Meal-tefsiR Çalişmasi



Yüklə 176,23 Kb.
səhifə2/4
tarix20.11.2017
ölçüsü176,23 Kb.
#32359
1   2   3   4

19. Ya da onların durumu; göklerin gürlediği, şimşeklerin çaktığı zifiri karanlık bir gecede, gökten boşanan şiddetli yağmura tutulmuş kimselere benzerler: Ölüm korkusunun verdiği dehşetle, yıldırımlara karşı güya korunabilmek için parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa ne yaparlarsa nafile, çünkü Allah, inkârcıları kudreti ile çepeçevre sarıp kuşatmıştır.

20. Şimşek her çaktığında neredeyse gözlerini kör edecektir: Şimşek önlerini her aydınlattığında, bir ümitle onun ışığında birkaç adım yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de, oldukları yere çakılıp kalırlar!

Allah dileseydi, onların işitme ve görme yeteneklerini tamamen yok edebilirdi ama O bunu dilemez. Çünkü Allah hidayet yolu yerine sapıklığı tercih edenlerin bir gün tekrar dönebilme ihtimallerini dışlamaz bu yüzden o kişilerin işitme ve görme olarak mecaz şekilde ifade edilen anlama ve kavrama kabiliyetlerini ellerinden almaz…

Öyle ya, Allah’ın her şeye gücü yeter.

Taberi, İbni Abbas, İbni Mes'ûd ve başkalarından 19. ayet-i kerimenin nüzülu hakkında şunları rivayet etmektedir: Dediler ki: Medine halkından müna­fıklardan iki kişi, Resulullah (s.a.)'dan kaçıp müşriklere sığındılar. Yüce Al­lah'ın sözünü ettiği bu yağmur onlara isabet etti. Bu yağmurla birlikte şiddetli gök gürültüsü, yıldırımlar ve şimşekler de vardı. Yıldırımlar, etraflarını aydın­lattı mı yıldırım kulaklarına girer de kendilerini öldürür korkusuyla parmakla­rını kulaklarına tıkıyorlardı. Şimşek çaktığı vakit ışığında yürüyorlardı. Çak­madığı vakit de etraflarını göremiyorlar, yerlerinde kalakalıyorlardı. Bunun üzerine şöyle demeye koyuldular: Keşke sabahı beklesek de Muhammed'e git­sek, ellerimizi ellerine koysak. Sabah olunca yanına gittiler. İslâm'a girdiler ve ellerini onun ellerine koydular, güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. İşte Yüce Allah, kaçıp giden bu iki münafığın durumunu Medine'de bulunan diğer müna­fıklara bir misal olarak verdi.

Münafıklar Peygamber (s.a.)'in meclisinde hazır bulunduklarında Pey­gamber (s.a.)'in sözleri dolayısıyla haklarında bir hüküm nazil olur yahut onlardan herhangi bir şekilde söz edilir de öldürülürler korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlardı. Tıpkı bu iki münafığın parmaklarını kulaklarına koy­dukları, şimşek etraflarını aydınlattığında da yürüdükleri gibi… Malları artıp dünyaya çocukları gelince, ganimet veya bir fetih elde ettikleri vakit böyle dav­ranırlar ve "Muhammed'in dini doğru bir dindir" derlerdi. Şimşek yollarını ay­dınlattığında yollarına devam edip yürüyen, etrafları karardığında da dikilip kalan bu iki münafık gibi mallan telef olup çocukları ölüp başlarına belalar geldiğinde de: "İşte bu Muhammed’in dini yüzündendir" deyip kâfir olarak geri irtidat ediyorlardı. Taberi 1/119

Bu tip münafıklar, bilgisizlik ve inkârcılık karanlığında bocalarken İslâm davetiyle yüz yüze geliyor. İnsanlara adaleti ve mutluluğu sunan bu din, aynı zamanda birçok tehlikelere göğüs germeyi de emretmekte, dahası, bu emre uymayanları ilâhî azapla tehdit etmektedir. Münafık, yolunu aydınlatan bu uyarılardan yararlanmak yerine, güya kendini korumak için bunları duymazlıktan, görmezlikten gelir. Bu arada, İslâm’ın sunduğu güzellikleri gördükçe, ona sempati ile bakmaktan da kendini alamaz. Fakat doğruluğun ve adaletin egemen olması için mücadele edip fedakârlık göstermek gerekince, derhâl yüz çevirir.
İşte, inkâr ve ikiyüzlülük başta olmak üzere, bütün kötülüklerden kurtulmak için:

21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize emrettiği şekilde ibadet ederek kulluk edin ki, böylelikle her türlü küfür, nifak ve bunların sebep olacağı dünyevi ve uhrevi zarardan korunabilesiniz.

Âyetin son kısmındaki ümidi ifade eden kelime lealle olup Arapçada tereccî yani ümit ifade eden başlıca edatlardan biridir. Allah Teâlanın sözünde tereccî, ilk bakışta tereddüde yol açabilir. Hâşâ, sanki O’nun neticeleri kesin olarak bilmediği zannını uyandırabilir. Fakat bu sathî bir anlayıştır. Doğrusu şudur:

1. Birçok durumda terecciyi muhataplar bakımından anlamak gerekir. Nitekim meali buna göre vermiş bulunuyoruz.

2. Tereccî üslûbu, hem Allah, hem de kul yönünden matlup olan tutumdur. Zira kulluk tavrı, ümit ve korku arasında olup âkıbetten emin olmamayı gerektirir. Öte yandan bu üslupla, Allah, ilahî iradeyi hiçbir şeyin sınırlandırmayacağını bildirmek ister. Kul: “Ben Rabbimin şu emrini yaptım, O da benim için şunu yapar” diyemez.



22. O Allah ki, sizin için yeryüzünü rahatça yaşayabileceğiniz bir döşek, göğü de koruyucu bir kubbe yaptı. Ayrıca gökten sağanak sağanak su indirdi ve onun sayesinde, size rızık olmak üzere yeryüzünde çeşitli ürünler yetiştirdi. O hâlde, bütün bunları bile bile hiçbir şeyi Allah’a denk koşmayın!

Kur'an bu noktayı sık sık vurgular. Çünkü Allah'a ortak koşmayı, dünyadaki tüm kötülüklerin kökeni olarak kabul eder. Bu nedenle Allah'a bağlılıkta, itaatte veya ibadette ortak koşmak üzere, bir kişinin, bir kavmin veya bir taşın putlaştırılmasına izin vermez. Bu yüzden, Allah'ı tüm insanlığın ve hayatın devamını sağlayan, her şeyin yaratıcısı olarak kabul eden insanları yalnızca kendine boyun eğmeye davet eder. -Tefhimu’l Kur’an-



23.Üzerinde hiçbir şüphe olmayan bu ilahi kelamın mesajını dinleyiniz ve O’na iman ediniz. Eğer kulumuza, yani Allah'ın kulu ve rasûlü ümmî Pey­gamber Abdullah oğlu Muhammed'e safha safha indirdiğimiz Kur'an-ı Kerim'in doğrulu­ğundan yana şüphe içinde bulunuyor veya onun insan sözü olduğunu iddia ediyor­sanız, hakkında herhangi bir şüpheniz varsa, haydi Kur'an-ı Kerim’in alışılmadık beya­nı, üstün belagati, parlak üslubu, her türlü kusurdan uzak fikrî yapısı, her za­mana ve mekâna elverişli göz kamaştırıcı hükümleri ve gayba dair ha­ber vermesi hususlarında onun ayarında Kur'an'a benzer bir tek sure meydana getirin. “Buna tek başımıza güç yetiremeyiz.” diyorsanız, Allah’tan başka bütün şahitlerinizi de yardıma çağırın. Becerisine güvendiğiniz bütün edebiyat ustalarını, ilim adamlarını, filozofları toplayın ve aranızda yardımlaşarak, Kur’an’dakilere benzer bir tek sure oluşturun; eğer iddianızda samimî iseniz! Öyle ya, madem Kur’an’ın insan ürünü bir kitap olduğunu iddia ediyorsunuz, öyleyse siz de ona benzer bir kitap meydana getirsenize!

Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki kimse söz meydanına çıkamadı ve Kur’an gibi bir kitabı getirmeye teşebbüs edemedi ve Kur’an gibi bir kitap getirilemedi. Hem birbirlerine yardımda mı fayda vermedi?

—Eğer muaraza yani sözle mücadele ve Kur’an’ın benzeri bir kitap getirmek mümkün olsaydı herhalde kati teşebbüs edilecekti. Çünkü dinleri, canları, malları ve izzetleri tehlikedeydi.

—Eğer teşebbüs edilseydi ve Kur’an’a benzer bir kitap getirilseydi her halükarda pek çok taraftar bulacaktı. Çünkü Kur’an’a karşı gelen kâfirler ve münafıklar gayet çok ve kalabalık idi.

-Eğer taraftar bulsaydı her halükarda şöhret bulacaktı. Çünkü küçük bir mücadele bile beşerin fikrini celb edip destanlarda yer alıyor. Böyle acayip bir mücadele ise asla gizli kalamaz. Nasıl ki kâfirler, İslamiyet’in aleyhinde her şeyi neşretmişler, elbette bunu da herkese neşredip, âleme yayacaklardı.

—Ve eğer neşretselerdi, tarihlere ve kitaplara şaşalı bir surette geçecekti. İşte meydanda bütün tarihler ve kitaplar. Her yerini araştırsanız Müseyleme-i kezzabın kendisini rezil ettiği bir iki fıkradan başka hiçbir şey bulamazsınız.

Demek Kur’an’ın taklidini getirmek mümkün değildir. Ve getirilememiştir. Bu da ispat eder ki Kur’an Allah’ın kelamıdır.

—Eğer denilse: “ Kur’an’ın bir suresine değil, bir tek ayetine, hatta bir tek cümlesine, hatta bir tek kelimesine bile muaraza edilemez ve edilememiş” sözünde mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü insanların sözlerinde Kur’an cümlelerine benzeyen çok cümleler var.

Cevap: Her kelam kendisini söyleyenin mührünü taşımaktadır. Lisan aynı da olsa, kabiliyetlerin farklılığı, ilim ve belagatta ki üstünlük gibi hususlar, kelamlara ayrı ayrı meziyetler kazandırmakta ve ehli için, o sözün kime ait olduğunu adeta haykırmaktadır.

Mesela, hepimiz Türkçe konuştuğumuz halde Yunus Emre’nin veya Mehmet Akif’in bir şiirini işittiğimizde bu şiirlerin şairlerini derhal ayırt edebiliyoruz.

Demek ki sözlerde Türkçe’nin ötesinde bir şey var. O da bu zatlarda ki kemâlâtın, belâgatın ve ilmin söze aksetmesinden ibaret olan mahsus bir mühürdür ki, bizim sözlerimizde bulunmuyor.

Her ilim ve kemal ehlinin sözü sahibinin mührünü taşırsa, elbette O Allah ki, bütün kemâlât, onun kemaline nispeten zayıf bir gölgedir. Öyleyse O’nun kelamı da, o kemale yakışır bir mucizelik mührünü taşıyacaktır.

Bu sırrı idrak edemeyen ve kelamdan anlamayan bazı haddini bilmez kimseler, Kur’an’ın Arapça nazil olması cihetiyle “aynı lisandan Kur’an’ın neden benzeri getirilmesin” gibi cahilâne bir iddiada bulunuyorlar. İnsanlar, Cenab-ı Hakkın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan da masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. Allah ise, odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odun da değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, kâinatın sanatkârı ise topraktan insan yapmaktadır. Kâinatta ki 300 elementi, birer harfe benzetirsek, Allah bu harflerle, bitkilerden, hayvanlara, insanlardan, denizlere ve yıldızlara kadar bütün mahlûkatını yazmıştır. Cenab-ı Hakkın, element harfleriyle yazdığı bir kelime olan elmanın, insanlarca taklit edilmesi mümkün değildir. Hâlbuki onun yapılmasında kullanılan elementleri, insanlarında kullanabilmeleri imkân dâhilindedir. İnsanların bir güneş yapmaları ve duha vaktini getirmeleri mümkün olmadığı gibi “veşşemsi ve duhâha” (güneşe ve duhâ vaktine yemin olsun ki) ayetinin benzerini getirmeleri de mümkün değildir.

Kur’an’da ki ifadenin güzelliği ve manaların meziyetini taklit etmek, beşerin kuvvetinin üstündedir ve taklit edemezler. Zira Kur’an-ı Hâkimin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar. Onda, on belagat nüktesi ve on münasebet bulunur. Mesela, nasıl ki, nakışlı ve süslü bir sarayda, muhtelif nakışların düğümü hükmünde ki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmeye bağlıdır. Bütün duvarı, nakışlarıyla bilemeyen, o duvara bir nakşı ilave edemez. Eğer etse, güzelliğini bozar.

Hem nasıl ki, insanın başındaki gözü, yerine yerleştirmek, bütün cesedin münasebetlerini, acayip vazifelerini ve gözün o vazifelere karşı vaziyetini bilmekle olur. Öyle de Kur’an’ın kelimelerinde pek çok muhtelif münasebetler ve diğer ayetlere, cümlelere bakan çok vecihler ve alakalar vardır. Hatta harflerden mana çıkarıp açıklayan âlimler bir Kur’an harfinde bir sayfa kadar sırrı beyan ederek bu hakikati ispat etmişlerdir.

İşte insanın sözlerinde Kur’an kelimeleri gibi kelimeler belki cümleler olabilir. Fakat Kur’an’da ki o kelimeler ve cümleler, diğer kelime ve cümlelerle çok münasebetler içindedir. Beşer ise, sözünde bu tür münasebetleri gözetmekten acizdir. Bu yüzden Kur’an’ın mislini getirmek mümkün değildir.



24. Eğer bunu yapamazsanız —ki hiçbir zaman yapamayacaksınız— o hâlde, yakıtı insanlar ve taşlar olan, yani zalimleri, taptıkları taştan, tunçtan putlarla birlikte yakıp kavuracak derecede müthiş sıcaklığı olan ve inkârcılar için hazırlanan o ateşten sakının! İnanç sisteminizi gözden geçirip Hak’kı kabul ederek kendinizi o müthiş ateşten korumaya bakın!

—Yakıt olarak taşlardan bahsetmesinin açıklaması:

Allah’ı bırakarak ibadet için yönelinen putları ve tapınılan tüm objeleri temsil eder. O varlıkların etkisizliğini ve güçsüzlüğünü anlatmak için durum “taş” ların cansızlığı ile sembolize edilmiştir.

(Menar I, 197)

İslâm davasını yok etmek için her yolu deneyen müşrikler, bu meydan okuma karşısında sessiz kaldılar, cevap veremediler. Eğer Kur’an’ın benzerini meydana getirmeye güçleri yetseydi, elbette bunu yaparlardı. Fakat yapamadılar ve asla yapamayacaklar!

25. İman edip de salih amel işleyenlere müjdele; onlar için, yemyeşil ağaçlarının altından ırmaklar akan cennet bahçeleri vardır. Onlara ne zaman rızık olarak oradan bir meyve sunulsa, “Biz bunu daha önce de tatmıştık!” diyecekler. Çünkü onlara, ne olduğunu bilmedikleri bir yiyecekle karşılaştıklarında iştahları gitmemesi için hep dünyadaki nimetlere benzer nimetler verilmiştir. Âhiret nimetleri, —çok daha üstün ve lezzetli olmakla birlikte— dünyadakilere benzeyecek ve her tadıldığında bambaşka bir tat ve lezzette olacaktır.

Ayrıca, onlar için orada tertemiz ay hali, lohusalık gibi maddi ve mane­vi pisliklerden, tiksinti veren kirliliklerden, nefis ve hevânın şerlerinden uzak eşler vardır ve onlar sonsuza dek orada yaşayacaklardır.
[ Gerek cennet gerekse içinde bulunan şeyler öz ve yapı itibariyle dünyada bi­linen nesnelerden farklıdır. Ancak insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, ha­yal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, bildikleri nesnelerin isimle­rini kullanmaktır. Allah Teâlâ da cenneti ve nimetlerini bildiğimiz isim ve kelime­lerle, kavram ve tasavvurlarla ifade etmiştir. İbn Abbas "Cennette olan şeylerin dünya­da yalnızca isimleri vardır"(Beyhakî'den naklen Âlûsî, 1,204.) diyerek bu gerçe­ği anlatmıştır.

Allah, insana hak ve hakikati bildirmek üzere Kur’an’da çeşitli misaller verir. Gerektiğinde sivrisinekten, karıncadan, örümcekten, arıdan söz eder. Fakat inkârcılar, bu misallerin özünde yatan gerçekler üzerinde kafa yoracakları yerde, sırf itiraz etmiş olmak için, Allah’ın böyle ‘basit ve değersiz’ varlıklardan bahsetmesini bir eksiklik ve ayıp olarak niteliyor, içinde böyle örnekler bulunan bir kitabın ilâhî kaynaklı olamayacağını öne sürüyorlar. ]


26. Allah, insanlara yol göstermek için bir sivrisineği de, küçüklük bakımından onun üzerinde olan veya daha küçük olan bir şeyi de örnek vermekten çekinmez. İnananlar, bunun Rab’lerinden gelen gerçeğin ta kendisi olduğunu bilirler. Oysaki inkâr edenler bu ayetleri işittiklerinde:

Allah bu örnekle ne demek istemiş acaba? Böyle sinek, örümcek, karınca, arı gibi ‘değersiz’ şeylerden bahsetmek ve hayatımızdaki bu kadar basit ayrıntılarla uğraşmak Allah’ın hikmetine ve şanına yaraşır mı? Allah bizi yaratmış ve serbest bırakmıştır, ne diye hayatımıza karışsın ki? derler.

Allah, bu örneklerle kendi iradeleriyle emrine karşı gelen, irşadına sırt çeviren, nefislerine uyan birçok kimseyi tercihlerinin olağan bir neticesi olarak saptırır, fıtratı bozulmamış insanlardan Allah'ın birliğine, ulûhiyetine dair işaretleri gören birçoklarını da doğru yola iletir. Fakat şu bir gerçektir ki Allah bunlarla, getirdiği misallerle, bilerek ve isteyerek haktan sapan, emirlerine karşı gelen fasıklardan başkasını hak yoldan saptırmaz. İman sahipleri, bu hikmet dolu ayetleri düşünüp ibret alarak doğru yolu bulurlar. Önyargılı ve kötü niyetli insanlar ise, sırf itiraz edebilmek için bu misallere takılıp kalır, küçük ve önemsiz gördükleri bu örneklerde nice dersler ve ibretler olduğunu kavrayamazlar.

Peki, kimdir bu hak yoldan sapanlar?



27. Onlar, Allah ile yaptıkları antlaşmayı —hem de onu yeminlerle pekiştirmelerine rağmen— bozarlar. Allah tarafından iç dünyalarına yerleştirilen doğruluk ve iyiliğe çağıran Hakk’ın sesini duymazlıktan gelir, bile bile kötülüğü tercih ederler. Allah’ın adıyla yemin ederek verdikleri sözlerden döner, hiçbir ahit ve antlaşma tanımazlar. Bir de, Allah’ın geliştirilmesini emrettiği ilişkileri kesip atarlar. Akraba, komşu, yoksul, yetim ve yardıma muhtaç kimselere gereken ilgi ve yakınlığı göstermek gibi, gerek ailevi, gerek toplumsal barış ve dayanışmayı sağlamaya yönelik bağlantıları, ilişkileri kesmeye çalışırlar. Ayrıca, insan ile vahiy arasındaki ilgiyi, bağı ve bütünlüğü keserek insanı köksüz, temelsiz, başıbozuk bir varlık haline getirmeye çalışırlar. Ve böylece, yeryüzünde yozlaşmaya, çürümeye sebep olarak bozgunculuk çıkarırlar.

İşte, dünyada da âhirette de zararlı çıkacak olanlar, kaybedenler bunlardır.

28.Kendi vücudunuzda, yakın ve uzak çevrenizde ve tüm kâinatta Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren sayısız işaret ve delilleri görmüyor musunuz ey gafil insanlar! Nasıl olur da Allah’ı inkâr edersiniz? Oysaki siz ölü idiniz, O size hayat verdi. Siz evvelce hayattan mahrum birer zerreden bir damla sudan ibarettiniz, sonra sizi hayata o kavuşturdu, sizi ruh, idrak sahibi bir hale getirdi. Bundan sonra sizi öldürecek, sonra yeniden diriltecektir ve sonunda, dünyadaki amellerinizden dolayı muhakeme edilmek için O’na döndürülecek amellerinize göre mükâfat veya ceza göreceksiniz. Sizi küfürden alıko­yacak, iman etmeye davet edecek bunca delillere sahip olmanıza rağmen, nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?

29. O Allah ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra emir ve iradesini göklere yöneltti ve onları iç içe yedi tabakadan oluşan yedi kat gök şeklinde mükemmel bir ölçüyle ahenk içinde düzenledi. Hiç kuşkusuz O, her şeyi en iyi bilendir. O’nun her yaratışında nice faydalar, hikmetler vardır ki bunların hepsini ancak O bilir.

Yeryüzünün yaşamaya elverişli kılınmasından sonra, insanlığın yaratılışına gelince:



30. Hani bir zaman Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım ve benim emirlerimi uygulaması için onu temsilcilikle şereflendirip yeryüzünde görevlendireceğim! demişti. İrade sahibi bir varlığa verilen bu büyük yetkinin, onun kötüye kullanılma riskini de beraberinde taşıdığını düşünen melekler:

Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Oysa bizler seni daima övgüyle anıp yüceltmekte, her türlü kusurdan tenzih ederek kutsamaktayız. Böyleyken, insan denen varlığı yaratmandaki hikmet ve sebebi kavrayamadık, ya Rab! dediler. Allah:

Kuşkusuz ben, sizin bilmediklerinizi bilirim! Halifelik görevinin insana verilmesi konusunda benim bildiğim, fakat sizin bilmediğiniz çok şey var! dedi.
Hilâfet, “vekâlet” yani başkasına vekil olmak mânasına gelir. Bu vekâlet, ya aslın kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden, yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek lütfunda bulunmasından ileri gelir. Ve işte Cenab-ı Allah’ın yeryüzünde insanları halife seçmesi, bu son nevidendir.

31. Ve Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Ona, varlıklar ile semboller arasında zihinsel bağ kurma yeteneğini bağışladı. Varlıkların niteliklerini, işlevlerini araştırıp öğrenme, eşyayı kullanma ve böylece varlıklar üzerinde tasarruf edebilme gücü verdi. Sonra onları, yani bu isimlerin karşılığı olan varlıkları meleklere göstererek:

Eğer sözünüzde haklı iseniz, haydi bu varlıkların isimlerini ve özelliklerini bana söyleyin!” dedi.



32. Melekler: “Hâşâ!” dediler, “Seni her türlü eksiklikten, noksanlıktan tenzih ederiz! Biz, senin bize öğrettiklerinden başka hiçbir şey bilemeyiz. Her şeyi bilen sonsuz ilim ve hikmet sahibi ancak sensin!”

Kur’an’ın, değişikliğe maruz maddî şeyleri zikredip, onları sabit hakikatler suretine çevirmek için ilahi isimler ile bağlaması harikadır. Mesela:

30, 31 ve 32. ayetlerde evvela; Hazreti Âdem’in yeryüzüne halife olmasından, meleklere olan üstünlüğünden ve bu üstünlüğün sebebinin “ilim” olmasından bahisle, cüz’i bir meseleyi zikreder. Sonra, o hadisede meleklerin Hz. Âdem’e karşı ilim noktasında mağlup olma hadisesini beyan eder.

Ve sonrada bu iki hadiseyi iki isim ile özetler. Yani melekler, ayetin sonunda Allah’a hitaben; “Entel Alîmul Hâkim” “Sen Âlimsin ve Hâkimsin” der.

Evet, “Âlimsin, her şeyi bildiğinden, Hz. Âdem’e eşyaların ismini öğrettin de bize galip oldu.

Ve Hâkimsin, bize kabiliyetimize göre veriyorsun, bizi melek yapıyorsun, ona kabiliyetine göre veriyorsun, yeryüzüne halife yapıyorsun.”

İşte ayetin sonu, evvelinde zikir edilen hadiseyi özetleyecek şekilde iki isim ile ne de güzel tamamlanmış. Elbette bu nükteler, ancak Allah’ın kelamına has nüktelerdir. Ve beşerin sözünde böyle ince nükteler bulunmaz.

Kur’an bazen de, değişikliğe maruz olan ve muhtelif tavırlara giren maddî eşyadan bahseder ve sonra tefekküre ve ibrete teşvik etmek için akla havale eder.



33. Bunun üzerine Allah:

Ey Âdem, şu bilmekten âciz kaldıkları ve bilgilerinin o mertebeye ulaşamadığını itiraf ettikleri varlıkların isimlerini meleklere bildir!” dedi. Âdem, onların isimlerini meleklere bildirince, Allah meleklere:

Ben size, ‘Göklerin ve yerin sırlarını yalnızca ben bilirim ve dilediğime, dilediğim kadar öğretirim; hem açığa vurduğunuz, hem de gizlediğiniz her şeyi yine ben bilirim!’ dememiş miydim?” dedi.

İşte burada, insanın baş düşmanı İblis ortaya çıkıyor:



34. Hani meleklere, “Âdem’e kâfirlerin putlarına yaptığı şekilde ibadet ve ilâh edinmek amacı ile değil de, boyun eğmek, selâmlamak ve tazim amacıyla secde edin!” demiştik. Bunun üzerine, melekler Allah’ın emrine boyun eğerek secde ettiler; ancak meleklerin arasında yaşayan ve aslen bir cin olan İblis emrimize karşı geldi, kendisini Âdem’den üstün görerek "Ben ondan daha üstün olduğum halde ona secde mi edecekmişim? Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan ya­rattın", demiş. Böylelikle yüz çevirmesi ve aldanışa götüren gururu sebebiyle kibre kapıldı ve bu nankörlüğünün sonucunda, ilâhî emre baş kaldıran kâfirlerden biri oldu!
İblis, sözlükte çok aşırı meyus olan, ümitsiz anlamına gelir. Aynı zamanda Allah'a isyan eden, insan soyuna boyun eğmenin sembolik göstergesi olarak Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmeyi reddeden ve Kıyamet gününe kadar insanları saptırmak için Allah'tan mühlet isteyen cine verilen addır. Bu cine şeytan da denir. O sadece kötü ve soyut bir güç değil, insan gibi belli bir kişiliğe sahip bir varlıktır. Genelde bilindiği gibi o bir melek değil, melekler gibi özel bir tür olan cinlerden biriydi. (Bkz. Kehf: 50.) –Tefhimu’l Kur’an-

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime, özellikle İblisi zikredi­yorsa da, Allah'ın emir ve yasaklarına, böbürlenerek boyun eğmeyen ve Alla­h’ın birbirlerine karşı, yerine getirmelerini emrettiği vazifeleri yerine getirme­yen herkesi de kapsamına almaktadır.


35. Daha sonra dedik ki: “Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin. Oradaki nimetlerden dilediğiniz kadar, serbestçe yiyin. Fakat sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadığınızı, size bu nimetleri bahşeden Allah’a muhtaç birer kul olduğunuzu asla unutmayın. Bunun için, iman ve itaatinizi sınamak üzere şimdilik size meyvesini yasakladığım şu ağaca sakın yaklaşmayın, yoksa büyük bir günah işleyerek kendinize zulmetmiş olursunuz!”

Meyvesinden yenilmesi yasaklanan ağaçtan maksat, rivayetlere göre buğday veya üzüm veya incir veya kâfur ağacıdır. Fakat kesin veya açık bir delil bulunmadıkça bunu tâyin etmemek en iyisidir. Nitekim Kur'ân'ı Kerîm’de de bu açıklanmamaktadır. Yasağa uyma hususunda hepsi de eşittir, belirlemeye ihtiyaç yoktur. Binaenaleyh biz bunu Allah'ın ilmine havale ederiz.

Taberi diyor ki: "Müfessirler, Hz. Âdemin zevcesinin ne zaman yaratıldı­ğı hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabelerden nakledildiğine göre İblis, lanete uğratıldıktan sonra cennetten çıkarıldı. Buna mukabil Âdem cennete yerleştirildi. Âdem cennette, kendisiyle beraber olacak bir eşi olmaksızın yalnız başına dolaşıyordu... Bir zaman uykuya daldı. Sonra uyandı. Bir de ne görsün, başucunda bir kadın oturuyor. Allah o kadını Âdemin kaburgasından yaratmıştı. Âdem kadına: "Sen kimsin?" dedi. O, "Ben bir kadı­nım." dedi. Âdem: "Niçin yaratıldın?" diye sordu. Kadın: "Sen benimle birlikte yaşayasın diye" dedi.

Melekler, Âdemin ilminin derecesini ölçmek için "Ey Âdem bu kadının ismi ne?" dediler. Âdem: "Havva" dedi. Melekler: "Niçin Havva diye adlandırıl­dı?" dediler. Âdem: Çünkü o, diri bir varlıktan yaratıldı." dedi


Yüklə 176,23 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin