Cemâl lügatte güzellik, bilhassa yüz güzelliği demek olup Allah'ın cennette müşahedesine denilir. Lütf-u rızaya ait sıfatlara cemâl sıfatı, kahr u gazaba ait sıfatlara da celâl sıfatı denilir. Cemâlden terbiye olan meşakkatsiz, celâlden terbiye olan da eziyet ve zahmetli olur.
CEM : Toplamak, toplanılmak, biriktirmek mânâlarına gelir. Tasavvufta mahlûkatı görmeyerek Hakk'ı görmek demektir, birliktir. Bu makamda sâlikin gözünde halk (yaratıklar) kalmaz. Cem, Cemü'l-Cem, Hazretü'l-Cem olmak üzere üçe ayrılır. Hazretü'l-Cem kurbu feraiz makamı o-lup bu makamda sâlik Hak ile Bâki olur, sâlikin işleri Hak tarafından görülür. Cemü'l-Cem'de sâlik büsbütün Hakk-'ın maadasından fânidir ki bu mertebe Ehadiyet mertebesidir.
Cem'in bu üç mertebesine bekâ makamları denilir ki Tevhid ve Fenâ makamlarının mukabilidir. Tevhid-i sıfatla sıfatından; Tevhid-i Zâtta zâtından fani; Cem makamında Hakk'ın ef'aliyle, Hazretü'l-Cem'de sıfatiyle, Cemü'l- Cem'de ise zâtiyle bâki olur.
CEVHER : Cevher zâtiyle kâim olana; âraz ise, cevherle görünen ve var olana denilir. Güzellik, cisim için bir ârazdır. Cism ise rûha nisbetle âraz. Rûh ise zâtiyle kâim olduğundan cevherdir. Asıl cevher ise Allah'dır. Ondan başka bütün yaratıklar ârazdır. Herşeyin görünen şekli ve vasıfları sûrettir. Sûret şeklinde tecellî eden ise mânâdır. Sûret böylece ârazdır. Yani kendi kendine ve başlı başına duramayan, olamayan bir şeydir. Mânâ ise cevherdir, başlı başına vardır ve sûret şeklinde görünür. Mânâ-i hakiki ise Allah'dır. Sûret de bütün kâinattır. Sûretlerde sayı vardır, sûretler değişir ve bozulur; fakat, mânâ daimidir. Bütün bu sûretler asıl mânâdan, onun zuhuru olmakla beraber O, hepsinden münezzehtir.
CEZBE : Sürüklemek, kendine çekmek demek olan cezb'den gelmiştir. Tasavvufta, sâlikin beşerî sıfatlardan koparılarak ilâhî sıfatlara ulaşması ve tecellîyat ve vahdeti müşahede etmesine denilir. Cezbe Hakk'ın kulunu kendisine çekmesinden hâsıl olan ve istiğrak, veleh ve hayret sûretlerinde tecellî eden mânevi hâllerdir.
İstiğrak, kendini bilmeyecek derecede dalgınlık; hayret, fevkalâde şaşırma; veleh de yine şaşıp kalma demektir. Cezbe, riyazet ve ibadete devamla hassaların kaybolması, Allah'ın kulunu kendisine çekmesi, Hakk'a vusul için bir tarîkat vasıtasıdır. Cezbedeki tek şart, istidattır, kisbi olmayan bir Allah vergisidir. Sâlikte bu istidat olmazsa riyazet ve tasfiye ile Hakk'a vusul nasip olmaz. Sâ-likden lütf-u Rabbanî hâsıl olan hâle cezbe, deliden sâdır olan fiile de cinnet denir ki farkını izaha lüzum yoktur.
Cezbe mecazen vecd hâli, rûhun heyecanı demektir. Açık ve gizli olarak iki türlü cezbe vardır. Cezbe ve cezbe sahiplerinin farkları meczub maddesinde anlatılmıştır.
ÇİLE : Mürîdlerin ister suçu ve zellesi mukabili olsun, isterse zelle mukabili olmasın, ahlâkın temizlenmesi ve vicdanın saflaştırılması için tekkelerde tatbik edilen bir usulün adıdır. Çile, eziyet ve mahrumiyet çekmek demektir.
Sülûk mânâsına söylendiği de vâkidir. Bazı tarîkatlar bu mânâda sülûke çile demişlerdir ki kırk, seksen veya binbir gün devam edenleri mevcuttur. Şu hâle göre, makam ihraz edecek sâlike şeyh tarafından tayin ve tesbit edilen şartlarda halvete konulma işine sülûk, bu halvetteki meşakkat dolayısıyla da çile denilmiştir. Sülûkta seyrini yani mânevi mertebelerdeki ilerleyişini tamamlayanlar, hakîkate ulaşıp hilâfete nâil olurlar. Böylece çilenin, seyri süluku, mücahedeyi, riyazeti, halvet ve uzletin tamamını ihtiva ettiği meydandadır.
DALÂLET : Îmân ve İslâmiyetten ayrılmak, azmak, Hak ve hakîkatten, İslâmiyet yolundan sapmak, Allah'a isyankâr olmak, sapkınlık mânâlarına gelir ve dall kökündendir. Hidâyetin zıddıdır. Hidayet ise doğruluk, İslâmlık, Hakk'ı Hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek, dâlaletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak demektir. Hidâyet Cenâb-ı Hakk'ın Hâdi ism-i şerifi bereketi olarak Peygamberlerin, veraset yoluyla da âlimlerle mürşîdlerin iş ve meslekleridir. Dalâlet ise şeytanın işi ve nefsin yoludur.
DEM : Zaman, an, nefes, soluk, kan, renk ve gözyaşı mânâlarına gelir. Dem-i İsa denilince, nefes etmesi, velâyet-i peygamberîsi ile ölüleri diriltip, hastaları iyi etmesi kastolunur. Tasavvufta mürşîdin velâyet nefesi ile ölü kâlpleri diriltmesine benzetilir. (Dem bu dem) şeklinde de, her fırsatı değerlendirmek için mânevi vazifelerden birinin yapılması, zamanın asla israf edilmeyip ihyâ edilmesinden kinaye söylenir.
Bu demi Ahmed başa tâc eyledi
Bu dem ile seyr-i mirâc eyledi
Bu dem ile yedi kez hâc eyledi
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
-Virani-
DERÛN : İç taraf, dâhil, kâlb ve bunlara ait hâller hakkında kullanılır bir tâbir olarak bâtın tâbiri mânâsına eş bir ifade içinde söylenir.
DERVÎŞ : Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan, mâne-viyatla gönlü zengin olan fakir ve tam kelime karşılığı olarak fakir ve yoksula denir. Sonraları bu tâbir, tarîkatlardan birine bağlı olan mânâsına kullanılmıştır. Sofiyede der-vîş, kapı eşiği demektir. Çünkü Farsça Der ev; Viş de eşik demektir. Böylece içeriye giren herkesin basıp geçtiği eşiktir dervîş. Tarîkat ve tarîkate mensubiyet ifade eder. Dervişlik, şerîat hükümlerinin maksadı ve mânâsı anlaşılarak kemâl-i ihlâs ile yapılmasıdır. Bu sebeple, şerîatsız, yahut şerîate aykırı dervîşlik olmaz. (El emrü fevkalâde) istisnası hariçtir. Maddi hastalıklar nasıl tıp vasıtasiyle tedavi ediliyorsa, rûhâni hastalıklarla mânevî dertler de -mânevi tıp demek olan- dervîşlik vasıtasiyle ve yine der-vîş de denilen bir şeyhin tavsiyesiyle tedavi ve islâh edilebilir.
"Dervîşlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka"
- Yunus-
DEST : El, eli demektir. İntisap sırasında ve bîat da denilen muamelede itaat ve emrini tutup, yolunca gitme ahdini taşıyan ve tokalaşmak şeklindeki harekete el tutma mânâsına dest tutma veya yed-i saadetten tutma denilir. Ve tarîkatın asıl ve başlangıcıdır. Yed de el demektir. Bu tutulan el daha önce, kendi şeyhinin elini tutmuş, onun şeyhi de silsiledeki bir önceki şeyhin elini tutmuş ve neticede Hz. Sıddık da Peygamberimizin mübarek elini tut-muştur. Böylece elinden tutulan şeyh vasıtasiyle mürîd, tâ Peygamberimizin saadetli elini tutmuş demektir. Bir âyet gereğince de, Peygamberimizin elinin üzerinde, Allah'ın mânevî ve kudretli eli vardır. Tarîkat onun için mürîdi Peygambere ve Allah'ın zâtına götürür.
DÎDÂR : Karşılıklı konuşma, görüş, yüz, göz ve çehre mânâlarına gelir ve tarîkat tabiri olarak Cenâb-ı Hakk'ın Cemâlini seyretmeye denir. Şeyh için de kullanılır. Râbıta da, didârı görmenin mürşîd yüzündeki egzersizi olup, mürîdi o benzersiz nûra alıştırma, yaklaştırmadır.
DÜNYA : Üzerinde yaşadığımız yeryüzü. Âhirete geçit, berzah olan yer ve âhiret azığının toplandığı bu sebeple de vazgeçilmez bir uğrak. Denî yani aşağılık veya alçak denilen dünya, âhireti unutma hali ve gaflete düşmenin tarifidir. Onun için "Dünya Hüda'dan gafil olmaktır, kumaş, gümüş, oğul ve kadın değildir) denilmiştir. Zühd tabirinin hakîkati, dünya sevdasını gönülden çıkarmaktır. Dünyayı terk değildir. Şerîat ve hakîkat erbabına göre terkedilmesi gereken dünya, haramdan kazanılıp harama sarfedilen şeylerdir. Helâlden kazanılıp dînî emir ve menfaatlere harcanan ise dünya tarifinin dışındadır. Eğer malı Hak rızası için taşırsan, ona Cenâb-ı Allah sevgisi bulunsa, o fakir olsa da zengin olsa da saîddir (iyilerdendir). O kimse ki gönlünde Allah sevgisi yoktur, o fakir olsa da zengin olsa da şakîdir (eşkiyadır). Zâhirini ne yapsan lâyıktır; fakat kâlbini pak kıl ki kâlb Allah evidir.
Dünya üç şey için istenir: İzzet, zenginlik ve rahatlık. Zâhid olan yani dünyayı gönlünden çıkaran aziz, kanaat eden zengin ve dünyaya dalmayı terkeden de rahat olur denilmiştir. Dünyayı talep ve zenginlik caiz ve öğülmüştür. Şu kadar ki dünyayı talepte dalgınlık gafletten hâsıl olduğundan gaflet ile olanı şiddetle yerilmiştir. (Dünya ne güzeldir; zira mü'minin binitidir ve âhirete onunla ulaşılır) ve (Bir adamda din ile dünya birleştiğinde ne güzel oldu, küfür ve nifak birleştiğinde ne kötü oldu) hadîs-i şerîfleriyle bahsi kapatıyoruz.
EBRAR : Doğru sözlü, hayırhah, hamiyyet sahibi, fazilet sahibi olanlar, iyi kimseler demektir.
Mü'minler üç kısımdır: 1- Zalimlinefsihi ve ehl-i şerîat veya avam, 2- Şüpheli şeylerden sakınıp azîmetle amel edenler ki bunlara ebrar, muktesit, ehl-i tarîkat veya havas, 3- Cenâb-ı Hakk'ın rızasına muhalif olan herşeyden uzaklaşanlar ki bunlara da sâbık, ehl-i hakikat veya ehas (hasların hası) denilir. Ehas veya ehl-i hakikat olanlara (Mukarrebîn) de denilir ki bunlar Evliyâullahtır.
EBÜ'L-VAKT : Vakit ve hâlin tesiri altında kalmayanlar hakkında kullanılır. Bunlar, renkten renge girenlerden değildir. Bulunduğu kabın rengini alanlara ibni'l-vakt denir.
ECRAM : Rûhsuz olan cisimler, cansızlar mânâsına gelir. Ecram-ı semaviye, ecram-ı felekiye şeklinde kullanılır.
EDEB : Akıllılık, usluluk, hâl ve tavrın, nefsin iyiliği, terbiyeli mânâlarına gelir.
Tasavvufta hatanın her çeşidinden korunmaya sebep olan şeyi bilmektir. Meşâyih lisanında edebten murat, bazan şerîat edebi, bazan hizmet edebi, bazan da Hak edebidir.
Şerîat edebi, şerîatin usulünü bilip yapmak, hizmet edebi mübalağa ile hizmet görüp fâni olmak, Hak edebi ise kul için lâzım olan ile Hak için gerekeni bilmektir. Nefsi zâhir ve bâtında edeblendirmek demek olan âdab, sofiye nazarında dört kısım olarak da sayılmıştır. 1- Şerîat edebi ki, Peygamberimizin özel ve genel sözlü ve tatbikî, hâlî ve takrirî, müekked ve gayr-ı müekked bütün sünnetleriyle amel etmektir, 2- Tarîkat edebidir ki, şeyhin yolunun amellerini şevkle işleyip hizmetini yapmaktır, 3- Marifet edebidir ki, havf ü recâ'nın müsavi olmasıdır, 4- Hakîkat edebidir ki, nazarını Hakk'a çevirip mâsivâya iltifat etmemektir. (Tasavvufun hepsi edebten ibarettir) denilmiştir. Her bir vaktin, hâl ve makamın ayrı ayrı edepleri vardır. Zâhirde ve bâtında edebe devam etmek lâzımdır. Çünkü, zâhirde edebe aykırı iş yapanlar zahirde, bâtında aykırı davrananlar da bâtında cezalandırılırlar. Gönül ehline göre edeb bâtınadır. Ehl-i ten'e göre ise edeb zâhiredir. Ebedi olmayan kimse Cenâb-ı Hakk'ın lütfundan mahrum olmuştur. Edebi olmayan yalnız kendisini değil bütün kâinâtı ateşe atmış demektir. Hadîs-i şerîfte (edebi olmayanın dini yoktur) denilmiştir. İnsanlar edebte üç kısım-dır. 1- Ehl-i dünyanın edebi fesahat ve belagatla şiirleri ezberlemektir. 2- Ehl-i din'in edebi nefsi riyazâtla, a'zâyı muhafaza, din hudutlarını korumakla şehvetleri terketmektir. 3- Mü'minlerin havâsının edebi ise, kâlpleri temizlemek, sırlara riayet ve havâtıra iltifat etmemektir.
İnsanın ziyneti edebin tamamıdır
Garip, edebten mahrum olandır.
Tevhîd, îmânı icabeder, o halde îmânı olmayanın tevhîdi yoktur. İman şerîat icabeder, o halde şerîatı olmayının tevhidi ve îmanı yoktur. Şerîat edeb icabeder, o halde edebi olmayanın şerîati, îmanı ve tevhîdi yoktur. Çünkü, nebîler edebe riayetle yola gittiler. Her birisi dergâh-ı Hüdâ'nın hası oldu. Edeb evliyâya delil olup onları Ce-nâb-ı Kibriyâ'nın Bârigâhına eriştirdi. Edebsiz ve korkusuz olan Hakk'ın kahru gazabıyla helâk olur. Ehli zâhir indinde edeb ikidir birisi kavli, diğeri de fiilidir. Fiili edep ile Hakk'a yaklaşanlara kâlb muhabbeti verilir. Bunun için tarîkatların tamamı edebtir denilmiştir.
Edeb insanda iyi ahlâkın toplanmasından doğar.
"Edeb bir tâc imiş Nûr-i Hüdâ'dan
Giy ol tâcı emin ol her kazâdan"
EDİLLE : Delil'in çoğulu olan edille, kılavuz mânâsına ve onunla diğer şeyin vücuduna, vukuuna delil getirmek demektir. Edille-i Asliye, Edille-i Erba'a ve Edille-i Şer'iye şeklinde söylenen tâbirlerle, fıkıh ilminin dayandığı delilleri teşkil eden Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha hakkında kullanılır. Bu dört delilden Kitap ile Sünnet Asliye; Kitap, Sünnet ve İcma'nın üçüne usul-ü mutlaka denilir. Kıyas evvelki üç delile nazaran fer'i (ikinci derecede) ise de, evvelki üç delilden çıkarıldığından yine de asıl'dır.
EHAD VE EHADİYET : Birlik, infirad, benzeri olmamak demektir. Cenâb-ı Hakk'ın selbî sıfatlarındandır. Allah'ın bütün mahlûkatta görülen ve zâtına ait olan birlik tecellîsi ki güneşin her maddeye vurup ayrı bir tecellî hâsıl etmesine rağmen hiçbir ışığa benzemeyen bir ve ayrı bir teklik göstermesi vahdâniyetin misalidir.
EHL-İ BEYT : Hz. Peygamberin yakınları mânâsına kullanılır ve Ehl-i Beyt-i Resûlullah şeklinde de söylenir ki Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn R. Anhüm'ü ifade eder.
EHL-İ HAL : İlâhî tecellîlere mazhar olanlar hakkında kullanılır ki ilmi ile âmil ve sözlerinde sâdıktırlar.
EHL-İ KÂL : İlâhî hakîkatlardan haberdar olmayan kimselere dendiği gibi şerîat ehline de denilir.
EHL-İ HAKÎKAT : Hakîkat ile vasıflananlara denir. Hakîkat ise irâde-i cüz'iyeden irîde-i külliyeye ulaşan ve beşerî sıfatlardan soyulup ilâhî sıfatlarla sıfatlananlardır. Peygamberimizin bâtın ilmi için (Cenâb-ı Hakk'ın sırlarından bir sırdır ki kullarından dilediği kimsenin kâlbine akıtır) buyurduğu hakîkat ilmidir.
Âhiret işlerine alâkasızlık gösterene ehl-i dünya, dünyadan ziyade âhiretle meşgul olanlara Ehl-i âhiret, nefsinin arzuları peşinde koşanlara da ehli Hevâ denir. Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerden olanlara da Ehl-i Hevâ denilir.
EHL-İ SÜNNET : Hz. Muhammed A.S.'ın gerek amel gerekse hadîs suretindeki sâbit olan sünnetlerini Onun yüce sahâbîlerinin yaptığı gibi, tereddütsüz yerine getirenlere denir. Buna muhalif olanlara, ehl-i sünnet dışında kalanlara Ehl-i Bid'at denilir. Ehl-i sünnetin aslı ve temeli kitap ve sünnete uymak, ehl-i bid'atin binası ise Resul-ü Ekrem'in getirdiği hükümleri kendi rey ve hevâlarına göre değiştirip bozmaktır.
EHL-İ TARÎK : Bir tarîkata mensup olanlara denir.
EHL-İ TEVHİD : Cenâb-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimsedir. Kelime-i Tevhîdi kabul edip söyleyene denilir.
EHL-İ ŞUHÛD : Allah'ın hakîkat ve sırlarına şahid olan, kâinattaki tevhid delillerini seyreden, ilahî sırları Hakk'ın izni ile görenler. Enbiyâ ve Evliyâlar şuhûd ehlidir.
EHL-İ ZEVK : Zevk alanlar, lezzet duyanlar... Cenâb-ı Hakk'a yakınlıkla veya uyanık kâlble îmân ve Kur'an ha-kîkatlerinden zevk alanlar, velîler... Zevk maddesinde izahat vardır.
EKVÂN : Âlemler, mahlûklar, varlıklar ve oluşlar demek olup kevn sözünün çoğuludur. Bkz. Âlem.
ELESTÜ Bİ RABBİKÜM : Elestü Arapça'da (Değil miyim?) demektir. Allah bedenlerden çok önce rûhları yaratıp onların hepsini bir yerde toplayarak "- Ben sizin Rabbiniz değil miyim" mânâsna (Elestü bi Rabbiküm) demiş onlar da "- Evet bizim Rabbimizsin" mânâsına "Kâlu Belâ" demişlerdir. Rûhlar Cenâb-ı Hakk'ın tarifsiz güzellik ve hoşluktaki bu hitabından mestolmuş, bu sese âşık olmuştur. Onun için güzel sesde bu hitabı hatırlayıp heyecan duyar. Rûh bedene girince bu ahdini unutup bîhûdîlik âle-mine dalmıştır. Mürşîd-i Kâmil rûha bu ahdini hatırlatınca, rûh asliyetine, kemâline mâlik olup vücuda âmir olur ki tarîkat bunun için zaruridir.
EMMÂRE : Kötülük ve suça, şehevâta zorlayan, emreden demek olup nefsin ilk ve kötü sıfatıdır. Nefis maddesinde izahı yapılacaktır.
EMR-İ MA'RUF : Dinin emirlerini, Kur'anî ve İslâmî hakîkatleri bildirmek, iyiliği (ma'rûfu) açıklayıp, yapılmasını teşvik etme, emretmek demek olup (Nehy-i ani'l-mün-ker) de bu emir ve yaptırmaya teşvikin mukabili olarak, yasaklanan hususları da yaptırmamak, bunun için gerekli talim ve telkinleri yapmak mânâsına gelir ve şerîatin tamamını ihtiva eder. (Şerîat ve tarîkatın nihayet mânâsı emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerde tükenir.) Paşa Hazretlerinin beyanıdır. Ancak, bu vazifede yine dinimizin emrine göre, usul ve âdâbına riayet eden ehlince yapılır. Emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker yapılmayan devirde, duaların kabul edilmeyeceği rivayet edilmiştir.
ERBAÎN : Tarîkat ehlinin, kâlbin tasfiyesi, nefs-i emmarenin kırılması için (emirle) kırk gün bir hücrede halvet, uzlet ve riyazet ile taatta bulunmasına denir ki çile ve seyri sülûk tabirleriyle eş anlamlıdır.
EREN : Yetişen, vâsıl olan kemâle ulaşan velî mânâ-sına gelir ve Evliyâ, Evliyâullah, Velî ve Veliyyullah tabirleriyle aynı mânâdadır.
ERVÂH : Rûhun çoğulu olup rûhlar demektir. Can taşıyanların tamamı için kullanılır ise de aslında teklif sahipleri olan insan, melek ve cinler (şeytanlar dahil) için rûhun manevi değeri olabilir. Ervah-ı habise denilince cin ve şeytanlar kastedilir ve kötü rûhlar demektir. Habîs rûhlara dîni ve şerîati reddeden, azgın ve sapıkların rûhları da dahildir. Ervah-ı Latîfe tabiri ile melekler kastolunur. Ervah-ı tayyibe tabiri ile de iyi kimselerin ve meleklerin rûhları ifade edilmiş olur.
ESMÂ : İsimler demektir. Cenâb-ı Hakk'ın isimleri olarak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve hadîs-i şerîf ile sayılan ve Esmâ-i Hüsnâ (Güzel İsimler) denilen 99 ismi şerifi kastolunur. Bunlardan bir kısmı Allah, Hû, Bâkî gibi zât isimleridir. Allah'ın zâtına aittir. Allah ismi şerifi ise bütün isimlerin mânâlarını toplamış ve mahlûkattan hiç birisine hiçbir zaman isim olmamış, tek ve eşsiz bir isimdir. İlâhî esma sonsuz olduğu halde, 99 u olan Esmâ-i Hüsnâ ile (Binbir ism-i şerifi) meşhur olmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ı anmak demek olan farz, vacip ve sünnet-i müekkede olarak tarîkat erbabınca yapılan zikir, esmâ-i hüsnâdan bir veya birkaçı ile olur. Cenâb-ı Hakk'ın rızası, sırlarına ve yakınlığına erme, Cenâb-ı Hakk'ı satın alma hep bu zikir ile hâsıl olmaktadır ki icazetsiz olanı fethe ulaştırmaz.
Seyr-i sülûkun sonu, Allah'ın isimlerinden nasibi hangisi ise o isme ulaşıp o ismin hakîkati ile şereflenmekten ibarettir. Bundan sonrası ise büyük lütuftur.
Velîler derecelerine göre, esmâ-i hüsnâdan bir, birkaç veya pek çoğunun hakîkatine ulaşırlar. 99 esmanın rengine boyananlar ise velîler devletinin bir veyahutta ikisine has bir mazhariyettir.
EVLİYÂ : Velî lügatta, yakın, yâr, dost, yardımcı, muhabbet besleyen mânâlarına gelir. Evliyâ, velînin çoğulu olup velîler demektir. Evliyâullah ise Allah'ın velîleri demektir.
Kur'an-ı Kerim'de (Haberiniz olsun ki Allah'ın velî kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, îman edip takvâya ulaşanlardır. Dünya hayatında da, âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın kelâmında asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir) buyurulmuştur. Resûlullah Efendimiz "Allah'ın velî kulları kimlerdir" diye soran sahabiye şu cevabı vermiştir. (Said İbni Cübeyr R.A. dan rivayettir.)"- Onlar, öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman, Allahu Teâla hatıra gelir." Hz. Ömer-ül Faruk R.A. ın rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
"- Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, onlar ne şehid ne de peygamberdirler. Fakat kıyamet gününde onların Allah indindeki makamlarına Peygamberler ve şehidler gıpta edeceklerdir" Sahabe, "Bunlar kimlerdir ve amelleri nelerdir? Bize de haber ver de, onları biz de sevelîm ve sayalım ey Allah'ın Resûlü" dediklerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"- Bunlar bir zümredir ki, aralarında ne akrabalık, ne de birbirlerine verecek mal ve dünyalık menfaatleri olmaksızın sırf Allah rızası için ve Allah yolunda birbirlerini severler, Allah'a yemin ederim ki, onların yüzleri bir nur gibidir ve onlar, nurdan bir mimber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar." Resûlullah devamla şu âyeti okudular deyip yukarıda meâli yazılan âyetleri okumuştur.
"- Her an için, gelmiş geçmiş peygamberler adedi olan 324.000 velî hayatta mevcut olup vazifeleri neden ibaret ise onu ifa ederler. Birinin vefatı üzerine yerine yenisi getirilir. Evliyâullah mürşîd-i kâmillerdir ki velîlelerin en büyükleri, âmirleri bunlardır. Mürşîdlerin dışında kalanlara ehlullah denir ki Kırkların Pîri de Ehlullahdır" (Paşa Hz.nin sohbetlerinden). (Sahabe efendilerimizin hepsi de evliyânın üstündedir. Onların şânı ve şerefi yüksektir.) (Paşa Hazretlerinden.)
EVRÂD : Tarîkat mensupları tarafından hergün okunan (ed'iye-i me'sûre) (rivayet yoluyla öğretilen kıymetli ve vazife şeklindeki esmâ, duâ ve âyet veya salavâtlar) yahud bunların hepsinin mürşîd tarafından emredilen bir tertibi. Buna vird denir ve evrad virdin çoğuludur.
Kur'an-ı Kerim'de kıraati âdet edilen cüzlere, her vakit dilde ve ağızda dolaşan söze de denir ve (bunu evrad edindi) diye söylenir.
Her tarîkatın, hatta her mürîdin evradı ayrı olabilir. Virdin neticesi vâridattır. Vâridat da kâlbe doluveren ilâhî ilham ve ikramın ilk şeklidir.
EVVÂBÎN : Ziyade, çok fazla tövbe ederek Allah'a yönelenlerin namazı mânâsına gelir. Sünnet olan ve büyük ekseriyetle emirle kılınan bir namazdır. Akşam namazından sonra yatsı namazı vaktine kadar kılınması gereken (4 ile 20 rekatli ve iki rekatte bir selâm verilerek kılınan) bir namazdır. Akşam namazının sünnetini de bu namaza sayıp 6 rekatte denilmiştir ki her gün kılınan dört rekatinin 12 yıllık ibadete bedel olduğu rivayet edilmiştir.
EZEL - EBED : Ezel, başı, başlangıcı olmayan zamana, ebed de sonu bulunmayan sonu düşünülemeyen zamana denir. Her ikisi de Allah'ın esmâ-i hüsnâsındandır ve Allah ezelî ve ebedîdir demektir.
FAHR : Öğünme, yaptığını sayarak öğünme, övülmeye sebep olacak kimse, fazilet, şeref ve büyüklük mâ-nâ-larına gelir. Fahr-i Kâinat ve Fahr-i Âlem olarak Peygamberimizin nâmı ki bütün âlemin kendisi ile şeref bulup iftihar ettiği Hz. Muhammedidir. Mefhar-i Mevcudat veya Mefhari Kâinat şeklinde de kâinatın kendisiyle iftihar ettiği yüce zât, Resûl-ü zîşândır.
FAKR : Fakirlik demektir. Yokluk mânâsı da böyledir. Muhtaçlık ve züğürtlük olarak da söylenir. Fakir, nisaba, yani kendisine zekat vacip olacak miktar mala sahip olmayan kimsedir. Peygamber Efendimiz (Fakirliğimle öğünürüm) buyurmuş; Paşa Hazretleri buradaki fakirliğin (Fakr tamamlanınca Allah kalır) hadîs-i şerîfine mutabık olarak, maddi fakirlik olmayıp Fenâfillah işareti olan mahviyeti ifade ettiğini anlatmış ve bu husus önsözde yazılmıştır. Mevhum ve nazari olan varlığı terkeden (fiil, sıfat ve zâtla) Hak'ta fâni olan kimse hakiki fakra erişmiş, öğünülecek fakre ulaşmıştır. (Kul ve kulun mülkü efendisinindir) mefhumunca, kulun kendi nefsinden ve kendisine nisbet edilen şeylerden alâkasını kesmek (teberri) etmesidir ki Fenâfillah ile tâbir edilir.
İnsana lâyık olan, ihtiyaç nisbetinde dünyalığa çalışmak, hazine-i ilâhîden zenginlik verilirse şükretmek, verilmezse sabretmektir. Cenâb-ı Hak herkese lâyık olanı verir. Zenginliğe layık olana fakirlik verse, o adam yolu kaybeder. Fakirliğe müstehak olana da zenginlik verse, o adam da azardı. Bunun içindir ki Hz. Ömer (Zengin veya fakir olarak sabahlamaya ehemmiyet vermem. Zira hakkımda hangisi hayırlıdır bilemem) demiştir. Aslında, zâhid olanların bırakmaya çalıştıkları dünyadan maksat ise, dünyayı değil onun sevdasını gönülden çıkarmaktır. Dünya, Hüdâ'dan gafil olmaktır. Cenâb-ı Resul (İyi adam için iyi mal ne iyidir)buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin batmasına, geminin altındaki su ise yüzmesine sebep olur. Zenginlik zühde mâni değildir. Ashâb-ı Kiram umumiyetle zâhid oldukları halde bir kısmı zengin idi. Allah'dan başka herşey ihtiyaç içindedir. Kur'an'da (Ağniyâ-i şâkirin ile fukara-i sâbirinin her ikisi de methedilmiştir.) Fakirin ilacı sabır ve kanaat, zenginin ilacı ise şükürdür. Fakirliğin en kötüsü aç gözlü olmaktır ki bunların gözünü ancak toprak doldurur. Bir mürîdin fakir ve zenginliğini değiştirmek, ancak mürşîd-i kâmile mahsustur ki, Allah mürîdin hâlini ona bildirip kulunu ona emanet etmiştir.
FARK : Kesrette vahdeti, vahdette kesreti birbirine hicap (örtü) olmadan müşahede etmek demektir. Buna (fark-ı sânî) de denilir.
Meratipte zuhur itibariyle vâhidin çoğalmasına (Fark-ı Cem) dünya alâkalarını tamamiyle terkederek ehadiyet dergâhına yönelme ve istiğrak hâline gelmeye (Fark-ı tam) denilmiştir. Fark, Cem'in mukabilidir ki, kulluk vazifelerinde, kula lâyık ve ait olana fark; Hak tarafından ihsan edilene de Cem denilir. (Farki olmayanın kulluğu, Cem'i olmayanın da ma'rifeti olmaz) denilmiştir. (Fark, yaradılanları bilâ Hak -Hakk'ın dışında- Cem, Hakk'ı bilâ halk -eşyanın dışında, onsuz- Cemü'l-Cem'de, halkı Hak ile kâim görmektir.)
FÂSIK : Günahkâr, Allah'ın emirlerini yapmamaya, yasaklarını yapmaya devam eden, büyük günah işleyen veya küçük günâhları işlemekte ısrar eden kimse. Günahıyla öğünen, açıktan açığa günah işleyen kimse ki fâ-sıkların şahitliği muteber olmadığı gibi bunlar hakkında konuşmak ta gıybet sayılmaz. (Fâsıkı methedene Cenâb-ı Hak buğuz eder) hadîs-i şerîfini İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubat'ta, İmam-ı Gazâli Hazretleri de İhya'u Ulumi'ddin'de kaydetmişlerdir. Fâsık imama uymak zarureti olmadığı gibi fâsıklarla istişare de edilmez. Dînî ve dünyevî işlerde fâsıklara uymak dalâlet olur. Fâsıkın sözü ile amel etmek de caiz değildir. Hâlini düzeltmeyen fâsıkın sonu felâkettir.
Dostları ilə paylaş: |