MektûBÂt tercemesi



Yüklə 3,26 Mb.
səhifə76/135
tarix07.01.2019
ölçüsü3,26 Mb.
#90817
1   ...   72   73   74   75   76   77   78   79   ...   135

197

YÜZDOKSANYEDİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, pehlevân Mahmûda yazılmışdır. Tâli’li kimse, dünyâya düşkün olmıyan ve kalbi Allah sevgisi ile çarpan kimse olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâ sizi, islâmiyyetin doğru yolunda bulundursun! En iyi kimse, kalbi dünyâya bağlı olmıyan ve Allah sevgisi ile çarpandır. Dünyâ muhabbeti, günâhların başıdır. Dünyâyı sevmekden kurtulmak da, ibâdetle-



-235-

rin başıdır. Çünki Allahü teâlâ, dünyâya düşkün olmağı sevmez. Onu yaratdığı zemândan beri, hiç sevmemişdir. Dünyâ ve dünyâya düşkün olanlar, mel’ûndur ve Allahü teâlânın merhametinden uzakdırlar. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda, Allah için yapılmıyan herşey de mel’ûndur). [(Se’âdet-i Ebediyye) 30.cu sahîfeye bakınız!] Çünki Allahü teâlâyı hâtırlıyanlar, hattâ onların her zerresi, Allahü teâlâyı zikr etmekdedir. Bunun için, Allahü teâlâyı zikr edenler, [ya’nî kalbinde ismini ve sıfatlarını hâtırlıyanlar] mel’ûn değildir. Bunlara, dünyâ adamı denilmez. Çünki dünyâ demek, kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, Onu unutduran, kalbe Allahdan başkalarını getiren şeyler demekdir. Allahü teâlâyı unutduran mallar, sebebler, mevkı’ler, şerefler hep dünyâ olur. Vennecm sûresinin, (Bizi düşünmiyenlerden, bizden yüz çevirenlerden, sen de yüzünü çevir. Onları sevme!) meâlindeki yirmidokuzuncu âyeti, böyle olduğunu açıkca göstermekdedir. İşte bu dünyâ, insanın cân düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç toparlanamaz, kendilerine gelemezler. Âhıretde de, pişmân olacaklar, çok acılarla karşılaşacaklar.

Dünyâyı terk etmek demek, kalbin onu sevmemesi, ona düşkün olmaması, kıymet vermemesi demekdir. Ona düşkün olmamak da, varlığı ile yokluğu müsâvî olmakdır. İnsanın böyle olabilmesi için, Allah adamlarının ya-nında yetişmesi lâzımdır. Bu büyüklerden biri ele geçerse kıymetini bilmeli, onların emrlerini yapmağa, cânla başla sarılmalıdır. Şeyh Müzzemmil hazretlerinin sizin aranızda bulunması, çok büyük bir ni’metdir. Çok az kimselerin eline geçen, bulunmaz bir ni’metdir. Kıymeti, hiç ölçülemiyecek kadar büyükdür. Fekat, kerem ve ihsân sâhiblerinin âdeti, îsâr etmekdir. Ya’nî, başkalarının ihtiyâclarını, kendi ihtiyâclarından önce düşünürler. Şeyh hazretlerine birkaç gün izn verirseniz, çok yerinde bir iş olur. İş bitince, inşâallah yine geriye döner. Uzakdan olan ihlâs ve sevginiz de, hizmetinde imiş gibi, size fâide verir. Dahâ çok râhatsız etmiyeyim. Allahü teâlâ, bizi ve sizleri, insanların en iyisinin “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” yolunda bulundursun! Allahü teâlânın selâmı ve ihsânları size olsun! Âmîn.

198

YÜZDOKSANSEKİZİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, Hân-ı Hânâna yazılmışdır. Bu zemânda, din adamlarının, dünyâ büyükleri ile görüşmeleri güc olduğu bildirilmekdedir:

(Fütûhât-i Mekkiyye), fütûhât-i medeniyyenin anahtarı olsun! Allahü teâlâ, sevgili Peygamberi ve Onun yüksek Âli hurmetine bu düâmı kabûl buyursun “aleyhi ve aleyhimüssalevât vetteslîmât”! İhsân etdiğiniz kıymetli mektûb, fakîri şereflendirdi. Sevgimizi artdırdı. Size müjdeler olsun, müjdeler olsun! Kıymetli efendim! Bu zemânda, Allah adamlarının, dünyâ büyükleri ile görüşmesi çok güçleşdi. Din adamları, konuşurken ve yazarken, dînin emr etdiği gibi tevâzu’, aşağı gönüllülük yaparsa, kötü düşünceli olanlar, bunu anlıyamıyarak, birşey koparmak için, muhtâc olduğu için, böyle yapıyor sanırlar. Bu bozuk düşünceleri, dünyâ ve âhıret se’âdetini elden kaçırmalarına sebeb olur. Bu büyüklerden istifâde edemezler. Eğer din büyükle-

-236-

ri, dünyâya ve dünyâ adamlarına kıymet vermediklerini duyururlarsa, görüşleri kısa olanlar, kötü düşünerek, bunları egoist, kendini beğenmiş sanırlar. Hâlbuki, Allahdan başka hiçbir şeye kıymet vermemek de, din büyüklerine lâzımdır. Hem aşağı gönüllü, hem de yüksek gönüllü olurlar. İki zıd, ters şey, bunlarda bir araya gelmişdir. Ebû Sa’îd-i Harrâz “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Rabbimi, birbirine zıd, ters olan şeyleri, bir araya toplayıcı olarak tanıdım). Fen ve hesâb adamları, bu söze inanmazlar ise de, bizce kıymeti yokdur. Evliyânın bildikleri, aklın eremediği şeylerdir. Mîr ve Mevlânâ, size bizlerden çeşidli haberler vereceklerdir. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!


199

YÜZDOKSANDOKUZUNCU MEKTÛB


 Bu mektûb, molla Muhammed Emîn-i Kâbilîye yazılmışdır. Vazîfe isteğinin kabûl olduğu bildirilmekdedir:

Aşırı sevgi ile dolu olan ve çok bağlı olduğunuzu bildiren kıymetli mektûbunuz geldi. Bizleri sevindirdi. Allahü teâlâ, size âfiyet versin! Vazîfe olarak okunacak şeylerden birşey istiyorsunuz. Bunun için, kıymetli kardeşim mevlânâ Muhammed Sıddîkı gönderdim. Büyüklerimizin devâmlı okudukları bir zikri size öğretecekdir. Emr etdiğini yapmak için çok çalışınız! Meyvelerini toplamanızı ümmîd ederim. Yalnız yazmakla olmıyacağı, görüşmek lâzım olduğu için, kardeşimiz Mevlânâyı yormuş olduk. Vesselâm.


200

İKİYÜZÜNCÜ MEKTÛB


 Bu mektûb, molla Şekîb-i İsfehânîye yazılmışdır. (Nefehât) kitâbındaki bir yazıyı açıklamakdadır:

Her hamd Allahü teâlâ içindir. Salât ve selâm, Peygamberlerin efendisine ve Onun temiz Âlinin hepsine olsun! (Nefehât) kitâbındaki karışık bir sözün açıklanmasını istiyorsunuz. Bunun için, birkaç kelime yazmağa kalkışdım. Kıymetli efendim! Ayn-ül-kudât-i Hemedânî, hiç gidilmemiş bir yolda, delîlsiz, rehbersiz gidenler için diyor ki, (Bunlardan birkaçını, bir mağlûb, kendi sığınağına aldı. Sekr hâli, bunlara gölge yapmak için geldi. Aklı başında olanlar, başlarını kaldırdılar). Gidilmiş yol demek, Allahü teâlâ bilir, sülûk yolu demekdir. Bilinen on makâma, birer birer ve her inceliklerine varmak demekdir. Bu yolda, önce nefs tezkiye edilir, temizlenir. Kalbin tasfiyesi bundan sonra olur. Bu yolda hidâyete kavuşmak için, bir rehbere inâbet, ya’nî bağlanmak lâzımdır. Gidilmemiş yol ise, cezbe ve muhabbet yoludur. Bu yolda, kalbin tasfiyesi, parlatılması önce olur. Nefsin tezkiyesi sonra olur. Seçilenlerin yoludur. Bir rehbere bağlanmak lâzım değildir. Sevilmişlerin ve istenilenlerin yoludur. Birinci yol, sevenlerin ve isteyenlerin yolu idi. Bunlardan çoğu, kuvvetle çekildikleri ve kendilerini muhabbet kapladığı için, âfâkî ve enfüsî şeytânlardan korundular. Şeytânların aldatmasından, yoldan çıkarmalarından kurtuldular. (Bir mağlûb) ve (Sekr) dediği, bu cezbe ve muhabbetdir. Bunların rehberleri yok ise de, Allahü teâlânın ihsânına kavuşmuşlardır. Bu ihsân, onlara yol göstererek, he-



-237-

defe ulaşdırmışdır. Şü’ûrlu olanları, ya’nî çekilmiyenleri ve kendilerini muhabbet kaplamıyanları, rehberleri de olmadığı için, din düşmanları, bunların yolunu kesdi. Helâke sürükledi. Sonsuz olan ölüme yakalandılar. Mağlûblar arasında, o iki Türkmen vardı. Hüseyn Kassâb “rahmetullahi aleyh”, bu ikisini, işâret ile bildiriyor ve diyor ki, (Büyük bir kervân ile gidiyorduk. Kervân arasından ânsızın iki Türkmen çıkdı. Hiç gidilmemiş olan yolda ilerlemeğe başladılar) diye, [(Nefehât) kitâbının fârisî ikiyüzseksendördüncü [284] sahîfesinde, emîr Alî Abûr isminde] uzun anlatılıyor. Büyük kervânın gitdiği yol, sülûk yolu demekdir. Bu yolda bilinen on makâm, sıra ile bütün incelikleri ile geçilir. Çünki, büyüklerden çoğu, hele eskilerin hemen hepsi, bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Bu iki Türkmenin gitdiği ve Hüseyn Kassâbın da katıldığı, o hiç gidilmemiş olan yol da, cezbe ve muhabbet yoludur. Bilinen birinci yoldan dahâ kısadır. Bu yolun başlangıcı, lezzet almak ve râhatlık duymakdır. Bu lezzet, duyguları giderir. Şü’ûrsuzluğa sebeb olur. Bu hâli, gece olarak göstermekdedir. Bu hissizlik ve insanlardan haberi olmamak, Allahü teâlâ ile huzûra ve Ona şü’ûra sebeb olduğundan, bu huzûra ve şü’ûra ay demişdir. Burasını biraz dahâ açıklamak lâzımdır. İyi dinleyiniz:

Cesedi, bedeni idâre eden rûhdur. Bedeni yetişdiren, kalbdir. Ceseddeki kuvvetler rûhdan gelmekdedir. His, duygu da, kalbin nûrundan hâsıl olmakdadır. Cezbe yolunda, kalb ve rûh, Allahü teâlâya dönünce, başlangıcda bedenin idâresi ve terbiyesi azalır. His kalmaz olur. Şü’ûr işlemez olur. Organların hareketinde gevşeklik olur. İnsan yere yıkılır. Büyük âlim şeyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” bu hâle (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbında, rûhun simâ’ı demişdir. Raks ile ve dönerek olan simâ’a da, tabî’î simâ’ demişdir ve bunu sıkı yasak etmişdir. Buradan anlaşılıyor ki, bedendeki duygu ve hareketin azalması, ma’nevî huzûru göstermekdedir. Ceseddeki duygusuzluk rûhun şü’ûruna alâmetdir. Bunu aya benzetmek uygundur.

Sözümüze dönelim: Ayın kara bulutla örtülmesi demekle, başlangıçda olanların huzûrunu örten insanlık sıfatlarının meydâna çıkmasını anlatmakdadır. İnsanlık sıfatlarının huzûru örtmesi, yolun ortasına kadar devâm e-der. Yolun ortasında olanlar, örtüden tâm kurtulamazlar ise de, bu kadar örtülüş yokdur. Belki bunu anlatmak için, (Gece yarısı olunca, ay bulutdan çıkdı. O iki gencin ayak izlerini gene buldum) demekdedir. Çünki, huzûr zemânı olan bast hâlinde yol aydınlanır. Çok ilerlemek olur. Sabâh olunca, ya’nî o hissizlik ve hareketsizlik gidince ve huzûr kuvvetlenince ve halk ile de karışınca demek istemekdedir. Bu huzûru güneşin doğması diye anlatmakdadır. İnsanın varlığına dağ demekdedir. Bu zemân kendi varlığından haberi olmakdadır. Çünki bu yolda, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesinden sonradır. O iki türkmenin cezbeleri kuvvetlenince ve kendilerini muhabbet kaplayınca, bir kahramân gibi ayaklarını insanlık dağının tepesine koydular ve bir sâatde tepeye çıkdılar. Biraz Fenâya kavuşdular. Hüseyn Kassâbda bu cezbe kuvveti olmadığı için, dağın tepesine çok güç çıkabildi. Bu da, o iki türkmenin arkasında gitdiği için oldu. Yoksa kafasını uçururlardı. Askerlerin bulunduğu yer, (a’yân-ı sâbite)yi anlatmakdadır. A’yân-ı sâbitede bütün mahlûkların (Te’ayyün-i hakîkî)leri ve (Te’ayyün-i İlmî-i Vücûbî)leri birlikde bulunur. Sayısız çadırlar, bu te’ayyünleri anlatmak içindir.



-238-

Büyük çadır, (Te’ayyün-i İlmî-i Vücûbî)yi göstermekdedir. Buna, sultânın çadırı demişlerdir. Hüseyn Kassâb, sultânın çadırını işitince, aranılanı buldum sanarak sekr, şü’ûrsuzluk bineğinden inmek istedi. Bu merkeb olmadan bu yolda gidilemez. Sağ ayağını dışarı koyarken kulağına bir ses gelerek sultân çadırda yokdur dedi. Doğrusu da böyledir. Hüseyn Kassâbı çeken kuvvet yokdur. Ufak bir müjde ile sekr hâlinden çıkdı. İki türkmen ise, kuvvetle çekildikleri için ve kendilerini muhabbet kaplamış olduğu için, bu gibi müjdelerle aldanmadılar ve kahramânca yukarı çıkdılar. Hüseyn Kassâb, bin sene dahâ beklese, sultânı çadırda hiç bulamaz. Çünki Hak teâlâ, ötelerin ötesidir. Sağ ayak demesi, rûhu anlatmakdadır. Çünki, hiç gidilmemiş olan bu yolda, kalb ve rûh ayakları ile gidilir. İlm ve ibâdet ile gidilmez. İlm ve ibâdet sülûk yolunda işe yarar. Sekr hâlinden önce çıkan rûhdur. Sonra kalb çıkar. Sol ayak kalbi göstermekdedir. Sultân oturmuşdur ve ava gitmişdir demek, güzel aynalarda, güzel yerlerde yerleşmişdir ve âşıkların gönüllerini avlamağa gitmişdir demekdir. Bu ses ve böyle söylemek, Hüseyn Kassâba anlatabilmek için idi. Onun anlayabileceği gibi söylenmişdi. Yoksa, Allahü teâlâ için oturmak ve ava gitmek gibi şeyler söylenemez. Fârisî beyt tercemesi:



(Yokdur) ve (odur) gibi sözler,

 O makâmdan geri dönerler.



(Nefehât)da (Ayn-ül-Kudât-i Hemedânî)den alarak yazılmış olan bu sözlerden başka şeyler de anlaşılıyor ve Hak teâlânın birliğine ve büyüklüğüne dahâ uygun oluyor. Her ne kadar, o makâma tâm uygun değil ise de, başkalarından dahâ uygundur. Şöyle ki, vâhidiyyet mertebesinin üstündeki te’ayyün-i evvel olan vahdet mertebesine oturmuşdur. Vahdet mertebesinde ilmî ve aynî te’ayyünlerin hepsi yok olduğu için, hayvanların ve kuşların yok edildiği ava benzetilerek, ava gitdi buyurulmuşdur. Şeyh Muhammed Ma’şûk-i Tûsî ve Emîr Alî Abûr, Sultânın avlandığı yere giderek, ona av oldular. Ma’şûk-i Tûsî dahâ önde gitdi ve dahâ yaklaşdı. Hüseyn Kassâb, sultânın geri döneceğini sanarak, (Vâhidiyyet) çadırlarında kaldı.

Yukarıdaki sözlerden ne anlaşılacağını doğru olarak ancak Allahü teâlâ bilir. Tesavvuf yolunun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” hiç gidilmemiş olan yolu seçmişlerdir. Bu bilinmeyen yol, bu büyüklerin meşhûr kolay yolu olmuşdur. Kıymetli teveccühleri ve idâreleri ile, herkesi bu yoldan kavuşdurmuşlardır. Rehber olan pîrin edebleri ve emrleri gözetilirse, bu yol hep kavuşdurur. Bu yolda, ihtiyârların, gençlerin, kadınların ve çocukların kavuşmasında hiç başkalık yokdur. Hattâ ölüler bile bu ni’mete kavuşmayı umarlar. Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hak teâlâdan elbette kavuşduran bir yol istedim). Hâce hazretlerinin birinci talebesi olan hâce Alâ’üddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri, bunun için buyurdu ki, Fârisî beyt tercemesi:



Kapıcının incinmesi olmasaydı,

Açardım bütün cihân kapılarını.

Allahü teâlâ, hepimizi bu büyüklerin yolunda bulundursun! Vesselâm!



-239-

Yüklə 3,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   72   73   74   75   76   77   78   79   ...   135




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin