Sen de severdin bu şarkıyı
Bugün çok içmek, sarhoş olmak istiyorum. İlginç bir havadayım. Neden böyle hissediyorum,? Sadece içimden geldi. Bize içiyorum be canım!! Bizimkiler’deki o sarhoş’a benzemedim değil mi? Yok ya…Sadece Orhan Gencebay’ı dinledim bugün. O eski şarkılarından hani; bir gönül oyunuuuu oynamıştın benimleee… Ben bugün içmek istiyorum yaaa. Bira da güzel; ama evde rakı yok mu? Yarın eve rakı getirmeyi unutma sakın.
Eğer o kaseti bulursam dünyalar benim olur yaaa!… Neden bu kadar zamandır dinlememişim bu Ahmet Kaya’yı? Offf sarhoş olmam lazım ya…Amannn buldum yaa! Canım abicimm..Kaç taneydi be bu Orhan Gencebay’ın albümü? Canım benim. Bir zamanlar kardeştik. Kim alabilirdi be bunların yerini ha canım? Bizim olsun bu şarkı ha! Eveett! Kapat gönül kitabını. Ne olur açayım biraz sesini. Vazgeç gönlüm sen bu aşktan. Sana kıymet veren mi var? Unut dertten zevk almayı, seni ancak seven anlar….( durum iyice vahimleşmeye başladı)
Ablamın cellabiası vardı. Ablamı hatırlıyorum da! Amann çok özlüyorum ya onu…”
Şu bizim Hasan var ya, bir akşam şu gördüğün gavurun odasının penceresini açık bırakmışım, aha bu kasedi dinlerdim de bitmiş, farketmemişim. Bir an sessizlik oldu ve dışarıdan Hasan’ın sesini duydum: “çevir be öteki tarafını!”... Hade be canım şerefeee!…
Off be aba!…Özlüyorum be seni. Anladım ki insan 34’ünde de 44’ünde de o. Hayat sadece etrafında olanlarla dolu. Şu anda !4’ümü yaşıyorum be canım.
Kırmızı telefonumuz vardı. Siyah beyaz da televizyonumuz. Bir tane de radyomuz vardı. Annem saat dörtte çıkardı işten; ama yetişirdi temsile. Abim daha Türkiye’ye gitmemişti. Ben de daha aşık olmamıştım. O Coşkun Sabah dinlerdi. Off beee. Ya ne oldu bu akşam bana?
-Off be anneee!! Kıs biraz sesini.
-Tamam oğlum her zaman olan şey değil ya. Aha babanla ne zaman böyle beraber Orhan Gencebay dinleyebilirik bir daha. Git istersen bizim odada oku kitabını. Amann eyce baban oldun ha! Pardon ha canım…Hani öyle demek istememiştim.
Hadi oğlum Payrıt sen de çık dışarı artık. Hadi git yuvana da yat. Tamam canım, bir tanemsin sen de benim. Napayım? Aha efkarlandım bugün biraz. Kızmam ya sana. Kimi aşktan, kimi derttennn….
Ben 14’ümü yaşıyorum be aba. Sen de olsa olsa 20’sinde olman lazımdı. Sen de severdin hem bu şarkıyı.
Saçlarında sırma telin, neden sustu tatlı dilinnn….Şe-refimize be canım...
Ağlamamak elde değil…Bunu da severdin be aba sen….
Lise 1’e geldik artık. Burda aşığım artık ha…Hani lise aşkı canım. O bildiklerinden. Yok canım o şarkı değil bu yaaa. Bulmam lazım mutlaka.
Ben bu evi de seviyorum. Şikayetim yok artık. Çocukluğum da burada geçti. Sevinçlerim de kederlerim de. Evimize içiyorum.
Kenny! Kennymiz! Yolu hatırlıyor musun canım? Aman, nerede bu kaset yahu? Sus söyleme…Zülfü be bu! Amannn! Bunu da severdin be aba…Sen neyi sevmezdin ki be aba? Herkes de seni!…
Ah bir de sen hayatı sevseydin!...
Şiddetli Geçimsizlik!…
Evlilikleri tek celsede bitirme sebebidir şiddetli geçimsizlik. Hele ortada zoraki bir evlilik varsa durum hepten vahim demektir. Hem istemediğin biriyle evlendirilmişsin hem de tek taraflı ve sürekli bir sorun. Sorun da hep dayatmacılıktan kaynaklanıyor. Bir taraf diğer tarafın fikrini ve halini sormadan hep kendi isteklerinin gerçekleşmesini isteyecek. Haksız olduğu zamanlarda ve durumlarda dahi haklılığı baki kalacak. Var mı böyle bir beraberlik? Hep tek taraflı rahatlama!
YÖK ile ilk tanışıklığım öğrencilik yıllarıma rastlar. İlk kobaylarındanım. Kendimi şanslı görüyorum hoş olmasa da yaşadıklarım. Çünkü bir tarihe tanıklık ettim. Hatta bir parçası oldum. Gün ve gün yaşadım bu tarihi. YÖK’ün enteresan uygulamaları daha o ilk kurulduğu yıllarda bile öğrenci fıkralarına konu oldu. Aslında komik olan kurumun kendisinden ziyade başındaki yöneticileri olmuştur.
Belki öğrenci psikolojisiyle düşündüğümüz için ters geliyordu birçok karar. Ama YÖK ile beraberliğim 1989 yılında Kıbrıs’a gelip Yakın Doğu Üniversitesi’nde göreve başlamamla devam etti. Bir idareci ve öğretim elemanı olarak farklı gözle bakmaya başladım olaylara. Ama durumda pek bir değişiklik olmadı. Yine komiklikler yapıyordu sayın idareciler ve özellikle sanki mevcut potansiyelleri gözönünde bulundurularak o göreve getirilen sayın YÖK başkanı. Aynı babadan oğula geçen bir hüner gibi tıpa tıp benziyordu uygulamaları. Artık biraz da sinirden güler hale gelmiştim.
Derken yıllar geçti farklı engellemeler ve farklı sorunlarla ama yine aynı ustalıkla güldürebilen bir başka saygıdeğer idareci geldi YÖK’ün başına. Biraz daha sinirlendim, biraz daha güldüm. Gülerken dişlerim daha çok birbirine geçiyordu.
Yaklaşık dört yıl öğrenci, onüç yıl da idareci ve öğretim elemanı olarak, yani toplam onyedi yıl YÖK ile tanışıklığım devam etti. Ailemle bile bu kadar içli dışlı olamadım. Gurbeti bile hissettirmedi bana! Ama artık gülmek istemiyorum. Gülerken sinirlerim bozuluyor. Çünkü öğrenci değilim artık. O kadar genç de değilim. Gençliğimi verdim ama hayatımı vermek istemiyorum. Sadece Türk olmamdan değil yaşadığı yeri kendine vatan bellemiş Türkiye’den gelmiş bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşı olarak yeri geldiği zaman vatan için hayatımı da verebilirim.
Ama pisi pisine değil!…Çünkü vatanıma ve aileme karşı sorumluluklarım var…
Kırmızı yağdı yağmur
Kahvenin demir kapısı zorla açılıp kapanır. Ne kadar gürültü olursa olsun insanın dikkatini çeker bu kapı. Çok gürültü yapar. Alarm sisteminden daha etkili. Doğal. Ufak da bir mekan. İki adet kare şeklinde oyun masası ve bir de bilardo. Maç günlerinde kullanılmak için özenle sıralanmış üst üste konmuş sandalyeler. Kapı girişinde sağlı sollu duran oyun masalarının hemen karşısında bilardo masası. Bilardo masasının yanında, kahvenin tam solunda çay ocağı var. Çay ocağı ve kahvenin idari bölümünü (!) çevreleyen bir bar –banko desek daha doğru olur. Bankonun karşısındaki raflarda bazı anıların resimleri, biraz çerez, çay ve kahve torbaları. Rafların altındaki soğutucu genelde bira ve meşrubatla dolu. Raflarla soğutucunun arasında bir para kolleksiyonu bile var. Adettendir böyle mekanlarda mutlaka bir kolleksiyon olur. Bizim Metin’in diğer işletmecilerden ne eksiği var ki? Hatta fazlası. Liseyi ancak bitirebilmiş. Malum sebepler, malum Anadolu öyküleri...Ama yetiştirmiş kendisini elinden geldiği kadar. Hiçbir şey yapamazsa kahveye aldığı gazetelerin bulmacalarını çözer.
Bankonun müdavimleri de hep aynı kişilerdir. Ya bankacı Fahrettin Bey ya da adını hala bilmediğim Çappa lakaplı bir esnaf. Allah var ikisi de iyi içer. Bazen dökümcü Ali’nin de okey oynadıktan sonra bu ikiliye katıldığı olur. Metin eğer bir oyuna dördüncülük yapmıyorsa bankonun içindeki yerini alır ve sohbetlere ortak olur. Okey masaları genellikle mesai bitimi ile saat sekiz arasında kurulur. Genellikle tek masa kurulur. Bir iki kişi de geciktiği için oyunun dışında kalır. Yorumculuğa soyunur. Bu gurup hergün bir aradadır.
Metin sadece içerdeki müşterilere değil bazen etraftaki esnafa da servis yapar. Yıllardır Kıbrıs’da yaşıyor. Buralı olmuş. İki çocuğu da burada doğmuşlar. Güzel kaynaşmış insanlarla. Çevre edinmiş. Esnaf olmuş o da...Kıbrıslı Türkiyeli hep bir aradalar. Okey bile oynuyorlar...Sadece okey oynamaya ya da maç seyretmeye gelenler değil Metin’in özel müşterileri de var. Bir tanesi sadece kahve içip gazeteleri okur. Son Urfalı (öyle diyorlar) sadece televizyon seyreder. Ara sıra da gazetelerdeki bulmacaları çözmeye çalışır; ama genellikle Metin bitirir. Geç vakitlere kadar oturur ve kahvenin karşısındaki fırına geçerek sabaha kadar pide yapar. Kafasındaki hayal hiç değişmez. Yirmi milyarı olsa hiç çalışmaz. Aylık dokuz yüz milyon gibi faiz verir o para. Geçindirir (!) o para Osman’ı.
Bankacısından dökümcüsüne, tatlıcısından kasabına ve fırıncısına hemen her meslekten müşterisi var bizim Kardeşler Bilardo Salonu’nun. Tek anlayamadığım şey de burasının neden bilardo salonu olduğudur; sadece bir tane bilardo masası var.
Sadece mekanın ismini değil, her akşam üstü ya da biraz daha geç vakitte gelip sessizce içkisini içtikten sonra aynı sessizlikle uzaklaşan o beyaz saçlı adamı da anlamakta zorlanıyordum ta ki geçen gün banko başı sohbet ederken yanımıza gelene kadar!
İçeri girdi ve doğru bankoya yöneldi. Elindeki eski buruşuk torbayı arkada sütunun yanındaki tavla sehpasının üzerine bıraktı. Yanımdaki tabureye oturdu. Hemen derdini anlattı karşımdaki Motorcu Aydın’a. Motoru bozulmuş. Kaymaklı Spor Kulübü Lokali’nin önünde bırakmış. Neyse Aydın ertesi gün ilgilenecek. Tabureden zorlukla indi. Gideceğini zannettim. Üzüldüm. Daha yeni gelmişti.
Gitmedi. Torbasının içinden birşey aldı ve bankonun üzerine koydu. Bu arada Metin bir bardak konyak ile bir bardak su koydu önüne. Demek anlaşıyorlardı. Her zamankinden! Büyük bir yoğurt kasesinin kapağını yağlanmış elleriyle biraz uğraşdıktan sonra açtı. Yoğurt zannettim; ama değil. İçi boş gibi. Başımı uzatıp içindekini görmeye çalıştım. Dibinde biraz zeytinyağı ve içinde yüzercesine gömeç benzeri bir şey. Yanında da ince bir dilim kepekli ekmek. Anlaşılan mezesi yanında geziyor. Fırsat ta yanıma gelmiş. İnceleyebildiğim kadar incelemeye çalışıyorum. Değişik bir haz duyuyorum ağzından çıkan her sözcüğü duydukça. Ya daha önce aldığı alkolden ya da dili öyle, biraz peltek konuşuyor; ama kesinlikle sarhoş değil. Belki biraz dalgalı. Sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyor. Ara vermek yok. Bu arada mezesi bitti (!). Biraz dolma aldı çantadan. Elleri iyice yağlanmıştı. Sigarasını çektikçe yağ kokusu sardı ortalığı. Bu arada elleri çekti dikkatimi. Sol elinin üzeri bileğine kadar dövme doluydu. El üstünde klasik bir kalp ve onu delip geçen bir ok var. Tabi okun her iki yanında da iki harf; S ve Ş. Baş parmak hariç diğer dört parmağın her birinde o ikinci ismin açılımı gösteren birer harf.
Her bir teli bembeyaz olmuş uzun ve bakımsız saçlarının kapattığı yüzünü bana doğru çevirerek “ 68’de mücahit yazıldım” dedi. “Ne alaka?” dedim kendi kendime. Şaşırdım. Devam edeceğini sandım. Sevindim kendisinden bahsedecek diye. Sustu. İçkisinden bir yudum daha aldı. Sigarasını yeniledi. Bekliyorum ama farklı şeyler konuşuyor. Motorcu Aydın karıştı bu sefer söze.
“Neden bisiklet kullanmıyorsun ki? Hem bozulmaz da. Motor gibi sorun çıkarmaz sana.” “ Yorulurum. Süremem bisiklet. Kaç defa gece yarısı eve giderken yorulup bisikleti yolda bıraktım da yürüyerek gittim eve!” diye cevap verdi.
Metin sanki merak ettiğimi anlamıştı. “Anlatsana o Yüzbir Evler Katliamını Hoca’ya” dedi. Yaklaşık otuz kişiymişler Yunan uçakları bombaladığında. Üç kişi kurtulmuş. Biri de o. Anlatıyor peltek peltek. Kısa cümleler kuruyor. Az konuşuyor ama çok anlatıyor. Bazen dalıyor. Konu değişiyor. “ Unuturum ya” diyor. “Geçen bankada biri yanaştı yanıma. Dünür dedi bana. Tanıyamadım adamı. Tanımam ya seni dedim. Anlatınca hatırladım. Adam benim kızın kaynatası...”
Sigarası bitti. Olmaz da sigarasız ama istemedi kimseden. Metin anladı. Hemen uzattı bir tane. Aynı sigaradan içiyorlardı. Sigara tekrar döndürdü savaşa. Katliamı anlattı. Savaşı anlattı. Savaşın anlatılamayacağını anlattı. “Farklıdır insan savaşta” dedi. İnsanın erkekliği bile olmazmış savaşta. Yaralanmamış hiç. Fiziksel bir etki hiç yok üzerinde. O dağınık görüntüsü aldatmasın, emekliymiş. Evlenemese de o isminin baş harfi Ş olan, parmaklara kazınmış ilk aşkıyla çocukları olmuş daha sonra bir başkasından. Evlenmiş kızı. Oğlu da polis olacak. İstemiyor polis olmasını. Kızmış biraz düzene. Biraz isyankar. Unutulduğuna mı yoksa unutamadığına mı kızıyor! Sitemkar. Bir sigara daha uzatılınca yine savaşa başlıyor. “ İnsan farklı olur savaşta. Anlatılmaz ya, ancak da yaşanır. Erkekliğini hissetmez erkek adam!...”
Nerede yaşadığını da tam olarak anlayamadım. Motoru da yok bu akşam. Bisikleti de. Zaten bisiklet süremez. Yorulur. Hava da rüzgarlı. Soğuk. Ne kıştı ama. Kar bile yağdı bu sene. Rüzgar yağmur da getirmiş. Deli gibi yağıyor dışarıda. Mermi gibi iniyor gökten. Yürüyemez de. Teklif ediyorum, arabayla götüreyim diyorum; ama “aha şuracıkta evim, sağol” diyor. Normalden de fazla içmişim bu akşam. Bu yağmurda insan önünü zor görür.
Boş yoğurt kasesini çantasına koydu. Tuvalete doğru yöneldi. Biramın geriye kalanını büyük bir son yudum yaptım. O demir kapının sesini duymasam dışarı çıktığını farketmeyecektim. Ne tarafa gittiğini görebilmek için oradakilere hissettirmeden kapıya doğru gidip dışarı baktım. Gece karanlık ama gökyüzü kıpkırmızıydı. Beyaz saçlarını görebildim sadece. Mermi gibi iniyordu yağmur. Sanki kırmızı yağıyordu...
Koşarcasına daldı mermilerin arasına. Birşeyler arıyordu sanki. Belki de aradığını bulmuştu ki o hantal cüssesi bir delikanlıya dönüşmüştü; cesur ve çevikti kızıl yağmur altında.
Yokluğun bile dost
Hayallerim doğdu, büyüdü ve yaşlandı. Bazılarıyla çoktan vedalaştım. Bazıları yanımda, bende saklı. Saklı da değil aslında. Hayatım hep yanımda; bir düş...Hep küçük kalıp büyümeyenler oldu. Saf ve çocuksu. Çocuk kaldı hayallerim. Çıkarsız ve temiz. Aynı hayatım gibi ikiye bölündü sonunda hayallerim. İki hayat yaşadım hayallerimle. Hayatımın hayal kurarak geçen dönemi ve hayal kurduğum yılları hayal eder duruma geldiğim dönemi. Kabul etsek de etmesek de dönüyoruz geriye bu ikinci dönemde. Bir başka burukluk veriyor insana geçmiş. Yenilerle doldurmaya çalışıyorum yerini geçmişin. Nasıl yaşanırsa geçmiş yeniden?...Avutuyorum işte kendimi. Avutmalar umut vermiyor da değil hani. Bir arkadaş bir dost diyorum belirsiz yarınımda bir mazi bir yürek sızısı olacak. Dost arıyorum paylaşacak. Salt, kuru kuruya. Bir parça ekmek gibi. Kendiliğinden. Olduğu gibi. Ne varsa paylaşmak işte. Adını ne koyarsak koyalım. Buluyorum da kalabalığın içinde böylesini. Tek tük. Geriye götüren türden. Genç hayallerim gibi. Genç dostlar. Belki de gençliğimi hatta çocukluğumu arıyorum. Ama ne
olursa olsun buluyorum onlarda bir şeyler. Paylaşabili-yorum. Olduğu gibi.
Zamana yeniliyorum yine. Zorla bulduklarım mazideki yerini alıyorlar. Sanki delikanlılık hayallerim gibi uzaklarda kalıyor, ulaşılmaz oluyor. Yanımdaydı daha dün. Çok gençti. Hayatı bulmuştum onlarda. Olduğu gibi. Bir ev sohbeti, bir rakı masası. Kahkahalarım delikanlı gibiydi onlarla. Birer birer tünelden geçip geçmişteki yerlerini alıyorlar. İkinci hayat hayallerime karışıyorlar. Geçmişi yaşıyorum onlarla. Nasıl yaşanırsa?...Yıllar öncesinde yaşadığım gibi belki de... İlk dostlar gibi...
O kısacık çocukluk ömrümde neler yaşamış neler görmüştüm. Hayatı yollarda geçmiş anamla yollara düşmüş, hayallerimin peşinde koşarken farkında olmadan büyük olmayı, sorumluluk almayı öğrenmiş ve hatta hayatım boyunca unutamayacağım dostluklar bile kurmaya başlamıştım. Mehmet Açıkel ile başlayan bu dostluk zinciri Ayhan Akçay ve Süleyman ile devam edip bunlarla birlikte birçok arkadaşlığın yanında belki de hayatı her yönüyle paylaştığım Hüsmen Kırkpınar ile pekişmişti.
Mehmet, hayatım boyunca edinmiş olduğum arkadaş-larım içinde belki ilk dostum olmasından belki de o mah-çupluğu ve Anadolu insanının o ezikliğini yansıtmasından yüreğimde bir buruk hatıra olarak kalmıştır hep.
Ailesi Balıkesir Savaştepe’de yaşadığı için Karşıyaka-Bayraklı’daki akrabalarının yanında kalıyordu. Ailesini sadece yaz tatillerinde görebiliyordu. Utangaçtı. O sarı benzi hemen kızarırdı ufacık bir utanma duygusuyla. Ya-bancısıydı Bayraklı’nın. Oralarda büyümediği için pek ço-cukluk arkadaşı yoktu. Utana sıkıla Bayraklı tepelerinin yamaçlarındaki evimizin altından geçen yoldan ağır aksak gelişini her gördüğümde yüreğimi değişik bir duygu kaplardı. Sanki varlığı bir rahatsızlıkmış gibi davranır ve tüm ısrarlara rağmen aç olduğu halde oturup yemek bile yemezdi bizimle. Ben de huyunu bildiğim için ekmeğin arasına birşeyler koyar ve onunla dışarıya çıkardım.
Değişik hayallerimiz vardı. Tatil için planlar yapar, ben Balıkesir’e gider onun köyünü gezerdim. Ama onu son gördüğüm güne kadar hayallerimizin hiçbiri gerçekleş-medi. Belki de kendisini borçlu hissettiği için o davetleri yapar ama gerçekleşmeyeceğini kendisi de bilirdi. Ama ol-sun hayallerimde de olsa gördüm Balıkesir-Savaştepe’yi. Onu en son ortaokulu bitirdiğimizde gördüğümde son ha-yalimizi kurup son planımızı yapmıştık. Birbirimizi hiç unutmayacak ve her yıl o mezuniyet tarihinde Bayraklı Ortaokulu’nun bahçesinde buluşacaktık. Çocuk aklı işte! Son görüşüm olmuştu Mehmet’i o zaman. Bir daha ne gör-düm ne de haber alabildim.
İyi dosttun be Mehmet. Hep bekledim seni. Gelmedin, bir sonraki sene yine gittim, bir umut gelirsin diye! İlk hayat dostlarımdandın. Hep özledim seni...
Yeni hayatımdan dostlarım da aynısını yapmaya başladılar. Biliyorum sizden de haber alamayacağım. Öğrencimdiniz, saygılıydınız. En önemlisi insandınız ve dosttunuz. Yaşınız ne olursa olsun dolu doluydunuz dolu olmasını beklediklerimizden daha dolu!...Delikanlılığıma götürdünüz beni; ama siz orada kaldınız. Ben döndüm. Zaman yapacağını yaptı bana. Teker teker dönüyorsunuz. Biliyorum unutmayacaksınız. Ben de. Ama gidiyorsunuz ya!...
Koray gideli iki sene oldu. İyiymiş, sağlığı yerinde. Bilgehan ve Saner son kez dönecekler İstanbul’dan. İşim var sizinle. Neredesiniz? Siz iyi anlarsınız bu bilgisayar işlerinden. Yalım da gitti. Önce İzmir oradan da İstanbul. O İstanbul işini anlayamadım; ama neyse! Gökhan’dan da haber yok. Kahvaltı çok hoşuna gitti anlaşılan. Ya da kafası birşeye takıldı. Gururlu çocuktur. Erkan da gidecek; ama dersler müsade etmiyor. İyi de yapıyor desem bir garip karşılanacak. Şükür Hayriye ile Melek Kıbrıs’da yaşıyor. Rüzgar onları da bir başka coğrafyaya atmazsa! Mustafa da bu aralar Adana’da. Ne iş olsa yaparsın sen. Hani gerçekten de yapabilirsin. Bu arada biraz da oraların şeytanını oyalarsın. Rahat eder insanlar. Sen de yakında gidersin buralardan. Yoksa kalır mısın? Unutmadan Cem kapağı iyi yere attı. Sırtını sağlam yere dayadı! Sıtkı da yılmadan sevgilerin düşlerde kalmaması için mücadele ediyor; ama bu arada kafadaki saçlardan oldukça fazla fire veriyor.
Aranızda sıkıştım kaldım be arkadaşlar. Bir Mehmet’e gidiyorum bir sizinleyim. Mehmet’le rakı içememiştik. Siyah beyaz bir fotoğrafımız var sadece. Bir de yüreğimde sızı.
Biliyorum siz de sızlatacaksınız yüreğimi.
Yokluğunuzda...
Dostları ilə paylaş: |