MEZARLIĞIN SAHİPLERİ
Mescid–i Haram tarafındaki girişte hemen sağ tarafta belli belirsiz iki mezardan birisi Hz. Fatımat–üz Zehra validemize aitken, solundaki ise Efendimizin amcası Hz. Abbas’a ait. Hemen doğusunda ise Hz. Ali’nin oğlu, Hz. Hüseyin, Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin Zeynel Abidin’in oğlu Muhammed Bakır (ra) ve onun oğlu Caferi Sadık’ın kabirleri var.
Efendimizin kızları Zeynep Rukiye ve Ümmü Gülsüm’ün kabirleri ise Hz. Abbas’ın kabirinin sonunda yer alıyor. Peygamber Efendimizin kızlarına ait mezarların sol kısmında yani kuzeyinde ise Hz. Aişe, Sıddıka, Hafsa, Sevde, Zeynep binti Cahş, Ümmü Habibe Ümmü Seleme, Cuveyriye ve Safiye validemiz medfun bulunuyorlar. Bunların solundaki iki dikdörtgeni andıran bölümde ise Efendimizin süt kardeşi Süfyan Bin Harise ve Hz. Ali’nin kardeşi Akil (ra) yatıyor. Giriş kapısının önündeki patikayı takip edip mezarlığın ortasına vardığımızda diğer mezarlara göre çevrilmiş ve biriketlerle dikdörtgen bir mezarı gösteren yapı ise, Hz. Osman Bin Affan Efendimize ait. Solundaki yani kuzeyindeki yolun solunda yer alan yerde ise Peygamber Efendimizin süt annesi Halime–i Sadiyye validemiz medfun.
Giriş kapısının solunda ise Abdulmuttalib’in kızları yani Efendimizin halaları Safiye, Atika ve Ümmü Benun yer almakta, az ilerisinde iki yol ayırımında ise Şeyhül Kurra Nafi ve Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik medfun. Daha ilerisinde (doğusunda) 18 aylıkken vefat eden Efendimizin oğlu İbrahim yatmakta. Ve daha nice şehidler gaziler sahabiler, veliler bu baki cennet kentinin sakinleri olarak şairin dediği gibi, “Ne söylüyor ne de bir haber veriyor”, şeklinde, sadece sevenlerinin kalblerinde Asr–ı Saadeti hatırlatarak bin beş yüz yıl öncesine taşıyorlar.
Mezhepleri gereği bütün mezarları dümdüz eden Suudiler, hiçbir yere isim belirti bırakmadan yok etmişler. Bir taraftan bunlara kızarken diğer taraftan hak vermemek de elde değil. Herhangi bir belirti olmamasına rağmen insanların yırtınıp parçalanmaları bağırıp çağırmaları şirkle çok az bir çizgi bırakıyor aralarında.
Mescid–i Nebevi’nin hemen yanı başında yüksek ve kalın demir korkuluklarla koruma altına alınan binlerce sahabenin medfun olduğu Cennetü’l–Baki kabristanı sabah namazından sonra ve ikindi–akşam arası kerhen ziyarete açılıyor. Kerhen; çünkü koruma görevlileri ziyaretten fazlaca memnun değiller.
İnsanın buram buram Asr–ı Saadet’i solukladığı bu alanda bütün mezarlar âdeta düzlenmiş, sadece baş tarafını gösteren yassı bir taş konmuş, onların çoğu da yerinde değil. Mezhepleri gereği hiçbir mezarı ülkemizdekine benzer yapmayan Suudiler, hiçbir mezara isim, numara, kroki vb. belirti koymamaya özen gösteriyorlar.
Ahmet AĞIRAKÇA
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
PEYGAMBER DE AĞLAR - Hz.Muhammed (sav)'in oğlu İbrahim'in vefatı
Meral Günel
Hicretin onuncu yılında, Peygamberimizin, Mariye'den doğan oğlu İbrahim vefat etti. Vefat ettiğinde on altı (bir rivayete göre ise on sekiz) aylıktı ve sütannesinin evinde kalıyordu. Çocuğun durumu kendisine haber verildiğinde hemen oraya giden Hz. Peygamber can vermekte olan İbrahim'i kucağına aldı, gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı ve:
"Göz ağlar, kalp üzülür; biz yüce rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz.
Vallahi ey İbrahim, biz senden ayrılmakla çok üzgünüz." buyurdu. Sonra da karşısındaki dağa: "Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: (Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na dönücüleriz); (Rabbü'l-alemin olan Allah'a hamdederiz) deriz" buyurdu.
Peygamberimiz İbrahim için ağladığı sırada Üsame b. Zeyd feryada başlayınca Hz. Peygamber onu uyardı. Üsame "Senin de ağladığını gördüm" deyince Resûl-i Ekrem:
"Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve figan ise şeytandandır" buyurdu.
İbrahim'in kabri hazırlanırken Hz. Peygamber, kabrin yan tarafındaki kerpiçler arasında bir açıklık görüp kapatılmasını emretti. Kerpici, oraya kendi eliyle koydu, açığı kapatıp düzeltti ve:
-"Sizden biriniz bir iş yaptığı zaman onu içine sinecek biçimde yapsın. Çünkü böyle yapmak, musibete uğrayanın içini yatıştırır. Gerçi bunun ölüye ne yararı ne de zararı olur ama diri olanın gözünü aydınlatır" buyurdu.
(İbn-i Sa'd, Tabakat c.1, s.131-144)
Yaşayanlar için her yönüyle bir ibret olan ölümü, bize hatırlattığı hususlar bizim tam da unutmaya çalıştığımız şeyler olalıdan beri gündemimizden çıkarır olduk. Artık onu ne kendimiz için ne de yakınlarımız için hayatın anlamını yakalama fırsatı olarak göremiyoruz. Yaşanan her ölüm geride kalanların hayata bakışlarındaki güzellik ve kudsiyeti öldürüyorsa yıkıcı oluyor aslında. Hayattan koparak yasın ve kederin karanlığında yolunu ve yönünü kaybedenler, ölümünü düğün gecesi olarak niteleyen Mevlana'ya ne kadar uzak düşüyorlar. Yaşanılacak acıyı kaldıracak takati ve olgunluğu olmayanlar ölümü mümkün olduğunca ötelemek suretiyle, dilleriyle söyledikleri "amentü billahi...ve'l yevmi'l- âhiri..." taahhütnamesiyle çelişiyorlar. Halbuki "Zevkleri bıçak gibi keseni (ölümü) çokça anın" (Tirmizî, Zühd 4) emrine uyanlara göre hayat, maddî cephesi içine sıkışıp kalmadığı için sevgiye, merhamete, adalete ve paylaşmaya daha açık hale geliyor; böylece birilerinin kabarmış iştihalarının semiz malzemesi olmaktan korunmak mümkün oluyor.
Bir baba olarak -üstelik daha önce de birçok evladını kaybetmiş bir baba- Hz. Peygamberin küçücük yavrusu vefat ettiğindeki insanî ve fakat asil ve metin duruşu, ölümü sıradan olmaktan çıkarıp bir ibret tablosuna dönüştürmekte. Acıların en büyüğünü yaşarken bile Allahu Teâlâ'ya karşı kulluk ilişkisindeki seviyeyi koruduğunu görüyoruz: Kalp üzülür, yaş akar ama dil isyan etmez. Haddini bilen bir tavırdır bu. İncelmiş ama incinmemiş ruhun, rıza makamındaki incitmeyen duruşudur. Yürekten kopan âhların gözde gözyaşı olurken dilde "inna lillah..." oluşudur. "inna lillah ve inna ileyhi raciûn : Biz Allah içiniz ve yine O'na döndürüleceğiz"( Bakara,156) sözüdür ki ancak yangın yerine dönen yüreklerdeki ateşi söndürebilir. İnsanı isyana taşıyıp dili ateş bahanesi kılan feryatlar ve ağıtlar, çekilen acıyı dünyaya mahsus olmaktan çıkarıp ahireti de kuşatır hale getirebilir. Sessizce ağlamanın insanîliğine karşı feryâd ü figânın şeytanîliği... Seçim bizim.
Gökleri ve yeri emsalsiz güzellikte yaratan Allah'ın sözün en güzelini kendisine indirdiği Hz. Peygamber, mü'minleri kulluğun en güzeli olan ihsana davet etmiş, sözde ve davranışta güzel olanı ifa etmeye teşvik etmiştir. "Kendisi güzel olan ve güzelliği seven Allahu Teâlâ" (Müslim, İman 147), amellerin güzelleşmesinin güzel/sağlam/doğru sözler (kavl-i sedid) (Ahzab,70)'den geçtiğini belirtirken ufkumuzu başka bir cepheden genişletmiştir. Oğlunun derin acısı kor gibi yüreğinde yanarken Hz. Peygamber, çevresindekileri bir iş yapacakları zaman ellerinden gelen gayreti göstererek en güzel şekilde yapmaya yönlendirmiştir. Ölüm gibi hayatın rengini soldurabilecek bir vakıada, geleceğe umutla bakabilmeyi, hayattan kopmamayı öne çıkaran bu anlayış ve hassasiyet Müslümanları kısa zamanda dünyanın en üretken ve derinlikli sanatkârları haline getirmiş, tarihten günümüze, iç güzelliğin dışa yansıdığı eserler ortaya çıkmıştır. Böylelikle, insana, baktığı ve yaptığı her şeyde güzel olanı arama ve aslında bir yandan da kâinattaki güzellikleri fark edebilme inceliği kazandırarak kemalât yolunda yeni bir yön tayin edilmiştir. Allah'ın yarattığı güzelliklerle uyum içinde, ilkesini tevhidden alan bu bakış, gündelik hayatı dahi sarıp sarmalayarak estetiğin, dünyadaki tüm güzelliklere yansıyan ilâhî bir nitelik kazanmasına sebep olmuştur.
Rabbimizden, kulluktaki güzelliğe ulaşma çabamızda yeni güzellikler üretenlerden olmayı nasip etmesini diliyoruz.
ASHAB-I SUFFA
Suffa'lılara Kur'ân-ı Kerîm ve Yazı Öğretilmesi :
Ensâr'dan Ubâde b. Sâmit, Ehl-i Suffa'ya fahrî olarak yazı ve Kur'ân-ı Kerîm öğretirdi. Ubâde b. Sâmit, bu hususta der ki :
«Ben, Ehl-i Suffa'dan birçoklarına yazı ve Kur'ân öğretirdim. Onlardan birisi, bana bir yay hediye etmişti. Kendi kendime : “Bu, kıymetli bir mal değildir Ben, bununla, Allâh yolunda ok atarım!” dedim. Bununla beraber, Resûlullâh'a gidip : “Yâ Resûlallâh! Yazı ve Kur'ân öğrettiğim kimselerden birisi, bana bir yay hediye etti. Bu, kıymetli bir mal değildir. Ben, onunla Allah yolunda ok atarım. Ne buyrulur?” dedim. “Eğer, boynuna ateşten bir çember takınmayı arzu edersen, kabul et!” dedi.». Peygamberimiz, Kur.'ân öğretmeni Übey b. Kâ'b'ın sorusunu da aynı şekilde cevaplamıştır. (İbn-i Mâce - Sünen, c. 2, s. 730).
Peygamberimiz, güzel, yazı yazan Muhacirlerden Abdullah b. Saîd'i de Medine'de yazı öğretmeni tâyin etmişti.
Peygamberimiz, ayrıca Abdullah b. Mes'ud, Salim, Muâz b. Cebel ve Übey b. Kâ'b gibi âlim Sahâbîlerini de Kur'ân-ı Kerîm öğretmekle vazifelendirmişti, Übey b. Kâ'b'ın vefatına kadar ilim tâlibleri Mescidde çevresinde toplanmaktan ve ondan faydalanmaktan geri kal¬mamışlardır. Hattâ, son günlerini yaşadığı sıralarda, Iraklı bir ilim talibinin, onun, öğretmekten kaçındığını sanarak, sitemlenmesine dayanamayıp ağlamış, sonra da : «Yâ Rab! Sana söz veriyorum: Eğer beni, Cuma gününe kadar sağ bırakır, yaşatırsan, Resûlullâh'dan işitiklerimi - - hiç bir tenkitçinin tenkidinden çekinmeksizin onlara söyleyeceğim!» demiş, Cuma günü de Hak'kın rahmetine kavuşmuştur.
Ehl-i Suffa'dan bâzan 70'inin birden geceleri bir öğreticinin başında toplanıp sabaha kadar ders gördükleri olurdu.
Abdullah b. Mes'ud'un Mescid civarında bulunan ve Velîd b. Abdül Melik devrinde Mescide katılan evi, Dâru'l-Kurrâ' diye anılırdı.
Peygamberimizin : “ Benim bu Mescidime gelen kişi, başka bir şey için değil, hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. O, Allah yolunda çarpışan kimse mevkiindedir..”Hadîs-i şerifi, en kısa bir zamanda Öğreticiler üzerinde de, öğrenciler üzerinde de tesirini göstermiş, Peygamberimizin Mescidi ve Suffa, bir İlim Ocağı hâline gelmişti.
Zâten, Kur'ân-ı Kerîm'e göre de Müslümanlardan bir kısmının savaşlardan muaf tutulup halkı irşâd edecek din adamı olmak üzere yetiştirilmeleri gerekiyordu.
Kur'ân ve Sünnet Öğreticilerinin Suffa Arasından Seçilmesi:
Ehl-i Suffa'ya kurrâ denilir, kabilelere gönderilecek Kur ân ve Sünnet öğreticileri de bunlar arasından seçilirdi. Nitekim bu yolda vazifelendirilen ve Bi'r-i Maune denilen yerde müşrikler tarafından önleri kesilerek şehid edilen 70 kişi, Ehl-i Suffa'dandı.
Peygamberimizin Suffa'lılarla Yakından İlgilenmesi:
Peygamberimiz, dâima Ehl-i Suffa ile oturur, sohbet ederdi. Onlara «Eğer, sizin için, Allah katında hazırlanan şeyi bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyâcınızın daha da artmasını isterdiniz!» derdi.
Ehl-i Suffa, gerçekten yoksul insanlardı. Üzerlerinde tam bir giyecekleri bulunmazdı. Elbise olarak kısa bir peştamal tutunurlardı, Edep yerlerinin açılmaması için, peştamallarını daima elleri ile sıkı sıkı tutarlardı.
Ehl-i Suffa, fakir ve muhtaç oldukları hâlde, hiç dilenmezlerdi. Karınları çok zaman aç, fakat onların gözleri, gönülleri toktu.
Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği gibi onlar, kimseden bir şey isteyemezler, istemekten çekinir ve sıkılırlardı. İç hâllerini bilmeyenler, kendilerini, zengin, hiç bir şeye ihtiyaçları yok zannederlerdi. Suffa ve İhtiyaç Eshâbından oldukları, ancak, bedenlerinin zayıflığından, benizlerinin solukluğu ve uçukluğundan, elbiselerinin eskiliği ve yamalılığından anlaşılırdı.
Peygamberimiz, geceleri, onların bir kısmını çağırıp kendisi doyurur, bir kısmım da hâli vakti yerinde olan Sahâbîlerine gönderip doyurtur: “Bir kişinin yiyeceği, iki kişiye; iki kişinin yiyeceği, dört kişiye; dört kişinin yiyeceği, sekiz kişiye yeter!” derdi.
Peygamberimiz, başka bir gün de : “İki kişilik yiyeceği olan, Ehl-i Suffa'dan üçüncüyü; dört kişilik yiyeceği olan, onlardan beşinciyi, yahut altıncıyı götürsün!” demiş, Hz. Ebû Bekir, onlardan üçünü, Peygamberimiz de 10'unu alıp götürmüştü.
Zengin Ensâr'dan Sa'd b. Ubâde'nin, bazen Ehl-i Suffa'dan 80'ini birden yemeğe çağırdığı olurdu.
Peygamberimizin, Ziyafetlere Suffalıları da Götürmesi :
Peygamberimiz, çağrıldığı ziyafetlere Ehl-i Suffa'yı da götürürdü. Enes b. Mâlik der ki: "Anam Ümm-ü Süleym, Peygamber Aleyhisselâm için biraz ekmek yapmış, içine de biraz ham yağ hazırlamıştı. “Git, Resûlullâh'ı çağır!” dedi. Gittim: “Anam, Seni çağırıyor!” dedim. Ayağa kalktı, yanındakilere de : “Kalkınız!” dedi. Peygamberimiz, gitti. Anama : “Haydi, yaptığını getir!” dedi. Anam : “Ben, ancak, Sana yetecek kadar bir şey yapmıştım!” dedi.
Peygamberimiz: “Haydi, sen onu getir!” dedi ve : “Ey Enes! Sen, onları, yanıma onar onar bırak!” dedi. Ben de 10'ar, 10'ar yanına bıraktım. Doyuncaya kadar yediler ki onlar, 80 kişi idiler!».
Peygamberimizin, Suffalıları Herkesten Önce Düşünmesi:
Peygamberimiz, Ehl-i Suffa'nın ihtiyâcını herkesin ihtiyâcından önce düşünürdü.
Hz. Ali ve Hz. Fâtıma, kendilerine esirlerden bir hizmetçi ve yardımcı verilmesini rica ettikleri zaman, Peygamberimiz, onlara : «Vallahi, size hizmetçi veremem! Ben, daha Ehl-i Suffa'yı çağırıp da karın¬larına sokacak bir durum, kendilerini geçindirecek bir nesne bulamadım. Ben, o esirleri satıp da bedelleri ile Ehl-i Suffa'yı geçindirmeyi düşünüyorum!» dedi.
Peygamberimizin Sadakaları Suffalılara Ulaştırması:
Peygamberimize bir şey getirilince : «Sadaka mı, yoksa, hediye mi?» diye sorardı. «Sadakadır!» derlerse, onu, el sürmeden Ehl-i Suffa'ya ulaştırırdı. «Hediyedir!» derlerse, ondan yer, sonra da Ehl-i Suffa'yı çağırıp ondan onları da faydalandırırdı.
Bir gün, bir adam, tabakla hurma getirmişti. Peygamberimiz : «Bu, sadaka mıdır, yoksa hediye midir?» diye sordu. «Sadakadır!» deyince, Peygamberimiz onu, hemen Suffa halkına gönderdi. O sırada, Hz. Hasan, Peygamberimizin önünde bulunuyordu. Peygamberimiz, Hz Hasan'ın bir tane hurma alıp, ağzına götürdüğünü görünce, parmağım ağzına sokup onu, geri çıkarttırdı ve : «Biz, Muhammed ve Ev halkı, sadaka yemeyiz, bize Sadaka helâl değildir!» dedi.
Suffalılara Mucizeli Bir Süt Ziyafeti :
Eshâb-ı Suffa'dan Ebû Hüreyre der ki : «Kendisinden başka Mâbûd olmayan Allah'a yemîn ederim ki, ben, kâh açlıktan karnımı yere dayardım, kâh da karnıma taş bağlardım. Bir gün, Resûlullâh ile Eshâbının Mescidden çıkıp gittikleri yol üzerine aç ve mecalsiz oturdum...
Bu sırada Ebu’l-Kasım Aleyhisselâm uğradı. Beni görünce, yüzümden hâlimi anladı ve gülümsedi. Sonra, bana : “Yâ Ebâhir!” diye seslendi. Ben de: “Buyur Yâ Resûlallâh!” dedim. “Ardım sıra gel!” dedi, yürüdü. Ben de kendisini takip ettim. Evine girdi. Ben de girmek için izin istedim, izin verildi, girdim. Resûlullâh, girince, bir bardak içinde süt buldu. (Bu süt, nereden geldi?) diye sordu. “Sana filân kişi veya filânca kadın hediye etti!” dediler. Resûlullâh : “Yâ Ebâhir!” dedi. “Buyur Yâ Resûlallâh!” dedim. “Haydi, Ehl-i Suffa'ya git. Onları. bana çağır!” dedi.
Ehl-i Suffa, İslâm konukları idiler. Onların, ne sığınacak aileleri, ne bir kimseleri, ne de malları vardı! Resûlullâh.a bir sadaka gelince, onu, hemen onlara gönderirdi. Kendisi, ondan bir şey yemezdi. Bir hediye gelince de, Ehl-i Suffa'yı ona ortak yapar, ondan da onlara gönderirdi.
O kadar Ehl-i Suffa'yı süte çağırmak, doğrusu, benim çok ağırıma gitti. Kendi kendime : “Bütün Suffa halkına şu bir barsak süt, ne olur?! Onlar içinde buna en çok müstahak olan da benim. Bari, bana bir yudum süt düşse de onunla biraz dermanlansam. Çağrılmalarını bana buyurulanlar, geldiğinde ve onlara dağıttığımda bu bir barsak sütten, bana ne düşecek sanki?! Fakat, Allah'a ve Resulüne itaatsizlik da olmaz!” diyerek gidip halkı çağırdım, geldiler. İçeri girmek için, izin istediler. İzin verilince, evde yerlerini aldılar. Bunun üzerine, Peygamberimiz : “Yâ Ebâhir!” dedi. “Buyur, Yâ Resûlallâh!” dedim. “Şu süt bardağını al, onlara ver!” dedi. Ben de bardağı alıp, vermeğe başladım: Birine veriyordum, o, kanıncaya kadar içiyor, sonra, bardağı bana geri veriyordu. Ben de, alıp başka birine veriyordum. O da kanıncaya kadar içiyor, sonra, bardağı bana geri veriyordu. Tâ Resûlullâh'a gelinceye kadar, kana kana içip bardağı bana geri verdiler. Gelenlerin hepsi de süte kanmışlardı.
Resûlullâh, süt bardağını eline aldı, bana bakıp gülümsedi;
“Yâ Ebâhir!” dedi. “Buyur Yâ Resûlallâh!” dedim. “Süt içmeyen, bir ben kaldım, bir de sen kaldın!” dedi. Ben de : “Doğru söyledin Yâ Resûlallâh!” dedim. “Haydi, sen de otur, iç!” dedi. Oturup içtim. “Yine iç!” dedi, içtim. O, tekrar tekrar “iç!” diyor, ben de içiyordum. En sonunda : “Artık içemeyeceğim! Seni, hak ve gerçek dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki süte, akıp gideceği bir yol bulamıyorum!” dedim. “Öyle ise, ver bardağı bana!” dedi. Ben de bardağı kendisine verdim. Allah'a hamd-ü sena etti, Besmele çekip geri kalan sütü içti!».
Suffalılara Mucizeli İki Ziyafet Daha :
Ehl-i Suffa'dan Vasile der ki: «Ben, Ehl-i Suffa'nm yaşça en küçüğü idim. Beni, Resûlullâh'a gönderdiler, açlıklarını arz ve şikâyet ettim. Peygamberimiz, başını çevirip evine baktı: «Yiyecek bir şey var mı?» diye sordu. “Şurada bir parça ekmekle biraz süt var!” dediler. “Getirin bana onları!” dedi. Ekmeği, küçük küçük parçaladıktan sonra üzerine sütü döktü. Sonra, onu eli ile yumuşatıp tirid gibi yaptı. “Ey Vasile! Arkadaşlarından 10'unu çağır!” dedi. Çağırdım. Onlara : “Besmele ile oturunuz!” dedi. Oturdular. “Besmele çekip kıyısından yemeğe başlayınız. Ortasına dokunmayınız. Çünki ona, bereket, ortasından, tepesinden gelir!” dedi. Onların, doyuncaya kadar yediklerini gözlerimle gördüm. Sonra, “Siz, yerlerinize dönünüz, arkadaşlarınızı da gönderiniz!” dedi. Gelince, onlara da, öncekilere söyledikleri gibi, söyledi. Onlar da doyasıya yediler. Yemeğin bir kısmı arta kaldı. Ben, gördüğüm şeyden şaşırmış bir hâlde ayağa kalktım.».
Peygamberimiz, bir gece, evinden çıkıp Ebû Hüreyre'ye : «Bana Eshâbımı çağır!» dedi. Ebû Hüreyre de Eshâb-ı Suffa'yı birer birer uyandırdı. Peygamberimizin kapısında toplandılar. İzin istediler. İzin verilince, içeri girdiler. Peygamberimiz, onların önlerine, içinde arpadan yapılmış yemek bulunan küçük bir çanak koydu. «Muhammed'in varlığı, kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in ev halkında bu gece, gördüğünüz yemekten başka bir şey yoktur!» dedikten sonra : « “Bismillah” diyerek alınız!» dedi.
Eshâb-ı Suffa, ondan istedikleri kadar yedikten sonra ellerini çektiler. Ebû Hüreyre'ye ; «Siz, yemekten ayrıldığınız zaman, o yemek, ne kadar kalmıştı?» diye sordular. Ebû Hüreyre : «Önümüze konulduğu zamandaki kadar kalmıştı. Onda yalnız parmakların izi vardı!» dedi.
Kendileri Aç Yatıp Bir Suffalıyı Doyuran Aile :
Medineli Müslümanların Ehl-i Suffa'ya karşı olan davranışları da akıllara durgunluk verecek derecede idi.
Açlıktan dermanı kesilen Suffâ Eshâbından birisi, bir gün, Peygamberimize gelip hâlini arz etti. Peygamberimiz de onu, zevcelerine gönderdi.
Zevceleri : «Yanımızda sudan başka bir şey yok!» dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz, yanındakilere : «Kim, şu acı yemeğine ortak yapar, yahut konuklar?» dedi-. Ensâr'dan bir kişi, ayağa kalkıp : «Ben!» dedi. Misafirle birlikte zevcesinin yanına gitti ve zevcesine : «Haydi, Resûlullâh'm misafirini ağırla!» dedi. Kadın: «Çocukların yiyeceğinden başka evimizde bir şey yok!» dedi. Kocası: «O yemeği getir, kandilini yak, çocuklarını da uyut!» dedi. Kadın, akşam yemeği vaktinde yemeğini hazırladı, ışığını yaktı, çocuklarını da uyuttu. Sonra, halktı, kandili düzeltir gibi yapıp söndürdü. Bu suretle, karı koca misafirlerine sanki kendileri de yemek yiyormuş gibi göstermek istediler. İkisi de aç olarak gecelediler. Ertesi günü, sabaha çıkınca, ev sahibi Peygamberimizin yanına gitti. Peygamberimiz onu görünce : «Bu gece, Allah, sana güldü : Karı koca ikinizin hareketinizden hoşnûd oldu!» dedi.
Bunun üzerine, Yüce Allah «...Onlar (Ensâr), kendilerinde yoksulluk ve muhtaçlık olsa bile (Muhacirleri) öz canlarından üstün tutarlar... (Haşr: 9)» âyetini indirdi .
Hurma Zekâtının Suffalılar İçin Mescide Getirtilip Astırılması :
Peygamberimiz, hurmalık sahiplerine, hurmalarını ağaçlarından topladıkları zaman, hurmalarının sadakalarını Ehl-i Suffa için Mescide salkım hâlinde getirip asmalarını emrederdi .
Çünki, Ehl-i Suffa, Müslümanların, yıldan yıla mallarının zekât ve sadakalarını verecekleri gerçek yoksullar zümresinden idiler
«Kapı kapı dolaşmayı âdet edinip verilen bir iki lokma veya hur¬ma ileri geri dönen, -gerçekten yoksul değildir. Gerçekten yoksul, zaruretini giderecek kadar malı olmayan, buna rağmen, dilenmekten sıkılan ve kendisine sadaka verilmesi için muhtaçlığı bilinmeyendir.»
Peygamberimizin Yaiş'e Süt Sağdırması:
Ehl-i Suffa'dan Yaiş b. Tıhfetülgıfârî d.er ki : «Peygamber (A.S.) bir gün, dişi bir deve ile geldi. “Bunu, kim sağar?” dedi. Bir adam kalktı. “Ben!” dedi. Peygamberimiz, ona: “İsmin nedir?” diye sordu. “Mürre = acı şey!” dedi. Peygamberimiz, ona: “Otur!” dedi. Sonra, başka bir adam kalktı. Peygamberimiz, ona : “İsmin nedir?” diye sordu. “Cemre =ateş koru!” dedi. Peygamberimiz, ona da: “Otur!” dedi. Sonra, ben kalktım. Peygamberimiz, bana “İsmin nedir?” dedi. “Yaiş=geçinir!” dedim. “Sen sağ!” dedi.»
Dostları ilə paylaş: |