AHSEN-İ TAKVÎM : Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi kendi azametine lâyık bir şekil ile en güzel kıvam, sıfat ve surette, kâmil hikmetlerle yaratması hâli. İnsanın en yüksek kabiliyet ve istidatlarla ve en güzel sûret ve sîretle yaratılması keyfiyeti. (Allah insanı kendi sûretinde yarattı) hâdis-i şerifi meşhur ve bahsimizin kubbesidir.
AKIL : Rabbânî bir nûrdur ki, Hak ile bâtıl ancak akılla bilinir. Aslında maddeden ayrı, iş ve fiilinde ise maddeye bitişik bir cevherdir. (Ene) Ben denilen nefs-i nâtıka akıldır demişlerdir. Akıl, nefs ve zihinden her üçü de aynı mânâ-ya söylenen değişik ifadelerdir diyenler vardır. Fakat idrak etmesi sebebiyle akıl, tasarruf etmesi sebebinden nefs ve idrake müsait ve hazır olmasıyla da zihin denilmiştir. Akl-ı meleke, akl-ı heyulânî, akl-ı fiil ve akl-ı müstefat namı ile dört değişik cephesi vardır.
Aklın vücudu, ana rahminde cenin bulunduğu devirden yavaş yavaş büluğ çağına kadar artan ve olgunlaşan bir seyir gösterir.
Akıl, aşk ve mânevi işlerde şuurlu ve tesirli olamaz. Akıl, irşad ve hidayete rehber ve vasıta olamaz. Zira milyarlarca insanın yüzleri, parmak izleri, sesleri, tabiatları ve akılları birbirine benzemez. Bundan başka akılları hakîkat tarafına yöneltmeye mâni bir çok gaile vardır. Nefis, şeytan, menfaat, kibir, gurur, ucub vs. İnsanlar kendiliğinden iyi ve fenâyı ayıramazlar. Birinin iyi dediğine diğeri kötü der. Hidayet ve irşadın ne olduğu böylece hürriyet-i şahsiye ile bilinip bulunamaz. Şu hâlde insanlara eşyanın iyilik ve kötülüğünü tayin, ferdî ve içtimai yaşayışı temin, birliği mahafaza ve tefrikayı kaldırma ile dünya ve âhiretin saadetini öğretip ona ulaştırmak için mutlaka Rabbânî bir mürşîde ihtiyaç vardır. Bu sebeple akıl mürşîd olamaz. Belki eşyanın hakîkatini keşfe müsait ve tecellî-yi ilâhîye mazhar olabilir. Fikir de bir kâlb nûrudur ki hayır ile şer, zarar ile fayda onunla görülüp bilinir. Fikir tecrübelerin anahtarıdır. (Tefekkür gibi ibadet olmaz), (Cenâb-ı Hakk'ın kudret eserleri ile nimetlerini tefekkür edip zâtını tefekkür etmeyiniz, zira zât-ı ilâhî tefekkür edilemez) hadîsleri zikredilmiştir.
AKL-I EVVEL : Mutlak varlığın zâtı iktizası, zuhura olan meyli, yani uluhiyet mertebesi zâhir olmuş, Vâcibü'l-vücut, esma ve sıfatı bilmiştir. Allah'ın kendi zâtına olan ilmidir. Taayyün hâsıl olmasıdır. Bu mertebeye vahdet-i hakiki, taayyün-i evvel, ilm-i mutlak, tecellî-yi evvel, kabiliyeti evvel, makamı ev-edna, berzahı kübrâ, ehadiyetül cemi, zılli evvel, aşkı ekber, âlem-i vahdet, hakîkat-i Muhammediye, rûh-ı âzam, beyzâ vs. gibi isimler verilir. Cibril-i Emin ile arş-ı mecid'e de akl-ı evvel denilir.
AKL-I KÜL : Cenâb-ı Hak yaratıcı kudretini harekete getirince ilk önce faal (aktif) olan akl-ı kül meydana gelmiş, bundan da münfail (pasif) olan nefs-i kül hâsıl olmuş, bu ikisinden akıl ve eflâk meydana gelmiş, eflâkın devrinden anâsır (toprak, su, hava ve âteş) anâsırdan da mevâlid (mevcutlar yani maden, bitki ve canlılar) vücut bulmuştur.
Allah, hüviyet-i mutlaka âleminden, zâtının iktizasınca tenezzül etmiş, ilim, aşk ve Hakîkat-i Muhammediye'yi izhar eylemiştir. Hakîkat-i Muhammediye'ye mazhar olduklarından Akl-ı Kül, Kalem, Nur, Levh gibi isimleri de vardır. Hakîkat-i Muhammediye'den esmâ ve sıfat yani melekût âlemi zuhur etmiş, eflâk de bu âlemin hâsıl olduğu yer olmuştur. Sıfat âlemi nasut ve şehadet âlemi denilen bu âlem-i esfeli yani anâsırı meydana getirmiş, anâsırdan da mevalid ve nihayet insan yaratılarak cemiyet-i esmaiye-ye nail olmuştur. (Tarîkat'da) Akl-ı evvel Hakîkat-ı Muhammediye, nefs-i vahîde ve hakîkat-i esmaiyedir. O Allah'ın kendi sûreti üzerine yarattığı ilk mevcuttur. Ve o cevher-i nûranî olup cevheriyetini zâttan, nûraniyetini de ilimden almıştır. Cevheriyet itibariyle nefsî vahide, nûra-niyeti itibariyle akl-ı evveldir. Âlem-i Kebir de Akl-ı evvel, kalem-i âlâ, nefs-i külliye, Levh vesaire gibi isimleri olduğu gibi zaruratı hasebiyle Âlem-i suğray-i insani'de de mezahir ve esması vardır deniliyor.
AKL-I MAAŞ : Hayvanlarla müşterek olarak, insan aklının en alt tabakası... Dünyada geçim işlerinden başka idraki olmayan akıl.
AKL-I MAAD (MEAD) : İlim ve irfanla terbiye olup geleceği kavrayan, âhireti idrak eden akıl.
AKL-I SELİM : Selâmete ulaşan, iyi ile kötüyü farkedip, insana hak ve hakîkatı, îman ve islâmın gereklerini lâyıkıyla yaptıran akıl ve idrak. Seyri sülûktan sonra (veya mürşîdin rızasından sonra) vücuda âmir olan rûh-ı nûrâ-ninin veziri, müşaviri olan ve aslâ ayıp ve kötülüğe meyletmeyip her işinde nûr sıfatıyla hakîkata mutabık hüküm veren akıl ve idrak...
Evliyanın aklı, akl-ı selimdir ki, akılda da Peygamberimize vâris olmuştur.
AKL-I CÜZ : Akl-ı kül'den bir parça olarak insana Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği hareket serbestliği, irade denilen budur. İnsana verilen ve onu mes'ul ve mükellef kılan sınırlı, nefse, menfaate vs. bağlı hareket serbestliği. Noksan ve âcizliklere mübtelâ ve cüz (parça, kırıntı) akıl. Nefs pençesinden kurtulabilirse kemâle ulaşan, o pençede kalırsa süflîye meyleden bağımlı irade.
Aslında, insanların aklı üç çeşittir: Akl-ı cüz, akl-ı kül, akl-ı nur. Bunlara bağlı olarak da irade-i cüz, irade-i kül ve irade-i nûr mevcuttur. Rûh-u revani, rûh-u sultâni ve rûh-u nûraninin bağlısı olan bu üç akıl ve iradeden ilki velâyete, ikincisi nübüvvete, üçüncüsü de zâta bağlı ve bunların (velâyet, nübüvvet ve zâtın) nûrlarına tâbidir. (Paşa Hz. Sohbetlerinden.)
ÂL : Soy, sülâle, âile, akraba demektir.
ÂL-İ ABÂ : Peygamberimizin abasının (örtündüğü battaniye gibi geniş bir örtü) içine aldığı Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den meydana gelen beşli grup. Hamse-i âl-i abâ da denilenler bu beşli gruptur.
ÂL-İ NEBİ VEYA ÂL-İ RESÛL : Peygamberimizin bütün ev halkı ile birlikte bütün evlâdları, eşleri ve yukarıdaki abâ ehli'dir ki hepsine ehli beyt (ev halkı) da denilir.
Ammar ve Selman (R. Anhüm)'de hadis-i şerifle ehl-i beytten sayılmıştır.
ÂLEM : Bütün kâinat, dünya, herşey, cemaat, halk, cemiyet, hususi hâl ve keyfiyet, bir güneş ile ona tâbi olarak etrafında devreden gezegenlerin teşkil ettiği daire.
Allah'dan başka mahlûkatın tümüne veya bir gurubuna, bir familya veya ailesiyle hâl ve yaşayış şekillerine de denilmektedir. Cennet âlemi, zevk âlemi, muhabbet âlemi, hayvanlar âlemi, zikir âlemi, bekâ âlemi gibi. Semâvatta binlerce âlem var. Yıldızların her biri bir âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat ayrı bir âlemdir.
ÂLEM-İ ASGAR : Küçük âlem yani insan. (Âlem-i suğra).
ÂLEM-İ EKBER : Büyük âlem yani kâinattır (Âlem-i kübrâ).
ÂLEMEYN : Dünya ve âhiet olarak iki âlem.
ÂLEM-İ BERZAH : Geçit âlemi, âlem-i misalin diğer adı, gayb ve şahadet âlemleri arasındaki geçit, maden, bitki ve hayvan âlemlerinden yeyip içerek toplanan meni ana rahminden, kabirden ve mahşerden geçerek gidecek ki bu zuhurların her biri bir geçit ve bir devirdir.
ÂLEM-İ CEBERUT : Kudret ve azamet âlemi. Esma ve sıfat âlemlerinin bu isimle söylendiği olmuştur. Bu âlem, üstteki ilâhî gayb âlemi olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekût âlemi arasında bir geçit, berzahtır. Bütün âlemlerin merkezi veya âmiridir. Ceberut İbranice'de kudret demektir ve gayb âlemindendir.
ÂLEM-İ EMİR : (Kün fe yekûn) gibi bir ilâhî emirle iş ve hâdiselerin halkolduğu Arş'ın üstündeki âlem. Gayb âlem-lerindendir.
ÂLEM-İ FANİ : Gelip geçici, ölümlü âlem, dünya hayatı.
ÂLEM-İ ESBAB : Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe bağlandığı fiiller âlemi.
ÂLEM-İ ERVAH : Rûhlar âlemi. Rûhların yaratıldığı âlem olarak Elestü bi Rabbiküm veya Kalû belâ denilen ilâhî hitabın ve cevabının geçtiği âlem ile kıyamete kadar rûhların muhafaza edildikleri göz göz, tabaka tabaka rûh kasası olan âlem. Bu âlemin yedi kat göğe kadar bütün semâları delip yerlerin altına kadar da uzandığı, en üstünde en büyük ve âlî rûhların en altında da kötülerin rûhu-nun bulunduğu, üstteki rûhların cennet ile irtibatlı olduğu, alttaki habis rûhların da cehennemle irtibatlı ve simsiyah bulunduğu ifade ve izah edilmiştir.
ÂLEM-İ GAYB : Zâhiri duygularımızla görülmeyen âlemler ki vahdet, ervah, emir, ceberut, berzah, mânâ, melekût amâ vs. âlemleri görülmeyen âlemlerdendir. Bu cümleden olarak velîlerin evsafını naklettikleri (Hakîkat şehirleri) de gayb âleminden ve (mekân içinde mekân) nümunesi olarak bu dünya âlemindedir.
ÂLEM-İ MÂNA : Mâna ve mâneviyat âlemi. Velîlere mahsus ve onlara keşfolunan ilâhî sır ve ilimler âlemi. Rüyaya da dendiği olur.
ÂLEM-İ MİSAL : Rüyada görülen âlem. Buna âlem-i mânâ, âlem-i misal, veya âlem-i nevm ve âlem-i hâb da denilir.
Kâinatta mevcut bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün hâdiselerin bir modelini, maketini toplayan, maddî ve manevî neticeleri tesbit eden azametli bir arşiv veya stüdyo özelliklerini taşıyan âlem. Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli (gölge veya görüntüsü) âlem-i misal de âlemi berzahın zilli denilmiştir.
ÂLEM-İ MELEKÛT : Melekût, âlem-i ervaha denir. İnsanın rûhu ceberut âlemine mazhar, nefsi melekût âle-mine mazhar, mülkü de şahadet âlemine mazhardır.
ÂLEM-İ MÜLK : Madde âlemi, melekûtun dışında kalan zıtlar âlemi. İnsan mülk cihetinden kâlbe zarf olmuş, onu ihata etmiştir. Melekût ciheti ile de kâlb tarafından kuşatılmış kâlbe mazruf olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın mülk ve âlemi sonsuzdur.
ÂLEM-İ ŞAHADET : Görülen ve şâhit olunan âlem. Allah'ın emirlerine îman edenlerin şâhidi oldukları mükellefiyet âlemi, dünya. Bu âleme (kevn-ü fesat) da denilir ki bir taraftan yapılır, olur; diğer taraftan bozulur.
ÂLEM-İ VAHDET : Birlik âlemi yani her şeyin aslı ve evvelî Vahidiyet, Vacibü'l-vücud, olduğuna göre, sebep ve zuhûrâtı (esmâ ve sıfat âlemlerini) bırakınca, Allah'dan başka varlık düşünülemez. Bu izah (hâl) şeklinde tezahür ederse Vahdet-i vücut (varlıkların tek veya vücudun bir oluşu) diye ifade edilen nâkıs neticelere varabilen ve uzun menzilli bir âlem ortaya çıkar ki bu hâlin zıddı ve doğrusu Vahdet-i Şuhud'dur. Her eşya ve yaratığı Allah'dan ayrı ve ondan gelmiş bilme ve görme hâlidir. Fenâ ve bekâ hallerinde hâsıl olur.
ÂLEM-İ KESRET : Çokluk, eşyalar ve sonsuz yaratıklar âlemi. Zerreden kürreye kadar ki canlı ve cansız, sonsuz ve hesapsız madde ve mânâ âlemleri mevcuttur.
ÂLEM-İ AMÂ veya ÂLEM-İ BEYZÂ : Esmâ ve sıfat yaratılmadan, rûhlar halkedilmeden önce, karanlıklar âleminde, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile Habibinin nûrundan başka bir vücud yok iken, yani Habîbi'nin rûhların atası ve nûrların aslı hâlinde, tecellîye mazhar olduğu hesapsız zamanın adı. Kâinat ve mevcudât, esmâ, sıfat, rûh, arş ve kürsi, o nûrdan çok sonra yaratılmıştır. Barigâh-ı Muhammediye Makamı bu makamdır ki Habib-i Kibriyâ harfsiz ve savtsiz ilâhının zâtından uzun âhiret yıllarınca bütün ilim ve ma'rifeti okumuştur. Bu sebeple de onun ümmi oluşu çok yüksek bir şereftir.
ONSEKİZBİN ÂLEM : İnsan beşer sûretini buluncaya kadar Allah'ın azametinden gelip muhtelif âlemlerden geçerek mâden, bitki, hayvan âlemlerinde dağınık halde iken ata ve ana belinde haşre uğramış (toplanmış) ve ana rahminden dünyaya gelmiştir. İnsan bu şekli buluncaya kadar: 1- Akl-ı kül, 2- Nefs-i kül, 3- Dokuz gök (Atlas göğü veya arş, Burçlar (Sabiteler) veya Kürsî, Zühal, Müşteri, Mirrih (Merih), Güneş, Zühre, (Utarid ve ay), 4- Dört unsur (Toprak, su, hava ve ateş), 5- Üç mevhid (Maden, bitki, hayvan) âlemlerinden geçmiştir ki yekûnu onsekizdir. Araplarda sayının sonu bindir. Bu âlemlerin her biri nice bin alâmet ve parçaları ihtiva etmektedir. Bu bakımdan biri bin saymak suretiyle âlemler onsekizbin olur. İnsan ölünce maddesi yine anâsır âlemine gider. Bu şekilde her an âlem adem olmakta, adem de âlem olmaktadır. Bu devir daimi olduğundan yaradılış her an bir oluştan ibarettir.
ÂLİM : İlim sahibi, ilmi olan, maddi ve manevî ilimlerin bir veya bir çoğunda derinleşmiş, lâyıkıyla vukuf sahibi olmuş kimseye denir. Her şeyi noksansız bilmek Allah'a aittir ve gerçekte âlim olan, ilim sıfatını taşıyan O'dur. Ce-nâb-ı Hak, Peygamber Efendimize de geçmiş ve gelecek, zâhir ve bâtın her şeyi bildirmiştir. Diğer âlimler vâkıf olduğu ilme göre söylenirler. Madde âlimi, mânâ âlimi, zâhir âlimi, bâtın âlimi, tefsir âlimi, fıkıh âlimi, fizik âlimi, hadîs âlimi gibi... Zâhir ve bâtın ilimlerinden ikisine de vâkıf olan mürşîdlere zülcenaheyn (iki kanatlı) âlim denir ve gerçek âlimler de bunlardır. İlmini bir hoca veya kitaptan değil de bizzât Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatından alan yüce şeyhlere de Rabbânî âlim denilir. Böyle bir âlim bir âleme bedeldir. Böyle bir ilmi derinlemesine elde eden büyük Allah ehline Râsih âlim de denilir. İlmi ile amel eden ve ilâhî yakınlığa ulaşan bu büyükler, âlemlerin temelidir.
ANÂSIR : Unsurlar, elementler, basit cisimler demektir ve birşeyin yapısını, vücudunu teşkil eden unsurlara denir.
ANÂSIR-I ERBA'A : Dört unsur; su, toprak, hava ve ateş.
İnsan bedeni bu dört maddeden yaratılmıştır. Birbirine zıt bir tabiatta olan bu maddelerin aralarındaki zıddiyet giderilince rûh bedene hâkim ve âmir olur. Su Allah'ın feyzine; toprak tevazu ve mahviyete; hava hakîkate; ateşte aşka tebdil olunca, nefsin âletleri kaybolup rûh makamına kavuşur.
ANKÂ : İsmi olup cismi bulunmayan, Kaf dağında yaşadığı söylenen ebedî, mecazî ve hayalî bir kuş. Devlet kuşu yerinde de kullanılan anka'nın yüzü insana benzeyip boynu çok uzun ve gayet yükseklerde uçarak yumurtasını da gören olmadığından, gayet az bulunan bir şey için (anka yumurtası gibi) tabiri darb-ı mesel olmuştur. İnsan ve çocuk yediğinden, Hz. Musa'nın duası üzerine neslinin kaybolduğu söylenmiştir. Otuz adet kuşun alâmetini taşıdığından, bu kuşun Farsça adı, otuz kuş mânâsına gelen Sîmurg'dur. Kanaat sahibi olduğu ve pek büyük bulunduğu, çok nadir görüldüğü veya başa konan devlete benzediği için, mürşîdlere teşbih edilmiştir. Maddenin her sûreti alma (heyûlâ, hebâ) kabiliyetine, bu kabiliyeti olduğu halde, sûretsiz görünmediğinden, ankâ olarak da söylenir. (Kanaat şehrinde oturur Kaf-ı ankâyız biz) dendiği gibi, Mevlâna Hz. ne de Ankâ-yı mağrib denir.
ÂRİF : (İrfan'dan) Bilen, bilgide ileri olan, vâkıf ve âşina olan, zevkî ve vicdânî, külfetsiz olarak irfan sahibi olan.
Hakk'ı lâyıkıyla anlayıp bilen ve ilmi ile âmil olan. Velî mânâlarına gelir.
ÂRİF-İ BİLLÂH : Hakk'ın nûru ile Cenâb-ı Hakk'ı bilen, âlemi ve hâdiseleri ilâhî feyz ve ilim ile bilip gören velî veya mürşîdler.
ÂRİF-İ ESRAR : Allah'ın hakîkat ve sırlarına vâkıf olan velîlere denir.
ARŞ : Dam, çatı, üstte olan, gök, ulviyet, taht ve serir mânâlarında kullanılır. Arş, zâhir, bâtın, evvel ve âhir esmâlarının halita ve karşılığıdır. Yine arş, bütün cisimleri içine alan nûranî ve ulvî büyük bir cisimdir. Cenâb-ı Hak, yer üzerinde havayı, onun üstünde kürsîyi, kürsînin üstünde de arş'ı yarattı. Peygamberimizin (Yedi kat yerlerle yedi kat göklerin kürsiye nisbeti, bir halkanın büyük bir sahraya nisbeti gibidir; kürsînin ve bütün mahlûkatın arş'a nisbeti yine bunun gibidir) meâlindeki hadisinden anlaşıldığına göre arş, bütün mahlûkun büyüğüdür. Arş'ın arkasında bir mahlûkun bulunduğuna dair hiçbir sağlam haber yoktur. Şu halde, dünya ve âhirette bulunan bütün mahlû-kat arş dairesinin dışında değildir. Arş, bütün kâinatı câmi ve celâl-i kibriyaya lâyık olduğunda, (Cenâb-ı Hak arş üzerine istiva etti) buyurulmuştur. Arş-ı Âlâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhî, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlas, Felek-i Âzam gibi isimlerle Cenâb-ı Hakk'ın izzet ve saltanatından kinaye olarak bahsedilir.
AŞK (IŞK) : Rahmanî bir ülfettir ki, Cenâb-ı Hak onu her rûh sahibine vermiştir. Çok ziyade sevgi, şiddetli muhabbet, candan sevme, gönülden sevme karşılıklarında kullanılır. Aşk-ı lâhutî, aşk-ı ilâhî, aşk-ı hakiki, aşk-ı mâne-vi gibi tabirlerle gerçek ve değerli olanı kastedilir. Fani şeylere, maddî ve nefsani hazlara dair olan sevgiye sevda veya aşk-ı mecazî denilmiştir. (Mecaz hakîkate köprüdür) ifadesi, her sevda için tahakkuk etmez. Aşk insanlara ait kemâllerdendir ve Âdem atamızın mirasıdır.
Hak, bilinmeye muhabbet etmiş ve bu aşk ve muhabbet kâinâtı izhara (hazırlama) sebep olmuştur. Bu muhabbet Hakk'ın zâtının muktezasından olan aşktır. Buna ilim de denir. Çünkü Hakk'ın mutlak ve münezzeh bulunduğu Zât âleminden ilk tenezzüldür. Bu tenezzül ilm-i zâtiden ibaret bulunduğundan, ilim; zuhura meyilli ve muhabbetten ibaret bulunduğundan aşk; bütün âlemler bu âlemde mevcut bulunduğundan Levh; her şeyin tafsilen zuhuruna sebep olması dolayısıyle Kalem isimlerini de alır ki, Ceberut, Hakîkat-i Muhammediye bu âlemden ibarettir ve mükevvenat, bu hakîkatin zuhuru ve neticesidir.
Aşk, Hakk'ın zâtına bağlı, diğer sıfatlar ise aşka bağlıdır. Onun için aşk sâliki sıfata değil zâta eriştirir. Tarîkat insanı hakîkata eriştiren mânevî bir yol bulunduğundan, bu yola sülûk eden sâlikin, erişmek için bazı kaide ve şartlara riayeti lâzımdır. Tarîkatlar bu şartlara göre ikiye ayrılır:
1- Riyazet, mücahede ve amel yolu veya tarîk-i ebrar.
2- Muhabbet yolu veya tarîk-i şettar.
Muhabbet yolunda, sâlik şerîat hükümlerini yaparak mürşîdine muhabbetle uyduktan sonra sohbete devam etme yoludur ki bu hâl cezbe ve aşkı husule getirir.
Aşk, muhabbet ve sevgi gibi tabirler birbirine eş mânâ-larda kullanılırsa da, işin aslı ve sevginin dereceleri şöyledir:
1- İstihsan ki bir meyildir, 2- İstihsanın biraz büyüğüne meveddet denir, 3- Rûhların ülfetinden meydana gelen muhabbet, 4- Sırların açıldığı yer olan Hullet, 5- Sevenin muhabbetinin kesiksiz ve riyasız olduğu Heva, 6- Hâl ve hareketleri ile işi gücü, aklı hayali sevgilisi olan Işk hâli, 7- Sevenin gönlünde sevgilisinden başka birşey bırakmayan Teteyyüm ve 8- Seveni akıl dairesinden çıkarıp ibadet ve işten alıkoyan Veleh'dir.
Aşk kâlbde bulunan bir ateştir ki, sevgiliden başka bütün mahlûku yakar. (Kim ki ışk ve muhabbet çeşmesinden abdest almaz ve bütün eşyayı ölü hükmünde bilipte üzerinde -dünya, ukba, varlık ve terki terkden ibaret olan- dört tekbir ile namaz kılmazsa, onun can yüzü hakiki kıbleye dönmüş olmaz buyurulduğu gibi, Allah'a ulaşmanın istasyonları olan fenâ ve bekâ nimetlerine ulaşılamaz). Aşk her vasıtadan sür'atli ve hiçbir vasıtanın işlemediği vuslat meydanının tek aracı ve ulaştırıcısıdır. Bu sebeple, Âşık-lar Sultanı; Cebrail A.S.'ın (Bir adım daha atarsam yanarım) dediği yerden huzurullah'a aşk ile gitmiştir. Velâyet biniti aşktır. Onun için Kuddusi Baba (Evliyâullahı aşıkan buldum) demiştir. İlimle, amelle aşılamayan sonsuzluk âlemlerinin tek aracı aşktır. Aşk aklı ve kuvvayı örtüp istilâ eder. Onun için âşıklar teklif dışına çıkıp mestlik ve istiğrak âlemine dalarlar. Âşıklar, Cenâb-ı Hakk'ın mestleri olup, kavuşma arzularından inler ve âhu vâh edip ağlarlar. Onlar gönül ve rûh makamlarına yükselmişlerdir. Bunların namazı rûh yoliyledir. Zekatları ise, kendi hallerinden müsait olanlara da bağışta bulunmak, yani muhabbet aksettirmektir.
Âşıklar canlarıyla cömertlik yapanlardır ki, muhabbet şehidi, asıl ve en üstün şehitler bunlardır.
Aşk hâli, mürşîd-i mükemmilin müsait bir mürîde aksettirdiği bir lütfu ve tasarrufudur. Âşık bir başka âşığın eseri, mürşîd ise aşkın hem âmiri hem de memurudur. Aşka bunun dışındaki yollar kapalıdır.
BÂDE : Kadeh, içki kadehi, şarap ve içki mânâlarında kullanılır. Tasavvuf tabiri olarak, kâlbi ilâhî aşkın kaplaması, gönle muhabbetin dolması, fenâ hallerinden birinin teşekkülü veya zuhuru, şiddetli sevginin vücudu istilâ etmesi gibi zevk hallerine denilir. Bu hallerin bulunduğu za-mana dem de denilir. Mânevi aşk ve sekir hallerinin kendisi ile bu hâlleri hâsıl eden sebeplere de denilebilir.
İçki sarhoşlarının bâde tabirleri ile muhabbet ve mâ-nevi zevk ehlinin bâde tabirleri arasında, söz ve tâbirden başka herhangi bir benzerlik yoktur.
BASÎRET : İdrak, feraset ve kâlb gözü ile görme demektir. Tasavvufta nûrlanmış olan kâlbin bir özelliği yahut kâlbte eşyanın hakîkatini görmeye yarayan bir kuvvettir. Kutsî nurla nurlanmış ve ünsî ilâhî ziyasiyle cilâlanmış olan bir akıldır ki gözde delil ve belgeye muhtaç olmaz. Göze göre görme ne ise, kâlbe göre basiret de odur.
Gözlerin görmesine sebep olan nûra basar (görme) denildiği gibi kâlbin görmesine sebep olan ve (kâlp gözü) denilen hassaya da Basîret denilir ki ilâhî bir nûrdur.
BAST : Açma, yayma, genişleme, ferahlama ve serme gibi mânâlara gelir. Rica hâline de denilir. Kâlbe dolan ve ferahlık verici ve eşyayı kaplayıcı bir hâldir. Rûhen genişleme hâlidir ki bunun zıddı Kabz hâlidir. Bast, Bâsît ism-i şerifinin bir tecellîsidir.
BÂTIL : Esassız ve boş şey, aslında sebat ve hakîkat olmayan şey demek olup Hakk'ın zıddıdır. Bazı insanlar Allah'ın Hâdi ismine, bazıları da Mudil ismine mazhar olduğundan bâtılın varlığı da inkâr olunmaz. Eşya zıddiyle inkişaf edeceğinden, Hak olan yerde Hakk'ın zıddı olan bâtıl da olacaktır. (Vücut ancak Hakk'a mahsus olduğundan mâsivallah -Allah'ın dışındakiler- bâtıl hükmünü almıştır.)
BÂTIN : Zâhir'in zıddı, Allah'ın isimlerindendir. İç, gizli, görümeyen şey mânâlarında kullanılır. Kur'an'ın zâhir, bâtın ve batne mânâları vardır. Kâlb, gönül ve rûha ait irfan ve basîretle keyfiyeti anlaşılıp baş gözü ile görülemeyen hallere denir. Bâtında cereyan eden hâller, -ekseriya- zâhire de akseder, meyvesini zâhirdeki tesiri ile verir. İnanç ve amelde şerîate uymak zaruretini bırakıp sen bâtına, kâlbe bak diyen ve battal olmuş yol ve fikirlere bâtınî denir ki bunların pek çoğu tarîkattan değil dinden bile çıkmış sapıklardır. Şerîatin zâhirini inkâr veya onun hükümlerinin dört hak mezhep dışındaki tevillerine saplananlar nasıl battal olursa; şerîat hududundaki bâtini halleri inkâr edenler de battal olmuş ve belki de merdud olmuşlardır.
BÂZ-KEŞT : Nakşî tarîkatında özel olarak bulunan onbir tabirden biridir. Baz-ı keşt, zikir yapılırken tesbih başlarında, zikre olan âğâhlığı muhafaza ve nefsin hak sûre-tinde görülebilecek alâkasını bertaraf etmek için gereken tevazu ve mahviyete sarılmak üzere -İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî- demektir.
BEKÂ : Devamlılık, evelki hâl üzerinde kalma, varlığının sonu olmamak, ölümsüzlük demektir. Bekâ, gerçekte Bâkî ism-i şerifinin gereği olarak sadece Cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Mahlûkatın tamamı ise, istisnasız fânîdir, ölecektir...
Bekâbillâh makamı, kulun Hakk'ın vücudiyle mevcut, Hakk'ın bekâsiyle bâki, Hakk'ın hayatiyle Hay, Hakk'ın ilim ve iradesiyle âlim ve mürit olmasıdır. Muhabbetin semeresi olan Fenâfillah hâlinden sonra, bu hâlin takipçisi olarak, Allah'ın kendi sıfatından elbise giydirip Esma-ı Hüsnasından isim verdiği, gönüllerden kötü huyların çıkarılıp atıldığı ve iyi huylarla süslendiği, velâyetin tahakkuk ettiği yüksek makama Bekâbillâh denilir. Fiillerin bekâsı veya esmâ bekâsı, sıfat bekâsı ve zât bekâsı olarak isimlendirilen üç bekâ çeşidini sırası ile ikmal edenler, bekâ-ender-bekâ nimetine kavuşmuş, maiyyete, vuslata nâil olarak büyük velîlerin, âriflerin arasına girmiş olurlar. Büyük mürşîdler böyle bekâya ulaşanlardan olur. Tasavvufta, îman bekâdan ibarettir.
BEYTÜ'L-MA'MUR : İmar edilmiş ev demektir. Gökte, meleklere kıble olan ve Kâbe'nin hizasında bulunan bina. Beytü'l-Ma'mur'u tavaf için gelen meleklere kıyamete kadar bir daha sıra gelmediği rivayet edilmiştir.
BİD'AT : Lügat mânâsı, benzeri daha önce mevcut olmayan, yeni çıkan şey demektir. Şerîat istilahında ise, Peygamber zamanında bulunmayıp dinde sonradan meydana çıkan şeylere denilir. Bu sebeple bid'at, sünnetin zıddı olur. İçine bid'at giren tarîkatın silinip ortadan kalktığı bilinen bir gerçektir.
BÎ'AT : Tasdik ederek hükmünü kabul etmek demektir. Tasavvufta bir mürşîde mürîd olmak, onun emir ve tavsiyelerine uyup yolunda yürümeyi kabul etmek mânâsına kullanılır.
BÜRHAN : Delil, ispat, hüccet demektir. Red ve inkârı imkânsız şekilde hakîkati ispat edecek kuvvetli delil mâ-nâsına kullanılır.
BÜZÜRK : Farsça büyük demektir. Nakşî - Hâlidi tâbiri olarak, mürşîdi kâmil, sohbeti istifadeli olan âlim, diliyle cevherler saçan ârife denir.
CÂM : Sırça, cam, bardak, kadeh, her çeşitten şarap kadehi. Câm-ı Cem, Cem isimli İranlı'nın yaptığı sihirli kadeh ve şarap Câm-ı Cihannüma, içinde cihanı gösteren kadeh; Câm-ı fenâ, ölüm yerinde kullanılan tabirlerdendir.
Tasavvufta, muhabbet ve aşk veren şey ve sebebe denilir.
CELÂL VE CEMÂL : Hakk'ın kahır ve gazap tecellesi yerinde kullanılan bu kelime, son derecede azamet, fevkalâde ululuk mânâsına gelir. İsm-i Celâl, Lâfza-i Celhal, Zülcelâl ve Celâli tabirleri olarak kullanılır. Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ile tecellîsine Cemâl denildiği gibi bunun mukabili olarak Kahır ile tecellîsine de Celâl denilir. Celâl Hakk'ın mânevi kahrına da derler ki bu suretle (gayriyeti) ortadan kaldıracağı için, Celâli Cemâlinin aynı olur.
Dostları ilə paylaş: |