman olarak devrim yaptılarsa İşçiler de ancak Türk, Alman vs. olmaktan çıkıp İnsan olduklarında devrim yapabilirler.
*
Böylece bir yanda sınıflara (öznelere), diğer yanda üretici güçlere (yapıya) dayanan iki farklı ilkenin, iki farklı paradigmanın varlığı son bulmaktadır. Din bir toplumun tüm üstyapısı olduğu için, bir dinden diğer dine geçişlerin, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun üstyapılara geçişler, yani devrimler olduğu ortaya çıkmakta; ama aynı zamanda bir din, ancak insanlar kendilerini bir dinden gördüklerinde var olup toplumu düzenleyen bir yapı haline dönüşebilmektedir. İnsanların bir dinden diğer dine geçişleri, bir üstyapıdan diğer üstyapıya geçişleridir.
Böylece Yapı ve Özne çelişkisi aşılmış olur. Tabii Devrimler de artık sadece modern tarihe ve sıkışıp kalmış olmaktan çıkar ve tüm insanlık tarihine yayılır ve o tarih çok daha anlaşılır olur.
Buna bağlı olarak, Devrim’i sadece devlet ve politik iktidarla sınırlayan Aydınlanma’nın devrim anlayışı da aşılmakta; kendini sadece ekonomi ve politik değişikliklerle sınırlayan bir devrim kavramından, bir uygarlığın programlaştırılmasına geçiş mümkün olmaktadır.
Aynı zamanda Modern toplumun yapısının analizinin de başlangıcıdır dinin bir toplumun tüm üst yapısı olduğu ama Dini inanç veya özele ilişkin olarak tanımlamanın da modern toplumun dini olduğu önermesi. Bu önerme Modern toplumun üstyapısının (Dininin) yüzündeki peçeyi çıkarır. Aydınlanma’nın (ve daha sonra ulusçuluğun) kendisinin Din olmadığını, akli olduğunu iddia ederken, aslında tam da yeni bir din kurduğunu deşifre etmiş olur.
Ve tabii dinin bu tanımı, sosyalizmin modern toplumun dini içinde bir tarikat, bir parti olmaktan çıkıp, yani sınıfsal eğilimleri yansıtan ama dini değiştirmeyip onun içinde bir muhalefet hareketi olmaktan çıkıp, bir din olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ve buna bağlı olarak Bilim kavramının da yüzündeki peçe düşmektedir. Din tümüyle üstyapıysa, bilim de dinseldir. Aydınlanma’nın bilim din ayrılığı da dinseldir. Bu da aşılmalıdır ve aşılmış olur.
Böylece Marksizm bilimselleştikçe ve aydınlanmanın bilim kavramını da eleştirip gerçek anlamda bilim oldukça bir din olması gerektiğini ve din olacağı ortaya çıkmış olur.
*
Şimdi en temeldeki kavrama Toplum kavramına gelelim ve bu kavramdaki Aydınlanma etkisini görelim. Yukarıdaki sorunların hepsi, son duruşmada Toplum kavramındaki yanlışlıkta toplanır.
Aydınlanma (ya da daha sonraki ulusçuluk) kendi dininin tanımladığı ilişki ve topluluğa Toplum demektedir bütün sorun buradan çıkmaktadır. Böylece Topluluk (cemaat) kavramı da dinlerle, politik olmayanla inançla ilişkilendirilmektedir. İşte bu ilişkilendirmenin bizzat kendisi modern toplumun somut Topluluğunun tanımıdır. Ve sosyolojik olarak Topluluk kavramına yer bulunmamaktadır burada.
Toplum genellikle hep insanlar arası ilişki olarak tanımlanmaktadır. Ama burada tam anlamıyla bir totoloji bulunmaktadır.
İnsan kavramı, aslında tıpkı Müslim gibi bir kavramdır. Aydınlanmanın kendi ilkelerini kabul edene verdiği isimdir. Yani belli bir Topluluğu normatif olarak tanımlamaya yarar ama Toplum’u değil. Yani bu anlamda İnsan, sosyolojik olarak toplumu tanımlamada kullanılmaz.
Sosyal bir hayvan olarak insan türünden söz edildiğinde ise, bu tanım biyolojik bir tanımdır, sosyolojik bir tanım değildir yine kullanılamaz.
Sosyolojik olarak insan, her hangi bir dine göre, o dinden olan anlamındadır. Yeryüzünde hiçbir din, biyolojik bir tür olarak tüm insanları insan kabul etmez ve etmemiştir. Din dışında da hiçbir şey, dolayısıyla bir insan tanımı da olamayacağından, insan aslında, son derece belirsiz, izafi, her dine göre değişen bir kavramdır.
İnsanın sosyolojik bir tanımını, yani sosyalizm dini açısından, yani Tarihsel Maddecilik veya Marksizm açısından yapmak gerekirse, her dine göre o dinden (veya o dinin tolere ettiğinden) olandır diye tanımlanabilir. Zaten tam da bu nedenle, komünlerin çoğunda İnsan kavramı o kabilenin soyundan olanlarla özdeştir.
Biyolojik anlamıyla insan, bir dinden olduğunda, bir topluluktan olduğunda, yani bir cemaatin üyesi olduğunda ancak sosyolojik olarak İnsan olabilir. Yani İnsan bir Topluluktan olandır. Bu "bir dinden olandır" diye de ifade edilebilir.
Peki, Toplum'u İnsanlar arası ilişki olarak tanımlamak bir totoloji olduğuna göre nasıl tanımlanabilir.
Toplum her şeyden önce bir hareket biçimidir, bir var oluş biçimidir, dolayısıyla onun tanımı diğer var oluş ve hareket biçimleriyle ayırıcı ilişki içinde yapılabilir.
Toplum her şeyden önce varlığın ya da oluşun (evrimin, hareketin, gidişin) özgül bir biçimidir.
Dolayısıyla sosyolojinin (Marksizmin) konusu olan Toplum ve onun evrimi, genel olarak Varlığın evriminin bir momenti olarak, yani diğer varlık biçimleri ve onların evrimi ile farkı çerçevesinde tanımlanabilir.
Kabaca fizik evrenin evrimi, temel parçacıkların veya kuvvetlerin; canlıların evrimi türlerin evrimi biçiminde ortaya çıkar. Toplumun evrimi de toplulukların (Cemaatlerin) evrimi biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği temel birim ise, Topluluk da toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birimdir.
Evrimin mekanizmalarıyla, evrimin gerçekleştiği varoluşun özgül biçimlerini karıştırmamak gerekir. Elbette canlıların değişiminin temelinde, tıpkı toplumun iktisadi ilişkilerindeki değişmeler gibi DNA şifrelerindeki değişimler vardır ama nasıl canlılardaki değişim tür değişimleri biçiminde gerçekleşirse, toplumsal evrim de, üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki değişmeleri DNA’daki değişmelere benzetirsek, topluluk tanımlarının değişmeleri (din değişmeleri) biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl canlıların evriminin gerçekleştiği somut biçim ise, topluluklar da toplumun evriminin gerçekleştiği somut biçimdir.
Sosyolojinin ya da Marksizmin en büyük eksiği, tıpkı biyolojideki tür kavramı gibi, evrimin gerçekleştiği temel birime ilişkin bir kavramının bulunmamasıydı, bunun ardında da Aydınlanmanın kendi cemaatine cemaat demeyip toplum demesi yatıyordu. Ve tam da bu eksiklik nedeniyle, özne olarak sınıflar (veya barbarlar vs.) koyuluyor ve Yapı ve Özne çelişkisi ortaya çıkıyordu.
Bunun nasıl kavramsal saçmalıklara yol açtığına bir örnek verelim.
“Türk Toplumu” diye bir şey olamaz. Ama Türk Ulusu, yani bir Topluluk olabilir. Türk Toplumu kavramı, Maymun Canlısı, Demir Maddesi gibi bir saçma kavramdır. Maymun türünden söz edilebilir maymun canlısından değil; Demir atomundan ya da elementinden söz edilebilir, demir maddesinden değil. Ama topluma gelince Maymun Canlısı saçmalığı gibi “Türk Toplumu”ndan söz edilmektedir, Türk ulusu, cemaatı ya da dininden değil..
Tarihi anlaşılmaz kılan da, Yapı ve Özne çelişkilerini ve ayrımlarını yaratan da toplumsal evrimin gerçekleştiği birimin tanımlanmamış olmasıdır. Bunun ardında da Aydınlanma’nın Toplum ve Din kavramları bulunmaktadır.
Ortada, toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birim, yani topluluk kavramı olmayınca, toplumsal evrimin açıklanmasında zorluklarla karşılaşılmış, aşılmaz Yapı ve Özne ayrımlarına takılınmış ve gerçekteki toplumsal değişimler hiçbir şekilde ne açıklanabilmiş ne de gerçekten devrimci bir hareket yani yeni bir din yaratılabilmiştir.
Bu nedenledir Marksist tarih kitaplarında modern çağdaki birkaç devrimden başka devrim sayılamaması, çünkü din değişimlerinin, dinlerin ortaya çıkış ve egemen oluşlarının, yayılışlarının, yani bir topluluktan diğer topluluğa geçişlerin devrim olduğu anlaşılamamaktadır. Topluluk kavramı yoktur ki onun geçişleri olsun. Topluluk kavramının yokluğunun ardında ise hem dinin aydınlanmacı tanımı (inanç, ideoloji vs.) hem de toplumun aydınlanmacı tanımı (insanlar arası ilişki) bulunmaktadır.
*
Marksizm’in gelişimine teorik katkımız böylece özetlenebilir. Bunun programatik (uluslara karşı savaşı öne almak) ve örgütsel (bir parti (tarikat) olmaktan çıkmak yeni bir din olmak; (tüm işçileri sosyalist olmaya değil, tüm işçileri ve insanları İnsan olmaya çağırmak) gibi sonuçları üzerine ayrıca yazılacak çok şey var ve bunları ele almaya çalışıyoruz ve çalışacağız.
Ne yazık ki, Türkçede bunları anlayabilecek az sayıdaki kişiler okumuyor, okuyanlar da bu arka planı bilmediğinden anlamıyor.
Yapabileceğimiz tek şey dinleyen ve anlayan varmış gibi konuşmaya devam etmek.
Özetle, Klasik Marksizm’in de Kıvılcımlı’nın da yüz elli yıllık serüveni, bir bakıma aydınlanma'nın Din ve Toplum kavramlarının ortaya çıkardığı bu sorunu çözme çabaları olmuştur.
Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdu, çünkü sorun yanlış koyuluyordu.
Ama bizzat bu çözme çabaları, çok karmaşık yollardan sorunun çözümü için birikim yapmış tır.
Batı Marksizm’i ve Troçkist geleneğin yanı sıra Kıvılcımlı da hem bu başarısız çözme çabalarının, hem de bu birikimin anıtsal örneğidir.
Bir rastlantı sonucu bu üç geleneği de tanıyan belki de tek kişi olduğumuzdan, bu yük bizim sırtımıza bindi.
Bunu nereye kadar taşıyıp götürebildiğimizi ise zaman gösterecektir.
19 Kasım 2008 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Dostları ilə paylaş: |