Medh-i nakış nakkâşa râcîdir



Yüklə 2,73 Mb.
səhifə2/22
tarix27.10.2017
ölçüsü2,73 Mb.
#15821
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   22

Bu dünyadan yorulmuşam

Ben Seydama kul olmuşam

Aman Seyda gurban Seyda

Muhterem oğlu Selahaddin Kırtıloğlu'dan alıp sonradan iade ettiğimiz el yazması bir kitapta (Bu kitabın hattı ile el yazması divanın hattı arasında çok yakın bir benzerlik vardır; bu sebeple de divanı yazan Alâeddin Efendinin kaleminden çıktığı düşünülebilir) Samiil Erzincâni Hazretleri şöyle anlatılıyor: (Neseben Erzincânî ve Kırtılzade denmekle maruf İbrahim Efendinin pak sülbünden 1264 tarihinde dünyaya teşrif buyurmuştur. İsmi şerifi Muhammed, latîf mahlâsı ise Sâmi'dir. Belde Müftüsü Kiremitçizâde Sâlih Efendiden okumuş, sonra Erzincan ulemâsından Hacı Sıddık Efendi'nin ders halkasından ilim tahsil ederek icazet almıştır. Daha sonra ilmini derinleştirmek için (der-i ulyâ'ya) İstanbul'a giderek orada da bir müddet okuduktan sonra Hınıs kasabası Rüştüye mektebinde "Mülkiye muallimliği" yapmıştır.

Önceleri, Kâdiri meşayihinden Süleymaniyeli Şeyh Abdurrahman Efendi'den Kâdiri, sonra da 1264 de vefat eden Vehbi Hayyâtî hazretlerinin halifesi bulunan Hâce Mustafa Fehmi Efendiden de Nakşî tarikatını ahzu telâkki buyurmuş, hatmi hâcegân okumak ve muhiblere zikir tâlimi yapmak ile vazifelendirilmişti. 1284 tarihinde vefat eden Erzincanlı Hacı Hafız Mustafa Rüştü (K.S. aziz) hazretlerinin de muhabbetini kazanmıştı. (Kitapta bu Hacı Hafız Mustafa Rüştü Efendi hakkında başkaca bir izahat yoktur. Selahattin Kırtıloğlu Bey, ulemâdan olduğunu ifade etmiştir.)

Takriben 1300 hicrîde Hınıs'ta muallim iken Sultânü'l-ârifin, Kutbul Aktâbü'l-vâsilin Mevlâna Eşşeyh Abdurrahmanı Tagî (K.S. aziz) Hazretlerinin hizmeti şeriflerine yetişerek kemâlât kademelerinin sonuna vasıl olmuştur. 1301 rûmî tarihi Ekiminde hilâfeti mutlaka ile (ekmel halife) tayin ve Allah'ın kullarını irşad için Erzincan'a dönmüştür."

Çocukluğundan beri üstün haller taşıdığını belirten bu kitaptaki bilgilerin özeti bu kadardır.

Hınıs'taki memuriyetinden Nurşin Dergâhının hilâfeti ile dönünce, Keleriç Köyüne (şimdi Karakaya) uğramış ve memuriyetinden önce, İstanbul'daki tahsilinden dönünce, imamlık yaptığı bu köyde Arapça hocalığını yaptığı zaman kemalini keşfetmiş olduğu Muhammed Beşir Efendi'ye: "İcazetli Nakşî halifesiyim, biat eder misin?" diye teklifte bulunmuş ve ilk müridi olan Beşir Efendi böylece intisap etmiştir.

Selahattin Kırtıloğlu Beyin ifadelerini aynen kaydediyoruz: "Bir daha memuriyet veya resmî vazife almayarak Selûke Köyüne dönüyor. Hayatta olan dedemden izin alarak onun bir arazisini satıp eski Erzincan'nın dışında tekke binası ve yanına da bir cami yaptırıyor. Civarda birer ikişer yapılan evlerle burada Mecidiye-i Kebir isimli mahalle meydana geli yor. Civarda ağaç yetiştirip gelirleriyle 8-9 adet değirmen ve dört takım da ev yaptırıyor. Bu dört evin birisi hatmeyi okuyana, ikisi imama, biri de hitabet imamına, değirmenlerden dördü aile efradına, dördü de tekkeye gelip gidenlerin yiyip içmelerine karşılık olmak üzere vakfediliyor. Cumhuriyet idaresi, vakfiyede "Mütevellisi büyük oğludur" denildiği halde bu gayrimenkulleri Vakıflar İdaresine devrediyor. Danıştay ve Temyiz kararları olduğu halde, gasbedilen bu mallar sahiplerine verilmeyip Vakıflarca az bir bedelle satılıyor... Yine Cumhuriyetten sonra, eski Erzincan'daki 8-10 cami tasfiyesi meyanında bizim tekkenin camii de kapatılmış ve vakfı da selbedilmiştir.

Erzincanlı Hocaların, bilhassa Çiğli Hocanın haksız ithamları ve çekememezlikleri yüzünden yaptıkları şikayet üzerine altı ay kadar yalnız Erzincan'da ikamete memur ediliyor. 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa'nın pederin kemaline şehadet eden yazısı üzerine Sultan Hamid serbest emrini gönderiyor.

İkinci haccına gitmek üzere 90 ihvanı ile İstanbul'a gidiyor. Sarayda bulunan Hah'lı Mustafa Paşa'nın tavassutu ile Sultan Abdülhamid'le görüşüyorlar. Hediye olarak verilecek para teklifini reddediyor. Sadece fakirlere verilmek üzere 60 lirayı kabul ediyor.

"Bizim vefatımızda kabrimizi camiin bahçesine, şuraya, üstü açık olarak yapın" dediği halde, ihvanlar üstü kapalı türbe yapıyorlar. Sonradan türbenin karşısına Halkevi binası yapılıyor. Halkevi başkanı -Böyle bir devrimci müessese yanında türbe olmaz- diye yıkılmasını istiyor. Fakat, büyük zelzelede, türbe ile birlikte Halkevi de yıkıldığından, başkanının mel'aneti tahakkuk etmiyor, ilâhi hikmet türbeyi vasiyete uygun şekle sokmak için yıkarken, mel'anet yuvasını zalimin kendi başına geçiriyor. Sonradan şimdiki kabri ben yaptırmış bulunuyorum. Kabir taşında "Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Muhammed Sami Kırtıloğlu 1264-1330" ibaresi yazılıdır.

Dedemin dedesine sipahilik zamanında devlet Kırtıl Timarı denilen bir timar vermiş. Kırtıl timarının icabına göre harbe gidecek kaç atlı -sipahi- hazır bulunduracaksa onları beslemek için bir kısım köylerin öşrünü dedem alırmış. Bu sebeple de kendilerine Kırtıloğlu denilmiştir.

Babamın kütüphanesinde üçbinden fazla kitap vardı. Zelzele sırasında birçoğu zayi oldu. Halifesi Hacı Abdurrahman Efendi bir kısmını götürmüş, diğerleri zelzeleye rağmen toplayıp sandıklara koyduğum halde, kendisine sandık lazım olan birinin yerlere boşaltıp dağıtmasından sonra, o hangamede kaybolmuştur."

Sâlih Baba'yı yetiştirip, oğul balı peteği gibi, ağzına kadar varidatla dolduran ve silsilei şerifte "Umde-ti Küberai âşıkîn, kutbü'l-irşadi bil-yakîn" ünvanını taşıyan Zülcenaheyn şeyh Samiil Erzincanî Hazretleri, Erzincan ve Erzurum havalisinde akranının hepsine faik bir ilim sahibi olduğu halde, maddi zaruretine çare bulmak üzere Erzurum vilâyeti makamlarından memuriyet istemiş ise de, o civarda münhal olmadığı cevabını almıştır.

Bir türbe önünden geçerken şu zâta fatiha okuyayım diye türbeye yaklaşınca:

- Nurşin, Nurşin diye (a böyle usulca) Nurşin diye bir seda duymuş ve vilâyete tekrar uğrayarak:

- Efendim Nurşin nedir, orada bir kadro var mıdır? diye sorunca da,

- Evet unuttuk, Hınıs'ta bir memuriyet var, istersen tayin edelim, mukabelesi üzerine oraya tayin edilerek gitmiş ve Seydâ Hazretlerinin memleketine gidiş ve intisabının baş-langıcı böyle bir zuhuratla olmuştur...

Bu hadiseyi bir sohbetinde nakleden Paşa Hazretleri şöyle buyurmuştur:

- Dedemiz olan (Şeyhinin şeyhi olması hasebiyle manen dedesidir) Sâmi-il Erzincânî Hazretleri, Şeyh Seydânın hizmetinde bir yıl kadar kalınca halifeliğine emir çıkmış ve o dergâha uzun senelerden beri hizmet eden müridan:

- Efendim, bu Hoca daha yeni geldi, hilâfet senelerce hizmeti geçenlerden birine verilseydi, şeklinde itirazda bulunmuştur. Seyda Hazretleri bunun üzerine, itiraz eden müridin birine:

- Bu Erzincanlı Hoca ile falan zâtın kabri şerifine gidin, ne zuhur ederse gelip nakledin, emrini vermiştir. Bu mürid neticeyi Şeyhine şöyle anlatmıştır:

- Efendim, Hoca ile emredilen kabre varıp o zâta teveccüh edince gördüm ki, bir ulu divan kurulmuş. Resulullah Efendimiz, yanında Hulefâ-i Râşidîn ve Sahabe Efendilerimiz ile Şâhı Nakşibend ve diğer Pirlerimiz oturmuşlar. Bu Hocayı huzura getirdiler, Peygamber Efendimizin emir buyurması üzerine Hoca'nın başına bir sarık sarılıp beline bir kuşak kuşatıldı ve eline de bir âsâ verilerek dua buyrulup fatiha çekildi..

Bunun üzerine Abdurrahmanı Tagî Hazretleri:

- Oğlum, Peygamberimizin emrine karşı muhalif olunur mu? Hocanın hilâfetini kimlerin emrettiğini gördün. Bizim reyimizle hilâfet olsa evlâdımıza halifelik verirdik, amma maneviyâtın emri yerine gelir. Hatta Hoca'nın nimetini daha önce vermemiz lazımdı, ama sizlerin böyle itirazınız olacağı mülâhazasiyle bir müddet de geciktirmiş bulunuyorum, demiştir.

Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın beyanına göre, Piri Sâmi Hazretleri Erzurum'a gittiğinde, Seyda Hazretlerinin halifesi Taşkesenli Ahmed Efendi ile görüşmüş ve ondan inâbe almak istemiş ise de -Piri Sami Hazretlerinin hemen irşadı gerektiğinden ve bu şekildeki bir şahsın inabesinin de halifenin meşayihi hayatta ise ona yapılması gerektiği bir kaide olduğundan- Taşkesenli Ahmed Efendi, şeyhi Şeyh Seyda'yı tavsiye etmiştir.

Selahattin Kırtıloğlu Beyefendinin bu husustaki beyanı da aynen şöyledir: "Babam Hınıs'ta muallim iken arkadaşlık ettiği telgraf müdürü, şeyhi olan Piri Tagî'yi methediyor. Birlikte Nurşin'e gidiyorlar ve bu gidişte Seyda'ya inâbe ediyor. İntisabından sonra memuriyetinden istifa ederek Nurşin'e dönüp münhasıran hizmete devam ediyor. Hilâfetine emir çıkıp da dedikodu yapılınca Piri Tagî Hazretleri:

- Hoca'nın sobası temizlenip kuru odunla doldurulmuş, önüne de tutuşturucu yerleştirilmiş duruyordu... Ben sadece bir kibrit çaktım... Buyurmuştur."

Piri Sami Hazretlerinin evlâtları da şunlardır: Seyfeddin, Hacı Fahreddin, Hacı Nusreddin, Eşref ve Selahaddin Beyler... Piri Sami Hazretlerinin halifelerini de Abdurrahim Reyhan ve Selâhattin Kırtıloğlu şöylece saymışlardır. İkisinin beyanını birleştirerek kaydediyoruz:

1- Hah'lı Hacı Abdurrahman Efendi ki, Piri Sami ile oğlu Nusrettin Efendinin kayın biraderidir. Yani iki bacısı Piri Sami ve oğlu Nusrettin ile evlenmiştir. Teveccüh yapmasına dair icazeti Beşir Efendiye imzalatmış Piri Sami Hazretleri. Böylece de fiilen Piri Sami'nin vefatından sonra tebliğde bulunamamış, Beşir Efendiden başkasının hilâfetine ihvanlar müsade etmediğinden 1932'den sonra Keleriç köyünde ve tebliğ suretiyle tarikatı neşretmiştir.

2- Kelkit'li Hacı Ali Efendi.

3- Refahiye'nin Hanzar köyünden Hacı Hasan Efendi ki, Mekke'de vefat etmiştir.

4- Erzincan'lı Hacı Hoca denilen Mehmet Efendi. Bu dördü de âlim ve dördünün de hilâfeti Beşir Efendi'nin hilâfetinden sonradır. Yine yukarıda sayılanların dördü de Ledünni ilmi okumadıkları için sadece tebliğ halifesi olarak vazife yapmışlardır.

Beşir Efendi Hazretleri'ne gelince, 45 yıllık uzun hizmet müddetinin 27.nci senesinde irşad edilip Şeyhinin sağlığında hilâfeti mutlaka ile irşada memur olarak önce Otlukbeli'nde, sonra da Tercan'da tekke kurup müstakilen mürşidlik yapmış ve manevi makam ve mertebelerin en nihayetine ulaşmıştır. Mürşid-i Sakaleyn ve Kasımü'l-Erzak sıfatları ile (Müceddid gelecek idi ama müceddid zahirden geldi" beyanına başka bir husus ilâveye lüzum yoktur. İki defa hilâfet emri geldiği halde Piri Sami Hazretleri kendisinden ayırmak istemediğinden memuriyetini geciktirmiş, neticede Bayburt ve Tercan'da irşada memur olmuştur.

Babası Hüseyin Efendi, onun babası da Musa Efendi'dir. Doğum yeri Küpesük Köyü, büyüyüp yetiştiği ve yerleştiği yer de Keleriç. Ataları Küpesük'e Maraş veya Antep'ten gelmişler. Künye ve lakapları Emiroğulları'dır. Babası küçükken vefat ettiğinden dedesi ve amcası Hasan Efendi'nin yanında büyümüş. Baba ve annesinin tek evladı, kardeşi yokmuş. Amcası Abdülhamid Han'ın kayıkçısı iken bilâ varis vefat etmiş ve kendisine kalan çokça mala talip olmamış.

Beşir Efendi Hazretleri "yarım molla" tabir edilen bir şekilde medresede okumuş ve yukarıda anlatıldığı gibi Piri Sami Hazretlerinden ders almış ise de Arapçayı bitirmemiş, Piri Sami Hazretleri zekası dolayısiyle de kendisini çok severmiş.

Paşa Hazretlerinin bir sohbetinden kayda alındığı gibi, pekçok emlâkini satarak ihvanların ihtiyaçlarına sarfetmiştir.

İntisabından önce, elinde mevcut bulunan seyyidlik şeceresine ait belgeyi, intisabından sonra, -varlık hâsıl etmemesi için- bir duvarın deliğine koyarak üzerini sıvamış ve bir daha da aramadığından orada kaybolmuştur.

İlk zevcesi Abdurrahim Reyhan'ın ninesi Meysun. Bu evlilikten üçü erkek dördü de kız olmak üzere yedi evlâtları olmuş. En büyük evlâtları, yine Abdurrahim Reyhan'ın babası bulunan ve ilim sahibi olarak az bir müddet imamlık yaptıktan sonra dülgerlikle iştigal eden Hüseyin Efendi'dir. Paşa Hazretleri, Hz. Pir'in : "Velâyetini gördük elhamdülillah" diye bu oğlunun kemâlini ifade ettiğini anlatmıştır. Zaten "Eba Hüseyin Efendi" künyesi ile silsile-i şerifte okunması da velâyetinin kat'î bir delilidir.

İkinci evlâtları İsmail Efendi. En küçük evlâtları da Vehbi isimli üçüncü oğulları, Fadime, Mahbub, İzzet ve Zinnet de kızları. Mahbub 7 yaşında âmâ olmuş. İkinci okunuşta bir ibareyi hemen ezberlermiş. Kadınlara hatme okuyup ders tarifi ile vazifeli imiş.

İlk zevcesinin vefatından sonra evlendiği ikinci hanımı Fadime'den de Ahmed, Celâleddin, Taceddin isimli ve Buyruk soyadını taşıyan üç oğlu olmuş. Muhacerette iken ikamet ettikleri Kırşehir'de bu hanımı vefat etmiştir. Âliye isimli üçüncü hanımından da Hafız Muhammed, Necmeddin ve Fahreddin (ki soyadı Buyruk'tur) isimli üç oğlu olmuş ise de ilk ikisi Erzincan felaketinde vefat etmişler. Âliye hanım inabe ettiği gece, gökten ayın inip koynuna girdiğini görmüş. Bu rüya üzerine, dul olan Âliye hanımı, ikinci karısı da vefat etmiş bulunan Beşir Efendi ile ihvanların evlendirdiğini Muhterem Ahmet Buyruk anlatmıştır.

İlk halifesi ve büyük eseri Dede Paşa Hazretleridir. İkincisi, Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, üçüncüsü Nazım Hoca, dördüncüsü de Hidayet Efendi'dir.

Dördünün de seyri sülûku tamamladığı, icazetlerinin doldurulmasına rağmen kendilerine verilmediği, hatta Beşir Efendi Hazretlerinin (O icazetleri benimle birlikte kabre gömün) buyurduğu nakledilmiştir.

Muhterem oğlu Ahmet Buyruk'tan aynen naklediyorum: "Efendim buyurdu ki, filan zat da bize olan nisbetini muhafaza ederse halifemdir... Fakat o zat nisbeti muhafaza etti mi bilmiyorum..." Bu nakil de beşinci bir zatı muhteremi ifade etmekte idi.

Hazreti Pir'in vefat tarihi olan 1932'den sonra çok az bir müddet Nazım Hoca da ders vermiştir. Hidayet Efendi yakında zamana 1960-1964 arasında vefat etmiş fakat hiç ders vermemiştir. Böyle iken kerameti açık bir zat idi. Nuri Efendi ise felâkette kalmış ve Nazım Hoca gibi o da ders vermemiştir.

Mübarek kabirleri Terzibaba kabristanı girişinde, soldaki yolun az ilerisinde üzerini kucaklayıp örtmeye çalışan dalların altındadır. Kabrin ayak ucunda Hidayet Eendi'nin ka bir taşı fotoğrafta sağ alt köşede görülmektedir. Esasen kabrin çevresi, ihvan ve yakınların istilasına uğramış, geçecek, ayak basacak yer kalmamıştır.

Keşif, keramet ve harikalarının haddi payanı olmadığı nakledilen, hayat ve velâyeti ancak müstakil bir kitaba sığmayacak olan bu evliyaullah ile onun vârisinin menakiplerini toplamayı Cenab-ı Hak bize nasip etsin inşaallah...

"Önden gelenler mi üstündür, sonradan gelenler mi bilinmez" Hadisi şerifinin delâletine tamamıyla uygun olarak yükselmiş oldukları misilsiz yakınlıkla irşad ve tebliğ vazifesini yapmak üzere günahkârlar zümresinin arasına kadar teşrif etmiş olan ERZİNCANÎ şubesinin ikinci ve KAASIMU'L-ERZAK MÜRŞİD-İ SAKALEYN, HÂDİM-İ DERGÂH-I HAZRET-İ SAMİ EŞ-ŞEYH MUHAMMED BEŞİR-İL ERZİNCANÎ elkabıyla ölümsüzler halkasına dahil olan ve Paşa Hazretlerince "BEKÂ ENDER BEKÂ BULMUŞ GELMEMİŞ MİSLİ BİR DAHİ" diye küçük silsile-i şerifte senâ edilen bu büyüğün büyüklüğünü Paşa Hazretleri şöyle anlatmıştır:

- Sami-il Erzincanî Hazretleri buyurmuştur ki, "Şâhı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendiyi ziyaret etsin.." Yine Sami-il Erzincanî Hazretleri hilâfet verirken bizzat kendi makam ve derecesine ulaştığını belirterek şöyle buyurmuştur:

- İki aslan bir posta sığmaz, ya sen buradan çık, yahutda ben başka bir yere gideyim... Bunun üzerine Hazreti Pirin önce Otlukbeli'nde daha sonrada Tercan'da tekke kurduğu ve Piri Sami Hazretlerinin vefatından sonra tekrar Erzincan'a döndüğü malûmdur.

- Müceddid gelecek idi ama hikmetullah, müceddid zahirden gelince bu ihsan tahakkuk etmedi... diye kısa şekliyle yüksek kemali dile getirilen, bütün mahlûkatın rızıklarının taksim edicisi ve insanlarla cinlerin bu yüksek mürşidinin tekke arkadaşı, ihvanı olan Sâlih Baba'nın dergâha gelişini, intisap ve şiir söylemeye başlayışını Paşa Hazretleri muhtelif sohbetlerinde ifade etmiştir. Kabir taşında "Hulefayı Nakşibendiden Beşir Efendi" ibaresi hâkkedilmiştir.

Sâlih Baba'yı bazı karinelere göre değil, bu sohbet ve beyanlara göre anlayıp anlatmak, başka bir ifadeyle Sâlih Baba'ya tarikat ve tasavvuf gözünden bakmak da bizim usul ve borcumuzdur.

Bu bakışı yapmak, tasavvuf adesesi ile Sâlih Baba'yı görmek için, mensubu olmakla iftihar edip, sâyesinde bulunmanın şükründen âciz olduğumuz altın zincirin her cihetten tamamlanmış, tutunan herkesi çekip temizleyerek yücelten, kendisine eklenecek halkalara da misilsiz bir renk ve şekil veren som ve son halkasını da sür'atle geçen bir kuşun bakış seyri içinde anlatmamız icabetmektedir. Bu öyle bir müşkül iş ki, sanki, Kur'ân-ı Kerim'i bir cümle ile tarif ve izah etmeye, bir okyanusun binlerce âlem ve ahvalini bir fincan su ile anlatmaya benzer... Sanki, ateş böceğinin karanlıkta kısa bir çizgi olan ışığının güneşin aydınlığını ifadeye cür'et etmesi gibidir. Ne var ki, asıl konumuz Sâlih Baba Divanı'dır. Bu divan ise, Padişahların saray bahçelerinde geceleri yakılan fenerlere benzer. Bu fenerler hem o emsalsiz güzellikteki bahçeleri aydınlatır, hem de padişahın oturduğu sarayın yol ve kapısını gösterir. Biz, bu önsözde Padişahları sayıp onların bahçe ve saray lambaları ile güzellik ve gizlilikler üstünde yanan ışıkları işaret ediyoruz. Parmağımız o ışıkların yerini ve o mülkün maliklerinin istikametini gösterebilirse, şükrünü edadan aciziz.

H H
Hemen hepimizin büyük ölçüde görüp, duyup, bildiğimiz Dede Paşa Hazretleri.. Onun kemal ve velâyetinin künhünü anlamak ve anlatmak imkânsız. Beşerî seyirler içindeki hayatı ile bazı beyan ve tavsiyelerine ve bir kısım ölçülerine hülâseten temas edip geçiyoruz.

Kışın Bayburt'taki meşhur Sarı Konak'ta oturup kapılarını misafir ve ihtiyaç içindekilere daima açık tutan, yazları da Aşağı Lori Köyünde çok geniş arazilerinin hasadı için oturan ve İzni Ağalar diye bilinen tanınmış eşraf ailesinden. Babası Hacı Hüseyin Efendi, annesi de Gülhanım. Her ikisi de Seyyidlerden ve Abdurrahim Reyhan'ın ifadesine göre Hüseynî'lerden.

Adı Musa olan ve Baştürk soyadını kullanan Paşa'nın resmî doğum kayıt tarihi 1300 olmasına rağmen, bizzat ifadeleriyle sabit olduğu üzere 5-6 sene sonra nüfusa tescil ettirilmiş. Buna göre 1294-1295 doğumlu. Babasının dede adı da Musa olduğundan, aile içinde (Dede, dede) diye sevilmiş ve Dede Paşa olarak da anılmış ve böylece, Dede, Dede Paşa şeklinde anılagelmiştir. Küçük yaşta yetim kalmış ve vârisi bulunduğu geniş emlâkin idaresi ile birlikte dayısının nezaretinde büyümüş. Subyan Mektebi ve Rüştiyeyi bitirmiş... 18 yaşında, Aşağı Lori'ye tebliğe gelen Beşir Efendi Hazretlerine intisap ederek onun bütün hayatı boyunca yanından ayrılmamış, Abdurrahim Reyhan'ın ifadesiyle "Çok zengin aile çocuğu olduğu halde, dünya işi ve ticaretiyle meşgul olmamış, şeyhinin hizmetinde, tebliğde gezmiş, çok harika ve kerametler kendisi ve şeyhinden görülmüştür."

Her sene, 9-10 ay şeyhi ile tebliğde gezip hizmette bulunduktan sonra, 2-3 ay da hasad için evine döner, hasad bedelinden yeteri kadarını ailesine bırakıp, asıl büyük kısmını altın halinde ve heybe ile "Dede Paşanın odası" diye müridanın bildiği bir yere bırakır, tekke ve ihvanın ihtiyacına terkedermiş.

Tercan'daki tekkede geceleri sabaha kadar yüksek dairevi duvarlar içindeki dergâhın etrafında dolaşarak nöbet tutar, vakti gelince de şeyhinin bulunduğu yeri kıbleye getirerek teheccüdü kılarmış. Camii, ders ve sohbethanesi, haremi, ihvan yatakhaneleri ile aşhanesi, fırını ve sair ihtiyaçları karşılayacak teşkilatı ile bir külliye olan tekkede soh-bete doyum olmadığını, ekmek ve yemeklerin nefasetine hâlâ kanamadığını daima ifade eder ve o zamanlardaymış gibi dinçleşip neşelenirdi. Yaz günleri Beşir Efendinin Keleriç'teki hâlâ duran üzüm bağını gece gündüz -köpeklerin tahribatından korumak üzere- beklediğini fakat ne hikmetse diğer bağlardan hiç çıkmayan köpeklerin bu bağa asla uğramadıklarını anlatırdı. O devri ve bu köyü bilenlerden tesbit ettiğimize göre, kendisi de beklediği şeyhinin bağından katiyen üzüm almaz, para ile başka bağcılardan üzüm satın alarak yerdi. Ankara ve İstanbul'da bulunduğu sıralarda bazı neşeli anlarda, bilhassa hatmeden sonraları ev halkı ile yaptığı doyulmaz sohbetlerde "Hz. Pir geçerken mahlûkat tazim eder, yılanlar dikilip ayağa kalkardı.. Cinlerden 400 den fazla müridi vardı... Hızır Aleyhisselam ile her istediği zaman görüşürdü, kar ve tipili havalarda tebliğe çıktığı köylerde şeytanların dağlara doğru kaçıştıklarını gözümüzle görürdük, muhacirlikte ikamet ettiği Kırşehir'de 500'den fazla müridi hasıl olmuştu. Kırşehir'de kalması için israr edip tedbir aldılarsa da Erzincan'a dönmeyi murad etti. Müridi için öyle merhametli idi ki dil tariften âcizdir." şeklindeki beyanlarının az bir kısmını kaydetmekle iktifa ediyoruz.

Öyle bir azim ve sadakatle bağlanmıştı ki, tekkelerin ilgasından sonra Şeyhefendisi Erzincan'da evine çekilmiş, gözaltında tutuluyor. Hatmeyi bile herkes kendi âleminde yapıyor. Bu devirde bir kış günü Paşa Bayburt'tan Erzincan'a geliyor. Müthiş fırtına, kar yağıyor. Hz. Piri rahatsız etmiyeyim diye, dış kapının eşiğine başını koyan Paşa'nın üzerini kar kapatıyor. Sabahleyin kapıyı açan Valide Hanım Paşayı içeri alıyor.. Böyle sayılamayacak kadar çok ve değişik muhabbet ve teslimiyet örnekleri ile uzun ömrü dopdolu... Anlatmak ve yazmakla bitmez... Paşa'nın kemalini Beşir Efendi ile Piri Sami Hazretleri de ayrı ayrı ve defaatle ifade etmişlerdir.

Bu meyanda, Kırtıloğlu Tekkesinde, Piri Sami Hazretlerinin yapacağı bir teveccühde yüzlerce, belki de bine yakın ihvanla oturulmuş. Herkes, normal olarak teveccühü yaptıracak olan Piri Sami Hazretlerine dönmüş vaziyette otururken, sonradan gelen Beşir Efendi Hazretlerini hisseden Dede Paşa, hemen kendi şeyhine dönerek teveccüh sonuna kadar böylece şeyhine yüz çevirip teveccühü yapan zâta ihtiyarı ile sırtını çevirerek oturuyor. Teveccühten sonra Piri Sami Hazretleri halifesi Beşir Efendi Hazretlerine:

- Kimdir bu kara sakallı genç, nereden buldun onu? diye sorunca, Beşir Efendi:

- Bayburtlu, Dede Paşa derler... diye izahat veriyor... Piri Sami Hazretleri:



- Gönlüne nazar ettim de bir an bile senden ayrılmıyordu... Hatta bu kalbî bağı kendime çevirmeye uğraştım da bir türlü çeviremedim... Ona iyi bak ki senin de benim de yüzümü ağartacaktır o... Buyurduğunu pek çok kimseler nakletmiştir.

Eskiden, teheccüd namazı iki rekat kılınacaksa, ilk rekatta Yasin, ikinci rekatta da Tebareke sureleri okunurdu. İkişerden dört rekat kılınacaksa, ilk iki rekatta Yasin suresi ikiye bölünerek okunur, ikinci iki rekatta da Tebareke suresi ikiye taksim edilerek kılınırdı. Tarikata yeni giren bir müridi de ihvanların eski ve önde gelenlerinden biri çağırarak "Dersini nasıl yapıyorsun, virdlerini nasıl ifa ediyorsun" diye sıkı bir kontroldan geçirir, bu usulle de yeni mürid noksanlarını ikmal ederdi. Nefsimin yeni ders aldığım günlerde ihvanın ileri gelenlerinden olan Nuri Efendi beni çağırarak "Gel bakalım Dede, dersini nasıl yapıyorsun" diye sordu, anlattım... Bütün emirleri teker teker sorup cevabını aldıktan sonra "Teheccüdü nasıl kılıyorsun" deyince, "İlk iki rekatta Fatihadan sonra beşer, ikinci iki rekatta da birinci de yedi ikincide beş ihlâs okuyorum" deyince: "Seni bid'at sahibi, tarikatımıza bid'at mı sokacaksın" diye bana hücum edip döğmeye teşebbüs etti. "Efendim, ben kendi reyimle böyle yapmıyorum, sebebini bu emri veren Hz. Pîr'e sor" diyerek elinden kurtuldum... diye başından geçen bir olayı anlatan Paşa Hazretleri, bu beyanı ile pek çok ve pek büyük bir hususu ehemmiyetsiz bir hadiseymiş gibi anlatıvermiştir. Halbuki burada, bu hadisede çok ehemmiyetli hakikatler gizlidir. Bir defa, bir tarikat kaidesi ancak müceddit vasıtasıyla değiştirilebilir. İkincisi de, bu değişiklik, bir ihtiyacı karşılamak ve zaman icabı hasıl olacak zaruretlere istinaden ve yine kendisine icabedene hasredilir. Dede Paşa Hazretlerinin nasıl misilsiz bir ses ve eda ile Kurân'ı okuduğu ve Yasin ile Tebareke surelerini hıfzetmiş olduğu herkesçe malûmdur. Bu teheccüd tarifi, idraki olanlarca hemen anlaşılır ki bizler için, bizlerin hâlini tâ o zamanda ve işin başında gören büyük bir keramet-i manevidir... Bir selâhiyet ve tasarruftur. Ayrıca Dede Paşa Hazretlerinin vârisliğinin de ayrı bir icazetidir. Yeri gelmişken ifadesinde fayda vardır. Teheccüd namazı yatıp kalktıktan sonra kılınan bir namazdır. Yatsı namazının sonunda kılınmasına müsade edilmesi de ayrı bir tecdid selâhiyyeti ve tasarrufudur ki bu da Paşa Hazretlerine has olan bir tasarruftur. "Keramet, kerameti gizlemektir" hükmünce, en büyük harikaları lâlettayin hadiseler şeklinde gösterip gizlemek suretiyle türaba vermektir. Kendi kadem ve rengi içinde, mahviyet ve yokluk toprağı ile örtmektir... Tasavvuf ıstılahları kısmında Türab (Toprak) maddesinde izaha çalıştığımız gibi, toprağı hakikatına kemaliyle ulaşan en yüksek mürşitlerin kârıdır bu hâl.. Her hareket, tavır ve sözü âyet ve hadis ıtrı, nübüvvet kemâlinin bir aksi olduğu halde "Biz birşey bilir bir kimse değiliz, söylenen kelâm sizin kemalinizin aksidir" diyen, kendisinden -zaruret icabı- sâdır olan keşif ve kerametleri daima "Hz. Pirin bir himmeti, bir lütfudur" diye şeyhine atfeden, "Hz. Pir bizim sûretimize girip size öyle görünmüş" diye kemali büyüğüne lâyık gören Dede Paşa Hazretlerinin ifade ve davranışlarının mânâsına ve özüne âşina olabilmeyi bizlere Allah nasip etsin inşaallah. Himmet ve sohbetin netice gayesi bu öze, bu inciye ulaşmadadır... Onun için, ekseri sohbetleri, baygın ve esarette olan ruhumuzun uyandırılmasına matuf bulunuyordu. Bu sebeple de, ruha ait inceliklerle özelliklerin duyulmamış derinliklerini gösteren tablolar çizer ve ruhu uyandırmaya çalışırdı. Muhabbeti gayrete eş edip bu araçla ulaşmayı ima ve ihsas ederdi. Noksanların yavaş yavaş ve kendi idrakimizle tamamlanmasını arzu eder, yasaklardan uzaklaşıp emirlere uymamızın gittikçe artan bir muhabbet kıvamında çoğalıp büyümesini muradederdi. Nefis ve şeytanın mürşidi kâmil yanında bir hükmü olamayacağını beyanla emre uyup ruhu uyandıracak sebeplere himmet ve gayreti isterdi. Şeriat, şeriat... Hatme, hatme, hatme, rabıta, rabıta, illâ râbıta... Sohbet ve daima sohbet. "Sohbet kalbi safi eder, huzur müridi bozulur da sohbet müridi bozulmaz"buyururdu.

H H


Yüklə 2,73 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin