Mekkî, I, 157-158; Zerkeşî, II, 54; III, 393; İbn Nüceym, s



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə8/29
tarix27.12.2018
ölçüsü1,21 Mb.
#86771
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   29

Özellikle cebir, geometri, astronomi ve tıp gibi ilimlerin {ulûm-i riyâzıyye) büyük gelişme gösterdiği Kurtuba Medresesi'-ni devrin en meşhur ilim merkezi haline getiren II. Hakem İbnü'l-Kütiyye, Ebû Bekir b. Muâviye el-Kureşî ve Ebû Ali el-Kâlî gibi bilginlerin burada ders verme­sini sağlamıştır. Birçok âlim onun sarayı­na giderek himayesi altına girmiş, saray­da düzenlenen ilmî toplantılarda fikirle­rini rahatça ifade etme imkânı bulmuş­tur. Eğitimin gelişmesi ve yaygınlaşma­sı için de gayret sarfeden Hakem özel­likle fakir çocukların eğitimi için okullar açtırmıştır. Sadece Kurtuba'da bu tür­den yirmi yedi okul bulunmaktaydı. Ha­kem'in bu icraatı, Avrupa'da din adam­ları dışında pek az kişinin okuma yazma bildiği bir dönemde halkın büyük ço­ğunluğunun okur yazar olmasını temin etmiştir.

II. Hakem. Kurtuba Ulucamii'ni geniş­letip mihrabın üzerindeki kubbeyi ta­mamlatmış ve Bizans'tan getirdiği sa­natkârlara camiyi tezyin ettirmiştir. Ay­rıca camiye kurşun borularla su getirt-

miş ve yaptırdığı dârüssadaka aracılığıy­la fakirlere yardım etmiştir. Bu arada kendisi sade bir hayat yaşamış, halkı da tutumlu olmaya teşvik etmiş, bazı vergi­leri azaltmıştır.

BİBLİYOGRAFYA :

İbn Hayyân, el-Muktebes: 'ahdü'l-Hakem el-Müstanştr-Billâh (nşr A. A. el-Haccî), Beyrut 1965; Humeydî. Cezvetû'l-muktebis, Kahire 1386/1966, s. 13-16; Dabbî, Buğyetü'l-mülte-mis, Kahire 1967, s. 18-21; Abdülvâhİd el-Mer-râküşî, ei-Muccib p telhisi ahbâri 'l-Mağrib (nşr. M. Saîd el-Uryân-Muhammed el-Arabî). Dârül-beyzâ 1978, s. 42-45; İbnü'l-Ebbâr, el-hiulle-tü's-sıyerâ1 (nşr. Hüseyin Munis), Kahire 1963, I, 200 vd.; İbn Saîd el-Mağribî, el-Muğrib, 1, 181-183, 184-187, 200, 207. 214, 256; İbn İzârî, el-Beyânü'l-muğrib, II, 233-253; İbnü'l-Hatîb, A'mâlü'l-a'lâm (nşr. E. Levi-Provençal), Beyrut 1956, s. 41 vd.; a.mlf., et-lhâta. I, 478-479; II, 103; İbn Haldun, el-'lber, IV, 144 vd.; Dozy, Spanish İslam, s. 438, 448-456, 466-467, 496; M. Abdullah İnân,De(j/e(ü7-/Wâm/I7-Endelûs, Kahire 1969,1/2, s. 482-516; Abdüla-zîz Atik, el-Edebü't-'Arabi fi't-Endetüs, Beyrut 1976, s. 82-86; M. 0. Jimenez, At Hakam At Mustansır Biliah, Cordoba 1976; Cebrail Süley­man Cebbûr, et-Mülükû'ş-şıfarâ', Beyrut 1401/ 1981, s. 232-233; Abdülmecîd Na'naî, Târî-hu'd-devleti't-Emeuiyye fi'l-Endelüs, Beyrut, ts. (Dârü'n-Nahdati'l-Arabiyye), s. 385-413; Ah-med Fikri, Kurtuba ft'l-ıaşri'l-İslâmt, İskende­riye 1983, s. 94-98; Abdülazîz Salim, Kurtuba hâdıratü'l-hilâfe fi'l-Endelüs, İskenderiye 1984, s. 338,346; Ziriklî. el-Actâm (Fethullah), II, 267; E. LĞvi-Provençal, Espaha Musulmana, Madrid 1987, IV, 369-397; Vâil Ebû Salih. "Cühûdü'l-Hakem el-Müstanşır ff tetavvuri'I-hareketi'i-"ilmîyye fi'l-Endelüs", Mecelle Dirâsât Ende-lüsiyye, VI, Tunus 1411/1991, s. 27-44; M. Schmitz, "Hakem",/A,V/l,s. 100; A. Huici Mi­randa, "al-Hakam II", El2 (İng.), III, 74-75.

mi Mehmet Özdemir r HAKEM b. AMR ^

Ebû Amr (Ebû Berze) el-Hakem

b. Amr b. Mücedda' el-Gıfârî

(ö. 50/670 [?])

Sahâbî, Horasan valisi.

L J

Muhtemelen babasının lakabı olan "Akra" (kel) sıfatı dolayısıyla Hakem b. Akra' diye de bilinir. Çocukken ensardan birinin hurma ağacını taşladığı için yaka­lanıp Resûlullah'm huzuruna götürülen kardeşi Ebû Cübeyr Rafı' b. Amr ile (İb-nü'1-Esîr, Üsdü'tğâbe, II, 94; İbn Hacer, el-lşâbe, 1,498) Merv'de vefat eden diğer kardeşi Atıyye b. Amr da (lbnü'1-Esîr, üsdü'l-ğâbe, IV, 45-46; İbn Hacer, e/-/şâ-be, II, 485) ashaptandır.



Hakem Resûl-i Ekrem'in vefatına ka­dar onun sohbetinde bulundu ve daha sonra Basra'ya yerleşti. Müslümanlar arasında çıkan fitnelere karışmadı. Muâ-viye'nin İrak valisi Ziyâd b. Ebîh tarafın­dan 45 (665) yılında Horasan'a bölge va­lisi olarak gönderildi. Vefatına kadar bir­çok fetih gerçekleştiren Hakem önce He-rat'a, daha sonra Cûzcân dağını aşarak Horasan vilâyetinin merkezi olan Merv şehrine girdi. Kuhistan ve Tohâristan bölgesine yaptığı iki seferden de başarı ile döndü. 47 (667) yılında Gur ve Ferâ-vende'yi fethetti. Gerçekleştirdiği akın­lardan birinde Pamir'in güneyinde Türk-ler'in yaşadığı dağlık bölgeye (Eşe! dağ­ları) girdi. Burada etrafı sarılınca bera­berinde bulunan Mühelleb b. Ebû Sufre Türkler'in ileri gelenlerinden birini esir alarak çıkış yolunu göstermesini istedi. Hakem, esirin verdiği bilgi üzerine bir gece çıkış yollarından biri istikametinde yo! boyunca ateşler yaktırıp hayvanları o tarafa sürdü. Bunu gören Türkler Arap ordularının o yönde çekilmekte oldukla­rını sanarak oraya yönelince Hakem or­dusunu kurtardı. Ziyâd ile Hakem ara­sında yapılan fetih planına göre başlatı­lan akınlar sonunda Ceyhun nehrinin ötesinde Çagâniyân'a kadar olan Türk topraklan fethedildi. Savaşlarda büyük ganimetler elde eden Hakem, Ziyâd'dan ganimet malının tamamının Halife Muâ-viye'ye gönderilmesi yolunda bir mektup aldı. Allah'ın ganimetler konusundaki emrini valinin emrinden önce okuduğu­nu, bu sebeple mektubun gereğini yeri­ne getiremeyeceğini Ziyâd'a bildirdi ve savaşçıların payına düşen miktarı taksim etti. Fakat halifenin emrine karşı çıktığı için azledilerek elleri kollan bağlı bir şekilde hapse atıldı. Hakem öleceği sıra­da, kıyamet gününde Muâviye'den he­sap sormak için bağlı olarak defnedilme­sini istedi ve Merv'de SO (670) yılında ve­fat etti. Onun 45 (665) veya S1 (671) yı­lında öldüğü de kaydedilmektedir. Meza­rı, Merv'de Tennûrkerân mevkiinde sa-hâbî Büreyde b. Husayb el-Eslemfnin kabri yanındadır.

Hakem b. Amr Mâverâünnehir'de na­maz kıldıran ilk şahıs olarak zikredilir. Onun Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisler Şahîh-i Müslim dışında Kü-tüb-i Sitte'de yer almış olup Ebü'ş-Şa'sâ Câbir b. Zeyd, Hasan-ı Basrî, Abdullah b. Sâmit ve Muhammed b. Şîrîn gibi tabiî­ler ondan rivayette bulunmuşlardır.

HAKEM b. EBÜ'I-ÂS

BİBLİYOGRAFYA :

Müsned, V, 66-67; İbn Sa'd, et-Tabakât, VII, 28-29, 366;Yahyâb.Maîn, et-Târîh,l\, 126;Ha-lîfe b. Hayyât, et-Târlh, s. 211; İbn Habîb, el-Muhabber, s. 295; Fesevî. el-Ma'rife ue't-târîh, III, 25; Belâzürî, el-Bütdân uefütühuhâ ueah-kâmühâ (nşr. Sühey! Zekkâr), Beyrut 1992, s. 454; Teberi. Târih (Ebü'1-Fazl], V, 225-226, 229, 250-252, 285; İbn A'sem e!-Kûfî, et-Fütüh (nşr. Süheyl Zekkâr). Beyrut 1992, li, 32-33; İbn Ebû Hatim, el-Cerh ue't-tifdll, III, 119; İbn Hibbân. Meşâhîr, s. 60; Taberânî, el-Muıcemü'I-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Kahire 1405/ 1984, \\\, 209-212; Hâkim, el-Müstedrek, III, 441-442; İbn Hazm, Cemhere, s. 186; Ebû Ca'-fer et-Tûsî. Ricâtû't'Jûsî (nşr. M. Sâdık Bahrü-lulûm), Kum 1381/1961, s. 18; İbn Abdülber, el-İst?âb, I, 356-358; İbn Mâkûlâ. el-İkmâl, VII, 223; Sem'ânî, el-Ensâb, IX, 165-166; İbnü'l-Cevzî, et-Muntazam,V, 213, 229-230, 233; Yâ-küt. Mutcemü'İ-büldân,\l, 141; IV, 23, 218; İb-nü'l-Esîr, üsdü 'l-ğâbe, II, 40, 45-46, 94; IV, 45-46; a.mlf., el-Kâmit, III, 452, 455-456, 470, 489; Mizzî, Tehztbü't-Kemâl,V\\, 124-129; a.mlf., Tuhfetü'l-eşrâf bi-ma'rifeti'l-etrâf (nşr. Abdüs-samed Şerefeddin), Haydarâbâd 1401/1981, III, 72; Zehcbî. A'lâmü'n-nübelâ', II, 474-477; a.mlf.. Târitıu't-isiâm: sene 41-60, s. 41-42; a.mlf.. Tecrîdü esmâ'i'ş-şahâbe, Haydarâbâd 1315,1, 136;Safedî. e(-Vâ/î,XIH, 110;Heysemî, Mecma'u'z-zevâ'id, IX, 410; İbn Hacer, e/-/şâ-be, 1, 346-347, 485, 498; a.mlf.. Tehzîbü't-Teh-zîb, II, 436-437; Ziriklî, ei-A'tâm, II, 296; Namık Kemal. Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1975, s. 171. p.

İM Mehmet Ali Sönmez

HAKEM b. EBÜ'l-ÂS

Ebû Mervân el-Hakem b. Ebi'l-Âs

b. Umeyye el-Ümevî

(ö. 31/651)

Hz. Peygamber'İn Taife sürgüne gönderdiği sahâbî.

Hz. Osman'ın amcası, Ebû Süfyân'ın amcasının oğlu, Emevî Halifesi I. Mer-vân'm babasıdır. İslâmiyet'i kabul etme­den önce Resûlullah'a eziyet edenler ara­sında zikredilen Hakem Mekke'nin fethi sırasında müslüman oldu. Daha sonra Medine'ye giderek orada bir müddet kaldı. Bu süre içerisinde Hz. Peygamber'i üzecek bazı davranışlarda bulundu. Resûl-i Ekrem'in yürüyüşünü ve hare­ketlerini alaylı şekilde taklide yeltendiği, kapısını dinlediği ve Hz. Peygamber'in müşrikler hakkında bazı sahâbîlere ver­diği özel bilgileri etrafa yaydığı rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Resûl-i Ek­rem onu Taife sürdü.

Hakem'in Tâifteki sürgün hayatı Hz. Peygamber'in vefatına kadar devam et­ti. Halife Ebû Bekir'e ve ardından Hz. Ömer'e Hakem'i Medine'ye getirtmeleri

175


HAKEM b. EBÜ'I-AS

yolunda teklifte bulunuyduysa da Resû-lullah'ın sürgüne gönderdiği bir kimseyi geri getiremeyeceklerini söyleyerek ka­bul etmediler. Fakat Hz. Osman halife olunca amcasını Tâiften Medine'ye ça­ğırdı ve ayrıca kendisine 100.000 dirhem verdi. Hakem'i geri çağırmasının yanlış bir davranış olduğu söylenince de Pey­gamber hayatta iken amcasının geri ge­tirilmesi hususunda ondan söz aldığını ileri sürdü. Hz. Osman'ın bu tutumunun, daha sonra kendisine karşı gerçekleştiri­lecek ayaklanmanın sebeplerinden birini teşkil ettiği belirtilmektedir.

Hakem, Hz. Osman'a karşı başlatılan isyandan birkaç ay önce Medine'de öldü. Onun vefat tarihi 32 (652) olarak da kay­dedilmektedir (İbn Hacer, el-İşâbe, 1, 346). Hz. Osman, Hakem'in ölümünden sonra mezarını üzerine bir mahfaza örterek koruma altına almıştır.

Resûl-i Ekrem'in sohbetinden gereği gibi faydalanamadığı bildirilen Hakem ve soyu aleyhinde Hz. Peygamber'den ve sahâbîlerden sahih olmadığı belirtilen pek çok haber nakledilmiştir (bk. Heyse-mî, V, 241-244; İbn Hacer, et-Metâlibü't-'âtiye, IV, 329-332).

BİBLİYOGRAFYA :

İbn İshak. es-Sîre, s. 125-126; Vâkıdî, el-Me-ğâzî, II, 594, 846; İbn SaU et-Jabakât, V, 447; \fchyâ b. Maîn, et-Târîh, II, 124; Câhiz. ei-Bur-şân oe'l-'urcân (nşr. M Mursîel-Havlî), Beyrut 1407/1987, s. 69, 275, 276, 362; İbn Kuteybe. ef-Ma'âYif (Ukkâşe), s. 194, 353, 576; Taberî, Târih (Ebirl-Fazl), X, 58; İbn Ebû Hatim. et-Cerh ue't-ta'dll, III, 20; İbn Abdülber, et-lstt'âh (Bicâ-vî). 1, 359-360; İbnü'l-Esîr, Üsdü't-ğâbe, II, 37-38; Zehebî, et-İber, I, 23; a.mlf.. Aclâmü'n-nübe-la\\\, 107-108; a.mlf., Tarîhu't-lslâm: 'Ahdü't-hutefâ'i'r-râşidın, s. 365-368; a.mlf., Tecrîdü esmâl'ş-şahabe, Haydarâbâd 1315, I, 135; Heysemî, Mecmahı'z-zevâ'id, V, 241-244; İbn Hacer. Fethu'l-bârî, Beyrut 1988, XIII, 9; a.mlf.. el-İşâbe, I, 345-346; a.mlf.. el-MetâübüVâli­ye, IV, 329-332; Abdüsselâm Hârûn. Tehzîbü Sîretiİbn Hişâm, Kahire 1402/1982, s. 79.

mi Selman Başaran F HAKEM b. KEYSÂN ""

(ö. 4/625)

Bi'rimaûne'de . şehid olan sahâbîlerden. .

Ebû Cehil'İn babası Hişâm b. Mugire el-Mahzûmrnin kölesidir. 2. yılın Receb ayında (Ocak 624) Abdullah b. Cahş ida­resinde gönderilen bir müfreze Batn-ı Nahle'ye ulaşıp orada beklerken Amr b. Hadramî, Osman b. Abdullah. Nevfel b. Abdullah ve Hakem b. Keysân'ın bulun-

176

duğu bir Kureyş kervanının Tâiften dön­mekte olduğunu farketti. Sahâbîler, ha­ram ayların son gününde bulunmaları se­bebiyle kervana hücum edip etmemekte tereddüt gösterdiler. Ancak bir gün son­ra kervanın Mekke haremine gireceğini ve yeni bir yasağın başlayacağını düşü­nerek Abdullah b. Cahş'ın emriyle kerva­na saldırdılar. Vâkıd b. Abdullah kafilenin başkanı Amr b. Hadramfyi öldürdü. Se-riyyede bulunan diğer sahâbîler, kaçmak­ta olan Osman b. Abdullah b. Mugire ile Hakem b. Keysân'ı yakalayıp Medine'ye götürdüler. Hakem'in müslüman olma­sını isteyen Resûl-i Ekrem onu ısrarla İs­lâm'a davet ediyor, Hz. Ömer ise boynu­nun vurulmasını teklif ediyordu. Sonun­da Müslümanlığı kabul eden Hakem 4. yılın Safer ayında (Temmuz 625) Bi'rima­ûne'de şehid oldu. Resûlullah'a onun öldü­rülmesini teklif eden Hz. Ömer'in bu dav­ranışından dolayı pişman olduğu ve çok üzüldüğü rivayet edilir. Hakem b. Key-sân, İslâm tarihindeki ilk seriyyede ele geçirilen ve müslüman olan ilk esirdir.



BİBLİYOGRAFYA :

Müslim, "Mesâcid", 297; Vâtadî, el-Meğâzî, Beyrut 1984, I, 15-16; İbn Hişâm. es-Sîre, II, 252, 255; İbn Sa'd. et-Tabakat, [], 10-11, 51-53; IV, 137-138; Belâzürî. Ensâb, I, 372, 382; Taberî, Târih (Ebiil-Fazl), II, 410-411, 545-546; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1965, II, 113-114, 171-172; a.mlf., Üsdû'l-ğâbe, II, 41; İbn Kay­yım el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd, Kahire 1970, II, 94; İbn Hacer. et-İşâbe, 1, 347.

ffil Mehmet Alt Kapar

HAKEM b. UKKÂŞE

(ö. 467/1075}

Endülüs'ün meşhur kumandan ve valilerinden.

L J

İspanyol asıllı mühtedilerden olan (mü-velledûn) Hakem b. Ukkâşe Kurtuba'da doğup büyümüştür. Endülüs Emevî Dev-leti'nin yıkılması üzerine Kurtuba'da ku­rulan Cehverîler Devleti'nin veziri İbnü's-Sekkâ'nın yardımcılığını yaptı. İbnü's-Sek-kâ'nın 455'te (1063) öldürülmesinin ar­dından yakalanarak hapse atıldı. Ancak çok geçmeden hapisten kurtuldu ve Tu-leytula'ya hükmeden Zünnûnîler'e sığın­dı. Hanedanın emîri Me'mûn (Yahya b. İs­mail), onun cesur kişiliğinden ve Kurtuba halkını tanımasından faydalanarak Ab-bâdîler'in elinde bulunan Kurtuba'yı zap­tetmesi için şehir yakınındaki kalelerden birini kendisine iktâ etti. Hakem, civar­dan topladığı kişilerle kalede durumunu



sağlamlaştırdıktan sonra şehir halkının bir kısmının da desteğiyle bir gece gizlice Kurtuba'ya girmeyi başardı. Abbâdîler adına şehri idare eden Sirâcüddevle Ab-bâd b. Muhammed'i ve kumandan İbn Martin'i öldürterek şehrin tamamına hâ­kim oldu. Kurtubalılar'i da Me'mûn'a bi­at etmeye çağırdı. Bu sırada Belensiye'-de (Valencia) bulunan Me'mûn Kurtuba'-nın ele geçirildiğini haber alınca oraya hareket etti ve kalabalık bir merasim alayı eşliğinde şehre girdi (467/1075).

Me'mûn kısa bir süre sonra vefat edin­ce yerine geçen oğlu Yahya el-Kâdir Kur-tuba'nın idaresini Hakem b. Ukkâşe'ye bıraktı. Diğer taraftan Kurtubalılar'ın bir kısmı şehrin tekrar Abbâdîler'in eline geçmesini istedikleri için Abbâdî Emîri Mu'temid-Alellah'a haber göndermişler­di. Bunun üzerine Mu'temid Kurtuba'yı muhasara altına aldı; mukavemet ede­meyeceğini anlayan Hakem b. Ukkâşe şehirden kaçmak zorunda kaldı. Ancak çok geçmeden bir yahudi tarafından ya­kalanarak öldürüldü (29 Zilhicce 467/15 Ağustos 1075). Hakem b. Ukkâşe'nin iyi bir şair olan oğlu Harız (Hureyz) ise Tuley-tula'ya kaçmayı başardı ve Zünnûnîler'-den Yahya el-Kâdir b. Me'mûn tarafın­dan Rabah Kalesi'ne vali tayin edildi.

BİBLİYOGRAFYA :

İbn İzâri, el-Beyânü'l-muğrib, II, 161; İbnü'l-Hatib, Acmâia'l-aclâm (nşr. E. LeVi-Provençal), Beyrut 1956, s. 158-159; İbn Haldun, el-'lber, IV, 161; M. Abdullah İnan, Düvelü't-tavâ'if, Kahire 1969, s. 103-104; Ahmed Rkri, Kur(u/>a fi'l-caş-ri'{-İstâmt, İskenderiye 1983, s. 131-132; Sey-yid Abdülazîz Salim, Kurtuba hâdıratü't-hilâfe Fı't-Endelüs, İskenderiye 1984, s. 138-139; A. Huici Miranda, "al-Hakam b. TJkkasiıa", EF (İng.), III, 73. r—i

ffil Mehmet Özdemir

F HAKEM VAK'ASI ^

Sıffîn Savaşı'nda (37/658)

Muâviye'nin ordusu

yenilmek üzere iken

Amr b. As'ın Mushaf sayfalarını

mızraklara taktırarak

her iki tarafı da Kur'an'ın hakemliğini

kabule çağırmasıyla başlayan olay

(bk. SIFFÎN SAVAŞI).

HAKEMÎYYE

Şiî âlimlerinden

Hişâm b. Hakem'in

(ö. 179/795-96 [?])

görüşlerim benimseyen

ve Hişâmiyye diye de anılan Şiî grup

(bk. HİŞÂM b. HAKEM). .

HAKİKAT


Mecazın karşıtı olan lafız (bk. MECAZ).

J

HAKİKAT n



Çeşitli anlamlarda kullanılan felsefe ve tasavvuf terimi.

L -I


Sözlükte "gerçek, sabit ve doğru ol­mak, gerekmek: bir şeyi gerçekleştir­mek" gibi anlamlara gelen hakk kökün­den türetilmiştir (et-Ta'rîfât, "el-hakika" md.). Araplar'da "hakikati himaye etme" tabiri yaygın olarak kullanılır ve burada­ki hakikatten genellikle ırz, namus, vefa, dostluk, bayrak, sancak gibi değerler kas-tedilirdi (Zevzenî, s. 208: Lisânü'l-'Arab, "hkk" md.). Hakikat (çoğulu hakâik) ke­limesi Kur'ân-ı Kerîm'de geçmez. Bir ha­diste yer alan "hakikatü'I-îmân" terkibin­de hakikat "hâlis, künh, mahz" kelime­leriyle açıklanmıştır (meselâ bk. İb-nü'l-Esîr, 1,278). Buhârî, "Kitâbü'l-îmârfın on dokuzuncu babını hakikat değeri taşıyan ve taşımayan iman meselesine ayırmış­tır. Burada, ilgili âyetlere (Âl-i İmrân 3/ 19, 85; el-Hucurât 49/14) atıfta bulunu­larak çeşitli bencil istekler ve duygusal endişelerden sıyrılıp İslâm'ı hak din ola­rak benimsemenin hakikat değeri taşı­yan bir iman sayıldığı görülür. Diğer bazı hadis ve haberlerde yer alan "Allah'ı bil­menin hakikati, takvanın hakikati" gibi ifâdelerde (meselâ bk. Müsned, V, 317; VI, 441-442; Buhârî, "îmân", 1; EbÛ Dâ-

vûd, "Sünnet", 16} hakikat kelimesi "en doğru, en mükemmel olan" anlamında kullanılmıştır.

Râgib el-İsfahânî, hakikatin başlıca an­lamlarını "gerçek (sabit) ve var olan şey, doğru inanç, riyadan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz, ebedî olması dolayısıyla asıl gerçek hayat kabul edilmesi gereken âhiret (fıkıh ve kelâmda), bir dilde asıl olarak hangi an­lam için konulmuşsa o anlamı ifade et­mek üzere kullanılan lafız" şeklinde sı­ralamıştır {el-Müfredât, "hkk" md.). Bun­lardan özellikle ilki hakikatin asıl anlamı­nı yansıtmakta olup diğerleri buna daya­nan yan anlamlardır.

G ÎSLÂM DÜŞÜNCESİ. Bir mantık te­rimi olarak hakikat (ei-haklkatü'l-akliyye)

düşüncenin dış dünyadaki nesnelere uy­gunluğunu ifade eder. Nitekim aynı man­tıkî anlayışla hak terimi de "bir öner­mede hükmün gerçekle örtüşmesi" şek­linde tarif edilmiştir (et-Ta'rî/ât "el-hakk" md.). Genellikle bir şey hakkında sorulan "nedir?" sorusunun cevabı o şeyin haki­katini ve dolayısıyla tanımını ifade eder (İhvân-ı Safa, 1, 262). Kindî. her tanımla­nanın hakikatinin tanımda bulunduğunu belirtir. Çünkü bir tanımda tanımlananın hem sureti hem unsuru hem de illeti mevcuttur {Resâ% I, 26. 31).

İslâm felsefe tarihinde hakikat daha ziyade ontolojik bir kavram olarak ele alınmıştır. Bu açıdan Fârâbî "şeyin haki-katfni "bir şeyin kendine Özgü varlığı" diye açıklar. Benzer bir yaklaşım, hakikat konusuna ilk defa metafiziğinde önemli bir yer veren İbn Sina'da da görülür. Ona göre her şeyin bir hakikati vardır ve o şey bu hakikatle kendi kendisi olur. Bu an­lamda hakikat filozofun "özel varlık" (el-vücûdü'l-hâs) diye adlandırdığı ve "somut varlık" İle (el-vücûdiTI-isbâtf) karıştırılma­ması hususunda uyanda bulunduğu şeydir [eş-Şifâ', s. 31). İbn Sina'nın diğer bir açıklamasına göre hakikat, her bir varlığın kendisi için gerekli olan ve ona belli bir gerçeklik değeri kazandıran özelliğidir {en-Necât, s. 505). Hakikati ol­mayanın ne dış dünyada ne de zihinde herhangi bir gerçekliğinden söz edilebi­lir. Meselâ bir üçgen tasavvuru çizgi (ke­nar) ve yüzeyden oluşan özel şekli düşün­dürür; böylece bu iki unsurla zihinde üç­genin hakikati gerçekleşir. Zira çizgi ve yüzey üçgenin maddî ve formel illetleri­dir. Zihinde tasarlanan bir şeyin dış dün­yada gerçekleşmesi için ayrıca fail ve gâî illetlere ihtiyaç vardır. İbn Sînâ'mn idea­list anlayışına göre hakikat zihinde hâsı! olan ve kavranabilen gerçeklik, vücut ise ona sonradan katılan bu gerçekliğin zi­hin dışında sabit olan varlığıdır {eş-Şifâ\ s. 31;a.mlf., et-İsârât ue't-tenbîhât, s. 105). Bu açıdan bakıldığında Tanrı ve diğer var­lıkların biri kendilerinde ve kendi varlıkla­rına özgü olan (vûcûdf). diğeri de bizim zihnimizde tasavvur ettiğimiz ve bu an­lamıyla bizim zihnimizde bulunan (zihni) olmak üzere iki türlü hakikatinden söz etmek mümkündür (İbn Sînâ, el-Mübâ-hasat, s. 157-158).

Cürcânî İbn Sînâ çizgisinden giderek bir şeyin hakikatini "o şeyi kendisi ya­pan" şeklinde tarif etmiştir {et-Ta'rîfât, "hakîkatü'ş-şey*" md.). Buna göre haki­kat şeyin kendisi sayesinde var olduğu

HAKİKAT


cevheri, mutlak kavranabilirliğin kendi­sinden kaynaklanan tabiatıdır. Cürcânî*-nin açıklamalarına göre, "Bu nedir?" so­rusunun cevabı o şeyin mahiyetini, dış dünyada varlık kazanmış olması hakika­tini, bazı gerekli ilintilere sahip bulun­ması zatını, diğer varlıklardan ayıran özellikler taşıması da hüviyetini belirler [a.g.e., "el-mâhiyye" md).

Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğini sürdüren İslâm filozofları Allah hakkında zât ve sı­fat, mâhiyet ve vücûd veya hakikat ve vücûd gibi iki ayrı realiteden söz edile­meyeceği. Allah'ın zâtı dışında ezelî ve ebedî hakikatler olarak sıfatlar kabul et­menin O'nun her yönden birliği, basitliği (mürekkeb varlık olmayışı) ve benzersiz­liği gerçeğine aykırı düşeceği, bu sebep­le Allah'ın yalnızca zâtının hakikat kabul edilmesi, sıfatlara ise hakiki ve zorunlu birer varlık olarak bakılmaması, O'nun sadece selbî sıfatlarla nitelendirilmesi, sübûtî sıfatların hakikat sayılmayıp bun­larla ilgili lafızların aynı zâtın hakikatini ifade edecek şekilde yorumlanıp te'vil edilmesi gerektiği görüşünü savunmuş­lardır (meselâ bk. Fârâbî, el-Medînetü'l-fâida, s. 30 vd.; a.mlf., ıUyûnü'l-mesâ% s. 66; İbn Sînâ, 'üyünü'l-hikme, s. 57-59; a.mlf., el-lşârât ue't-tenbîhât, s. 109-110). Başta Selefîler olmak üzere Ehl-İ sünnet âlimleri bu düşüncelerden sıfatların in­kâr edildiği sonucunu çıkararak filozof­ları şiddetle eleştirmişlerdir. GazzâlTye göre Allah hem zâtı hem de sıfatlan iti­bariyle zorunlu varlıktır. Mâhiyetsiz ve hakikatsiz bir varlık düşünülemez; mâhi­yet yok olunca hakikat, hakikat yok olun­ca da zât ortadan kalkar (Tehâfütü'l-felâ-şife, s. 148-149). Bu sebeple Allah'ın var­lığı ve zâtı gibi mâhiyeti ve sıfatlan da hakikattir. Onun hem zâtı hem sıfatlan bir illetin eseri olmaksızın vardır ve ezel­den ebede varlığını sürdürür. Çünkü akıl. var olması için herhangi bir illete muhtaç olmayan bir kadîmin varlığını düşünebil­diği gibi hem zâtı hem de sıfatları itiba­riyle var olması için illete ihtiyacı olma­yan kadîm bir mevsufu kabul etmeye de elverişlidir (a.g.e., s. 130-131).

Sıfatları hakikat saymayan görüşleri dolayısıyla filozoflara ağır eleştiriler yö­neltenlerden biri de Takıyyüddin İbn Tey-miyye'dir. İbn Teymiyye esmâ-i hüsnânın Allah için hakikat olduğunu, sadece Bâtı­nî Karmatîler'le filozofların bu gerçeği inkâr ettiklerini, buna gerekçe olarak da sıfatların hakikat sayılması halinde Allah ile insan arasında benzerlik doğacağını

177


HAKİKAT

ileri sürdüklerini belirtir. İbn Teymiyye'ye göre bu tür kaygılar bütünüyle temel­den yoksundur. Çünkü Allah ve insan iki ayrı gerçek varlık ve iki farklı zâttır. Böy­le olunca Allah'ın zâtı gibi sıfatlan da O'nun kendine özgü hakikatlerdir. Aynı durum insan için de geçerlidir. Bu an­lamda Allah'ın arşa istivası dahi te'vil yo­luna sapılmadan hakikat olarak kabul edilmelidir. Yine ona göre hakikat neyi ifade etmek için konulmuşsa onun için kullanılan lafızdır; ayrıca bir lafız hangi mâna için konulmuşsa ve hangi mâna için kullanılıyorsa o mânaya da hakikat denir. Buna göre ilim ve vücûd lafızları gibi istiva lafzı da halikın istivası ve mah­lûkun istivası olarak farklı anlamlara ge­lir ve her iki konumda da ayrı hakikatleri ifade eder. Şu halde Allah'ın sıfatlarını mecaz olarak değerlendirmek büyük bir cahilliktir [Mecmû'u fetâuâ, V. 194-197).

Klasik kelâm kitaplarında bilgi proble­mi işlenirken başlıca üç sofist akım (sûfis-tâiyye) tarafından ileri sürülen eşyanın hiçbir hakikat değeri taşımadığı veya ta-şısa bile bunun bilinemeyeceği veya her şeyin ferdî kanaatlere göre değişen fark­lı hakikatlere sahip olduğu, böylece sabit hakikatlerin bulunmadığı şeklindeki gö­rüşler kesin olarak reddedilmiş; eşyanın objektif hakikatlere sahip olduğu, bir şe­yin zihindeki bilgisiyle objenin hakikati arasında tam bir uygunluk bulunduğu genel bir ilke olarak benimsenmiş ve bu ilke, "Eşyanın hakikatleri sabittir" şeklin­deki kategorik hükümle ifade edilmiştir. Bu münasebetle bilgi yanlışlarının varlığı kabul edilmekle birlikte bunların objektif hakikatin yokluğundan, izafîliğinden ve­ya kavranamaz olmasından, dolayısıyla bilginin imkânsızlığından değil duyu ve algı yanılmaları veya bilgi araçlarının ek­sik ve kusurlu olması gibi ânzî sebepler­den kaynaklandığı da belirtilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA :

Râgıb el-İsfahânî. ei-Müfredât, "hkk" md.; Lİ-sânü'l-'Arab, "hkk" md; et-Ta'rîfât, "el-hakk", "el-hakika". "hakikatli'ş-şey"', "el-mâhiyye" md.leri; Ebü'l-Bekâ, el-Küttiyyât, s. 361-364; Tehânevi, Keşşaf, I, 330-334; Cemîl Salîbâ, el-Mu'cemü'l-felsefî, "hakikat" md.; Müsned, V, 317; VI, 441-442; Buhârî. "îmân", 1, 9; Ebû Dâ-vûd, "Sünnet", 16; Kindi, Resâ% Kahire 1978, !, 26, 31; Fârâbî. el-Medtnetü't-fâiıla (nşr. A. N. Nader), Beyrut 1986, s. 30 vd.; a.mlf.. cUyû-nû't-mesâ'il [el-Mecmû.' içinde], Kahire 1325/ 1907, s. 66; İbn Sînâ, en-Mecât (nşr. M. Taki Dânışpejûh], Tahran 1364 hş., s. 505; a.mlf., eş-Şifâ1 el-İlâhiyyât (1), s. 31-32, 292; a.mlf., el-Mübâbaşât, Kum 1413, s. 157-158; a.mlf., '(Jyûnû'l-hikme {nşr Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1980, s. 57-59; a.mlf.. el-tşârât ue't-ten-


Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin