ENİS SAYMAN
Kahvaltı Masasına Kar Yağmaz
Kapak ve Tasarım :Bilgehan Aras
Baskı :Yakın Doğu Üniversitesi
e-mail : esayman@neu.edu.tr
Düşüncelerimin ve duygularımın; hayatımın harman yeri tüm Yakın Doğu Ailesi’ne sonsuz teşekkürler...
Mirasım bir hayat...
Bizim ufaklığın kıskançlığı tuttu yine. Çocuk kıskançlığı. Zararsızından hani; masumca. Sadece doğal, içinden gelen istekler. Hiçbir kötü niyeti olamaz. Çocuklar kötülük düşünebilir mi zaten! İçinden öyle geldi ve istedi. İlkokul beş; çocukça...
Kendimce birşeyler yazmaya çalışıyorum. İçimden gelenleri dışa vuruyorum sadece. Belki bir gün birileriyle paylaşırım. Ya da sadece kendimle! Keratayı ihmal ettiğimi de zannetmiyorum. Ona miras olarak belki birşeyler bırakamam kaygısıyla (sebepsiz bir kaydı da değil!) hayatımı yazdım ve hediye ettim. Bana babamdan iki satır bile kalmamıştı. Ben ise koca bir hayat bıraktım. Ama çocuk işte.
Kısa öyküler yazıyorum bugünlerde. Gördüklerimi, hissettiklerimi, söyleyemediklerimi yazıyorum. Bunların arasında beynimde yer eden karakterler de var. Geçmişten ve bugünden. Köpeğim Payrıt için bile yazdım. Aslında esas konu köpekle birlikte ta kendisi. Ama olsun doğrudan hedef o alınmamış.
Aslında zeki çocuktur. Anlayışlıdır. Birşey istediğinde “param yok, sonra alırız” dediğimde bunu anlayışla karşılar. Hatta alışverişlerde işin maddi yönünü düşünür. Bana yardımcı olmaya çalışır kendince. Ufak şeylerle mutlu olmayı bilir. Tehlikeli işaretler alıyorum ondan. Bana benzeyecek sanki! Ama bu yazma konusunda kendince haklı sebepleri olmalı. Çocukluk işte. Diretiyor. Açıklamaya çalışıyorum gözleri doluyor. Çocuktur, haklıdır...
Düşünüyorum da aynı şeyleri ben babamdan isteseydim! Çok eğlenceli olurdu herhalde. Yani görüntü olarak. Konu olarak. Benim açımdan aynı şeyleri söylemek pek isabetli olmazdı. Mesela, babamdan benimle top oynamasını isteseydim. Top gibi oynardı benimle. “Tenis” deseydim kesinlikle kaba birşey söylediğimi zanneder on katı küfürle bir güzel pataklardı beni. Hele bir de düşünüyorum da benim çocukluğumda yoktu ama bilgisayar ve onunla bağlantılı bazı isteklerim olsaydı herhalde gazetelerin ikinci sayfasındaki cinnet haberlerine konu olurdum. Bilmem “zalim baba” derler miydi “zalım” babama. Bu arada babamın takma adıydı “zalım”. Diğer bir deyişle günümüzün moda terimi “nick”i...
Babama çok benziyor birçok huyum. Sadece zaman içinde değişime uğramış reaksiyonlarım. Buna biraz da eğitim eklenince dil ve kaba kuvvet sorununu çözmüşüm. Oğlum da bana benzeyecek büyük bir ihtimal. O daha fazla ekleyecek üzerine ve çocuğuna öyle yansıtacak. Duygusal olacak büyük bir ihtimal.
Babam duygularını hiç gösteremedi. İma bile etmedi. Bana bir defa olsun sarılıp öpmedi. Kucaklamadı. Ben biraz daha ilerlettim. Duygularımı belli edemesem, eşime “hayatım” “canım” diye hitabedemesem de anlatmaya çalıştım. Açıklayamadığım yerlerde yazıyı kullandım. En azından cesaret gösterdim.
Hele çocuğuma...Duygularıma karşı ilk mağlubiyeti tattırdı bana. Sarıldım. Saçını kokladım. Uyurken seyrettim. Ateşi çıktığında yüreğime korlar düştü. Geceleri özledim. Sabah olmasını bekledim. “Canım” dedim ona yüreğimdeki gibi. Saklamadan. Gizlemeden. Nasıl hissediyorsam aynen öyle...Sevgimin en büyük dilimini hep ona ayırdım.
Hayatım, moralim, sorumluluğum oldu. Hayattan kopma noktasına geldiğimde, tam boşverecekken onu düşündüm. Yüreğim yeniledi bedenimi. Yol açtı, güç verdi bana. Sana birkaç satır değil bir ömür verdim. Bir de vesikalısından... Cabası!
Bilmem anlatabildim mi oğlum! Canım, hayatım, yaşama sebebim!...
Alışkanlık işte
Giysilerimi ve özel eşyalarımı -giysilerim haricinde pek özel eşyam da olmadı, hatta onların da bazıları emanetti!- sanki bir daha hiç elime geçmeyecekmiş gibi dikkatle ve özenle kullandım. Ayakkabılarımı genelde sıkmaya başladıktan sonra bırakmak zorunda kaldım. Tabanı delinmedi dikkatli bastığımdan. Derisi eskimedi. Yırtılmadı. Top oynamadım. Hatta koşmamaya çalıştım eskimesin diye. Gömleklerimin yakaları eridi. Tersyüz etti annem. Kolları kısaldı ben büyüdükçe. Zaten çekmişti yıkanmaktan defalarca.
Kitaplarımı katlamadım. Üzerlerine yazı yazmadım. Kalemlerimin ucunu hemen hemen hiç kırmadım. Defter sayfalarını hiç yırtmadım yazıları silerken. Çantam hep aynıydı ilkokul boyunca. Ortaokulda da!...İlk spor ayakkabım ortaokulda beden eğitimi dersi için alındı Bayraklı Pazarı’ndan; “eşini bul iki buçuk lira!” Ayak burunlarım sızlayarak giydim orta sona kadar. İlk sözlüğümü lise 1’de aldım. Yirmi sekiz senede ancak kapağı koptu. Hala kitaplığımda duruyor.
Babamın geliri ile okuyabildiğime şükretmek zorundaydım. Eskitme ya da beğenmeme gibi bir lüksüm hiç olmadı. Bitmeden istemeyi hiç bilmedim. Ağabeyim de Lise 2’ye kadar okuyabildi. Başka işlere çalıştı kafası. Okuyamadı neticede. Askere gitti. Kitap kalmıyordu ondan bana. Zaten kitaplarını ya kaybeder ya da hor kullandığı için kullanılmaz duruma getirirdi. Birbiriyle pek bağdaşmayan bir ikiliydik zaten. Allah var yukarıda izine geldiğinde eskimiş asker postallarını bıraktı bana. Giydim senelerce yağmurda çamurda. Diğer kardeşlerim kız olduğu için paylaşacak pek birşeyimiz olmadı. Okula da gitmemişlerdi zaten. Hiç kitap okuyamadılar! Annemin okuması da yoktu. Babam da ilkokul 3’den terk!
Temel ihtiyaçlar dışındaki harcamalar bir israf. Haksız da sayılmazlar hani. Onların hayattaki ihtiyaçları neyse bizimki de aynı olmalıydı. Okula gitmem lüksü yeter de artardı bile. Sesimi çıkaramazdım. İdare etmek en iyi yol...
Liseyi bitirinceye kadar alışverişimi babamla yaptım. O beğendi ben giydim. Renk seçimi bile tanınmadı. En ucuzunu anladım da istediğim bir renk olamaz mıydı? Hayır! Kir göstermeyen bir renk olmalı. Aslında giysilerim zaman içinde renkten renge giriyordu. Böylece değişik renkte giysilerim oluyordu. Her sene ayrı bir renk...
Kendi başıma alışveriş yapma zevkini ilk üniversite yıllarında tattım. Aslında tadamadım. Kıyamıyordum paraya. Babama acıyordum. Çok zor şartlarda kazanıyordu parayı. Babamdan daha zorlu alışverişler yaptım. En kabasından, sağlam olsun. Şöyle üniversiteyi bitirene kadar...
Öyle bir temel almışım ki uzun ömürlü kullanım konusunda mecburiyetten ortaya çıkan bu durum bir alışkanlık oldu bende. Tren ve otobüs biletlerini bile atamaz oldum. Cüzdanımın içinden kullanılmış biletler çıktı defalarca. Üniversite giriş sınavı için verilen sınav giriş belgesi hala çekmece çekmece dolaşıyor evde aradan yirmi beş sene geçmiş olmasına rağmen. Kıyamadım, eskitemedim, atamadım hiçbirşeyi. Alışkanlık işte.
Zamanı geçmiş, geçerliliğini yitirmiş belgeleri atamadım. Çekmecelerim mahkeme arşivlerine döndü. Eski cüzdanlarımı da atmadım. Lisedeyken kullandığım cüzdan bile duruyor. Hatta içinden ortaokula kaydolurken verilen sıra numarası bile çıktı. Ufak bir kağıt parçası üzerinde artık okunamayan bir mühür ve sıra numarası var.
1989 yılında Kıbrıs’a geldim. Aradan on üç yıl geçti. Şu an elbise dolabı Kıbrıs’a gelmeden Türkiye’den aldığım giysilerle dolu. Hemen hepsi de giyilebilir durumda. Eşimin bekarken almış olduğu televizyon hala çalışır durumda! Ona da acıyorum aslında...
Kıbrıs’a gelmeden önce de birçok işte çalıştım ama en sürekli işim Yakın Doğu Üniversitesi oldu. En uzun giydiğim kıyafetim gibi. İşimi sevdim. Hiç değiştirmedim. İyi baktım, eskitmedim. On üç yıl çalıştım ve ömrüm yettiği sürece de çalışmaya devam edeceğim. Yavaş yavaş, taksitle birçok ihtiyacımızı karşıladık. Eşyalar aldık. Hatta bazılarını yeniledik. Eski arabayı verip yenisini aldık. Onu da verip bir yenisini. Hepsi de satarken aldığımdaki gibiydi. Alışverişi ben yaptım ama hiçbiri benim üzerime olmadı. Bana ait bir mal olmamalıydı. Hep eşimin üzerine. Bana ait olsa değiştiremezdim.
Zaman içinde kullanıp eskitmeme konusunda deneyimim de arttı. Kendimi geliştirdim. Teknolojinin nimetlerinden ve tüm diğer yeniliklerden faydalanmaya çalıştım ve hala çalışıyorum. Evde en çok ve en sık kullanılan alet şüphesiz televizyonun uzaktan kumandasıdır. Çağın aleti. Madem bu kadar sık kullanılıyor ve rahatımızı sağlıyor o zaman ona iyi bakmalı, tozdan topraktan korumalıyız. Temiz tutmalıyız. Bunu sağlamanın en iyi yolu da alete şeffaf bir bandaj yapmaktır. Hani o yiyeceklerin hava almasını engelleyen ve daha uzun süre dayanmasını sağlayan şeffaf filimlerden. Tam bana göre!...Hem yırtılırsa hemen yenisi sarılabilir. Yaklaşık on yıl önce almıştık ikinci televizyonumuzu; ama kumanda aleti hala aldığımız günkü gibi.
Cep telefonlarına karşı uzun süre dirensem de aldım bir tane yaklaşık beş yıl önce. Kılfında tuttum üç yıl. Sonra kılıflı telefon kalmayınca mecburen kaldırdım kılıfı (at-madım!). Kılıfsız kullanıyorum iki yıldır; ama hala pırıl pırıl! Yenileri çıktı yeni özellikleriyle; ama hala işimi görüyor. Hem de yepyeni...
Geçenlerde bizim televizyon kumandasının ses açıp kapama özelliğinde bir sorun yaşadım. Pilleri eskimiş olmalı diye düşündüm. Değiştirdim. Ses kısma özelliği ancak iyice bastırınca çalışıyor. İyice zorlamak lazım. Bu sefer de alet kırılacak diye korkuyorum. Dün verdiğim mücadeleyi gören hanım beni ürkütmemeye gayret göstererek hafifçe omuzumu dürttü ve fısıldadı;
“ eskidi, yenisini almak lazım!...”
“Eskimişsin be Enis. Eskitmemeye çalışırken farkında olmadan yıllar geçmiş. Huyun eskimemiş; ama hayat sen farketmesen de değiştirmiş; yaşlandırmış seni.
“Babana benzemişsin.”
“Yaşın benzemesin...”
On sekiz
Serseri bir hırs ve dizginlenememiş bir içgüdünün zamana karşı yolculuğu yarışa dönüştü. Serseri olmayan bu ruh oturduğu makamda sarhoştu içmeden. Kan kulaklarından fışkıracak gibi basınç yapıyordu. Vücudu sımsıcak. Bir kadına dokunurcasına. Heyecanlı. On sekizlik delikanlının acemi dokunuşu. Acemi duygular, özgür ve sınırsız. Patlayacak gibi kulaklar. Kontrol beyinden çıkmış. İçgüdüler iş başında. Yanıyor, uçuyor bir ateştopu gibi.
Elindeki sıcaklığı nereye koyacağını, nasıl kullanacağını bilmiyordu. Formaliteden, görev gereği danışmalar. Beyin devre dışı yine. Gençliğin içgüdüleri daha hızlı olur. Düşünmez. Kararlar alınır ve uygulanır. Uçsuz bucaksız bir özgürlük ve kullanılmaya hazır imkanlar. Elde yanıyor imkan. Kullanılmalı. Yakıyor. En hızlısından, en fiyakalısından olmalı diyor içgüdü.
Beyin devre dışı...
Sinsice bekliyor pusuda. Ateş basıyor. Kaynarcasına. Dayanılacak gibi değil bu baskı. Çekiyor alıyor yerinden bedenini. Yere basmıyor ayaklar. Uçacak gibi serbest kalsa. “Hareket et, haydi davran!” diyor içinden. Sinsice!
Davetkar bakışlar. Albenili. “Hayır” diyemeyeceği türden bir davet. Hayatında ilk defa eline geçen bir fırsat.
Akıl devre dışı...
Sık sık oluyor son günlerde. Davetler sıklaşıyor. Sıcacık. Kokusu geliyor. Güzel bir kadın gibi on sekizlik delikanlıya. Düşünce yolunda göremeyeceği türden. Şehvetli mi şehvetli. Üzerinde beyaz tül bir elbise. Derin bir yırtmaç, esintiyle uzaklardan ve derinden. Davetkar. Uzak ama ısrarlı. Çağırıyor sürekli. Dayanılmaz, karşı koyulmaz.
Çekingen adımlar dizginleyen düşüncelerden yavaş yavaş kurtulmaya başlıyor. Öyle çekiyor ki, dayanılmaz. İçerden çekiyor, engelliyor. Tutulması zor bu isteğin. Azmış, kudurmuş. İhtiraslar adımları sıklaştırıyor. Koşmaya, uçmaya dönüşüyor bu gidiş. Yandı yanacak eli. Atmalı kurtulmalı bu sıcaklıktan!
“Atacağım ihtiraslarımın ta ortasına yaksın kavursun tüm benliğimi. Uçursun, yaksın beni ateş topu. Elimde değilsin artık. Kalamazsın ne de zihnimde.”
Bilmez nasıl yaklaşacağını, nasıl ulaşacağını o zevkin doruklarına. Kapılmıştı rüzgara bir kere.Ürkek; ama vazgeçilmez...
Usulca oturdu makamına. Sesini duymasıyla birlikte derinden, bastırdı yine kan kulaklarına ayaklar bastıkça uçmalara. Sürdü ta sonsuzluğuna o zevkin. Beklesin akıl. Nafile bekleyişler...
Uçuyor arkasından. Üzerinde tülden bir elbise. Derin bir yırtmaç derin ve uzun bacakların üzerinde. Açılıyor rüzgarıyla gençliğinin on sekiz yaş isteğiyle. Uçuyor sanki bulutlar üzerinde. Yaklaşıyor; nafile yaklaşmalar.
Çekiyor bir yerlere bu rüzgar. İçinden, derinlerden bir ses “dur!” diyor; ama baskın çıkıyor ihtirası içgüdülerin şımartmasıyla. Hızını artırıyor kalp atışları. Kan bir sel olmuş; çılgınca dolaşıyor damarlarda. Yakacak bu hız. Kavuracak sanki tüm bedenini. Umurunda mı yakmalar önünde o çekim varken. Sessiz içerdeki. Sinsice beklemekte.
Yaklaştı iyice. Dokundu dokunacak. Son bir hamle. Yayından fırlamış bir ok misali uzaklaşıyor gözlerinin önünden. Birden bulutlar kararıyor. Koşuşturuyorlar amaçsız, düzensiz. Kayboluyor iyice gözden o güzellik. Sesi yok düşüncenin. Neden birşeyler söylemiyor?
Gevşiyor vücudu. Kan gidiyor sanki vücuttan. Soğuyor ateş. Rengi de kalmadı “onsekiz yaş yüzü”nde.
Beyaz giysili birileri dolaşıyor etrafta. Bakıyor; ama seçemiyor. Perdeler inmiş gözlerinin önüne tülden. Kara bir kumaşa dönüştü aniden. Seçemedi beyazlığı. Yakınındaki sesler uzaklaşmaya başladı. Ağlamaklı sanki. Belki de o uzaklaşıyordu. Ne garip bir yol, ne garip bir zevkdi yaşadığı. Ayakları kesildi yerden. Yine döndü bulutların üzerine. Durulmuş, sakinleşmişler. Sakinleşti o da. Hatırladı hiç düşünmeden:
Bir bir geçmişti önündekileri. Bir tane kalmıştı önün-de. Beyazlar içinde. Tam da yaklaşmıştı. Elini uzatmıştı.
Değdi değecek...
Dostları ilə paylaş: |